Etiket arşivi: Metin AYDOĞAN

26 Ağustos 1922: Kocatepe’den Afyon’a

26 Ağustos 1922: Kocatepe’den Afyon’a

Metin Aydoğan
Cumhuriyet, 26 Ağustos 2019

(AS: Merhum Metin Aydoğan’ın saygın anısına, geçen yılki yazısını bir kez daha sunuyoruz..)

1922 yazında, ordu savaşa hazırdı. Son bir yıl içinde, içte ve dışta yoğun bir siyasi mücadele yürütülmüş ve yoksunluklar içinden 200 bin kişilik bir ordu çıkarılmıştı. Silah ve cephane bulunmuş, birlikler donatılmış ve ordu, alt düzeyde de olsa beslenebilir duruma getirilmişti. Silah gücü olarak, Yunan ordusuna tam olarak yetişilememişti ama yaklaşılmıştı. 
Kurtuluşun ve uluslararası saygınlığın, göstermelik barış görüşmelerinden, siyasi ödünlerden değil, savaş meydanlarından geçtiğini biliyordu. “Ülkemizdeki düşmanı silah gücüyle çıkarmadıkça, ulusal gücümüzün buna yeterli olduğunu eylemsel olarak göstermedikçe, siyasi alanda umuda kapılmanın yeri yoktur… Güçten ve yetenekten yoksun olanlara değer verilmez. İnsanlık, adalet ve mertlik gereklerini; bu niteliklerin kendilerinde bulunduğunu gösterenler isteyebilir” diyordu.

Savaş yönetmek 
Amacı, savaşı bir tek darbeyle bitirmekti. Bu, gerçekleştirilmesi kolay olmayan riskli bir amaçtı. Bütünlüğü olan, iyi düşünülmüş gerçekçi bir stratejinin belirlenmesi, bu stratejiyi yaşama geçirecek yaratıcı taktiklerin geliştirilmesi ve bunların hiçbir aksamaya meydan vermeden uygulanması gerekiyordu. Bu zorlu uğraş, Başkomutan olarak ancak O’nun yapabileceği bir işti. 
Savaşı, kesin bir vuruşla bitirmeyi amaçlarken ulusun kullanabileceği olanakların tümünü ortaya sürmüş oluyordu. Ancak, her şeye karşın olumsuz bir sonuçla karşılaşılırsa, ulusal direnişin sürdürülebilirliğini sağlamak için önlem almayı da göz ardı etmiyordu. Güvenliğe önem veren ve askerlik mesleğinin çağdaş ilkelerini iyi bilen, hatta bu ilkelere evrensel boyutta katkı koymuş bir asker olarak tüm hazırlığını yapmıştı. 
Gizliliğe özen gösteriyordu. Yaptığı stratejik planın başarısı, her şeyden önce baskın biçiminde geliştirilecek ani saldırıya dayanıyordu. Ordu komutanlarıyla 27 Temmuz’da, ordular arası futbol turnuvasını izleme görüntüsüyle Akşehir’de toplantı yaptı. Saldırı zamanını orada belirledi. 
25 Ağustos akşamı, Anadolu’nun dış dünyayla haberleşmesini tümüyle kesti. Karargâhını, Şuhut yakınlarındaki dağlık bölgeye, oradan Kocatepe arkasındaki bir tepeye taşıdı. 26 Ağustos sabahı, gün doğumuna bir saat kala, savaşı yöneteceği Kocatepe’ye geldi. Düşüncelerine gömülmüş, konuşmuyordu. Durmadan doğuya, güneşin doğacağı ufka bakıyordu. Orada kızıl pırıltı belirip, Anadolu yaylasına güneş doğarken birden, gürüldeyen bir gök gibi topçu baraj ateşi başladı. Yunan ordusu uykusundan uyandı. Birçok komutan, o gece Afyon’da gittikleri balodan ancak iki saat önce dönmüştü. 
Bütün komutanlara, birliklerini cephe hattından yönetmelerini emretmişti. Çevreleri, ele geçirilmesi gereken ve bir çanak gibi giderek yükselen sarp ve kayalık tepelerle sarılıydı. Her biri bir Türk tümenine hedef gösterilen bu tepelerin, zirvesine dek yokuş yukarı bir hücumla alınması gerekiyordu.

Kanlı savaş 
Çok kanlı bir savaş başlamıştı. Kuran okunarak kılınan sabah namazından sonra erler, başlarında subayları olmak üzere, bir yılda hazırlanan ve geçilemez denilen demir örgülerin, dikenli tellerin üzerine atıldılar. 
Lord Kinross, ilk saldırı anını “Atatürk” adlı kitabında şöyle betimler:

“Yunan mitralyözleri, dalga dalga gelen Türk askerlerini ot gibi biçti. Biraz sonra, ölüler tel örgülerin önünde ehramlar gibi üst üste yığılmış, katı toprağın yüzünde akan kanlardan kızıl gölcükler oluşmuştu. Ancak arkadan gelenler, arkadaşlarının ölüleri üzerine basarak tırmanıyor ve tel örgüleri aşıyordu. Kemalettin Sami, bu kırıma fazla bakamadı, başını çevirdi. Sonra tepeden bir imamın ezan sesini duydu. O zaman anladı ki, mevzi ele geçirilmiştir.”

Sabah dokuz buçukta, yani birkaç saat içinde, iki tepe dışında tüm hedefler ele geçirilmişti. Ani vuruş tam olmuştu. Yunanlar, bir aydır kendilerine yaklaşan ve bir gece önce gizlice yamaçlardan tırmanıp yanlarına dek sokulan Türk birliklerinin varlığını, akıllarından bile geçirmemişlerdi. 
Büyük saldırıyla karşı karşıya olduklarını çok geç anladılar. Anladıklarında da artık iş işten geçmiş, savaşı hemen hemen yitirmişlerdi. Türk süvarileri arkalarından dolaşarak İzmir demiryolunu kesmiş ve çemberi tamamlamıştı. Koskoca Yunan ordusu yok olmak üzereydi.

Kesin zafer 
Dört gün sonra, 30 Ağustos’ta, büyük saldırı tamamlandığında, Anadolu’daki Yunan ordusunun yarısı, yani yüz bin asker yok edilmiş ya da esir alınmıştı. Ordu Komutanı General Trikopis karargâhıyla birlikte, tutsak edilmişti. Ordunun öbür yarısı köyleri, kentleri, ekinleri yakarak; erkek, kadın, çocuk önüne gelen herkesi öldürerek bir sürü halinde denize doğru kaçıyordu. Anadolu’ya gelirken aldıkları yok etme emrini, kaçarken bile yerine getiriyorlardı. 
Karargâhını savaş alanına yakın, harap olmuş bir köye taşımıştı. Onun geldiğini duyan köylü kadınları çevresinde toplanmış, ürkek ve sıkılgan tavırlarıyla, Yunanların kendilerine yaptıklarının öcünü almasını istiyordu. 
Çadırından çıkarak bir sandalyeye oturdu; üstleri başları paramparça, kan ve toz içinde gelen Yunan esirlere bakmaya başladı. Neşesi gitmiş, yerini düşünceli bir hal almıştı. Ne kadar alışık olsa da savaşın vahşiliği, bu yıkıntı sahnesi O’nu sarsmıştı. Yanında bulunan emir subayına, savaşların yarattığı yıkımdan ne kadar tiksindiğini açıkladı. Yerdeki bir Yunan bayrağını göstererek, kaldırılmasını ve bir tüfeğe sarılmasını emretti. 
Önüne getirilen esirler arasında, Selanik’ten tanıdığı bir subayı gördü. Esir Yunan subayı, omuzlarında bir işaret görmeyince rütbesini sordu. Şimdi ne olmuştu; binbaşı mı, albay mı, yoksa general mi? Mustafa Kemal, mareşal ve başkomutan olduğunu söyledi. Yunan subay, “Bir başkomutanın cepheye bu kadar yakın yerde olması, görülmüş şey değil’”dedi. O gülerek, “Yakında Selanik’i alıp bağımsız bir Makedonya kuracağız. Seni orada komutan yaparım.” dedi.

