Etiket arşivi: Mine G. Kırıkkanat

Nasreddin Hoca’nın mührü

Mine G. Kırıkkanat
Mine G. Kırıkkanat
kirikkanat@mgkmedya.com
 
09 Nisan 2023, Cumhuriyet

 

Yıllar önce, Yüksek Kaldırım yokuşunda Nasreddin Hoca hakkında Fransızca bir kitap bulup aldım. Yazarı Jean Paul Garnier, 1958 basım tarihli kitapta hem hocanın pek bilmediğim yaşamına ışık tutuyor, hem de öykülerini gençlik, erişkinlik, bilgelik dönemlerine göre sıralıyordu.

Meğer Balkanlar’dan Moğolistan’a kadar ünü yayılan ve Türkçeden başka Rusça, Sırpça, Arapça, Yunanca vb. dillerde okunan Nasreddin Hoca hakkında, “hoca” sözcüğünden türeyen Goha başlıklı bir roman bile varmış! Ve benim kitabın yayımlandığı 1958 yılında, Fransız yönetmen Jacques Baratier’nin sinemaya aktardığı, Claudia Cardinale ile Ömer Şerif’in rol aldıkları Goha filmi, Cannes Film Festivali’nde ödül almış…

Nasreddin Hoca, babası Hortu köyü imamı Abdullah Efendi’nin ölümünden sonra, yeni imam Molla Mehmet gelene kadar köye imamlık yapar. Oysa aklı fikri Akşehir’e dönüp, değerli hocalardan aldığı eğitimini sürdürmektedir.

İSTEKSİZ EVLİ, ZORLA İMAM

Nasreddin, Hortu’daki imam vekilliği sürecinde anası Sıdıka Hanım’ı şefkatle sarmalar, ama onu “Bana görünme de kime görünürsen görün” öyküsünün esin kaynağı ilk eşiyle evlendiren köy ahalisine fena diş biler. Dolayısıyla, imamlıkta kendisini yormamaya kararlıdır.

Bir cuma günü, hutbeye çıktığında sorar: “Ey cemaat, hangi konuda vaaz vereceğimi bilir misiniz?” Ehli müslim, “Bilmeyiz” diye yanıtlar. Hoca, “Öyleyse size anlatmak uzun sürer” deyip kürsüden iner.

Ertesi cuma, yine hutbeye çıktığı kürsüden, aynı soruyu sorar. Ama cemaat, bu kez hazırlıklıdır. Ahaliden bir avazda, “Biliriz!” yanıtını alan imam Nasreddin; “Öyleyse vaaza gerek yok” deyip yine evine döner.

Bir sonraki cuma, ehli müslim düşünmüş, taşınmış, kurnazlaşmıştır. Aynı soruya, “Kimimiz biliriz, kimimiz bilmeyiz!” yanıtını verirler.

“âlâ!” der, Nasreddin Hoca. “Öyleyse bilenler bilmeyenlere anlatsın!” Ve yine kürsüden inip, evine döner.

NEYİ İYİ BİLİRDİNİZ?

Nasreddin Hoca’nın öykülerini bilsin bilmesin, herkesin belleğine “Bilenler bilmeyenlere anlatsın” sonucuyla bir özdeyiş olarak kazınan bu zekice fıkrayı; önümüzdeki ay yapılacak iki seçimi düşünürken yine anımsadım.

İmam değilim, imanlı bile değilim, mizahta Nasreddin Hoca’nın tırnağı olamam, ama yine de sormak isterdim halkımıza, hem de çok:

  • “Ey ahali! 14 Mayıs Pazar günü, eline verilen pusulalarda kime ve neye evet mührünü basacağını gerçekten biliyor musun?”

Türkiye, laikliğin en azından mahkeme önünde geçerli olduğu geçmişinde, kesintili de olsa demokrasiyle yönetilen biricik Müslüman ülkesiydi. Son yirmi bir yılda laikliğiyle birlikte demokrasiyi de yitirdi.

Ey ahali!

İşte İslam dünyasının hali: İster zengin olsun ister yoksul, hiçbir Müslüman ülkesinde çağdaş eşitlik yok, huzur yok, özgürlük yok, yurttaş bilinci yok, çünkü demokrasi yok.

İYİ BUYSA, KÖTÜ NE?

