Etiket arşivi: Mümtaz Soysal

Bu Meclis Yeni Anayasa Yapamaz

Dr. Cihangir Dumanlı
(E. Tuğg., Uluslararası İlişkiler Uzm.)

İktidar da, daha önce dile getirdiği yeni bir anayasa yapma düşüncesini son zamanlarda sıkça dile getirmektedir.
Anayasa hukuku açısından bu olanaksızdır.

Anayasa Nedir?

Anayasa bir devletin temel yapısını, kuruluşunu, iktidarın devrini ve devlet iktidarı karşısında bireylerin özgürlüklerini düzenleyen bir belgedir.[1]

Başka bir tanıma göre anayasa bir ülkede geçerli olan tüm siyasal kurumları kuran ve hukuksal çerçevesini oluşturan onların tümüne temel ve dayanak oluşturan ve tüm bu kurum ve kuralların üstünde yer alan belgeyi ya da kurallar bütününü anlatmaktadır.[2]

Buna göre anayasa, bir devlete hukuksal varlık kazandıran kuruluş yasasıdır. Bir şirket kurulurken şirket sözleşmesi, vakıf kurulurken vakıf senedi, aile kurulurken nikah sözleşmesi o kurumlara nasıl hukuksal bir varlık kazandırıyorsa; devlet kurulurken de anayasa böyle bir işleve sahiptir. Anayasa teriminin Batı dillerindeki karşılığı Latince kurmak anlamına gelen “constitio” sözcüğünden türemiş “constitution” kelimesidir. “Teşkilat-ı Esasiye” (temel kuruluş) aynı anlamdadır. 

 Anayasa Ne Zaman Yapılır?

Anayasa yapmak, siyasal tolumu yeniden kurmak anlamına geldiğinden, toplumların hayatında genellikle olağan bir iş değildir. Bir ülkede ilk kez veya yeni baştan anayasa yapılmasına yol açan çok farklı nedenler olabilir. Bunları bir yıkılma veya köklü bozulmadan sonra sosyo-politik ortamda taze bir başlangıç koşullarının ortaya çıktığı durumlar olarak tanımlamak olanaklıdır. Geleneksel olarak rejim değişikliği (örn. komünist rejimin sonu), savaş yenilgisinden sonra yeniden inşa (örn. 1945 yenilgisinden sonra Japonya) ve bağımsızlık kazanma (1950’ler 60’lar Afrika’sı) gibi durumların “taze başlangıç”  koşulları yarattığı kabul edilir.[3]

Aşağıda göreceğimiz gibi ilk kez veya yeni baştan anayasa yapma yetkisine sahip iktidara “asli kurucu iktidar” denilmektedir. Batum’a göre asli kurucu iktidar aşağıdaki hallerde ortaya çakabilir:

  1. Daha önce hiç anayasa yoksa, devlet yeni kuruluyorsa (örn. ABD’nin kuruluşu), ya da savaş, işgal gibi durumlarda devlet yıkılmış, yeniden kuruluyorsa (örn. 1921 anayasası).
  2. Var olan hukuk düzeninin bir savaş, ihtilal veya hükümet darbesi ile ortadan kalkması ve yenisinin kurulması durumunda (ör: 1961, 1982 anayasaları),
  3. Bir devlette siyasal sistemin ve ona dayalı hukuk sisteminin yıkılarak ya da devletin ve sistemin üzerine kurul olduğu kurucu felsefe ve ideolojinin değişerek yeni bir kurucu felsefenin egemen olması durumunda.[4]

Soysal’a göre yeni anayasa bir ihtilal veya yerleşik düzeni altüst edici bir olayın arkasından yapılır.[5]

Öğretide, bir kişi veya bir grup istediği için yeni anayasanın yapılacağına ilişkin bir öngörü yoktur. Koşullar olgunlaşmadıkça keyfi olarak yeni anayasa yapılamaz.

Yeni baştan bir anayasa yapılacaksa eldeki anayasanın toplum tarafından ne derece benimsendiği dikkate alınmalıdır. 1982 anayasasının başlangıç bölümünde anayasanın “”demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet olunduğu” belirtilmektedir.

Toplumun önemli bir kesimi bu emaneti ve anayasada belirtilen cumhuriyetin temel niteliklerini özümsemiştir. Bunları yok sayıp geçerli anayasal düzenin yıkıldığı olağanüstü bir durum varmış gibi eldeki anayasayı değiştirmek, yerine yeni bir anayasa yapmak istenirse toplumun temel ilkelere bağlı kesimlerinin tepki göstermesi doğaldır.

Anayasayı Kim Yapar?

Anayasayı yapan veya değiştiren iktidara “kurucu iktidar” denilir. Kurucu iktidar iki türlü olur: İlk kez ya da yeni baştan anayasa yapan iktidar “asli (birincil) kurucu iktidar” dır. Var olan anayasayı değiştirme yetkisine sahip iktidar ise “tali (ikincil) kurucu iktidar”dır.[6]

Asli kurucu iktidarın ne zaman ve hangi koşullarda ortaya çıkacağı yukarıda incelenmiştir.

Geçerli anayasaya göre siyasal partisini kurmuş, seçimlere girmiş, seçilmiş ve bu anayasaya bağlı kalacağına ant içererek göreve başlamış bir iktidar, “Bu anayasayı kaldırıp yerine yeni bir anayasa yapayım.” diyemez. Yani “asli kurucu iktidar” değildir. Daha önce kezlerce yapıldığı gibi, Anayasada belirlenmiş kurallara göre anayasayı değiştirebilir yani “tali kurucu iktidar”dır.

Yeni Anayasa Nasıl Yapılır?.

Teziç, asli kurucu iktidarın monokratik veya demokratik olarak 2 biçimde ortaya çıkabileceğini belirtmektedir. Monokratik asli kurucu iktidar bir anayasa yapar ve yayınlar, buna “ferman anayasa” denilmektedir (1876 anayasası gibi).

Demokratik asli kurucu iktidar ise 3 biçimde ortaya çıkabilir:

  1. Halkın bu amaçla seçtiği ve yeni anayasayı hazırlayıp kabul etme yetkisini içeren “kurucu meclis” aracılığı ile (örn. 1921 anayasasını yapan Meclis “fevkalade salahiyete haiz” bir Meclis” yani kurucu iktidardır).
  2. İktidarı belli dönemde ellerinde bulunduranların hazırladıkları anayasa taslağının bir tartışma ortamı yaratmadan “evet” veya “hayır”la sonuçlanabilecek bir halkoylamasına sunulması ile (örn. 1982 anayasası).
  3. Halkın kurucu meclisi seçmesi, bu meclisin hazırladığı anayasanın sonradan halkoyuna sunulması ile.[7]

Değerlendirme:

AKP iktidarının yapay olarak gündeme getirdiği yeni bir anayasa yapılamaz. Çünkü

  • Yeni bir anayasa yapmak için anayasa hukuku öğretisinde belertilen uygun koşullar oluşmamıştır. Mevcut anayasa ile kurulan devlet ayaktadır. Anayasada istendiği zaman barışçı yollarla değişiklikler yapılabilmektedir.
  • Devletin üzerine kurulduğu kurucu felsefe ve Atatürk ideolojisi değişmemiştir.
  • Varolan iktidar anayasada değişiklik yapma yetkisine sahip tali (ikincil) kurucu iktidardır. Halk bu kimseleri asli (birincil) kurucu iktidar olarak seçmemiş, yeni anayasa yapma yetkisi vermemiştir.
  • Yeni bir anayasa yapma gereksinimi tüm toplum keslerince benimsenmemiştir.
  • Anayasanın 2. maddesinde nitelikleri belertilen Türkiye Cumhuriyeti bir savaş veya ihtilal gibi olağanüstü bir nedenle devrilmemiştir.
  • Bu anayasa şimdiki hal ile AKP’nin iddia ettiği gibi  “12 Eylül” anayasası” değildir. Üçte ikisi çoğunlukla AKP iktidarı zamanında değiştirilmiştir.[8] 2017’de önemli değişiklik yapılmıştır.
  • Mevcut anayasaya uyamayan iktidarın yeni bir anayasa talebi yersizdir.
  • Kimi iktidar temsilcileri yeni anayasanın “yeniden kuruluş anayasası” olacağını söylemişlerdir. Bunun anlamı, “Biz mevcut anayasadaki Türkiye Cumhuriyetini bir karşı devrimle yıktık veya yıkacağız. Bunun yerine yeni anayasa ile yeni bir devlet kuracağız.” dır.
  • AKP girişimi le yapılacak yeni bir anayasa ancak “karşı devrim anayasası” olabilir. Amaç cumhuriyetin temel niteliği olan laik devlet ilkesini kaldırmaktır. Bu yönde çatlak sesler duyulmaktadır.
  • AKP’nin bugüne dek sergilediği demokrasi anlayışı ve uygulamaları dikkate alındığında, demokratik ortamda tartışılamadan yeni bir anayasa yapma girişimi kargaşaya yol açar. Yapılacak anayasa meşru olmaz.
  • 21 yıllık iktidarı dönmende AKP halkı “bizden olanlar” ve bizden olmayanlar” biçiminde ikiye bölmüştür. Yeni anayasa tartışmaları bu bölünmeyi daha kalıcı duruma getirir.
  • Bugünkü gereksinim yeni bir anayasa yapmak değil, yürürlükteki anayasada Güçler Ayrılığına dayalı, denge-fren düzeneklerini içeren, hesap verebilen saydam yönetimi, bağımsız-yansız yargıyı ve katılımcı demokrasiyi getirecek değişiklikler yapmaktır.

Yeni anayasa girişiminin amacı AKP’nin “tek adam rejimi“nin süresini uzatmaktır.

Cumhuriyet değerlerini benimsemiş tüm toplum kesimlerinin bu konuda duyarlı olması ve örgütlü demokratik tepki göstermesi zorunludur.