23 Nisan 1920: İstiklal Meclisi

23 Nisan 1920: İstiklal Meclisi


ULUSA BİLDİRİM

Mustafa Kemal, 21 Nisan 1920’de, Heyeti Temsiliye adına; tüm valiliklere, sancaklara, belediye başkanlıklarına ve kolordu komutanlıklarına, çok aceledir uyarısıyla gönderdiği genelgeyle 23 Nisan Cuma günü Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılacağını bildirdi. 

21 Nisan genelgesi, ulusal direnişi temsil eden halk eyleminin, yeni ve ileri bir aşamaya geldiğini gösterir. Nutuk’ta, o günün hissiyat anlayışına ne derece uyulmak mecburiyetinde bulunulduğunu gösteren bir belge1 olarak tanımlanan genelge, vatan ve din duygularına seslenen uhrevi bir anlatımla kaleme alınmıştır. Ancak, öz olarak, milletin kendi iradesine kendisinin egemen olması için2 girişilen, köklü ve büyük bir siyasi değişimin devimselliğine (dinamizmine) sahiptir. 

Ulusal direniş, artık yalnızca halk hareketi olmaktan çıkacak ve bir halk devleti kurmayı amaçlayan toplumsal devrim niteliğini kazanacaktır. Türkiye Büyük Millet Meclisi ve bağımsızlığın sağlanmasından sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bu yönelişin gelişip olgunlaşan doğal ürünleri olacaktır.3 

Amasya Genelgesi’nde açıklanan, Erzurum ve Sivas Kongreleriyle meşruiyet kazanan ulusal eylem, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi’ni ortaya çıkardı. Mustafa Kemal’in Selahiyeti fevkaladeyi haiz (olağanüstü yetkili)4 dediği ve İstanbul Meclisi’nin kapatılmasından yalnızca 34 gün sonra toplanan bu Meclis, ulusun gerçek ve tek temsil gücünü oluşturuyordu. Ankara Meclisi; yasama, yürütme ve yargı erkini dolaysız kendi elinde toplayarak, büyük bir devrim gerçekleştiren, benzersiz bir yönetim organı, gerçek bir halk meclisiydi. 

HALK ÖRGÜTÜ

Birinci Meclis, bir Batı parlamentarizmi ya da ona benzemeğe çalışan ve sınıfsal üstünlüklere dayanan göstermelik bir kurum değildi. Ortaya çıkışını, niteliğini ve amaçlarını; toplum üzerinde egemenlik kuran sınıflar ya da sınıflar ittifakının temsilcileri değil, doğrudan ve gerçek anlamda halkın temsilcileri belirliyordu. 

Milletvekilleri; kılıkları, giysileri, yaşları, kültürleri, düşünsel düzeyleri ve görgüleriyle, başka başka ve çok değişik çevrelerin insanlarıydılar. Beyaz sarıklı, aksakallı, cüppeli, eli tesbihli hocalarla, üniformalı genç subaylar; yazma ya da şal sarıklı aşiret beyleri, külahlı ağalar ve kavuklu çelebiler; Avrupa’daki yüksek öğrenimlerini bitirip yeni dönmüş, Batı kültürüyle yetişmiş nokta bıyıklı aydınlar; Kuvayı Milliye kalpaklı yurtsever gençler yan yana oturuyordu.5 

Milletvekili sayısı 115’le başlayan, daha sonraki katılımlarla 380’e çıkan Birinci Meclis’te; 115 memur ve emekli, 61 sarıklı hoca, 51 asker, 46 çiftçi, 37 tüccar, 29 avukat, 15 doktor, 10 aşiret reisi, 8 tarikat şeyhi, 6 gazeteci ve 2 mühendis bulunuyordu.6 

Meclis’e katılarak girişilecek eylem, kişisel çıkar sağlanacak bir uğraş değil, ölümü ve yargılanmayı göze alan ve yalnızca ulusal varlığını korumayı amaçlayan bir özveri girişimiydi. Bu meclis, geldikleri yörede sayılıp sevilen ve varlıklarını toplumun geleceğine adamış önder konumdaki kişilerin, yurt savunması için oluşturduğu bir halk meclisiydi. Milletvekillerinin çoğunluğu Ankara’ya atları, bir bölümü kağnılarıyla gelmişti. Meclis önündeki parmaklıklar, atların bağlandığı bir tavla gibiydi.  

YÜKSEK TEMSİL, ÖZGÜR TARTIŞMA

Okul-medrese, yenilik-tutuculuk, cumhuriyetçilik-meşrutiyetçilik, Türkçülük-saltanatçılık, ırkçılık-ümmetçilik gibi siyasi tartışmanın hemen her türü; Birinci Meclis’te, üstelik yoğun ve sert biçimde yaşandı. Sertliğin giderilmesinde, ulusal davada kararlı milletvekilleri kadar, Meclis’in Mustafa Kemal gibi bir başkan tarafından yönetilmesinin de önemli etkisi vardı. 

Milletvekilleri, her şeyi göze almışlar, öğretmen okulunun yatakhanesinde, yastıklarının altında silahlarıyla uyuyorlardı’.7 Yemeklerini kendileri yapıyor, çamaşırlarını kendileri yıkıyor ve herhangi bir maaş almıyorlardı. Daha sonra, Hazine’ye para girince, ailelerine para gönderebilmeleri için yüzer lira aylık almışlar, ancak yemek masraflarını kendileri karşılamayı sürdürmüşlerdi.8 

Birinci Meclis’e katılanlar; yaşlarına, olanaksızlıklarına ve toplumsal konumlarına bakmadan, yurdun tehlikede olduğunu görerek, sonuçlarını göze alıp ailesini ve işini bırakarak Ankara’ya koşan yurtseverlerdi. Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşmamış olsaydı, hepsinin yazgısı aynı olacak, birer birer yakalanıp ya öldürülecekler ya da Padişah’a isyan suçundan cezalandırılacaklardı. 

Ankara’ya, bu devrim merkezine gelenler, olumsuzluklara aldırmayarak, her zaman yaptıkları olağan bir işle uğraşıyormuşçasına, yoksunluklara katlandılar, yakınmadan inançla mücadele ettiler. Kuvayı Milliyecinin bir tanımı da buydu zaten. Karaoğlan Çarşısı’nın bir sokağına açılan Hükümet Binası’nın birer odasına sığınan Bakanlıklarda masa yoktu. Memurlar yazılarını gaz sandıklarının üzerinde yazıyor, mürekkep hokkası yerine fincan kullanıyorlardı. Devlet kayıtları, resmi defter yerine okul defterine yazılıyordu.9 

Binasızlık nedeniyle, Bakanlık olarak kullanılan yerler, son derece küçük ve yetersizdi. Bu sorunu aşmak için, odalar, tavana doğru ahşapla ortadan ikiye bölünmüştü. Böylece kat yüksekliği az da olsa, ikinci katına tahta bir merdivenle çıkılan iki oda elde edilmiş oluyordu. Bunlardan birinde, örneğin alt bölüm Ordu Dairesi, üst bölüm Levazım Dairesi’ydi. Bir yerlerden bulunmuş bir tahta masanın, dört yanında dört memur birlikte çalışırdı.10 

Türk Kurtuluş Savaşı; inancın güce, kararlılığın teknolojiye ve ulusal direncin emperyalizme üstün geleceğini gösteren destansı bir direniştir. Kazanılmış olan ilk anti-emperyalist savaştır. Bu savaş; yapımı henüz bitmemiş, değişik yerlerden toplanmış kırık dökük eşyalarla donatılmış, memur olarak lise öğrencilerinin çalıştığı ve milletvekili sıralarının Ankara Lisesi’nden getirildiği bir binadan yönetilmişti.11 Meclis tutanaklarının basılacağı kağıt yoktu, tutanaklar dilekçe kağıtlarına, mektup kağıtlarına, hatta kese kağıtlarına basılıyordu. Birçok akşam, bir kahveden ödünç alınan12 petrol lambalarına gaz bulunamadığı için Meclis mum ışığında çalışıyor, milletvekilleri sabahlara dek süren ateşli tartışmaları, birbirlerini tam olarak görmeden yapıyordu.13 

NİTELİK

Milletvekillerinin Birinci Meclis’te yaptığı konuşmalar, Kurtuluş Savaşı’nın hangi ruhla kazanıldığının açık göstergeleridir. Bizlere, bir yandan mücadeleye atılan bu insanların niteliği konusunda bir fikir verirken, diğer yandan ulusal varlığa yönelen tehdit karşısında, Türk insanının birlik ve dayanışma becerisini göstermektedir. Türk toplumunu tam olarak tanıyabilmek için bu konuşmaların okunup incelenmesi gerekir. 