  • Binlerce kişiyi öldüren Hizbullah katillerini serbest bırakanı mı cumhurbaşkanı yapacaksın yine? Yoksa bu cinayet örgütü kurucularını, üyeleri ve savunucularını mı milletvekili seçeceksin, pusulaya basacağın mühürle?

Kadınlara, çocuklara, hayvanlara, hatta eşyalara tecavüz edeni, döveni aklayan; öldüreni koruyan tarikatlara, cemaatlere mi geçit vereceksin yine?

İnşaat ihalelerinden vurgun vuran Menzil’cilere, camide imam recmeden İsmailağa müritlerine mi teslim olacaksın?

Gözleri sürmeli çakma şeyhler Maybach konvoylarıyla ilerlerken sen onların elini eteğini öpmeye, kapılarının önünü süpürmeye mi gerileyeceksin?

Keşke tüm imamlar Nasreddin Hoca gibi olsaydı ama değiller…

Çocuklarını gerçekten seviyor musun, ey ahali?

Sana Doğu’nun “Her şey Allah’tan” kaderciliğini satıp, çocuklarının zekâsını 1300 yıllık hurafelerle tıkarken; kendi çocuklarını Batı’nın en iyi okullarında okutan, Londra’larda, New York’larda yaşatan ve parasını da senin etinden, sütünden, ekmeğinden çalan din tüccarlarına hâlâ mı güveniyorsun?

KULLUK KURBANI ÇOCUKLAR

Bu ülkede orduyu ve adaleti birlikte devirdikleri ortağıyla papaz olunca;

  • Bak senin yoksul ve suçsuz Harbiyelilerin hapislere atıldı.
  • Bak, senin 20 yaşındaki asker oğlunun kellesi kesildi sokaklarda…
  • Suçluların hepsi dışarıda.
  • Türkiye, artık uyuşturucu trafiğinin küresel bir kavşağı.

Her ay bankamatik hesabına yatan birkaç yüzlük, binlik sosyal yardımı alıyor, bu değirmenin suyu nereden gelir diye sormuyorsun, anladık. Peki ya çocukların? Onların nasıl müptela olduklarını, kafa yapan ucuz haplara nasıl kolayca ulaştıklarını da mı merak etmiyorsun?

Ey ahali!

  • Kurnazlık sandığın bu cehalete, daha ne kadar kul olacaksın?

Barbarlık ve gaddarlık

Mine G. Kırıkkanat
Mine G. Kırıkkanat
kirikkanat@mgkmedya.com
26 Şubat 2023, Cumhuriyet

Uygarlığın karşıtı barbarlıksa eğer, uygarlık ile barbarlık arasında saymakla bitmeyecek farklar olmalıdır. Ancak uygarlığın barbarlıktan yola çıktığı ya da -bizim son 21 yılda yaşadığımız gibi- uygarlıktan barbarlığa dönüldüğü düşünülecek olursa; iki olgu arasındaki fark, değişik olmak anlamında değildir. Temeli aynı bir durumun evrimi içinde beliren aykırılık biçiminden anlaşılmalıdır.

Gereksiz konulara nedense epeyce kafa yoran biri olarak, uygarlıkla barbarlığı ayıran en önemli özelliğin, “ölüm” karşısındaki tutum olduğunu düşünmüşümdür hep.

Uygarlık yaşama saygı duyar ve yüceltir, ölümden korkar ve önlemeye çalışır. Barbarlık ise yaşam ve ölüme hayvan içgüdüsüyle yaklaşır. Yaşamak için çok kolay öldürür. Hatta yaşamak için olmasa da öldürür. Öldürmek, yaşamın bir parçasıdır, barbarlıkta.

Öldürmek kolay olunca, ölmek de basitleşir. Yaşam ve ölüm iç içedir barbar toplumlarda. Birine asılırken ötekinden de pek çekinilmez.

HA TABUT HA TAHT!

Yıllardır yaza yaza doyamadığım, gerçek bir tarih öyküsünü sizlerle yine paylaşmak istiyorum:

1888 yılında idamların elektrikle olmasına karar veren New York ilinin ihale çağrısı üzerine, elektrikte doğru akımı bulan Thomas Edison ile alternatif akımı bulan Nikola Tesla elektrikli iskemle icadında yarışa girdiler. Edison haliyle doğru akımla idamın daha kolay olacağını savunuyordu, Tesla ise alternatif akımla. Tabiidir ki ikisinin de yaklaşımı “hümanist”, yani mahkûmun en hızlı, en acısız biçimde ölümünü sağlamaktı!