Kaynakça
[1] Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, İstanbul, 2020, s.10
[2] Süheyl Batum, Anayasa ve İnsan, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul, 2011, s.21
[3] Mustafa Erdoğan, Anayasal Demokrasi, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2015 s.44
[4] Batum, a.g.e.s.60
[5] Mümtaz Soysal,, 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi,İstanbul,1979, s.7
[6] Batum, a.g.e. s.59
[7] Teziç, a.g.e. s.181
[8] Mehmet Ali Güller “ Anayasa Tuzağı, Cumhuriyet, 15 Şubat 2021.

Anayasa, insan, toplum

Bilsay Kuruç
Bilsay Kuruç
Cumhuriyet, 07 Şubat 2022

Anayasa, insan, toplum

Geçen aylarda 21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu, Cumartesi Konferansları’nın arka arkaya dört haftasını 1961 Anayasası’nın değerlendirmesine ayırdı. “1961”, toplumun gelişme, kendini aşma iradesini 20. yüzyıldan 21. yüzyıla açılan bir sistematik üzerine yerleştiriyordu. “Çağın ilerisinde bir anlayışı yansıtıyordu.” (Prof. Fazıl Sağlam). İnsanın haklarını geliştirme ufku ile toplumun ekonomik gelişmesi arasında bağdaşmazlık değil, bütünlük olacağını saptayan bir görüşün eseriydi. Planlama bunun içindi. Merkezinde insan vardı: Yurttaş. Geleceğin insanı da diyebiliriz… Onu öncelikle sahip olduğu temel haklarla tanıyacaktık. Toplum bu olgunluğu hak ediyordu. Konferanslar, anayasa alanının büyük ustaları Rona Aybay ve Fazıl Sağlam’ın konuşmaları ile başladı ve tanınmış bilim insanlarının, hukukçuların katkıları ile zenginleşti. Sonra merak ettik: Hukuk fakülteleri, barolar, hukuk dernekleri içinde hangileri 60. yılında 1961 Anayasası’nı değerlendirmişlerdi? Sonuç hüzün vericiydi: Hiçbiri! (Hukukçu olarak sadece Cumhuriyet’teki yazısı ile Alev Coşkun bunu yapmıştı.) Bugün bu noktadayız. Buradan ilerleyeceğiz…

Biliyoruz, dram 1980’de başladı. Rejim, temel hakları askıya aldı. Sonra anayasayı değiştirdi (1982). Böylece kapitalizmin önünü açtığını görenler şimdi artıyor. Kapitalizmi öğrenmek sadece kitaptan okuyarak olmuyor, yaşayarak öğreniliyor. Son kırk yıl, bununla ağırlaşan dönemdir. Dünya kapitalizmi “son aşaması”na vardıktan sonra büyük kavgalar (dünya savaşları) yaratıp 1945’e eriştiğinde kıyıma uğrattığı milyonlarca insana bakarak, kalanlardan bir “meşruiyet” arama noktasına gelmişti. 1950-80 dönemi, bunun getirdiği bir “güler yüzlü kapitalizm” zamanı oldu. Kapitalizmin şeceresinde müstesna bir dönem! İşçi sınıfına ve reformcu orta sınıfa bizim de 1961 Anayasası ile tanıştığımız temel hakları kazandırdı. Sermaye sınıfı “lahavle çekerek” vergi ödedi, sendikalaşmaya fazla direnmedi, toplumsal refah için çekilen “kırmızı çizgiler”e katlandı.

Ancak, 1960’ların sonu, 1970’lerin başlarında krize girdi ve “Artık tamam!” dedi. “Güler yüzlü” dönemi açmamak üzere kapattı. “Artık devlete vergi değil borç veririm!” diyerek yeni dönemini topluma tebliğ etti. Eskisi gibi vergi yok, toplumsal refah da yok. Temel hakları sendikalaşmadan başlayarak “icabına bakılacaklar” listesine aldı.

Türkiye’de 1980 rejimi adeta “büyük kapitalizm”in bu “büyük çağrısı”nı dört gözle bekliyordu. Türkiye’yi geleceğin “has kapitalizmi” ile tanıştırma misyonunu üstlendi. Takdim yirmi yıl kadar sürdü. 1980’den sonra sahneye çıkanlar kadrolaştılar. Yeni kadroların zengin çeşitlilik içindeki koalisyonlarını seyrettik ve bunlarla 2000’den başlayarak kapitalizmin “reel rejimi”ne girdik. Her şeyi açıklamaya girişmeyelim.

HAK NEDİR?

Dünya kapitalizminin 1990’larını ve 2008’e varan büyük dalgalarını akılda tutalım. Şunu görmek kolaylaşacaktır: Kapitalizm, artık elini kolunu bağlayan “toplumsal refah”tan kurtuluyor. Böylece her yere, her şeye adım atıyor. Ülkelerde demokrasi aramak gibi bir tasası da yoktur. Siyasal etik kitaplardadır. Orada kalsın. Her rejim ile bağdaşılır. Meşrep genişlemiştir.

1990’larda şunu görmeye başlarız: Sağlığı, eğitimi kapsayarak verdiği toplumsal refah haklarını geri alma zamanı gelmiştir. Bunları alıp metalaştıracaktır. Piyasa ürünü yapacaktır. “Gelin, satın alın” diyecektir. Krediyle çalışmakta olan şirketler kesimine şimdi insanı (“hane halkı”nı) ekleyip piyasalara sürebilmesi lazımdır. Yeni senaryo yeni insan ister. Bunu şekillendirebildiğimiz ölçüde kâr potansiyelinin nasıl arttığını göreceğiz.

2000’den sonra, hiçbir kalın, kara kaplı, ciltli kitapta “hak” olarak yazılmasa da artık bir temel hak yaratılmaktadır: Borçlanma hakkı! Bunu keşfeden, ateşi keşfetmiş atasından şimdi kapitalizm için daha önemlidir (Şaka değil!). Çünkü borcu keşfeden insan, ekonomide kapitalizmin muhtaç olduğu motoru, öncelikle tüketimi (talebi), sonra da spekülasyonu çalıştıracaktır. O insan, borçlanmanın getireceği büyük satın alma gücüne inanmalıdır. Kendi emeğinin yaratacağı sınırlı gelire ve haklara değil. Kapitalizmin yarattığı dönüşüm burada, insanı adeta finansallaştırarak dönüştürebilmekte yatıyor.

BOMBARDIMAN VE ALIŞTIRMA

2000’lerde en dikkat çekici olan, sanki bir hücum borusu çalmış gibi dünya finans sermayesinin kuvvetli itişiyle Amerika’dan volkanik patlamalarla doğan büyük likidite (dolar) bombardımanı oldu. Dünya kısa sürede dolara boğuldu. Kapitalistleşen ülkelere bu “rahmet” yağdı. Dünyanın “büyük borçlanma çağı” açılıyordu. Fakat herkes için iyi oldu denilemez. İzlanda Devleti az kalsın iflas ediyordu.

  • Zaten 2008’de her şeyin sonu geldi, kapitalizmin büyük çöküşü yaşandı. 

Türkiye’de insanlar Dolarla ilk kez 1990’larda temas etmişlerdi. Birbirilerine (altınla yaptıkları gibi) Dolarla borç alıp vermeye başladılar. Döviz büfeleri çıktı ve küçük spekülasyonlara kolaylık sağladı. Kaybedenler (maaşını TL ile alanlar!) Karaköy’de “Yaktın beni dolar!” diye bağırdılar. Sonra kredi kartları icat edildi. İlk, küçük alıştırma adımları atıldı.

Büyük adım 2000’lerin işte o ilk on yılında geldi. Dolar bombardımanı ile beslenen dış borçlanmanın tarihi desteği ve bundan feyz alan banka-müteahhit-ticaret kesimlerinin yepyeni işbirliği ile yeni piyasalar doğdu. Doğumdan kısa süre sonra patlama yaparak büyüdü. Piyasalar insanları ilk kez kapitalizmin ana damarları ile tanıştırdı. Piyasalar onlara daha önce sahip olmayı düşünemedikleri şeyleri sunuyordu: Konut, otomobil, ev eşyaları, televizyon, bilgisayar, cep telefonu, vs. sahibi olmak. Bambaşka bir yaşam… Ve tümü krediyle… Yani, borçlanarak. Olsun! Bunu “borçlanma hakkı” olarak kabul ettiler.

Böylece kitleselleşerek kapitalizmin tüketiciliğine terfi ettiler. Kapitalizm insanlara borcu sevdirmeyi başarmıştı. Tüketici kimliği vererek onları daha önce dünyalarının ötesinde bulunan nesnelerle temas ettirmişti. Bir sınıf atlama illüzyonu yaratmıştı. Bu özellikle vaktiyle büyük kentlere taşradan gelerek, gecekondusunu yapmış, yerleşmiş olanların çocukları, yeni kuşaklar arasında kartopu gibi büyüdü. Bir “yapay servet etkisi”ne dönüştü.

Kapitalizm her çevreden ve yayınlardan şunu işliyordu: “Tüketim kademelerinde tırmanabilirsin. Daha çok borçlanırsan üst kademelere çıkarsın!” Ama hep aynı tek sesle. (Sosyal medyada, sokaktaki röportajda, münasip şekilde giyinmiş bir kadın elindeki son model telefonu göstererek “Bunların hiçbiri daha önce yoktu. Şimdi hepsi var” dediği zaman, vurguladığı budur. “Yaktın beni dolar”dan “Şimdi hepsi var”a gelinmiş oluyor.) Ve görüldü ki kapitalizmin borçlandırarak verdiklerini siyaset kendi armağanı gibi sunabiliyorsa, başarı elde etmektedir. O halde, ana çizgi budur.

Borçlanarak her şeye erişilebilir (“en yüce değer” artık budur) alışkanlığı yaygınlaştıkça, 2000’lerde eğitim ve sağlık banka-ticaret-müteahhit işbirliği alanına alındı. Üçü de bundan kazandılar. Çocuğunuzu “eğitim kredisi” çekerek ve bir yılı için ortalama 50 bin TL ödeyerek bir özel okulda okutabilirsiniz. Sağlık alanında da farklı hizmet veren, donanımlı özel hastaneler artık çoğalıyor.