H. V. Velidedeoğlu’nun deyimiyle; Birinci Meclis, ulusal egemenlik çağını başlatan ve dünya tarihinde tutsak ulusların emperyalist saldırganlara karşı başkaldırma çağını açan tam bir ihtilal meclisi’, bu meclisin üyeleri de gerçek devrimcilerdir’. 

Birinci Meclis’te görev alan milletvekillerinin önemli bir bölümü bir daha aday olmadı ve yaşadıkları yerlere geri döndüler. Kendilerine, ne bir ayrıcalık ne de devlet görevi istediler. Başka gelirleri olmadığı için almak zorunda kaldıkları milletvekili maaşlarını, Kurtuluş’tan sonra devlete geri vermek isteyenler bile vardı. Yöresinin Kuvayı Milliye önderi ve Uşak Milletvekili Hoca İbrahim Efendi (Tahtakılıçbunlardan biriydi. 

Birinci Meclis’teki görevi sona erince köyüne (Uşak-Bozkuş) geri döndü, çocuklarına, aldığı milletvekili aylıklarını geri ödemelerini vasiyet etti. Kendisini ziyarete gelen Şevket Süreyya Aydemir’e şunları söylemişti: “Çocuklarım adına bir ahdım (yeminim y. n.) var. Büyüsünler adam olsunlar, son santime kadar hesabını çıkarıp, şu fakir milletten mebus maaşı diye aldığım paraları devlet hazinesine geri versinler. Böylece bizim de bir hizmetimiz geçmişse, bari hak yolunda hizmet sayılsın”.14 

MUSTAFA KEMAL’İN KONUŞMASI

Mustafa Kemal, Meclis’in kendini yenileme kararı aldığı gün, oylamadan hemen sonra kürsüye geldi ve dakikalarca alkışlanan şu konuşmayı yap

“Burada, büyük bir tarihin içindeki ibret verici gezintimizi sona erdiriyoruz. Beynimiz ve kalbimiz, yakın geçmişin bu muhteşem ve yüksek örneği karşısında saygı ve hayranlıkla doludur. Tarihte her zaman özgür ve bağımsız yaşamış bir milletin, dıştan ve daha çok içten gelen yıkıcı darbelerle boğaz boğaza çarpışarak, büyük bir düşmanlık alemini yenen kudreti karşısında diz çökelim. Temiz ve açık vatanseverliğin, sağduyunun, yüzyıllarca süren acıların, haysiyet ve şerefin ve özgür millet içinde özgür insanın temsilcisi olan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun şimdi bir kısmı sonsuzluğa göçmüş olan üyeleri; torunlarımız için, tarihin sisleri arkasında gittikçe devleşen, efsane insanlardır. Bu insanların anıları, Türk milletinin karanlık, endişeli, bunalımlı günlerinde birer umut ve hayat ışığı olarak parlayacaktır. Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi, yüzyıllarca sonra da görev başında olacaktır. O, kuvayı milliye ruhunun kendisidir. Kuvayı milliye ruhuna muhtaç olduğumuz her zaman, onu karşımızda ve başımızda göreceğiz.15 

DİPNOTLAR 

  1. Nutuk” M. K. AtatürkI. Cilt, T. T. K. Yay., 4. Bas., 1989, sf. 475
    2. Tek Adam” Ş.S.AydemirII.CiltRemzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf. 252
    3. a.g.e. sf. 259
    4. TBBB Zabıt Ceridesi Devre I, Cilt I, sf. 8-3
    5. “İlk Meclis” Prof. HVeldet VelidedeoğluÇağdaş Yay., 2.Bas., sf. 15
    Tek Adam” Ş. S. AydemirII.CiltRemzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf. 339
    “Atatürk” L. KinrossAltın Kitaplar Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf. 262
    a.g.e. sf. 266
    Atatürkçü Olmak” C. A. KansuBilgi Yay., 3.Bas., Ank.-1996, sf. 139
    10 “Mustafa Kemal ve Milli Mücadelenin İç Alemi” E. B. Şapolyoİnkilap ve Aka Kit., İstanbul-1967, sf. 104
    11 “İlk Meclis” Prof. H. Veldet VelidedeoğluÇağdaş Yay., 2.Bas., sf. 15
    12 “Atatürk” L. KinrossAltın Kit. Yay., 12.Bas., İst.-1994, sf. 262
    13 “İlk Meclis” Prof. H. V. VelidedeoğluÇağdaş Yay., 2.Bas., sf. 12-13-15
    14 Tek Adam” Ş. S. AydemirII.Cilt., Remzi Kit., 8.Bas., İst.-1981, sf. 166
    15 Kuvayı Milliye Ruhu” S. AğaoğluKülBak. Yay., Ank.-1981, sf. 292 

PARA BASMAK VE DOLAR

PARA BASMAK VE DOLARmetin aydoğan ile ilgili görsel sonucu

Metin AYDOĞAN
https://kuramsalaktarim.blogspot.com/2018/08/para-basmak-ve-dolar.html#more, 15.08.2018

Merkez Bankası verileri; Haziran başında piyasalardaki para miktarının 137 milyar liradan, Haziran ayı ortasında 160 milyar liraya yükseldiğini gösteriyor. Tedavüle giren ilave banknot ve madeni para toplamı son 1 yılda 32 milyar lira artmış. Görünen o ki, seçim dönemlerinde artan para basımı, bu kez 3 olumsuz olguyla birleşmiş. ABD’dedeki faiz artışı nedeniyle Türkiye’den başlayan yabancı sermaye çıkışı, uzun süredir sancısı çekilen üretimsizlik ve borçlanma ile çakıştı. Buna, Washington’un yapay taktik saldırısı da eklenince, üretmeyen, tüketime ve borçlanmaya dayalı ekonomik yapı, üzerindeki dörtlü baskıya daha fazla dayanamazdı. Dayanamadı ve dolar zincirlerinden boşandı.

Dolaşımdaki Para

2009 yılında dolaşımda 38,3 milyar lira bulunuyordu. 2018’de para miktarı 138,8 milyar liraya çıktı. Dokuz yılda 100,3 milyar lira artış oldu.1

Ekonomi bilimi, para bolluğunu gönencin artması olarak tanımlıyor. Ancak, bir koşul koyuyor; para artışının ulusal gelir artışına yani üretime dayanması. Para artışı, gayri safi milli hasıla (ülke sınırları içinde üretilen tüm mal ve hizmetlerin para birimi cinsinden değeri)artışıyla uyumlu olmazsa, ekonomiye olumsuz etki yapıyor ve risk oluşturuyor.

Türkiye’de bu oldu/oluyor. Paranın fiziki artışı, ulusal üretim artışıyla uyumlu olmuyor ve yüksek oranda artıyor. Buna, karşılıksız para basmak diyor ve ‘ekonomiye yıkıcı müdahale’olarak tanımlanıyor.

Karşılıksız Para Basmak

Karşılıksız para basmanın doğal sonucu, paranın değerini yitirmesi yani enflasyon oluyor. Enflasyon ise, ülkeyi ekonomik bozulmaya ve mali yetmezliğe götürüyor. Bunalımlar sıraya giriyor.

Sıradan insanların bildiği bu gerçeği, kuşkusuz ülkeyi yönetenler de biliyor. Bilindiğine göre, neden karşılıksız para basılıyor? Bu davranış enflasyonu bilerek kabul etmek olmuyor mu?