Sonuçta ihaleyi George Westinghouse’un desteklediği Nikola Tesla’nın alternatif akımlı projesi kazandı, üretim lisansını Westinghouse şirketi aldı.

Düşünün ki ilk elektrikli iskemle ahşaptı ve 1890’da yapılan ilk infazda, idam mahkûmu William Kemmler; 1000 voltla ölmeyince 2000 voltla ikinci kez şoklanmak, dakikalarca can çekişmek ve öteki dünyaya önden gönderdiği karısının yanına, kebap halinde intikal zorunda kaldı.

Ama bu durum ne yetkilileri rahatsız etti, ne de iskemle üreticilerini. Hatta Westinghouse şirketi, Amerikancaya “infaz edildi” yerine “Westinghoused” deyişini yerleştirmek için PR çalışması yaptı, ama tutturamadı.

Tüm dünya basınının ilgiyle izlediği yeni tür idam ve infazı, 1889’da Habeşistan tahtına oturan “imparator” İkinci Menelik de duymuştu. Menelik’in sonradan Etiyopya diye anılacak ülkesinde durum çok karışık ve çok insan öldürmek gerekiyordu. Yepyeni bir aletle kansız infaz, iyi gösteriş olurdu. Westinghouse’a hemen iki elektrikli iskemle sipariş etti, Menelik. İskemleler heyula gibi geldiler ABD’den. Menelik ve saray erkânı, görünüşlerinden çok etkilenmişlerdi.

Artık nasıl çalıştırmaya kalktılar, üstüne kimi oturttular da ölmedi bilemiyorum; ama sonunda Menelik ve adamları iskemlenin durup dururken infaz yapmadığını anladı. Aletin çalışması için elektrik gerekiyordu, oysa Habeşistan’da henüz elektrik yoktu! Bu arada, iskemlelere dünya kadar para ödenmişti. Menelik, adamlarına emir verdi: İskemlelerden biri Westinghouse’a geri gönderilecek, ikincisini ise kendisi… taht olarak kullanacaktı.

Böylece krallar kralı Haile Selasiye’ye kadar, hatta bir süre daha Habeşistan İmparatorluğu’nun iktidar tahtı, bir elektrikli iskemleydi, sevgili okurlarım…

İKTİDAR İÇİN ÖLMEK!

Kanlı iç çekişmeler sonucu Haile Selasiye’nin yetkilerini elinden alan Marksist Leninist Yüzbaşı Mariam Mengistu da ilginç bir karakterdi. “Cüce” lakabıyla anılan ve kısa boyunu gizlemek için topuklu ayakkabılar giyen Mengistu; kukla imparator Haile Selasiye’nin akrabası tüm erkekleri öldürttü, haremini de sarayın yedi kat dibindeki zindanlara tıktı. Mengistu, yetkisiz imparatorun 1975 yılındaki ölümü (ya da katlinden) sonra Haile Selasiye’nin cenazesini; üstünde tepinmek ister gibi saraydaki çalışma masasının altına gömdürdü. Ve yıllarca, bir mezarın üstünden yönetti Etiyopya’yı…

Gördüğünüz gibi, uygarlık yolunda ilerlemeye çalışan barbar toplumlarda ölümle iç içe yaşamak iktidarları rahatsız etmiyor.

Galiba iktidar için ölmeye hazır olmak, iktidar için öldürmeyi de göze almak demek.

Barbarların “ölümüne iktidar” tutkusu, ölenlere ilgisiz, can kaybına duyarsız olmalarını sağlıyor ve hatta katliam gibi afetleri de olağan kılıyor. Barbarlar, işte böyle gaddarlaşıyorlar.

Bir yıldız kaydı, bir Mümtaz söndü…

Bir yıldız kaydı, bir Mümtaz söndü…

Cumhuriyet, 17.11.2019
Yıllar yılı, “yaşamda hiçbir şey raslantı değildir” saptamasını insanları kadere inandırmak için uydurulmuş evrensel bir basmakalıp olduğunu düşündüm. Ama yazmaya başlayacağım yeni romanım için geçmişe dönüp baktığım bugünlerde, artık yanıldığımı anlıyor; her insanın olaylara yön vermek için gösterdiği çabanın ötesinde belli bir kaderi olduğuna, özellikle de yaşantısına çok belirgin ölçüde şans varlığı ya da yokluğunun yön verdiğine inanıyorum. Yaşamda hiçbir şey raslantı değilmiş, evet.