Kısa sürede alışılan tablo kendi insan profillerini yarattı. İlk profil, tüketici kimliğine (geri dönüşsüz şekilde) yerleşen yeni insanınkidir. Onun dünyası, 1961 Anayasası’ndaki (sağlık, eğitim, konut, çalışma haklarının temel toplumsallığına göre tanımlanan) “yurttaş”ınkine artık tümüyle yabancıdır. Kapitalizm “Refah kişiseldir, toplumsal değildir”i son 15-20 yılda yeni insana belletmiştir. Borçlanmaya gücü yeten, toplumsal-sınıfsal düşüncenin temel haklar zemininden dışarı çıkmıştır. Artık ilgisi yoktur. Kapitalizmin kodlarına uyumla siyasallaşır. Kapitalizmden borçla sağladığı kişisel refahını bir siyasal kişiliğe borçluluk olarak algılar, öyle simgeleştirir. “O’na borçluyum!” der.

MAKASLAR

İkinci profil, borca gücü yetmeyen ve pes eden insanınkidir. Karşımıza kişinin gelir sorunu çıkıyor; yani zor sorun. İki gerçek var: Bir, resmi verilerle Türkiye’de “hane borçluluğu” “‘kullanılabilir gelir”in  (“milli gelir”in değil) %40’ına çıkmıştır. İki, asgari ücret toplam ücretlerin yine %40’ını oluşturuyor ve tüm ücret yapısını aşağı çekiyor. (Bu sermaye sınıfının şikâyetçi değil, hoşnut olduğu, belki de yetersiz bulduğu “ucuz emek” tablosudur.) Özeti, “haneler”in gelirleri ya belli belirsiz şekilde artıyor ya da sabittir. Borçlulukları ise sürekli artıyor. Gelirle borçluluk arasındaki makas gitgide açılıyor. Büyük kitle bu makasın içindedir.

Yukarıda eğitim dedik. Merak edersek, orada da özel bir makas görürüz: Yükselen okul ücretleri, masrafları ve bunun yarattığı aile borçluluğu ile aile geliri arasında açılan makas. Ama eğitimde büyük, yapısallaşan başka bir makas var: Geliri yetersiz ailelerin çocuklarını okuttuğu devlet okulları (imam hatip dahil) ile özel okullarda yüksek ücretlerle okuyabilen çocukların düzeyleri, topluma ve dünyaya bakışları arasında oluşan makas. Ülkenin sürüklendiği ağır kalite sorununu yansıtan, gitgide açılan, 21. yüzyılda topluma ciddi sorunlar yaratacak görünen makas. Ayrıca konuşulmalı…

  • Sağlık dünyasına bakarsak, orada da makaslar var.
  • Ancak günde ortalama iki yüz kişilik can kaybının olağanlaştığı salgın ortamında oradaki dramlara hiç girmeyelim.

YARDIM ORGANİZASYONLARI

Bir önceki yazıda (24 Ocak) son 40 yıllık ekonomi modelinin “pili bitmiş”liğini vurgulamıştım. Gelir yaratma kapasitesi düşük, bu düşüklüğü artan borçlulukla takviyeye çalışan model. Takviye zorlaştıkça ekonomide krizler sıklaşıyor. Bunları da şimdilik bırakalım. İnsan ve temel haklardan ayrılmayalım.

İkinci profile bakalım: Borçlanamayan ve pes edenler yardıma muhtaç olanlar. Yaşayarak görülüyor, borçlanabilenler piyasa insanları olmuşlardır. Piyasalardaki fiyatların, faizlerin, döviz kurlarının hareketlerine öncelikle duyarlıdırlar. Bunların nedenleri hakkında fazla şey bilmeseler de yaşamlarının piyasalara bağlı olduğunu öğrenmişlerdir. Duyarlılıkları piyasalarla kontrol edilir, sınırlanabilir. Borçlanamayanların piyasalara duyarlılığı yoktur ya da anlamsızdır. Onların kontrolü için “yardım organizasyonları” icat edilmiştir. Muhtaç insan çoğaldıkça bu organizasyonlar çoğalır, çeşitlenir. Siyaset dünyası bununla yakından ilgilenir. Orada karmaşık ilişkiler ve sorunlar vardır. Bir önemli bilgi şurada: “Yardım”cıların çoğalması toplumsal hak anlayışını beslemez, zedeler hatta oluşmadan yok eder.

İki insan profilinin, borçlanabilenler ile borçlanamayanların siyasete bakışları kesişse de toplum katında bunlar “razı olan insan”ın farklılaşan iki kategorisidir. Aralarında bir makas açılıyor. Gözle görülüyor. Farklı karakterde iki topluluk oluşuyor. Ancak, dikkat edelim, borca muhtaç insanla yardıma muhtaç insan, ikisi de refahın toplumsal hak olduğunu algılamaktan gitgide uzaklaşıyor. Biri piyasalar dünyasına, öteki “yardımlar” dünyasına kilitlenerek uzaklaşıyorlar.

21. YÜZYILDA ORTAÇAĞ DİLİYLE KONUŞMAK

Kapitalizm Türkiye’de son 20 yılda eski ve yeni katmanlarıyla büyüdü, irileşti. Has kimliğini elde etti. Temel hakları kontrol altına aldı. Ve son yıllarda siyaset topluluğunun özellikle muhalefet kanadında yeni bir söylem moda oldu: “Kul hakkı”. Siyaset kapitalizmin yaşattığı rejime iyice ayak uyduruyorsa, bu söylem bir parola demek olur.

  • Toplumsal bilinçlenme olasılığını kesecek, “tevekkül”ü özendirecek, sermayenin ucuz emek tutkusu ile uyumlu bir işaret.

Bilemeyiz, “yurttaş”tan uzaklaşarak “kul”a yaklaşmak siyasette bir getiri mi sağlıyor? Ama son 20 yılda şunu görebiliriz: “Yurttaş” kavramı, temel haklarını bilen, vazgeçmeye “razı olmayan” insan tipi kapitalizme fazla geldi. Peki, “Kul hakkı” diye bir şey nereden geliyor? Eğer dinler tarihine ve ortaçağa çekilmeyip iktisat âleminden ipucu ararsak, dünya kapitalizminin dedesi İngiltere’ye başvurmak lazım. Yani, gerçekçi olmak lazım. Orada “Kul hakkı yasaları” diyebileceğimiz “Poor Laws”da aradığımız bilgi vardır: Piyasadaki en düşük ücretten daha düşük bir yardım düzeyidir. Geçmiş yüzyıllara gider. Ama siyaset dünyamıza yardımcı olacak kodlar, 1. Elizabeth’in “Poor Act”indedir (1601). Bu “kul hakkı yedirmemek” isteyenler için değerli bir kılavuzdur. Önerilir. Önce çoğalan yoksulları, sonra işçi sınıfını kontrol altında tutmak üzere hep yenilendi. “Poor” (bunu kapitalizm içinde “kul” diye düşünmek lazım) sözcüğü 1867’den sonra bir daha kullanılmadı. Uzatmayalım.

Onuncu Yıl Nutku (1933) “Yurttaşlarım!” diye başlar. Hamaset olsun diye vurgulamıyorum. Bu yüzyıllık bir bakış ufkuna sahip hitaptır. Sanki daha kısa bir bakış ufkunun Cumhuriyet için yetersiz kalacağını hissettirir. 21. yüzyıla pencere açabilmek için hangi tarihten hareket etmek gerekiyor? Siyaset bunu söyleyebilmelidir. Toplum konuşmuyor, ama bunu bekliyor. 1961 Anayasası’nı bu ufka yerleştirmeye çalışan sevgili Mümtaz Soysal, müstesna gerçekçiliğiyle, 1980’deki çöküşü görerek ileri bakmaya çalışanları o zaman uyarmıştı:

Elimizdeki malzeme ne ise yeni yapılar ancak bununla yapılabilir. Unutmayalım…
==========================================

Dostlar,

Sayın hocam, Bilge insan,
Yurtsever bilim emekçisi
……..
…………..

7 Ocak’ta Cumhuriyet‘te yayınlanan eşsiz 2. makalesini kesip önümüze koymuştuk. Bu gün web sitemize yükleme olanağı da bulduk.. İrdelemeleri, her türlü -haddim olmayan- takdirin üstünde.
*
Tam anlamıyla bir “Bilge” olan, 90’a yaklaşan biyolojik yaşına karşın pırıl pırıl bir zihinle bizimle 65 yıllık “İktisat” birikimini-hazinesini paylaşan Profesör Bilsay Kuruç.. DPT’nin efsane müsteşarı!

Cumhuriyet‘te 15 gün arayla yazmaya başladığı ilk yazısı 24 Ocak 2022’de yayınlanmıştı :

Mutlaka okunmasını öneririz (üstteki erişkelere – linklere tıklayınız).

Hem Cumhuriyet Gazetemize hem de Saygın Yurtsever Bilimci Prof. Bilsay Kuruç‘a, aydın sorumluluğuyla ülkemize – insanımıza verdikleri değer biçilmez katkılar için engin şükran ile..

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiye – 2016
13 Şubat 2022

Büyük Cumhuriyetçi Hoca: Mümtaz Soysal

Hamdi Yaver AKTAN
Cumhuriyet, 12 Kasım 2021

“Türkiye Cumhuriyeti, büyük olaylardan ve sarsıntılardan geçmeden kurulmuş sıradan bir cumhuriyet değil. Temelinde bir ölüm kalım savaşı ve özünde çok şeyi değiştirmeye yönelik bir devrimcilik yatıyor. Ayakta kalabilmesi için ülke bağımsızlığı, ulus bütünlüğü ve laiklik gibi temel kavramların saklı tutulması, korunması, gerekiyor. Böyle bir cumhuriyette bu kavramlar, demokratik sürecin de çerçevesi sayılmak zorundadır. Cumhuriyetin kuruluşundaki savaşı kazanan bir ordunun, bu kavramları sahiplenmesi ve korumaya çalışması da ancak böyle açıklanabilir”(1) diyordu Büyük Cumhuriyetçi!..