Merkez Bankası

Kübra Baltacı’nın haberine göre; Merkez Bankası, Haziran başından seçimin yapıldığı 24 Haziran’a kadarki 15 günde 23 milyar TL para basmış. Baltacı‘Banka hükümetin seçimden önce verdiği sözler nedeniyle ihtiyaç duyulan parayı karşılıksız basarak karşıladı’ diyor.2

Merkez Bankası verileri, Haziran başında piyasalardaki para miktarının 137 milyar liradan, Haziran ayı ortasında 160 milyar liraya yükseldiğini gösteriyor. Merkez Bankası ile madeni paraların basılmasından sorumlu Darphane Genel Müdürlüğü verilerine göre, tedavüle giren ilave banknot ve madeni para toplamı son 1 yılda 32 milyar lira artmış olmuş.3

İpa adlı haber bloğu, yayınladığı haber yorumda; seçimden hemen önce bu kadar yüksek tutarlı para basma faaliyeti için; ‘hükümetin seçim öncesi vaat ettiği emekliye bayram ikramiyesi bu şekilde mi ödendi?’ sorusunu soruyor. Ardından, Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın emeklilere Ramazan ve Kurban Bayramlarında verilecek 1.000’er TL ikramiyenin bütçeye maliyetinin 24 milyar 600 milyon TL olacağını söylediğini aktarıyor.4

Görünen o ki, seçim dönemlerinde artan para basımı, bu kez 3 olumsuz olguyla birleşmiş. ABD’dedeki faiz artışı nedeniyle Türkiye’den ayrılmaya başlayan yabancı sermaye çıkışı, uzun süredir sancısı çekilen üretimsizlik ve borçlanma ile çakıştı. Buna, Washington’un yapay taktik saldırısı da eklenince; üretmeyen tüketime ve borçlanmaya dayalı ekonomik yapı, üzerindeki baskıya, daha fazla dayanamazdı. Dayanamadı ve dolar zincirlerinden boşandı.

Para Nasıl Basılır

Para basmak için her şeyden önce üretim yapmak gerekiyor. Üretim yapılacak, üretilen mal dışarıya satılacak ve döviz elde edilecek. Kazanılan döviz ne denli çoksa, para o denli değerlenecek demektir. Para değerlendikçe dışalım ürünleri ucuzlayacak, toplumsal gönenç yükselecektir. Olağan işleyiş budur.

Para basmanın, dünyanın her yerinde kabul edilmiş evrensel kuralları var. Parayı devlet basar ama bunu keyfine göre yapamaz. Para basmak için bir karşılık göstermek durumundadır. Yani para basabilmek için, elinde (hazinede) altın rezervi olması gerekir. Mal ve hizmetlerin değişim aracı olan paraya değerini veren şey, karşılığı olan altındır.

Altın karşılığı olmayan paranın değeri olmaz. Dilediğiniz kadar para basabilirsiniz ama bunu yaparsanız para pul olur. Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki durumuna düşersiniz. Savaş tazminatlarını karşılamak için sürekli para basan Almanya, mali dengesini tümüyle yitirmiş, Alman markı kağıttan farksız hale gelmişti. Almanlar, pazara giderken alış veriş yapacakları parayı bavulla götürüyordu; ‘ısınmak için para yakıyordu’.

Türkiye’nin Altınları Nerede?

Mehmet Şimşek, Maliye Bakanı iken yaptığı açıklamada, Türkiye’nin 490 ton olan altın rezervinin 450 tonunun, İngiltere Merkez Bankası Bank Of England’da emanette olduğunu söylemişti.Bu açıklama, o dönemde yeterince ele alınmamıştı. Ne muhalefet partileri ne de basın konuya yeterince eğilmişti.

Yeterli altını olmadan para basmaya ‘bütçe avansı’ da deniyor. Bunun anlamı, Hazinenin bütçeden basılan para kadar ‘avans’ alması yani ‘borçlanması’ oluyor. Basılan paranın, ileride vergi toplayarak Hazineye ödenmesi gerekiyor.

Son dönemde, ‘Merkez Bankası’ndan avans çekmek için’ yeni bir yasa çıkarıldı ve ‘avans’ için bir tavan kondu. Yasaya göre ‘çekilen avansın bütçenin yüzde 15’ini geçmemesi gerekiyor’.6

Karşılıksız Para Neden Basılıyor

Ekonomist Ege Cansın, bu konuda şunları söylüyor. “24 Haziran ve emeklilere verilecek olan bayram ikramiyesi gibi seçim ekonomisi paketleri var. Hükümetlerin seçim havasına girdiklerinde açıklanan paketler bunu gösteriyor. Bu tür ortamlarda maliye bütçe açığı verir… Para üretimi için Merkez Bankası’na para bastırmak bir yöntemdir. Ama bu adım enflasyon yaratır. Enflasyonun kelime anlamı ‘şişme’dir. Burada şişen, para miktarıdır. Açıklanan enflasyon rakamları da işte bu para şişmesidir”.7

İnternationel Press Agency, uzmanların bu durum için yaptığı yorumu 2 ay önce şöyle aktarmıştı; “Merkez Bankası ile Darphanenin, ilave para basarak iktisat teorisinin tam aksine hareket ettiği görülüyor. Enflasyon yükselirken tedavüldeki para miktarının artırılması ateşle oynamaktan farksız”.8

Yapılması Gereken

Türkiye’nin, ekonomik saldırıyla karşı karşıya olduğu açık. Her ekonomik saldırının bir siyasi sonucu olacağı da açık. Yeni bir Kemal Derviş dönemi gelecekmiş gibi görülüyor.’Sorun yaratıp çözüm önermek, ardından ödün koparmak’, Türkiye’nin bilmediği bir şey değil. Bugün önemli olan, ulusal birliği sağlayıp saldırılara karşı direnmektir…

Çok yazdım, çok söyledim. Yapılması gereken, uzun soluklu bir mücadeleyi göze alarak, Türkiye’nin denenmiş ve başarıları kanıtlanmış Atatürkçü politikaya dönmesidir. Ulusal egemenliğe ve bağımsızlığa dayanan bu politika, günün koşulları gözetilerek uygulanabilir programlara dönüştürmelidir. Bu dönüşün ayrıntıları kitaplarımda kayıtlıdır…

DİPNOTLAR

1  https://www.sozcu.com.tr/2018/ekonomi/merkez-para-basiyor-2411376/
2  http://www.haberayyildiz.com/gundem/merkez-bankasi-para-basiyor-turkiye-ekonomisi-cokuyor-18951h.html
3  http://www.haberayyildiz.com/gundem/merkez-bankasi-para-basiyor-turkiye-ekonomisi-cokuyor-18951h.html
4  http://ipahaber.com/2018/06/22/merkez-bankasi-secimden-once-14-milyar-tl-karsiliksiz-para-basti/
5  https://m.yeniakit.com.tr/haber/turkiyenin-tonlarca-altini-neden-ingilterede-397187.html
6  https://www.sozcu.com.tr/2018/ekonomi/merkez-para-basiyor-2411376/
7  https://www.sozcu.com.tr/2018/ekonomi/merkez-para-basiyor-2411376/
8  http://ipahaber.com/2018/06/22/merkez-bankasi-secimden-once-14-milyar-tl-karsiliksiz-para-basti/

Püsküllü Beladan Fesli Deliye

Püsküllü Beladan Fesli Deliye

Konuk yazar : Lütfü Kırayoğlu 

Adamın biri yıllardır kafasına taktığı fesi ile dolaşıp Cumhuriyet Devrimlerine saldırıyor. Başındaki fes ile Şapka Devrimine karşı olduğu mesajını veriyor. Her fırsatta Atatürk’e dil uzatıyor. Ulusal Kurtuluş Savaşımız için “keşke Yunanlılar kazansaydı” diyebiliyor. Başı sıkıştığında ise elindeki deli raporu ile yasalardan kurtuluyor. Buna karşın, Atatürk’ün makamında bulunan zat, kendisinin ayağına dek gidip ziyaret edebiliyor.

Adam, başındaki fesi ile ünlü olduğuna göre bu topraklara fesin nasıl girdiğini bir kez daha anımsatmak zorunlu oldu.