Ve kader, henüz ne gazeteci, ne de yazarken, “hiç kimse”likten ibaret anlamsız varlığımın karşısına çıkardığı insanlarla geleceğimin, epeyce ters düğümlü haraşo ağlarını örüyormuş… Sevgili, aziz dostum Mümtaz Soysal’la yollarımız ilk kez 12 Eylül 1980 akşamı kesişti.

Tahmin edebileceğiniz olağanüstü koşullarda gerçekleşen bu karşılaşmayı uzun yıllar kendime saklayıp Milliyet’in 8 Mayıs 2005 tarihli sayısında ilk kez şu sözlerle andım:

An, tarihi bir andı: 12 Eylül 1980! Sosyalist Parti henüz muhalefetteydi ve müstakbel Cumhurbaşkanı Mitterrandın ‘kültür adamı’ imajını yaratan, en sadık adamı Jack Lang, Akdeniz ülkelerinden çağrılan yazar ve sanatçıları Marsilya’da tarihi bir ‘keşişhane’de buluşturan toplantıyı düzenlemişti. Türkiye’den davetli Yaşar Kemal, Mümtaz Soysal, Çetin Altan ve davetsiz konuk bendeniz, 12 Eylül darbesini, üç gün krallar gibi ağırlanacağız diye gittiğimiz şatoya vardığımızda öğrendik. Tabii ki ağzımızdan burnumuzdan geldi o üç gün ama benim için unutulmazdı… 

Dönmek zor, kalmak imkânsız

Cep telefonu daha icat edilmemişti. Brüksel’den Marsilya’ya uçan Mümtaz Soysal, Paris’te birkaç gün geçirdikten sonra yola çıkan Yaşar Kemal ile Montpellier üzerinden avdet eden Çetin Altan ve ben, 12 Eylül darbesini tam olarak Marsilya yakınlarındaki Aix En Provence’ta düzenlenen toplantıya varınca, çevremizi saran gazetecilerden öğrendik. Basın, doğal olarak üç ünlü Türk aydının darbe hakkında, tercihen olumsuz görüş bildirmesini bekliyordu. Benim için ileride ders olacak anlardan biriydi.

Henüz buluşan Mümtaz Soysal, Yaşar Kemal ve Çetin Altan sanki sözleşmişcesine, gazetecilere kendi aralarında toplantı yapmadan konuşmayacaklarını bildirdiler. Nasıl konuşsunlar? Üçü de eninde sonunda Türkiye’ye dönmek zorundaydı. Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal durumu… Şatonun bir salonunda toplandık. İlk iş televizyonu açmak oldu. Tüm ekranlarda, hiç unutmuyorum, Türk askerlerinin yalnızca ayaklarını, rap rap yürüyüşlerini gösteren bir fon üzerine darbe haberi vardı. TSK’nin darbeci gelmişi, geçmişi sıralanıyordu.

Elbette ki hiç ses çıkarmadan izlediğim üçlü görüşmede, diplomasi ve hukuk dilinin yanı sıra Fransızcaya en hâkim Mümtaz Soysal’ın sözcü olmasına, ondan başka kimsenin konuşmamasına karar verildi ve Fransız basınına, hemen o gece bir basın toplantısı yapılacağı tebliğ edildi.

Konuşarak susan sözcü

Üç ünlü Türkün darbe hakkında ne söyleyeceğini dinlemek isteyen o kadar çok Fransız gazeteci vardı ki, basın toplantısı Aix en Provence’ın antik açık hava tiyatrosunda yapıldı. Yaşar Kemal ile Çetin Altan’ın ilk sırada oturduğu tiyatroda, Mümtaz Soysal sahneye kurulan kürsüye çıktı. Toplantıyı, yukarıdaki sıralarda, uzun yıllar sonra meslektaşları olarak aralarına katılacağım Fransız gazetecilerle birlikte izliyordum. Ve hayatımın bir büyük dersini daha, Mümtaz Soysal’ın olağanüstü Fransızcasını tüm haşmetiyle sergilediği “çok konuşup hiçbir şey söylememek” konulu uzun söyleviyle aldım!