“… Anadili ulusal ve resmi dilden farklı olan vatandaşların kendi kişiliklerini geliştirmeleri ve bu kişiliği içinde bulundukları topluma da kabul ettirebilmeleri, söz konusu özgürlüklerle birlikte, onlar için hak, devlet için de görev olan bir sorunun iyi çözülmesine bağlıdır: Büyük ulusal çerçevede temel iletişim aracı olan yani bütün vatandaşların birbirleriyle ve sistemle ilişki içinde olmalarını sağlayacak tek ortak araç olacak bir dilin kadın-erkek herkese en iyi biçimde öğretilmesi. Çünkü böyle bir araç edinmeden toplumda yurttaşların eşitliğini sağlamak, elde edilebilecek en iyi eğitimi almak, kişiliğini geliştirip yükselmek mümkün değil. Elbet bunların olabilmesi için başka şeyler de gerekli ama, başlangıç koşulu ‘olmazsa olmaz’ koşul bu. Cumhuriyetin büyük başarısızlığı da burada” (2)

BAŞKANLIK SİSTEMİ UYARISI

Demokrasiyi yıkmaktan, devleti düzeltmekten ne anlaşılması gerektiğini ise özlü bir biçimde yazıyordu Mümtaz Soysal:

“Parlamenter sistem şimdiye kadar doğru dürüst ve kendi kurallarıyla tam olarak uygulanmamıştır ki, şimdi değiştirilmesinden ve başka bir sisteme geçişten haklı olarak söz edilebilsin.

Hele başkanlık sisteminden söz edildiğinde hemen akla gelmesi gereken nokta, bu toplumda yüzyıllarca sürmüş olan padişahlık geleneği ve bunun neredeyse genlere işlemiş olan etkileridir. Üstelik, çok daha sınırlı yetkilerle devlet başkanlığı yapmış olan cumhurbaşkanları zamanında yaşanan otoriterce uygulamaların, Atatürk ve bir ölçüde İsmet İnönü dönemleri dışında, pek parlak olmadığı anımsanırsa, güçlü yetkilerle donatılmış… devlet başkanlığının bu toplumdaki sonuçlarını tahmin etmek hiç de zor değildir. Üstelik, başkanlık ve yarı-başkanlık sistemleri yasama – yürütme diyaloğuna ve parlamentonun eleştiri yetkilerine yeni sınırlamalar da getirecektir. Bu sınırlamalar yüzünden, demokrasi deneyimi pek de uzun olmayan bir ülkenin kurumsallaşmış bir otoriter rejime kayması hiç de küçümsenecek bir olasılık sayılmaz.” (3)

EŞSİZ ÖNGÖRÜ

Hoca, adeta kâhin (AS: önbilici) gibi yazmış görünüyor Cumhuriyetin 75. yılına yakın yazdığı Çürüyüşten Dirilişe’de!

Yine görülüyor ki son yıllarda huzursuzdu ama huzursuzluğu “güzel huzursuzluk” değildi!

Daha öncesi mi? Yön Bildirisi’ni yazarken Türkiye’nin yönünü yazıyordu. Ya da anayasayı anlatıyordu, gözaltına alınırken. Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı Mümtaz Soysal, halk sahip çıkmadığı sürece anayasanın kalıcı olamayacağını!..

Ben Amerika’yı memnun etmek için dünyaya gelmedim” diyordu dışişleri bakanı olduğunda, üstelik ABD’de!

Unvanları / kimlikleri çoktu: Akademisyendi, yazardı, siyasetçiydi, düşünürdü. Her şeyden önce Cumhuriyetçiydi. Cumhuriyetin devrimciliğine inananlardandı. Türkiye’de “Cumhuriyetçiyim!” demek o kadar ucuz ve kolay olmamalıdır… Hele hele, “İkinci cumhuriyet, etiketi altında, zaten rayından çıkmış olan bir cumhuriyeti bu kez ters yöne giden bir yola sokmak hiç olmazdı”.(4)

Devrimci Cumhuriyetin en büyük başarılarından biri, düşünce ve sanat alanlarında evrensel insanlık değerlerine yönelik bir kültürel gelişmenin yolunu açmış olmasıdır. Laik ve hümanist bir eğitimin şimdiye kadar bu amacı gerçekleştirmeye yetmemiş olması, aynı yöndeki çabalardan vazgeçmek için gerekli bir gerekçe değildi” (5) Mümtaz Soysal için!

“Cumhuriyet ideolojisiyle yetişenler hâlâ vardır, tükenmemişlerdir” anlamında yazı yazmıştı. Yıllar sonra teşekkür ettiğimde “herhalde” sözcüğü ile yanıtlarken büyük bir “tevazu” ile teşekküre gerek olmadığını söylemek istemişti.

FETÖ takımının saldırıları devam ederken karşılaşmıştık, “Seni hayranlıkla izliyorum” demişti.

BÜYÜK ONUR

Büyük Cumhuriyetçi Mümtaz Hoca’nın sözleri, benim için onurdu. Yanında küçük bir sandalyede oturmaya hak kazandığımı düşünmüştüm; “Hocam, bu sözlerinizi duyduktan sonra saldırılar devam edebilir, umurumda değil” derken gizliden gizliye övünüyordum.

Mümtaz Soysal Hoca’dan geçmiştim çünkü!

Hafızamın güçlü olduğunu söylerler!.. Ama Siyasal Bilgiler Dekanı’nı mahkûm etmek isteyen yargıçları hiç anımsayamıyorum; üstelik meslektaş (?) olmama karşın.

GERÇEK “SİYAH TÜRKLER” SOLCULARDIR!..

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’yi bölmek isteyen güçler ve bunların içimizdeki ajanları, ABD’de Siyahları ikinci sınıf yurttaş olarak gören, hatta insan olarak görmeyen ırkçı yaklaşıma benzetme yaparak, Türkiye’de de yurttaşlar arasında ayrımcılık yapıldığını öne sürerler. Buradan hareketle, “Beyaz Türk- Siyah Türk” deyimini icat etmişlerdir.

Bunlara göre dinciler Siyah Türk’tür. Oysa Kubilay’ın katilleri ve Şeyh Sait gibi, Cumhuriyeti yıkmak/ ülkemizi parçalamak isteyen hainlerin dışında hiç kimse, inançları nedeniyle zulüm görmek bir yana sorgulanmamıştır bile. Gerçek dindarlara ise hiçbir zaman dokunulmamıştır…

Çok partili sisteme geçtikten sonra, din istismarının oy getirdiği anlaşılınca dinciler/ tarikatçılar el üstünde tutulur olmuşlardır. Hemen hemen her seçimde çoğu tarikat ve cemaatlerin temsilcileri milletvekili olmuş ve hatta hükümetlerde yer almışlardır. Dinciler devlette iş bulmakta hiç zorlanmamışlar, hatta öncelikli olmuşlar, bürokraside de önemli görevlere yükselmişlerdir…

  • Gerçekte Türkiye’de ezilenler her zaman solcular olmuştur…

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın güdümüne girince, McCarthycilik ülkemizde de başlamıştır. Solcular işe alınmamışlar ya da solcu oldukları anlaşılınca işten atılmışlar; yedek subay olmaları gerektiği halde askerliklerini er olarak yapmışlar, biraz öne çıkanlar hapishanelerde çürütülmüşler; “Günah keçisi” yapılmışlar, her olayın altında solcu parmağı aranmış, hatta devlet kendi işlediği suçları bile solcuların üzerine atmıştır.

Örneğin, dış politikada başarısız olmaları nedeniyle, daha doğrusu emperyalistlerin güdümünden çıkamadıkları için Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyamayan Menderes Hükümeti, milletin gözünü boyamak amacıyla MİT’e provokasyon yaptırarak 6-7 Eylül (AS:1955) olaylarını düzenlemiş; ancak beceriksizlikleri nedeniyle olayların kontrolünü kaybetmişler (denetimini yitirmişler) ve sonunda Türkiye için yüz kızartıcı bir tablo ortaya çıkmıştır. Utanmadan suçu solcuların üzerine atmışlar ve ülkemizin yüz akı aydınlarını tutuklatmışlardır…

Ülkesini ve halkını sevmekten başka suçu olmadığı halde solcu oldukları için ezilen, haksızlığa uğrayan aydınları sayacak olsak sayfalara sığmayacağından birkaç örnek vermekle yetinelim:

  • Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Tonguç, Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Demir Özlü,  Alpaslan Işıklı…

En acı sonu yaşayan Sabahattin Ali’dir. Yıllarca süren sürgün ve tutukluluklar canın tak ettiğinden yurt dışına kaçmak isterken genç yaşta öldürülmüştür. Ancak, istihbarat örgütleri tarafından yurt dışına kaçırma tuzağı kurularak, ölüme götürüldüğü yönünde savlar da vardır.

Sabahattin Ali’nin, yazarı olduğu Marko Paşa dergisindeki aşağıdaki yazısını okuyunca neden öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Atatürk’ten sonra, ülkeyi yönetenler ne yazık ki onun (AS: O’nun) yerini dolduramamışlardır. Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu “tam bağımsızlık” unutulmuş, Amerika’nın güdümüne girilerek siyasal ve askeri bağımsızlık kaybedildiği gibi, Lozan’da en büyük mücadele ile elde edilen ekonomik bağımsızlık da bir kenara atılarak Osmanlı’yı batıran kapitülasyonlara kapı açılmıştır.

O yıllarda en büyük tasa, Türkiye’ye yabancı sermayenin girmesiydi. Herkes yabancı sermayeyi kurtarıcı olarak görüyor, gazetelerde “yabancı sermayenin ülkeye nasıl gireceği?” tartışılıyordu.

Bunun üzerine Sabahattin Ali, bu soruya yanıt vermek üzere, Marko Paşa’da “Biz anlatalım” başlıklı bu yazıyı yazdı: “Evvela Hello Johnny, My Darling, Yes, Okey diye girer. Arkadan Amerikan zırhlıları girer, bahriyelileri girer. Daha arkadan danışma kurulu, denetleme kurulu girer. Ondan sonra, gerekirse borç verileceğine dair haberler girer. Bu arada bazı yazarlar deliğe girer, bazı yazarlar Türkiye’yi Amerika’nın sınırı olarak gösterirler. Ve sonunda ucu dünyanın merkezinde bulunan asıl kazık girer ki her kıvranışta biraz daha girer.’’