Bir Oğuz boyu olan Kayılar Asya steplerinden kopup Batıya yöneldiklerinde göç yollarında ilerlerken bütün eşyalarını yükledikleri develeri, atları ve eşekleri yanında önlerinde keçileri de vardı. Bugünkü Suriye topraklarında beyleri Süleyman Şah’ı defnedip Anadolu topraklarına girdiklerinde önlerinde güttükleri keçi sürülerinin günün birinde dünya tekstilinin en kıymetli ham maddesi olacağının farkında olmasalar da keçileri ile ilgili önemli kural ve gelenekleri vardı. Aşiretleri dışına asla bir erkek ve dişi keçiyi vermiyorlardı. Kayı boyu Anadolu’ya yerleşip Osmanlı devletini kurduğunda, tarihi İpek Yolunu da denetim altına almışlar, bu arada Kayıların tiftik keçisinin yünü ve bu yünden üretilmiş tekstil ürünleri ipek yolu ticaretinin en değerli değişim ürünleri arasına girmişti.

Kayı boyunun keçileri Ankara dolayındaki ormanları tüketirken tiftik keçisinin yünü “Angora yünü” olarak ünlenmiş, İngiltere’nin tekstil üretimini de çökertmişti. İngiliz Kraliçesi 1. Elisabeth (1533-1603) İngiltere tahtında oturduğu yıllarda Osmanlı devletine gönderdiği bütün elçilerine Türklerin yünlü teknolojisini öğrenme görevi veriyor, bu arada erkekli-dişili keçi ailesi edinmek için her türlü hileye başvursa da sonuç alamıyordu.

İngiliz yünlü sanayi çökmek üzereydi ki, kırmızıya boyanmış yünden keçeleştirilerek yapılmış kesik koni şeklindeki bir başlığı Fas ülkesinin erkeklerine giydirmeyi başararak kalitesiz yün ürünleri için bir pazar yarattılar. İlk önce Fas’ta kullanıldığı için bu serpuşa “fes” adı verildi. Aradan yaklaşık 250 yıl geçti. Osmanlı devletinin çöküşe gittiği dönemde fes ilginç bir biçimde Osmanlı resmi giysisi olarak önümüze geldi. (Osmanlı devletinin çöküş dönemine girmesi ile İngilizler Türklerin Tiftik keçilerinden bir sürüyü alarak benzer iklim koşullarının olduğu Afrika’da üretmeyi başardıktan sonra yünlü teknolojisinde ilerleme gösterdiler. Bu gelişmeler Yazar Metin Aydoğan tarafından dile getirilmiş, ilk sosyalistlerden Sadri Ertem de Osmanlı devletinde İngiliz rekabetine dayanamayan dokumacıların çöküşünü “Çıkrıklar Durunca” adlı eserinde anlatmıştır.)

Osmanlı devletinin çöküş döneminde III. Selim artık yozlaşan Yeniçeri Ocağı yerine Nizam-ı Cedit adlı yeni bir ordu kurmak istedi. Bu orduya başlık olarak “şubara” adlı bostancıların giydiğine benzer silindir biçimli bir serpuş giydirildi. Ancak başlarına geleceği sezen Yeniçeriler Kabakçı Mustafa isyanı ile ayaklanarak III. Selim’i devirdiler.  Yerine kısa süreliğine IV. Mustafa geçirilse bile Alemdar Mustafa Paşa önderliğinde bastırma hareketi ile III. Selim’in torunu  II. Mahmut tahta getirildi (1808). II. Mahmut bir süre sonra duruma egemen olarak “Vakayı Hayriye” adı verilen bir hareket ile Yeniçeri ocağını yerle bir etti. (1826) Bu sırada kurulan Asakir-i Mansure-i  Muhammediye adlı yeni ordunun başlığı tartışılırken fes giyilmesi kararı alındı.

Fes giyilmesi kararına karşı o zamanın gericileri dinsel gerekçeler göstererek büyük bir direniş gösterdiler. 1845’te fesin biçimi ile ilgili önemli kurallar getirildi. Tüm düzenli birlikler ile devlet görevindekiler fes giyecekti. Ancak fesin tepesinde bükülmemiş ipekten yapılmış püskül bulunuyor ve fırtınalı havalarda bu püsküller darmadağın oluyordu. Oysa bu püsküllerin düzenli olması ve her gün taranması bir zorunluktu. Bu nedenle sokaklarda tıpkı ayakkabı boyacıları gibi püskül tarayıcıları türemiş ve para karşılığı püskül taramaya başlamışlardı. Yani İngilizlerin tekstil sektörünü kurtarmak için Fas halkına giydirdikleri fes, 250 yıl sonra Osmanlı topraklarına geldiğinde tepesine püskül takılmış, püskülün düzgün olması askerlerin ve devlet memurlarının başının belası olmuştu. Bugün kullandığımız “püsküllü bela” deyiminin kaynağının bu olduğu söylenir.

Osmanlı devleti dönemindeki gericilerin dinsel gerekçelerle karşı çıktıkları fes, günümüz gericilerinin simgesi oldu ve günümüz gericilerinin simgesi fesli deli de başımıza “püsküllü bela” kesildi.

Tarih bilmeyen sahte tarihçilere anımsatırız…
========================================

Dostumuz Sn. Kırayoğlu’na bu güzel yazısı için teşekkür ederiz..

Eğer yanılmıyor isek, biz o “fesli” ile Sn. Cevizoğlu’nun bir TV programında canlı yayına çıkmış idik.. ErişKesi (linki) aşağıda.. 14 Ekim 2011’de..

Osmanlı’ya Tapılmalı mı, Yakılmalı mı ?
https://youtu.be/zwHP41LbtkU 
https://www.youtube.com/watch?v=Z_dNl4oEXY4

Sevgi ve saygı ile. 20 Haziran 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Batının Ermeni politikası Türkiye’den toprak istemeye yönelik!


AVRUPA BİRLİĞİ VE ERMENİ KARARLARI

Metin AYDOĞAN
Metin_AYDOGAN_portresi
 

Batının Ermeni politikası
Türkiye’den toprak istemeye yönelik!

1970’lerden beri biçim değiştiren ancak yoğunluğundan bir şey yitirmeyen ve bugün de yürürlükte olan Batının Ermeni politikası, kesin ve saltık (mutlak) bir biçimde
Türkiye’den toprak istemeye yöneliktir. Olayların ortaya çıkışı, gelişmesi, gündemde tutulması ve alınan kararlar, bu savın açık kanıtlarıdır. AB organlarının aldığı kararlar ve
bu kararların uluslararası bir boyut kazandırılarak yaygınlaştırılması, toprak talebinin
ön hazırlıkları ve kamuoyu oluşturma girişimleridir.

Asala Terörü
1970 ve 80’li yıllarda Batı başkentlerinde şiddetli ve yaygın bir Ermeni terörü yaşandı.
ASALA örgütü elemanları, Türk elçilerine saldırılar düzenledi ve elçiliklerde görev yapan 35 Türk diplomatını öldürdü, 11 diplomatı yaraladı.1 