Viran olası cinnet vatanda evlad ü ıyal vardı. Cehennem de olsa dönülmese olmaz diyardı, Türkiye. Canım Mümtaz Hoca, lafı lafta öyle bir boğdu ki, dinleyen gazetecilerden hiçbiri bizim üç büyük Türk darbeye karşı mı, yandaş mı, TSK’yi övüyor mu, sövüyor mu, kesinlikle anlamamıştı. Hatta yanımda oturan gazeteci, uzun söylevin sonunda bana dönüp “Yani şimdi ne dedi” diye sordu. Tabii ki cevabım, epeyce eğlenerek “Fransızca konuştu, anlamışsınızdır!”dan ibaret oldu. Mümtaz Hoca, gazetecilerden soru almayı reddedip indi kürsüden.

Vatana sarsılmayan bağlılık

Aradan altı yıl geçti. Bilbao’dan Cumhuriyet’e geçtiğim haberlerle gazeteciliğe adım atmıştım. Bir gün telefon etti, yazılarımı beğendiğini söyledi, kutladı. Gözümde bir ilahtı. Çok sevindim, arada telefonla konuşmaya başladık. Dostluğumuz Fransa muhabiri olduğumda pekişti. Sık sık geldiği Paris’te, illa ki Büyük İnsanlar* otelinde kalırdı. Otel, Fransa’ya hizmet etmiş “büyük insanlar”ın anıt mezarı Pantheon’a bakıyordu.

thiş bilgisini karşısındakini ezmeden aktaran soylu bir inceliği, nüktedan ve kıvrak bir zekâsı vardı. Paris sohbetlerimizden değerli anılar edindim. New York’ta bile yollarımız kesişti! Belki bir gün, onları da anlatırım.

Anayasa Profesörü ve diplomatik deha Mümtaz Soysal, bu ülkeye sarsılmaz bir bağlılıkla hizmet etmiş “Büyük İnsanlar”dan biridir. Büyük saraylara doymayan Türkiye’nin bir Pantheon’u olsa, oraya gömülmeyi fazlasıyla hak eden “Büyük İnsan”dır. Belki bir gün hakkı teslim edilir, kim bilir?

*Hotel des Grands Hommes      

Çakma Mehdi, hakiki DNA

Cumhuriyet, 29.07.2018

Adnan Hocacı mafyanın ilk büyük vurgunu, kuşkusuz örgütün en azılı elemanlarından olup kardeşini ve yeğenini de dahil eden Oktar Babuna’ya hiç de gerekmeyen ilik nakli için 1999 yılında bir stadyum dolusu binlerce gönüllüden toplanan kan örnekleri oldu. 
O yıllarda Milliyet’in Paris muhabiri ve Radikal yazarıydım. İyi yetişmiş zengin aile çocuklarını sahte mehdilik, hakiki fuhuş tuzağına düşürmesiyle tanınan Adnan Hoca’nın, sandığımızdan çok daha organize bir suç örgütü olduğunu 160 bin donörün arasından 120 bin örneğin seçildiği kan bağışı kampanyasıyla öğrendim. 
Düzmece uyum testleri için ABD ve Almanya’ya gönderilen bu kan örneklerinin akıbeti, o gün bugündür resmen meçhul… 
Ancak gayri resmi bir tahmin zor değil: Yıllık cirosu 17 milyar dolarlık küresel kan ticaretinin yüzde 70’ini ABD gerçekleştirirken; bu kanın plazmasını ayırarak kanser ilacı yapımında kullanan dört dev firma Big Pharma, Octopharma, Baxter ve Grifols, ciroyu da dörde katlıyor. Ama bir o kadar kazanç da toplumların pek çok yönelimini açığa çıkaran DNA ticareti üzerinden sağlanıyor. Düşünün ki DNA ayrıştırıcı teknik donanım üreten birkaç şirketten yalnız birinin, “DNA’nın Google’ı” namıyla tanınan ve İllumina gibi veciz bir adı olan ABD’li firmanın borsa değeri 25 milyar dolar!
***
Adnan Hocacılara yapılan son polisiye operasyon, mafyanın ABD’de yerleşik mensubu Ferit Erden Rahvancı’ya ait Pinner-Test şirketi üzerinden kan ticaretini kesintisiz sürdürdüğünü ortaya çıkardı. Düzmece alerji testleri gerçekleştirmek için bazıları pek ünlü kişilerden toplanan ve sonuç raporları ya hiç gelmeyen ya da uyduruk binlerce kan örneğinin akıbeti de farklı değil: Adnan Hoca mafyası, kanını vereni alerji testi yapılacak diye dolandırırken aynı kanı büyük olasılıkla Amerikalı DNA laboratuvarlarına satarak kazancını ikiye katlıyordu! 
Bu alerji testi tezgâhının mafyaya ait A9 kanalında Adnan Hocacı doktorlar Oktar Babuna ve Ahmet Günay tarafından yapılan propagandası, (nedense?) YouTube’da hâlâ dönüyor: https://www.youtube. com/watch?v=8amHhm2F5ds
Casusluk, salt devlet sırlarını yabancılara satmak değildir. Günümüzde, Adnancı mafyanın çaldığı kanla yaptığı ticaret ve DNA kaçakçılığı da uluslararası jargonda sağlık sanayii casusluğudur! Ve Adnancıların ilaçtan tarıma pek çok sektöre hizmet eden sağlık sanayii casusluğunu engellemek, ABD ile mücadele demektir!
***
Üstelik bu mafyanın ABD ile bağlantısı, salt sanayi casusluğu değil. Adnan Hocacılık, tıpkı FETÖ gibi fikir temelinde de Amerikalı olup, Amerikan yardımıyla beslenip büyütülmüştür. Her iki örgütün Ergenekon, Balyoz, Deniz Kuvvetleri’ndeki casusluk davaları gibi kumpas davalarda ve zaten şantaj kasetine dayalı tüm kumpaslarda el ele çalıştığı unutulmamalıdır. Çakma kanıtları Adnan Hocacı teknisyenler üretip koymuş, FETÖ’cü yargı mensupları da bulmuş gibi yapmışlardır. 
Adnan Hoca mafyasının ABD ile “inanç birlikteliği”ne dayalı fikir, yani dini yönlendirmesine gelince… 
2000’li yılların başında,Türkiye’de Erbakan tayfasının Darwin’i karalama gayretine bakarak eğitimde dinci yaratılış safsatasının dayatılacağını anlamıştım. Uzunca bir süre, Evrim teorisini savunan çok sayıda makale yayımladım. 