Amerika, Amerika, / Türkler dünya durdukça, / Beraberdir seninle..”  gibi aşk (!) şarkılarını millet dilinden düşürmezken, böyle bir yazı yazıp bozgunculuk yaparak emperyalizmin tekerine çomak sokmaya çalışanlar bağışlanamazdı. İşte, Sabahattin Ali için hüküm o zaman verilmiş olmalı!..

Menderes, Amerikan şirketlerine hazırlattığı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası”nı Meclis’ten geçirerek Amerikanofilleri tasadan kurtardı. Daha sonra bunlar da yetersiz görüldü; yeni düzenlemeler yapılarak daha daha girmesi sağlandı. Yetmedi, kamu ya da özel, her şeyimizi yabancılara sattık. Böylece Sabahattin Ali’nin dedikleri gerçekleşti…

Şirketlerini yabancılara satanlar aldıkları parayı yurt dışına götürdüler. Bu kez ülkede yerli sermaye kalmadı…

Yerli olarak, sadece (yalnızca) politikacıların ortak olduğu müteahhitlik şirketleri kaldı. Onlar, “biz de yabancıların sahip olduğu hakları isteriz” dedi. İstekleri haklı bulundu: ihaleler ve ödemeler Dolarla yapılmaya başladı. “Türk yargısına güvenmiyoruz” dediler. O halde, “buyurun sömürü hukukunu en iyi bilen İngilizlerin ünlü ‘Londra Tahkim Mahkemeleri’ne gidin. Oradan çıkaracağınız kararla hakkınızı söke söke alırsınız” dendi.

Böylece kapitülasyon bakımından Osmanlı’yı geçtik. Borç desen, aynen Osmanlı gibi. Bu durumda “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..
===================================
Dostlar,

Prof. Çelik Tıbbi Farmakoloji uzmanıdır. Samsun 19 Mayıs Üniversitesinden emekli ve Samsun ADD Şubesinin önceki başkanlarındandır.

Zaman zaman, çok uyarıcı – silkeleyici yazılarını burada paylaşırız.
**
Bu son yazının son tümcesinin bitimine bakalım :

  • “… “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..”

Bize göre Türkiye, AKP eliyle 20 yılda istendik (iradi) biçimde iflasa sürüklenmiştir.
Ülkemiz çok yönlü olarak talan ve yağma edilmiştir, edilmektedir.
Yoksulluk, bu kökü dışarıda güdümlü politikaların bir sonucudur, türevidir; gerçekte YoksullaşTIRmadır! Ulusal servet yandaşlara aktarılarak planlı biçimde el değiştirmiştir.
1881’de İstanbul’da kurulan “… “Düyun-u Umumiye” yi beklemek yersizdir; Türkiye, ilan edilmeyen – örtük bir iflasın (Moratoryumun) derinliklerinde “tam sömürge” yapılmıştır.
Bu acı ve ürkütücü gerçekliği ustan çıkarmadan, yeni bir Kurutuluş Savaşı zorunlu olmuştur.

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Uluslararası Tahkim ve Bazı Gerçekler

Prof. Dr. Rona AYBAY
Cumhuriyet, 29 Haziran 2021

(AS: Bizim kısa katkımız yazının altındadır.) 

1999 yılı ortalarıydı, bazı “ekonomik-siyasal” çevrelerin isteklerini dile getiren gazete yazarları bir “keşifte” (!) bulundular: Türkiye’ye yabancı sermayenin gelmesinin, çok gereksinim duyulan bazı (AS: kimi) büyük yatırımların yapılmasının önünde büyük bir engel vardı. Anayasa, bu tür sözleşmelerden doğan çekişmelerin uluslararası tahkim yoluna başvurulmasına elverişli değildi.

Çünkü anayasaya göre imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinin, Danıştay’ca incelenmesi gerekiyordu (m. 155). Anayasa Mahkemesi’nin ve Danıştay’ın içtihatları, Cumhuriyetimizin ilk Anayasası olan 1924 Anayasası’ndan gelen bu hüküm karşısında, uluslararası tahkim yolunu kabul etmesine yani Türkiye’nin çıkarlarıyla ilgili davaların Türk yargısı önünde değil de yurtdışı yerlerde, gözden uzak biçimde “çözümlere” bağlanmasına elverişli değildi.

Basında ise uluslararası tahkimin lehinde adeta bir kampanya başlatılmıştı. Bu kampanyaya katılmayan belki de tek gazete Cumhuriyet’ti. Özellikle “Ankara Bürosu” ve Işık Kansu, “tahkim”le ilgili sakıncalar konusunda kamuyu bilgilendirmek görevini yerine getirdi.

Cumhuriyet, Mümtaz Soysal ve Türkel Minibaş gibi ne yazık ki yitirdiğimiz değerlerin ve aralarında benim de olduğum Yıldırım Uler, Yekta G. Özden gibi hukukçuların görüşlerine geniş yer verdi. Ama bütün bunlar uluslararası tahkimi savunan çevreler ve onların sözcüleri ve uygulayıcıları üzerinde etkili olamamış ve sonunda hızlı bir biçimde yapılan anayasa değişikliğiyle anayasaya şu hüküm girmişti (m. 125/I) :

  • “Kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde bunlardan doğan uyuşmazlıkların milli ya da milletlerarası tahkim yoluyla çözülmesi öngörülebilir. Milletlerarası tahkime ancak yabancılık unsuru taşıyan uyuşmazlıklar için gidilebilir.”

Aynı değişiklikle, Danıştay’ın bu tür sözleşmeleri incelemesi yerine “düşüncesini bildirmesi” ve bunu da en geç iki ay içinde bitirmesi koşulu da getirilmişti.

TAHKİM NEDİR?

Tahkim, bir hukuksal çekişmenin, mahkeme yerine “özel” bir yöntemle çalışan “tahkim kurulları” aracılığıyla çözüme bağlanması yöntemidir. Ancak tahkimin, her türlü hukuk sorunu için başvurulacak bir yol olmadığı da gözden kaçırılmamalıdır. Örneğin ceza hukuku alanında tahkim söz konusu olamaz, boşanma davaları tahkimle çözüme bağlanamaz vb. Tahkimin geçerli olduğu başlıca alan, ticaret yaşamıdır. Bu alanda tahkimin yeğlenmesinin önde gelen nedenlerinden biri, çekişmenin tarafı olan şirketlerin ya da iş insanlarının “ticari sır”’ saydıkları hususları “aleni” (AS: açık) olarak mahkeme önünde tartışmaya istekli olmamalarıdır.

“Mahkemelerde duruşmalar herkese açıktır.” (Anayasa m. 141/1; AİHS m. 6/1) Ancak genel ahlakın ya da kamu güvenliğinin kesin olarak gerekli kıldığı hallerde, duruşmalar kapalı yapılabilir. Oysa tahkim herhalde ve kesinlikle “kapalı kapılar arkasında” işleyen bir yöntemdir; tarafların birbirlerine karşı ileri sürdükleri savların, yaptıkları savunmaların, verdikleri ya da aldıkları ödünlerin ne olduğunu kamunun öğrenmesine olanak yoktur.

Özel kişiler ve ticaret şirketleri bakımından, mahkeme yerine tahkimin yeğlenmesi için haklı sayılabilecek bir neden olan bu “gizlilik”, kamu hizmetlerinin görülmesiyle ilgili çekişmeler bakımından kabul edilebilir mi? Kamu hizmetinin görülmesiyle ilgili olarak ortaya çıkan çekişmelerde yargılamanın, tahkime bırakılıp “kamudan gizli” tutulması, affedilmez (AS: bağışlanmaz) bir çelişkidir. Mahkemelerde duruşmaların kamuya açık (aleni) oluşu, hem davanın tarafları açısından bir güvencedir hem de halkın doğrudan doğruya ya da basın-yayın organları aracılığıyla bilgilendirilmesi bakımından çok önemlidir.

Anayasa, idarenin her türlü işlemine karşı yargı yolunun açık olduğunu belirtiyor (m. 125). Yine Anayasaya göre herkes yargı mercileri önünde iddia ve savunma hakkına sahiptir (m. 36). Bu hak, “üçüncü kişi (müdahil – katılan) olarak” (İYUK m. 31) bir davaya katılma hakkını da kapsar.

Kamu hizmetiyle ilgili bir çekişmenin, mahkemede değil de tahkim yoluyla çözüme bağlanması, bu hak açısından da kabul edilemez. Çünkü kamu hizmetinin görülmesiyle ilgili çekişmenin sonuçlarından öncelikle etkilenecek kişilerin (yurttaş, hemşeri) ve sivil toplum örgütlerinin, Avrupa’nın ya da Amerika’nın bilmem hangi kentinde kapalı kapılar arkasında yürütülen tahkimle ilgili bilgilere ulaşması olanaksızdır. Bilgileri olduğunu varsaysak bile tahkime “üçüncü kişi (müdahil – katılan) olarak” katılmaları hiçbir biçimde, söz konusu olamaz, tahkimin niteliği buna elvermez.

SONUÇ

  • Kamuyu ilgilendiren konularda, yargılamanın kamuya açık olarak yapılması gerekir.
  • Kamu hizmetinin görülmesiyle ilgili çekişmelerin “uluslararası tahkim” denilen yolla, kamuya kapalı bir yöntemle çözüme bağlanması, öteki sakıncalarının yanı sıra bu bakımdan da kesinlikle uygun değildir.

Öte yandan, uluslararası tahkimi öngören bir anlaşmanın, istenci (iradeyi) sakatlayan nedenlerle bozulmasına da olanak vardır. Uluslararası hukuk, bu konuda borçlar hukukunun geleneksel nedenleri olan aldatma (hile), yanılma (hata) gibi kavramlara ek olarak temsilcilerin “ayartılmasına”, yoldan çıkarılmasına da (corruption) yer vermiştir. Bu tür kusurları olan bir sözleşmeyi bağıtlamış olan kişilerin, duruma göre özel hukuk ve ceza hukuku açısından sorumlukları da söz konusu olabilir.
=============================
Dostlar,

Sn. Prof. Dr. Rona Aybay ustamızı kutluyoruz bu “anlayana” damgalı yetkin – özlü yazısı nedeniyle.