Yalnızca gizli servislerin değil, Batılı hükümetlerin de bilgi ve sessiz desteğiyle yapılan bu saldırılara, “demokratik” Batının “insan haklarına saygılı”kurum ve kuruluşları hemen hiçbir tepki göstermedi ve Türk diplomatlarına yöneltilmiş olan vahşi terör, yalnızca izlendi.
Gönülsüz yakalamalar sonucunda yapılmak zorunda kalınan göstermelik yargılamalarda, hukuk kurallarını olduğu kadar yaşam hakkını da yok sayan uygulamalar yapıldı. Sanıklara neredeyse kahramanmış gibi davranıldı. Avrupa Birliği bu dönemde, Ermeni terörüne karşı koyan ya da Türk diplomatlarına sahip çıkan hiçbir ciddi karar ve önlem almadı.
Terör dalgasının durmasından sonra Brüksel ve Batı başkentlerinde Ermeni konusunda Türkiye’yi suçlayan gerçek dışı açıklamalar yapılmaya başlandı. Siyasi temsil yetkisine sahip kişi ve kurumlar, Türklerin 20.yüzyıl başında Ermenilere soykırım uyguladığı yönünde savlar ileri sürdüler ve bu savlar, Batıda kabul gören ortak politik tutum durumuna getirildi.
Terör eylemlerinin “aniden” durması ve ardından teröre gerekçe oluşturan dayanaksız savların, “meşru” siyaset durumuna getirilmesi; Ermeni konusunun, Batı politikalarına önceden tasarlanarak yerleştirildiğini ve bu tasarımın Türkiye’ye karşı siyasi baskı unsuru olarak kullanılacağını gösteriyordu. Ermeni sorunu, 90 yıl sonra Avrupa’nın politik gündemine yeniden girecekti. Görünen açık gerçek buydu.
AB’nin Kürt ve Ermeni Politikası
AB’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı “Kürt” ve “Ermeni” politikalarında, tam bir benzerlik vardır. Her iki konuda da önce terör örgütleri oluşturulmuş, bunlara siyasi ve lojistik destek sağlanmış, daha sonra olay siyasallaştırılmıştır.
ASALA 1975 yılında Beyrut’ta, PKK aynı yıl Bekaa’da (Suriye) kurulmuştu. Her iki örgüt de sıradışı bir hızla güçlenmiş ve uyguladıkları terörle, Türkiye’ye ciddi zararlar vermişti. ASALA’nın 10 yıl süren silahlı saldırı döneminden sonra 1985’te, Ermeni savları siyasallaşmış ve bu tarihten sonra AB başta olmak üzere hemen tüm Batılı devletler “Ermeni soykırımı” kararları almaya başlamışlardı. 2000 yılında Batı başkentlerinde artık ASALA’nın 25. Kuruluş Yıldönümü kutlanıyordu.2
Aynı yöntem bugün, PKK için uygulanmaktadır. 30 yıllık terör döneminde her türlü destek verilerek ayakta tutulan PKK, şimdi siyasilleştirilmekte ve Türkiye’ye bu yönde dayatmalar yapılmaktadır. Ne gariptir ki Türk hükümetleri “demokratikleşme”, “yapısal dönüşüm” ya da “çözüm süreci” adı altında bu istekleri yerine getirmektedir.
Kararlar
Avrupa Parlamentosu ilk “Ermeni soykırım” kararını, ASALA’nın “silah bırakmasından” hemen sonra 18 Nisan 1987 tarihinde aldı. Bu kararda şunlar söyleniyordu: “Avrupa Parlamentosu, 1915–1917 yıllarındaki Ermeni olaylarını, Birleşmiş Milletler’in 9 Aralık 1948 tarihli kararındaki ‘soykırım’ tanımına uygun bulur ve ilan eder, Türk hükümetinin de bunu kabul etmesini ister. Türkiye’nin bu olguyu reddetmesinin Avrupa Birliği üyeliğinin kesin engeli olduğunu açıklar.”3 

Karara o günlerde hemen hiçbir tepki gösterilmedi. Oysa öldürülen 35 Türk diplomatının acıları çok tazeydi ve Türk kamuoyu bu konuya duyarlıydı; alınan karar kasıtlı bir yaklaşımı içeriyor ve Ermeni konusunu resmen, Türkiye karşıtı bir politika durumuna getiriyordu.
Avrupa Parlamentosu, 1987 kararından sonra “Ermeni soykırımıyla” ilgili olarak; 2000 ve 2002 yıllarında aynı nitelikte ve hemen aynı söylemlerle iki karar daha aldı. Türkiye’deki tepkisizlik, AB’nin yalnızca Ermeni “soykırımı”değil, hemen her konudaki isteklerini dayatmaya vardırarak arttırmasına yol açıyordu.
Avrupa Parlamentosunun 15 Kasım 2000 tarihinde aldığı ikinci Ermeni kararı şöyleydi:“Avrupa Parlamentosu Türk Hükûmetine ve Türkiye Büyük Millet Meclisine, özellikle modern Türkiye devletinin kurulması öncesinde Ermeni azınlığın maruz kaldığı soykırımın kamuoyu önünde kabul etmesi ve Türk toplumunun önemli bir parçasını oluşturan Ermeni azınlığa taze bir destek vermesi çağrısında bulunur.”4

Ermenilerin Türk toplumunun önemli bir parçasını oluşturduğu” ve “Ermeni azınlığa taze bir destek verilmesi çağrısının” ne anlama geldiğini ve ne amaç güttüğünü yalnızca politik yetki sahipleri değil hemen hiçbir kesim ele alıp irdelemedi. Türkiye’yi “yönetenlerin” gözü, AB’ye üye olmaktan başka bir şey görmüyordu.
Dirençsizlik
2000 yılında Avrupa ve Amerika’da Ermeni soykırım kararlarının neredeyse bir salgın durumuna gelmesine karşın, etkisi olmayan ve sözde kalan cılız karşı çıkışlardan başka bir şey yapılmadı. Türkiye’nin dirençsizliği nedeniyle, kendisine serbestçe hareket edebileceği geniş bir alan yaratan AB, Avrupa Parlamentosu aracılığıyla üçüncü Ermeni “soykırım” kararını 28 Şubat 2002 günü aldı.
Güney Kafkasya Raporu” adı verilerek alınan ve içinde “soykırım” savlarını içeren kararın ötekilerden önemli bir ayrımı vardı. Birçok insanımıza inanılmaz gibi gelebilir ama Avrupa Parlamentosu, Ermeni “soykırımının” kanıtlanmasını Atatürk’le ilişkilendiriyor ve aldığı kararda şunları söylüyordu: “Soykırımın Avrupa Parlamentosu ve bazı Avrupa ülkeleri tarafından tanınması, Birinci Dünya Savaşı sonunda Türk rejiminin bazı sorumluları soykırım nedeniyle ağır cezalara mahkum etmiş olması, bu sorunun Türkiye tarafından sonuçlandırılması için, AB’nin getireceği bir öneriye temel oluşturabilir… Kemal Atatürk, TBMM’nde 10 Nisan 1921 tarihinde yaptığı konuşmada, jöntürkler rejiminin, Birinci Dünya Savaşı’nda Ermeni halkına karşı soykırım yaptığı sonucuna varmıştı.”5
Avrupa Parlamentosu Atatürk’ün, Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığını kabul ettiğini ileri sürülüp bunu parlamento kararı durumuna getirirken, TBMM bu garip karara çok “kibar” bir tepki gösteriyor ve yayınladığı bildiride şunları söylüyordu: “Saygın olarak bilinen bir parlamentonun tarihi gerçekleri inkâr ederek asılsız Ermeni iddialarını benimsemesi, Türk tarihini, devletini ve milletini yaralar.”6
Avrupa Parlamentosu 28 Şubat günü yalnızca Ermenilerle ilgili karar almadı. Parlamento aynı gün, Sevr anlayışına bağlı kalarak, sürekli birlikte yürüttüğü Ermeni–Kürt politikalarına uygun düşen bir karar daha aldı. Bu kararda, Anayasa Mahkemesi’nde hakkında kapatılma davası açılmış olan HADEP’e destek amacıyla, duruşmayı izlemek üzere yedi kişilik bir kurul seçildi; Türk hükümetine HADEP’in kapatılmaması için çağrıda bulunuldu; HADEP’in Kürt halkının haklarının geliştirilmesi için bir şans olduğu vurgulandı. 7
Avrupalılar “ikiz kardeş” durumuna getirdikleri Ermeni ve Kürt konularında bu tür kararlar alırken, Türkiye Cumhuriyeti Başbakan YardımcısıMesut Yılmaz; kurulmasına Laeken Zirvesi’nde karar verilen ve ilk toplantısını 28 Şubat’ta yapan Avrupa Konvansiyonu’na katılıyor ve burada, bu tür kararların Türkiye’nin AB’ye üye olmasıyla önlenebileceği yönünde sözler söylüyordu.
Amaç
Avrupa ve Amerika’da Ermenilerle ilgili alınan kararlar ve yapılan uygulamalar, Avrupa Parlamentosu kararlarıyla sınırlı değildir. Batılı devletlerin hemen tümünde, değişik biçim ve aralıklarla, Türklerin 1915 yılında Ermenilere karşı soykırım uyguladığı yönünde kararlar alınmış, kararlara gerekçe oluşturan anlayış, bütünlüğü olan temel bir Batı politikası durumuna getirilmiştir. Konu üzerinde sağlanan “görüş birliğinin”, yöneldiği amaç ve taşıdığı önemin Türkiye’de yeterince kavranmamış olması; Ermeni “soykırım”kararlarına karşı, yaptırım gücü olan tutarlı politikaların ortaya koyulamamasına neden olmaktadır.
Avrupa’da kendimizi iyi tanıtamıyoruz”, “Ermeni diasporası destek görüyor” ya da “Tarihi tarihçilere bırakalım” türünden ilkel yaklaşımlar, karar yetkisine sahip çevrelerde sıkça dile getirilmektedir. Oysa, Batılıların somut bir ereğe (hedefe) yönelmeden ve çıkara dayanmadan; açıklama yapmak ya da tarihsel olaylarla ilgilenmek gibi bir alışkanlıklarının olmadığı bilinen bir gerçektir.
Ermenilerle ilgili dizgeli (sistemli) bir Batı politikasına dönüşen açıklama ve kararların, ne anlama geldiğini görmek güç değildir. Olaylar ve gelişmeler, geçmişten gelen ve bugünü kapsayan bir bütünlük içinde ele alındığında, ileri sürülen savların temelinde; “tarihsel bir haksızlığın” Türklere kabul ettirilmesi gibi basit bir isteğin değil, uygun zamanda somuta dönüştürülecek olan toprak isteminin yattığı görülecektir.
Fransız Parlamentosu
Fransız Senatosu, Avrupa Parlamentosu’nun Ermeni kararından bir hafta önce, 8 Kasım 2000 tarihinde; “Türklerin Ermenilere soykırım uyguladığını” kabul eden bir yasa tasarısını oyladı ve büyük bir çoğunlukla bu tasarıyı yasalaştırdı. Yasanın hazırlanış ve kabul edilişi, Fransız Senatosu’nun tarihinde belki de örneği olmayan bir hızla gerçekleştirilmişti. Tasarı, sabaha karşı 02:00’de, “Acil sorunlar gündemi” çerçevesinde ele alınmış ve 05:30’da oylanarak kabul edilmişti.
Fransa Parlamentosu, gerçek dışı gerekçelere dayandırarak kabul ettiği bu yasayla yetinmedi ve daha sonra dünya demokrasi tarihinde görülmemiş bir yasa daha kabul etti. “Ermeni Soykırımı Yoktur” diyenlere ceza getiren bir tasarıyı yasalaştırdı.
Türkiye’de kuru–sıkı sözlerle yapılan, etkisi ve yaptırım gücü olmayan açıklamalar, Fransız yetkililer tarafından hemen hiç ciddiye alınmadı ve Türkiye’yle adeta alay eden karşı açıklamalar yapıldı. Fransa’nın Ankara Büyükelçisi Bernard Garcia’nın sözleri bu tür açıklamaların, ulusal onur açısından en kabul edilemez olanıydı. Büyükelçi şunları söylüyordu: “Türkiye, Fransa’ya karşı önlem alırsa alır. Ama şu an kimin kime daha çok ihtiyacı var, ona bakmanız gerekir. Bunu yaptığınızda sonucun sizin zararınıza olduğunu görürsünüz. Dünyanın en önemli ülkelerine tehditler savurmakla Türkiye bir şey elde edemez.”8
İtalya ve Diğerleri
Avrupa Parlamentosu’nun Ermeni kararından iki gün sonra 17 Kasım 2000 tarihinde, bu kez İtalyan Meclisi, Ermeni “soykırımı” kararı aldı. Karar tasarısında, Avrupa Parlamentosu’nun aldığı soykırım kararı dile getirilerek, bu kararın desteklendiği belirtiliyor ve Türkiye ile Ermenistan arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi için çalışma yapılması isteniyordu.9 