2005 yılında, internette adıma 10’dan fazla site açıldığını farkederek şaşırdım!
“minegkirikkanatacevap. org”“g-kirikkanat.com”,
“minekirikkanatacevap.wordpress.com”
gibi adreslerle açılan bu sitelerin bir süredir Harun Yahya’lığa soyunan Adnan Oktar tayfasının marifeti olduğunu anlamakta gecikmedim.
***
Değerli dostum ve avukatım Dr. Başar Yaltı, siteleri kapattırmak için harekete geçti. Ama siteleri kuran ve yönetenlere ilişkin araştırmaları, sahte isimlere, sahte şirketlere ve posta kutularına çıkıyordu. 
Adnan Hocacılarla girdiğim ve yıllardır süren hukuki boğuşmada, bu siteler hâlâ kapatılmadı, hâlâ aktif! 
Zaten Adnancı mafyaya yönelik kapsamlı operasyonda, mal varlığına el konulduğu gibi hiç olmazsa şimdiden örgüte ait tüm internet sitelerinin de kapatılması beklenirdi ki, bu da yapılmadı. Adnancılar içerde, ama bilişim dünyasındaki varlıkları sürüyor! Bu mafya gerçekten bitirilmek isteniyor mu? Emin değilim. (Devamı haftaya…)

Mağdur biziz, gaddar siz!

Mine G. Kırıkkanat

Mağdur biziz, gaddar siz!

Bu ülkede, demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde yoksulların hayal bile edemeyeceği bir fırsat eşitliği vardır. Yırtık ayakkabılı, paltosuz, yarı aç çocuklar kilometrelerce yürüyerek okula gider ve başarırlarsa; en iyi üniversiteleri kazanabilir, mühendis olur, doktor olur, işadamı, hatta politikacı olur, Meclis’e girer, başbakan seçilir, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna bile oturabilir ve kimse, kimse, onlara “Sen kimsin ki bu mevkilere yükselebildin” demez, aşağılamaz, küçük görmez, aksine başarısını takdir eder, saygı gösterir.
Askeri okullardan zengin çocukları değil yoksul çocukları subay çıkar, kurmay olurlar, general olurlar ve Genelkurmay başkanlığına da yükselebilirler. Oysa demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde, ancak karnı tok, sırtı pek ailelerin çocukları parlamentoya girmeyi hayal edebilir ve yalnız varsıl çocukları, o da öyle rastgele değil, aile geleneği olarak general, orgeneral ve Genelkurmay başkanlığını hedefleyebilir…