Bu gece 02:56’da web sitemizde yayınladığımız, değerli dostumuz Suay Karaman’ın kaleme aldığı “SÖKE SÖKE” başlıklı yazının da okunmasını dileriz (SÖKE SÖKE – Prof. Dr. Ahmet SALTIK). Bu son yazıda bir yerde ayraç içinde, aşağıdaki tümceyi yazmadan duramamıştık.

  • AKP Gn. Bşk. RT Erdoğan kimin sözcüsü? Türkiye’nin mi uluslararası sermayenin mi??!

AKP Gn. Bşk. R.T. Erdoğan, Türk TELEKOM’un yutulduğu devasa peşkeşte 6,5 milyar Dolar soyulduğumuz özelleştirmede Başbakan idi; neden günümüze dek Uluslararası Tahkime giderek ülkemizin yaşamsal haklarını koruma çabası içinde olmamış ama bu soygunun temel aktörü – ortağı dönemin Lübnan başbakanı Hariri’yi resmi törenle kaçak sarayda ağırlamıştır, neden?!

Ayrıca, Kovit-19 salgını ortasında ülkemiz kavrulurken, Sağlık Bakanı Koca’nın deyişiyle Çin SINOVAC firması, kamuoyundan ısrarla kaçırılan – saklanan, tecimsel (ticari) sır gerekçesiyle perdelenen sözleşme gereklerini yerine getirmemiş ve yeterli aşıyı ülkemize yollamamıştır!? Çaresizlik içinde kıvranılacağına neden o dönemde Uluslararası Tahkime giderek insanımızın yaşam hakkını korumak akla gelmemiş, gelememiştir? İktidarın hangi saklı zaafları yüzünden?

  • AKP iktidarı gerçekten yerli ve milli midir yoksa tam tersi misyonla işbaşında mıdır?

Yapıp ettikleri ortadadır, tarih – güncel gelişmeler peçeyi her geçen gün kaldırmaktadır.

Son sözü Türk halkı söyleyecek ve ilgililer yargı önünde mutlaka tarihe hesap vereceklerdir.
***
Sayın Prof. Dr. Rona Aybay hocamızın sözünün üstüne söz söylemek haddimiz değil ama, bu makale için bizden erken davrandı, varolsun. Şunu vurgulayalım ki;

  • Uluslararası tahkimin arkasına saklanarak biçimsel hukuk bakımından ön almaya yeltenmek şaibelileri ve eylemlerini aklamaya yetmeyecektir, çünkü gayrı-meşru kaygan zemindedirler!

Sevgi ve saygı ile. 29 Haziran 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (Em.)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Dikkat, KKTC Batı Trakya’ya dönmesin…

Erol ManisalıErol MANİSALI
erolmanisa@yahoo.com  


Dikkat, KKTC Batı Trakya’ya dönmesin…

– Ankara’da, iç ve dış politikayı “iktidarda kalma önceliğine” göre dayatmaya uğraşan bir iktidar var:

– KKTC’de de aynen bizdeki gibi, “Batıcılar ve federasyoncular” söz konusu.

– Ve bu ortamı bir fırsat olarak değerlendirmek isteyen Yunanistan, ABD ve AB üyesi devletler, kendi Akdeniz çıkarlarına göre Türkiye ve KKTC aleyhine kullanıyorlar.

Daha önce bu köşede çok yazdım: Türkiye’nin Akdeniz ve Ege’de hapsedilmemesi KKTC’de siyasi, iktisadi ve askeri varlığını sürdürmesine bağlıdır. Zaten 59 ve 60 Londra ve Zürih anlaşmaları ile Türkiye, İngiltere ve Yunanistan ile birlikte Kıbrıs Adası’nın üç garantör ülkesinden biridir.

Bugün eğer KKTC’de kazananlar Kıbrıs Türklerini Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “bir parçası” olarak AB’ye katarlarsa, “Kıbrıs Türkleri, Yunanistan’daki Batı Trakya Türklerinin durumuna düşeceklerdir”. Bu düşüncemi son başbakanlığı döneminde Ecevit’e aktardığım zaman, kesinlikle aynı görüşte olduğunu söylemişti.

Ankara’nın özellikle 2002’den sonra bölge ve Kıbrıs konusunda izlediği İhvancı politikalar, Türkiye’nin yalnız Doğu Akdeniz’deki değil, Kıbrıs’taki durumunu da zayıflattı. Özellikle de 2004’te Rumların AB’ye katılmalarına göz yumduktan sonra.

Hayatımın son 50 yılı Kıbrıs sorununun içinde geçti:

– Daha öğrencilik yıllarımda, asistanlık yıllarımda Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı’nın (TMGT) dış ilişkiler komisyonu başkanı olarak Strasburg’da (Avrupa Konseyi’nde) Türkiye’yi temsil ederken, Makaryos yönetiminin anayasa gereği bir Türk bir Rum temsilci gönderme zorunluluğuna rağmen, sadece Rum temsilci göndermesine karşı çıkıyor, kavgasını yapıyordum, yıl 1965.

– İlk kurduğumuz 1990 yılından 2009’da Ergenekon’dan Silivri’de “zorunlu ikamete” (!) mecbur bırakılıncaya kadar, Kıbrıs Araştırmaları Vakfı başkanlığını, Prof. Mümtaz Soysal’la birlikte yürüttüm.

– 1984-1994 arasında, aralıksız 10 yıl, her mayısta, Uluslararası Girne Konferansları’nı düzenliyordum. Dünyanın her yerinden siyasileri, medyayı Denktaş’ın ayağına getiriyordum.

– Kıbrıs konusunda Avrupa ülkelerinde, Denktaş’ın da konuşmacı olarak katılımını sağlayarak uluslararası Kıbrıs sempozyumları düzenliyordum. (4 konferans)

– 1982-1992 yılları arasında aralıksız her ay yayıncılığını yaptığım Middle East Business and Banking dergisinde Kıbrıs ve KKTC’ye çok geniş yer veriyor, özel sayılar yapıyordum. Kendi verdiğim Kıbrıs konferanslarının sayısını hatırlamıyorum bile… Kıbrıs üzerine biri İngilizce 4 de kitabım var. Denktaş’la beraberliklerimizi içeren kitap bile yayımladım.

– Ve bütün bu yaşamım boyunca, Kıbrıs sorununun içinde oldum. Bizdeki “Batıcılar” gibi, Kıbrıs Türkleri içinde de güçlü “bir akım” vardır. Adanın Osmanlı tarafından İngiltere’ye verilmesinden sonra, doğal olarak bu akım da “İngiliz Milletler Topluluğu” içinde güçlenmiştir.

– Ancak nasıl Kıbrıs Adası (ve KKTC) Türkiye’nin Akdeniz’e, onun denizaltı ve denizüstü olanaklarına açılan bir kapısı ise ada (ve KKTC) için de Türkiye, Kıbrıs Türk halkının adada var olabilmesinin güvencesidir. Türkiye’siz kalırlarsa AB’ye girmiş olamazlar:

  • Yunanistan’ın Batı Trakyası’ndaki Türklerin durumuna sonunda kesinlikle düşmeye mahkûm olurlar.

– Onun için pazar günkü seçimlerde öne çıkanların, günlük iç KKTC çekişmelerinden sıyrılıp daha uzun vadeli ve stratejik düşünmeleri gerekir.

– Çünkü ileride, 1963’teki Kanlı Noel olaylarından da öte, vahim olaylarla yüz yüze kalmak söz konusudur.

(*)  Denktaş’ın Öbür Yüzü, Kırmızı Kedi, 2011

Mülkiyeliler Birliğinden Mümtaz Soysal’ı anma : Türkiye’de Anayasacılık ve Toplum

Mülkiyeliler Birliğinden Mümtaz Soysal’ı anma : Türkiye’de Anayasacılık ve Toplum

Değerli Mülkiyeliler,

1953 Siyasi Şube mezunu, 12 Mart döneminde Fakültemizin dekanlığını yapmış, ömrünün sonuna dek kamu yararı ve cumhuriyet savunusundan asla vazgeçmeyen, Türkiye’nin en özgün anayasa hukukçularından Mümtaz Soysal, Mülkiyeliler Birliği tarafından bir panel ile anılıyor.

Türkiye’de Anayasacılık ve Toplum başlıklı panel

  • 21 Aralık 2019 Cumartesi günü saat 13:15’te
  • Mülkiye Kültür Merkezi Prof. Dr. Oral Sander Konferans Salonu’nda gerçekleştirilecek.

Katılımlarınızı bekleriz.

Saygılarımızla,
Mülkiyeliler Birliği Yönetim Kurulu

Mümtaz Soysal Anısına: Türkiye’de Anayasacılık ve Toplum 
13:15-13:30
Açılış Konuşması: Dr. Dinçer Demirkent

13:30-15:15
I. Oturum: Anayasacılığın Ötesinde
Oturum Başkanı: Dr. Pınar Ecevitoğlu

Prof. Dr. Korkut Boratav – Türkiye’de Özelleştirme Karşıtı Mücadele ve Mümtaz Soysal

Prof. Dr. Can Hamamcı – Mümtaz Soysal’dan Yerel Yönetimin İşlevi Üzerine İki Değerlendirme

Prof. Dr. Bilsay Kuruç – Mümtaz Soysal: Planlama, Anayasalar ve Türkiye

15:30-17:15
II. Oturum: Mümtaz Soysal ve Anayasa Geleneğimiz

Oturum Başkanı: Dr. Elçin Aktoprak

Prof. Dr. Cem Eroğul – Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü ve Mümtaz Soysal

Prof. Dr. Fazıl Sağlam – Mümtaz Soysal: Kamu Yararı, Hukuk ve Anayasa Mahkemesi

Prof. Dr. Ece Göztepe – Dinamik Anayasa Kavrayışı

Bir yıldız kaydı, bir Mümtaz söndü…

Bir yıldız kaydı, bir Mümtaz söndü…

Cumhuriyet, 17.11.2019
Yıllar yılı, “yaşamda hiçbir şey raslantı değildir” saptamasını insanları kadere inandırmak için uydurulmuş evrensel bir basmakalıp olduğunu düşündüm. Ama yazmaya başlayacağım yeni romanım için geçmişe dönüp baktığım bugünlerde, artık yanıldığımı anlıyor; her insanın olaylara yön vermek için gösterdiği çabanın ötesinde belli bir kaderi olduğuna, özellikle de yaşantısına çok belirgin ölçüde şans varlığı ya da yokluğunun yön verdiğine inanıyorum. Yaşamda hiçbir şey raslantı değilmiş, evet.