Ermeni “soykırım” kararı birçok Avrupa ülkesinde alındı ama Avrupa’yla sınırlı kalmadı; bugüne dek pek çok ülke benzer nitelikte kararlar aldılar. ABD Temsilciler Meclisi (1975 ve 1984 iki kez), Kıbrıs Rum Kesimi Parlamentosu (1982),Arjantin Senatosu (1998), Rusya Duması (1995), Kanada Parlamentosu (1996),Yunanistan Parlamentosu (1996), Lübnan Parlamentosu (1997 ve 2000 iki kez),Belçika Senatosu (1998), Fransa Meclisi (1998) Ermenilerin Türkler tarafından soykırıma uğratıldığını kabul eden kararlar aldılar.10
Ermenilerin “soykırıma” uğradığını yasa durumuna getiren ülkelerde soykırımı kabul etmemek, yasaya karşı gelmek olarak değerlendiriliyor ve yargılanmayı gerektiriyor. “Fikir özgürlüğüne saygılı” Batının “demokratik”kurumları, tarihsel gerçekleri “yasayla” çarpıtıyor ve “yasaya” göre düşünmeyi, bir zorunluluk durumuna getiriyordu.
İsviçre’de Olanlar
Düşünceyi yasayla sınırlayan Batının “demokratik” anlayışı, cezaya dönük ilk uygulamasını İsviçre’de gerçekleştirdi. 1996 yılında Angeline Fankhauseradlı parlamenterin, Ermeni “soykırım” yasa tasarısı hazırlama girişimine karşı beşbin imza toplayan 17 Türk; “Soykırımı küçümsemek ve inkâr etmek” suçlaması ile mahkemeye verildiler.
İsviçre–Ermeni Dostluk Derneği” tarafından mahkemeye yapılan başvuruda, 1995 yılında İsviçre Ceza Yasası’na eklenen ve soykırımın inkar edilmesinin suç sayıldığını belirten hükmünü öne sürdüler.
5 Eylül 2001 tarihinde Bern Ceza Mahkemesi’ne çıkarılan 17 Türk, sözkonusu yasa maddesinin Yahudilerin soykırımı için geçerli olduğunu ve 1915–1917 yılları arasında Türkiye’de herhangi bir soykırım olayı yaşanmadığını ileri sürerek kendilerini savundular.11
Düşene Vururlar
Avrupa Birliği Komisyonu Türkiye Büyükelçisi Karen Fogg, 5 Temmuz 2001 tarihinde Gaziantep Valiliği’ni ziyaret etti. Fogg, Ticaret Odası’nın düzenlediği “Ulusal Program Çerçevesinde Türkiye–Avrupa Birliği İlişkileri”konulu konferansa katılmak üzere Gaziantep’e gelmiş ve Vali Erhan Tanju’yla makamında görüşmek istemişti. Yapılan görüşmede Vali Tanju, Gaziantepli işadamlarının Fransızlara karşı özel bir ilgisi olduğunu söyleyince, Karen Fogg’dan hiç ummadığı şu yanıtı almıştı: “Fransız işadamları Gaziantep’e gelirse onlara, aşağıdaki tabloyu da gösterin o zaman.”12 

Sıradışı bir kabalıkla söylenen bu sözlerde dile getirilen tablo, Gaziantep Valiliği’nin girişinde yer alan ve 1921’de Fransız işgaline karşı gerçekleştirilen halk direnişini canlandıran bir kabartmaydı. Kabartmada, Fransız işgalciler ve Ermeni işbirlikçiler, bir Türk kadınının çarşafını indiriyor ve bunu engellemek isteyen oğlunu ise süngülüyordu. AB “Büyükelçisi”, Bağımsızlık Savaşımızın en onurlu sayfalarından biri olan Antep direnişiyle alay ediyor ve Türk hükümeti bu konuda da hiçbir şey yapmıyordu.
Vatikan ve Ermeniler
Katolik Kilisesi’nin lideri Papa İkinci Jean Paul, 25 Eyül 2001’de, Ermenistan’ı “ziyaret” etti. Bu “ziyaret”, ikibin yıllık Hıristiyanlık tarihinde ilk kez yapılıyordu; daha önce hiçbir Katolik lider, Ortadoks Ermenistan’a gitmemişti. Papa II.Jean Paul, Erivan’daki Ermeni “soykırım” anıtına gitti ve burada şu konuşmayı yaptı: “20.yüzyılın başında yüzbinlerce Hıristiyan Ermeni’nin katledilmesi, Katolik Kilisesi’ni dehşete düşürmüştür.”13 

Türkiye’nin sıradışı bu ziyarete ve Papa’nın söylediği sözlere tepkisi, Vatikan’a bir nota vermek oldu. Nota’da kullanılan üslup, notadan çok edilgen bir yakınmaya uygun düşüyordu. Türkiye’nin Vatikan Büyükelçisi Altan Güven’in verdiği notada şunlar söyleniyordu: “Papa II.Jean Paul, Ermenistan’ı mutlu etmek için sözde soykırım anıtını ziyaret etmekle; Türk halkını, Türk Hükümeti’ni hiçe saymıştır. Türk tarihini karalayan bir tutum sergilenmesinden Türkiye derin üzüntü duymuştur.”14