***
Bu ülkede, o ülkelerde hayal bile edilemeyecek bir sınıf eşitliği vardır. Daha doğrusu sınıf yoktur; hatta çoğu kez haksızlığa yol açacak bir ayrımsızlıkla, hiç olmamıştır! Sırtına dengini vuran kente gelir, kamu arazisine gecekondusunu kurar, çoğalır, seçim vakti gelince zorbaya salt yoksul diye hiç hak etmediği bedava devlet tapusu verilir, suyu, elektriği çekilir, yolu yapılır. Tapuyu müteahhide satınca yasalara uyan yurttaşlardan çoook daha zengin olur, üstüne bir de müteahhit olur ya da politikaya atılır; kendisi talandan geldiği için ormanları, suları, madenleri, dağları taşları yağmalar, kentleri betona boğup yaşanmaz hale getirir ve çoğu kez toplumdaki iyi kötü yerini, yaşam kalitesini hak ederek kazanmış dürüst yurttaşlardan daha fazla saygı görür.
***
Bu ülkede 15 yıldır, ezici çoğunluğu işte bu övülesi fırsat eşitliğinden ve yerilesi, çünkü hakkaniyetsizliğin ta kendisi sınıfsızlıktan yararlanan AKP’liler iktidar. 15 yıldır her seçimde “mağduruz da mağduruz” edebiyatıyla ağlaya zırlaya merhamet topladılar; yediler, içtiler, semirdiler, geldikleri yeri unutmak isteyecek kadar ego şişkinliğine eriştiler. Sözümona mağduriyetleri, cami yokluğu, imam yokluğu, İHL eksikliği ve din özgürlüğü değildi, olamazdı, çünkü kendileri mebzul miktarda var olan bu kurumlarda yapılanmışlardı. Dolayısıyla sadece ve sadece kadına bizzat biçtikleri bacağını kır, evinde otur, çocuk yap, kocandır döver, ama sana itaat düşer rolü için elzem olan başörtüsü yasağından ibaretti.
Önceleri, “Benim başörtülü bacımı okutmadılar” diye ağladılar. Ama iktidar olunca kaldırdıkları başörtüsü yasağı, üniversitelerde kız öğrenci oranının artmasını sağlamadı. Aksine, başörtüsü anaokullarına dek indi ve sapık adamlara peş keş çekilen çocuk gelinler skandal boyutlara ulaşırken, kadın cinayetleri %1400’e katlandı.
***
Sonraları, “Benim başörtülü bacıma saldırdılar” diye zırladılar. Belinde zincirler şakırdayan deri pantolonlu adamların bacının üstüne işediğini anlattılar ballandıra ballandıra.
Fantezi müthişti. Yalan çıktı.

Ama iktidarları, ihale ulufesi dağıttıkları yamuk yumuk cüdamların dört “karı”yla fantezi yaşamalarına yaradı… Mağduruz diye sızlanarak yüklerini ve birbirlerini tuttular,
memleketi yağmaladılar, doymadılar. Yegâne mağduriyetleri, topladıkları ganimeti nereye istifleyeceklerini artık bilemiyor olmaları.

Çünkü dünya onlar için güvenli bir yer değil, artık. Çünkü elbette Suudi Arabistan ya da Pakistan’da değil, ABD’de okuttukları çocuklarıyla, torunlar için en azından İtalya’yı falan şavulluyorlar, ama o dünya artık onlara kapalı. Çünkü mazlumuz diye ağlaya zırlaya,
zalime dönüştüler. Üstelik orada burada alay konusu olacak kadar, kuşkusuz zevkleri kadar
sığ, rüküş, gülünç ve bir o kadar kaba zalimlere…
***
Ama asıl vahimi, fırsat eşitliğini yok etmeleri ve ayrımcılık yaratmaları oldu.
Bu ülkede artık onlar ve biz varız. Onlar zalim ve zengin, biz her dem mazlum ve mağduruz.
İhalelerden men edilenler, bizim işadamlarımız. İşinden atılanlar, bizleriz. Sokaklarda dövülenler, öldürülenler bizden. Hapse atılanlar bizim eşlerimiz, babalarımız, dostlarımız.
Ama her baskı rejiminin ezdiği bizler, mazlumuz diye ağlamayacak, mağduruz diye merhamet dilenmeyecek kadar mağrur; gaddarın zulmünden korkmayacak kadar cesuruz!

  • HAYIR diyoruz, kazanacağız.