Ve kader, henüz ne gazeteci, ne de yazarken, “hiç kimse”likten ibaret anlamsız varlığımın karşısına çıkardığı insanlarla geleceğimin, epeyce ters düğümlü haraşo ağlarını örüyormuş… Sevgili, aziz dostum Mümtaz Soysal’la yollarımız ilk kez 12 Eylül 1980 akşamı kesişti.

Tahmin edebileceğiniz olağanüstü koşullarda gerçekleşen bu karşılaşmayı uzun yıllar kendime saklayıp Milliyet’in 8 Mayıs 2005 tarihli sayısında ilk kez şu sözlerle andım:

An, tarihi bir andı: 12 Eylül 1980! Sosyalist Parti henüz muhalefetteydi ve müstakbel Cumhurbaşkanı Mitterrandın ‘kültür adamı’ imajını yaratan, en sadık adamı Jack Lang, Akdeniz ülkelerinden çağrılan yazar ve sanatçıları Marsilya’da tarihi bir ‘keşişhane’de buluşturan toplantıyı düzenlemişti. Türkiye’den davetli Yaşar Kemal, Mümtaz Soysal, Çetin Altan ve davetsiz konuk bendeniz, 12 Eylül darbesini, üç gün krallar gibi ağırlanacağız diye gittiğimiz şatoya vardığımızda öğrendik. Tabii ki ağzımızdan burnumuzdan geldi o üç gün ama benim için unutulmazdı… 

Dönmek zor, kalmak imkânsız

Cep telefonu daha icat edilmemişti. Brüksel’den Marsilya’ya uçan Mümtaz Soysal, Paris’te birkaç gün geçirdikten sonra yola çıkan Yaşar Kemal ile Montpellier üzerinden avdet eden Çetin Altan ve ben, 12 Eylül darbesini tam olarak Marsilya yakınlarındaki Aix En Provence’ta düzenlenen toplantıya varınca, çevremizi saran gazetecilerden öğrendik. Basın, doğal olarak üç ünlü Türk aydının darbe hakkında, tercihen olumsuz görüş bildirmesini bekliyordu. Benim için ileride ders olacak anlardan biriydi.

Henüz buluşan Mümtaz Soysal, Yaşar Kemal ve Çetin Altan sanki sözleşmişcesine, gazetecilere kendi aralarında toplantı yapmadan konuşmayacaklarını bildirdiler. Nasıl konuşsunlar? Üçü de eninde sonunda Türkiye’ye dönmek zorundaydı. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal durumu… Şatonun bir salonunda toplandık. İlk iş televizyonu açmak oldu. Tüm ekranlarda, hiç unutmuyorum, Türk askerlerinin yalnızca ayaklarını, rap rap yürüyüşlerini gösteren bir fon üzerine darbe haberi vardı. TSK’nin darbeci gelmişi, geçmişi sıralanıyordu.

Elbette ki hiç ses çıkarmadan izlediğim üçlü görüşmede, diplomasi ve hukuk dilinin yanı sıra Fransızcaya en hâkim Mümtaz Soysal’ın sözcü olmasına, ondan başka kimsenin konuşmamasına karar verildi ve Fransız basınına, hemen o gece bir basın toplantısı yapılacağı tebliğ edildi.

Konuşarak susan sözcü

Üç ünlü Türkün darbe hakkında ne söyleyeceğini dinlemek isteyen o kadar çok Fransız gazeteci vardı ki, basın toplantısı Aix en Provence’ın antik açık hava tiyatrosunda yapıldı. Yaşar Kemal ile Çetin Altan’ın ilk sırada oturduğu tiyatroda, Mümtaz Soysal sahneye kurulan kürsüye çıktı. Toplantıyı, yukarıdaki sıralarda, uzun yıllar sonra meslektaşları olarak aralarına katılacağım Fransız gazetecilerle birlikte izliyordum. Ve hayatımın bir büyük dersini daha, Mümtaz Soysal’ın olağanüstü Fransızcasını tüm haşmetiyle sergilediği “çok konuşup hiçbir şey söylememek” konulu uzun söyleviyle aldım!

Viran olası cinnet vatanda evlad ü ıyal vardı. Cehennem de olsa dönülmese olmaz diyardı, Türkiye. Canım Mümtaz Hoca, lafı lafta öyle bir boğdu ki, dinleyen gazetecilerden hiçbiri bizim üç büyük Türk darbeye karşı mı, yandaş mı, TSK’yi övüyor mu, sövüyor mu, kesinlikle anlamamıştı. Hatta yanımda oturan gazeteci, uzun söylevin sonunda bana dönüp “Yani şimdi ne dedi” diye sordu. Tabii ki cevabım, epeyce eğlenerek “Fransızca konuştu, anlamışsınızdır!”dan ibaret oldu. Mümtaz Hoca, gazetecilerden soru almayı reddedip indi kürsüden.

Vatana sarsılmayan bağlılık

Aradan altı yıl geçti. Bilbao’dan Cumhuriyet’e geçtiğim haberlerle gazeteciliğe adım atmıştım. Bir gün telefon etti, yazılarımı beğendiğini söyledi, kutladı. Gözümde bir ilahtı. Çok sevindim, arada telefonla konuşmaya başladık. Dostluğumuz Fransa muhabiri olduğumda pekişti. Sık sık geldiği Paris’te, illa ki Büyük İnsanlar* otelinde kalırdı. Otel, Fransa’ya hizmet etmiş “büyük insanlar”ın anıt mezarı Pantheon’a bakıyordu.

thiş bilgisini karşısındakini ezmeden aktaran soylu bir inceliği, nüktedan ve kıvrak bir zekâsı vardı. Paris sohbetlerimizden değerli anılar edindim. New York’ta bile yollarımız kesişti! Belki bir gün, onları da anlatırım.

Anayasa Profesörü ve diplomatik deha Mümtaz Soysal, bu ülkeye sarsılmaz bir bağlılıkla hizmet etmiş “Büyük İnsanlar”dan biridir. Büyük saraylara doymayan Türkiye’nin bir Pantheon’u olsa, oraya gömülmeyi fazlasıyla hak eden “Büyük İnsan”dır. Belki bir gün hakkı teslim edilir, kim bilir?

*Hotel des Grands Hommes      

SONER YALÇIN : Adayımı yazabilirim


Adayımı yazabilirim

portesi
SONER YALÇIN

SÖZCÜ, 17.6.14

 

Sanırım CHP-MHP anlaştı.
Adayları; Ekmeleddin İhsanoğlu.
O halde: Hiçbir politikacıyla paylaşmadığım Cumhurbaşkanı adayımı artık yazabilirim.

Yıl: 1987…
“Nasıl yani, sen solcu Oğuz Hoca‘yla mı çalışacaksın?”
Tereddüt etmeden “evet” dedi. Prof. Dr. Oğuz Oyan‘ın kapısını çaldı;
“Hocam doktora tezi çalışmamı sizinle yapmak istiyorum.” Ardından ekledi:
“Yalnız hocam ben solcu değilim; benim İslami bakış açılarım vardır.”
Prof. Dr. Oyan gülümsedi; “Sizinle çalışmaktan memnun olurum.” dedi.
Birlikte Osmanlı vergi tarihini çalışmaya başladılar.
Bir gün evde çalışırken…
“Hocam namaz kılacağım, dedim. Lavaboyu gösterdi. Abdest alıp çıktıktan sonra, ‘salona seccadeyi serdim, kıble doğrudur.’ dedi. Ben bunu kime anlattıysam, inanmadı. Oysa bizzat yaşadım. Ben namaz kılacağım dediğim zaman hiç yadırgamamıştır;
çok saygılı davranmıştır. Bunu, farklı düşüncelere yaşama biçimlerine gösterilen
bir saygı olarak algılıyorum. Bu özellikleri nedeniyle her zaman Oğuz Hoca’yı
saygıyla anmışımdır.”

Öğretmen Prof. Dr. Oğuz Oyan bugün CHP milletvekilidir.
Doktora öğrencisi ise, Abdüllatif Şener’dir!..
Yani:
“Çatı” yıllar önce üniversitede kuruldu.
Muammer Aksoy, Mümtaz Soysal, Yalçın Küçük, Özer Ozankaya‘nın öğrencisiydi.
Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak Siyasal Bilgiler’den okul arkadaşıydı.
DSP Genel Başkanı Masum Türker ile aynı üniversitede yıllarca hocalık yaptı.
“Özgür Üniversite”den Fikret Başkaya, Türk Ocağı’ndan Orhan Türkdoğan
yakın dostları oldu.
Evet, “çatı” yıllar önce
Ankara’da, Bolu’da kuruldu.
Ve keza…

Ecevit’i haklı çıkardı

Yıl: 1991
Abdüllatif Şener ilk kez “çatı” sayesinde milletvekili oldu: RP-MHP-IDP ittifakı sonucu Sivas’tan dördüncü sıradan TBMM’ye girmeyi başardı.
O dönem…
DSP lideri Bülent Ecevit sağ kolu Hüsamettin Özkan ile
RP lideri Necmettin Erbakan‘ı TBMM’deki odasında ziyaret etti.
Erbakan’ın yanında Şevket Kazan ile Oğuzhan Asiltürk vardı.
Laf lafı açtı. Ecevit

“Sizin partinizde Abdüllatif Şener diye bir milletvekiliniz var, O’nu izliyorum.
Çok düzgün konuşuyor; O’nda bir yetenek var. Siyaset açısından umut vaat ediyor;
O’nu iyi takip edin.” dedi.