Papa II. Jean Paul
’un Ermenistan ziyaretinden 28 gün sonra, 18 Aralık 2001’de bu kez Dünya Ermeni Kiliseleri lideri Papa II. Karakin “ilginç” bir açıklama yaptı. Karakin Fransa’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında şunları söyledi: “Ermeni soykırımı konusu Türkiye’de tabu olmaktan çıktı. Artık bu konu rahat bir biçimde tartışılmaktadır. Fransa Parlamentosu’nun Ermeni soykırım yasasını kabul etmesi bu konuda önemli rol oynamıştır.”15
1970’lerden beri biçim değiştiren ancak yoğunluğundan bir şey yitirmeyen ve bugün de yürürlükte olan Batının Ermeni politikası kesin ve saltık (mutlak) bir biçimde Türkiye’den toprak istemeye yöneliktir. Olayların ortaya çıkışı, gelişmesi, gündemde tutulması ve alınan kararlar, bu savın açık kanıtlarıdır. AB organlarının aldığı kararlar ve bu kararların uluslararası bir boyut kazandırılarak yaygınlaştırılması, toprak isteminin ön hazırlıkları ve kamuoyu oluşturma girişimleridir. Sıradan gazete okurlarının bile görebileceği bu gerçek, politik ve bürokratik çevrelerde yeterince görülmemekte, görülse de gerekli girişimlerde bulunulmamaktadır.
Sağlıklı Saptama
Ermeni konusunda en sağlıklı saptama ve izleme Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılmaktadır. Genel Kurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yer alan, Ermeni “soykırımıyla” ilgili yazıda şu bilgiler yer alıyor: “…Sözde Ermeni soykırımı konusu 1973’den sonra ‘Kanlı Ermeni Terörizmi’ne dönüşmüştür. Bu tarihten itibaren Türkiye’ye yönelik faaliyetleri ‘Dört T’ planı çerçevesinde uygulamaya konulmuştur. Bu plan, sözde Ermeni sorununun tüm dünyada tanıtılması (terörizm ile), tanınması (soykırım kabul aşaması), tazminat alınması (Türkiye’den) ve toprak elde edilmesi (Türkiye’den) aşamalarını içermektedir.”16
Batı Ermenistan”
Ermeni kararlarının toprak istemini amaçladığını, gösteren en açık davranış, Ermenilerin sürgündeki “hükümet” ve “parlamento” kurma girişimleridir. Daha önce Kürtlerin gerçekleştirdiği ve ilk toplantısını İtalyan Parlamentosu içinde yapan “sürgündeki Kürt Parlamentosundan” sonra Ermeniler de aynı yönde bir girişim başlattılar.
Kendilerine “Batı Ermenistan Halkının Rusya Temsilciliği” diyen örgüt, 20 Kasım 2000 tarihinde, Rus Nezavisimaya gazetesine verdiği ilanda; Türkiye’nin Doğu bölgelerinden “Batı Ermenistan” diye söz ediyor, Sevr Anlaşmasını’nın bu toprakları Ermenilere bıraktığını, ancak Atatürk’ün Lozan’da bunu ortadan kaldırdığını, bu nedenle “Batı Ermenistan” halkının kendi toprakları için savaşım başlattığını açıklıyordu.17
Savaşımın yürütülmesi için sürgünde bir “Batı Ermenistan” hükümeti ile parlamentonun kurulacağı ve bu iki örgütün amaçlarının şunlar olduğu söyleniyordu: “Batı Ermenistan Ermenilerinin torunlarına ait yasal hakların, uluslararası kuruluşlarda temsil edilmesini sağlamak ve Türkiye’yi bu konuda müzakereler yapmaya zorlamak; Uluslararası örgütlere, Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Adalet Divanı’na başvuruda bulunarak, insanlığa karşı işlenmiş soykırım suçu için özel mahkeme kurulmasını sağlamak; Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuki varisi olan Türkiye Cumhuriyeti yönetimini, Ermenilerin maddi ve manevi zararlarını tazmin etmeye mecbur etmek; Batı Ermenistan Ermenileri torunlarının, kendi tarihsel yurtlarına güvenlik içinde dönme hakkını elde etmek”18 (Ermenilerin Batı Ermenistan dedikleri bölge şu illerimizi kapsamaktadır; Kars, Iğdır, Ardahan, Artvin, Trabzon, Rize, Van, Muş, Bitlis, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum ve Erzincan).
DİPNOTLAR
1 “Ermeni İddiaları ve Türkiye” Kocaeli Üni., Ağustos 2001, sf.6-7
2 “ASALA ve Soykırım Yalanları” Yalçın Bayer, Hürriyet 24.09.2000
3 Grosser, A.Le Crime et la Memoire, Flammarion, 2002, Paris, 1989; ak. Taner Timur, “1915 ve Sonrası, Türkler ve Ermeniler” İmge Yay., Ank., 2.Bas., 2001 sf.20
4 European Parliament, European Parlament resolution on the 1999 Regular Report from the Commission on Turkey’s progress towards accession (COM–1999) 512–C5–0036/2000–2000/2014 (COS), 15.11.2000, ak. Türk–İş Yayınları “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.5
5 “Avrupa Soykırımda İddialı” Cumhuriyet 01.03.2002
6 “TBMM: AP Kararı Yaralayıcı” Cumhuriyet 01.02.2002
7 a.g.g. 01.03.2002
8 “Aferin Sana Fransa!” Emin Çölaşan, Hürriyet 09.11.2000
9 “İtalya Şaşılaştı ve Ermeni Tasarısı Geçti” Hürriyet 18.11.2000
10 “Lobi 11 Ülkede Başardı” Cumhuriyet 19.01.2001
11 “17 Türke Soykırımı İnkar Suçlaması” Hürriyet 06.09.2001
12 “Ermeni Tablosu Krizi” Hürriyet 06.07.2001
13 “Papa Hem Ermenileri Hem Türkleri Kızdırdı” 27.09.2001
14 a.g.g. 27.09.2001
15 “Sözde Soykırım Türkiye’de Tabu olmaktan Çıktı” Hürriyet 19.12.2001
16 “İddialar, Türkiye’yi Bölmeye Yönelik Politikaların Ürünü” Aydınlık 21.01.2001
17 “Baklayı Çıkardılar” Hürriyet 22.11.2000
18 a.g.g., 22.11.2000======================================

Dostlar,

Değerli araştırmacı arkadaşımız yürekli yazar Sayın Metin AYDOĞAN,
yukarıdaki kapsamlı yazısını paylaşıyor.. Çok emekli ve sıkı kaynaklara dayalı..
Metin bey bir Mühendis ve bu özenli kimliğiyle yakın tarihe ışık tutan politik irdelemelerini yetkinlikle yürüterek kitaplara aktarmış çok çalışkan ve üretken bir insan..
15’i aşkın yayımlanmış kitabı var..
Önemli sağlık sorunlarına karşın!

bitmeyen-oyun-turkiyeyi-bekleyen-tehlikeler-metin-aydogan

ADD’de kendileri İzmir’de, biz Edirne’de ve Ankara’da Genel Merkez Yönetiminde
birlikte çalışma olanağımız olmuştu.

Kendisine teşekkür ederiz emekleri ve paylaşımı için..

Politik – tarihsel fotoğraf ve satranç çoook net; “3 T Formülü” !

– Batının Ermeni politikası
Türkiye’den toprak istemeye yönelik!

Önce sözde – olmayan Ermeni soykırımını Türkiye’ye Tanıtamk; 1. T : TanımaSonra sıra 2. T’de, Tazminat..

Ardından sıra 3. T’de; TOPRAK istemi!

Herkesin bu acı ve yalın gerçeğe göre konumlanması gerek..

Sevgi ve saygı ile.
19 Nisan 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Bu yazının tümüne pdf olarak erişmek için lütfen tıklayınız…

AVRUPA_BIRLIGI_ve_ERMENI_KARARLARI_Metin_AYDOGAN