Ve sonraki yıllarda Abdüllatif Şener, siyasetin basamaklarını teker teker çıktı.
Grup Başkanvekili oldu.
Maliye Bakanı oldu.
Başbakan Yardımcısı oldu…
Ve gün geldi; hırsızlığa tahammül edemeyip kurucusu olduğu
AKP’nin kapısını vurup çıktı! İstese Karun kadar zengin olabilir ama yapmadı.
Çünkü…
TCDD’nin “yol çavuşu” Bedirhan Şener’in oğluydu…

  • “Babam çok dindar bir insandı. Helal ve harama çok önem verirdi. Başkasının malına el sürmeme, kesin nasihatlerinden biriydi. (…) Beş yaşındaydım.
    Tren istasyonunun vagonunda karpuzlar vardı. Tanımadığım büyük ağabeyler vagondan karpuz alıp bahçelerde yiyorlardı. Üç dört kişiydik, ‘biz de yapalım’ dedik. Tam o sırada karşımıza babam çıktı. ‘Latif ne yapıyorsunuz’ dedi.
    ‘Şu vagondan karpuz çıkaracağız’ dedim. 
    ‘Bak’ dedi, ‘o karpuzların sahibi var; başkasına ait olanı alırsanız bu hırsızlık olur. Siz oynamaya devam edin,
    ben size karpuz alırım’…”

Bu olaydan bir süre sonra Abdüllatif Şener babasını tren kazasında yitirdi.
Baba nasihatını unutmadı ve hırsızlığa ortak olmayı hep reddetti.
Hırsızlığı elinin tersiyle iten birini, Çankaya Köşkü’ne çıkarmak
Türkiye’nin vefa borcuydu. Yapmadılar.

Bir Alevi İmam Hatipli

Sürekli yineliyorum:
Kimseyi sağcı ya da solcu diye ayırmıyorum; ahlaklı mı, namuslu mu; vicdanlı mı;
tercih ölçütüm bu.
Cebiyle değil yüreğiyle Türkiye’ye bağlı devlet adamına ihtiyacımız vardı.
Ayakları bu topraklara basan politikacılara ihtiyacımız vardı.
Bir Sakin Güç‘e ihtiyacımız vardı.
Temizlenmeye / arlanmaya ihtiyacımız vardı.
Bir adam gibi bir adama ihtiyacımız vardı.
Türkiye’nin, laik demokratik rejimine inanan; kimseyi ötekileştirmeyen
Abdüllatif Şener’e ihtiyacı vardı.
Örnek vermeliyim…
Sivas Ali Baba Mahallesi’nin Küçükkazancılar sokağının çocuğu.
Acıktığında mutfaklarına girip yemek yiyecek kadar Alevilerle kardeş.
Yıllar sonra bakan koltuğunda otururken başından bir olay geçti:

“Hatay’daki bir toplantıda yanımdaki arkadaşlara ‘ben de Aleviyim, diyeceğim.’ dedim.

Hemen itiraz ettiler, ‘olur mu, yanlış anlaşılır; hiç değilse ‘Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse
ben de Aleviyim de’ dediler. Bu olmaz dedim. Önce kendi kafana göre bir Alevilik tanımı yapacak, sonra bu tanıma göre Alevi olduğunu söyleyeceksin. Olmaz.
Kimsenin kimseyi tanımlama hakkı yoktur. Bir Alevi kendini nasıl tanımlıyorsa öyledir.”

Madımak‘ta ölenlere gözyaşı döken bir İmam Hatipli O
Bırakınız şu “gardrop Atatürkçülüğünü” ve “gardrop Müslümanlığını”!..
Ben hiç orada değilim. Yazmalıyım:

Uğur Dündar geçen yıl Halk Arenası programına Abdüllatif Şener’i davet etti.
Yanında gencecik, başı açık güzel bir kız vardı. “Asistanınız mı” diye sordu.
Başı açık genç kızın adı, Elif Şener’di ve Abdüllatif Şener’in kızıydı.
Şaşırdınız mı; hiç şaşırmayınız; bu Türkiye gerçeğidir.
Bakınız…
Dindar Bedirhan Şener’in kızı Fatımat’ın da başı açıktı; bir Cumhuriyet öğretmeniydi.
Abdüllatif Şener’in diğer kızı Beyza ise başörtülüdür.
Halk Arenası bitti; Elif Şener Uğur Dündar’a, “Sizi çok seviyorum, nikah şahidim
olur musunuz?” dedi. Bu “nikah” Çankaya Köşkü’ne yakışmaz mıydı?

  • Devreye Cemaat ve Abdullah Gül girdi;
    Ekmeleddin İhsanoğlu aday yapılıverdi.

Türkiye sahipsiz değil, hepsini yazarız…

NOT: Bilgilerin bir bölümünü meslektaşım Çiğdem Toker’in
“Adım da Benimle Büyüdü” kitabından aldım.

Özelleştirmeden Vazgeçin!

Dostlar,

Size arşivimizden bir yazı sunmak istiyoruz..
17 Aralık 2013’te patlak veren gelmiş geçmiş belki de en büyük Devlet soygunlarından birinde, ülkemizin milyarlarca Dolar tutan servetinin birkaç namussuz tarafından
hiç edildiği izlendi. Görünen o ki, şebekenin içinde bakanlar hatta Başbakan da var..

Bu yolsuzlukların temel zemini ise adına “özelleştirme” denen talan sürecidir.
Mümtaz hoca bu sürecin engellenmesi için çok anlamlı savaşımlar verdi.
Kimilerini 10-15 yıl erteletmiş oldu.

Türk yargı tarihinde ilk kez, Anayasa Mahkemesi’nin “Yürütmeyi Durdurma” kararı vermesini sağladı. Dava dilekçesi hukuksal olarak öylesine güçlü idi ki,
Anayasa Mahkemesi tersini yapamadı.

Bir de KİGEM’i (Kamu İşletmelerini Geliştirme Merkezi) kurdu
(sonra Vakfa dönüştürüldü), kamu kurumlarının da iyi işletildiğinde kar edebileceğini gösterme çabası sergilendi..

AKP hükümeti 14 .11.2002’den bu yana 10 yıl 3 aydır iktidarda. Doğrudan
Maliye Bakanı Mr. Mehmet Simsek, artık satacak kamu malı kalmadığını itiraf etti. Mümtaz hocayı dinleyen olmadı. Geldiğimiz yeri görüyoruz.. Bir başka ağır ve tehlikeli ekonomik bunalımın pençesinde Türkiye. Üstelik salt ekonomik bunalım da değil.. Ahlaksal, politik, yönetsel hatta stratejik bir bunalım..

Mümtaz hocamıza tüm yaptıkları için şükran borçluyuz. O’nun bilgece önerilerini dinlemeyenler ülkemize onarımı olanaksız zarar vermeyi sürdürüyorlar ne acı ki..

Söz konusu yazı aşağıda..

Sevgi ve saygı ile.
10 Şubat 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

================================================

Vazgeçin !

IM000751.JPG

 

MÜMTAZ SOYSAL
Cumhuriyet – 21/11/2003

 

 

BU ÇAĞRI Türkiye’nin bütün partilerinedir.
En başta da, şimdiki iktidar partisine.
Evet, özelleştirme sevdasından vazgeçmek gerekiyor. Bu yüzden devletin ve halkın gördüğü zarar, artık katlanılmaz ölçülere vardı. Kaybedilen zamana ve boşa giden emeklere yazık. Hukuka verilen zarar da cabası.
Bu gidiş mutlaka durdurulmalıdır.
Son olarak, Ankara 8. İdare Mahkemesi, Tekel’in iki ayrı şirket durumuna sokulan
içki birimini ihaleye çıkarma işlemine ilişkin olarak yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Oysa ihale yürütülmüş ve blok halinde satışta alıcı belirlenmiştir.

Şimdi ne olacak?

Bölge mahkemesine başvuru, ihaleyi sudan ucuz bedelle kazanan şirketin tepkisi,
işçilerin bitmeyen bekleyişleri, üretimin aksaması, boşa geçen günler.
Sonra, mahkeme kararı üzerine, Özelleştirme İdaresi’nde Petkim’le birlikte Tekel’in satışıyla da uğraşan Başkan Yardımcısı’nın görevinden uzaklaştırılması.
Bu kargaşa ne ilk, ne de son olacağa benziyor. Ama son olmalı.

  • Özelleştirme sevdasının bu ülke ekonomisine zerre kadar yararı görülmedi.

Rakamlar, özelleştirme yoluyla Hazine’ye girmesi gereken paranın,
neredeyse lirası lirasına, özelleştirme için yapılan ödemelere gittiğini ortaya koyuyor:

Özelleştirme İdaresi’nin iç harcamaları, uzman, danışman ve ilan giderleri, satılanların devrinden önce borçların ödenmesi, başlamış yatırımların tamamlanması, işçi tazminatları…

Üstelik, Et ve Balık Kurumu ile Süt Endüstrisi Kurumu’nun yok pahasına satışıyla
Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’da hayvancılığın ölmesi, otlakların boşalması. Orüs işletmeleri satılınca orman ürünlerini değerlendirmenin ve orman köylüsüne iş bulmanın sona ermesi.
Büyük kentlere akan göçler…

Cumhuriyetin dev kuruluşları olan Etibank ve Sümerbank’ın darmadağın edilişi, binlerce işsiz, halk yığınları için gitgide pahalılaşan temel ürünler, açıkgözlerce kapışılan ve
betonla doldurulan arsalar.

Deniz Nakliyatı AŞ gibi uzak limanlara düzenli yük seferlerini sağlayan bir kamu kuruluşunun ve Petrol Ofisi gibi muazzam bir dağıtım şebekesinin elden çıkarılışı, ödenmeyip ertelenen taksitler.

Sıra, Tekel’le başlayarak Petkim, Tüpraş, Türk Telekom, Milli Piyango ve Türk Hava Yolları‘na, büyük gelir getiren kuruluşlara gelmiştir. Daha da iyi yönetmek,
yeni yatırımlarla daha çok gelir sağlamak mümkün değilmiş gibi.

Özelleştirmenin on beş yıllık geçmişi bilindiğine ve geleceğini tahmin zor olmadığına göre, başka yanlışlara, büyük zararlara yol açmamak ve bu sevdadan vazgeçmek aklın gereği değil midir?

Yoksa, akıllar da mı satılmıştır?