Etiket arşivi: Siyasal etik

ÇAĞIMIZDA DİNLER YA DA DİN BENZERİ DUYGULAR NİÇİN SİYASETE ALET EDİLİR?

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Dincilik, ırkçılık, mezhepçilik, tarikatçılık, cemaatcılık, bölgecilik, cinsiyetçilik… gibi olgular ve duyguların gündelik siyasete alet edilmesinin temelinde, iktidar partileri için, kendi partilerinin toplumun tümüne sundukları toplam ekonomik, hukuksal, sosyal… kamusal hizmetlerin yetersiz ve adaletsizliği vardır. Muhalefet partileri açısından da halkın gerçek temel gereksinmelerini karşılayabilecek inandırıcı, çözüm üretici ve tatmin edici (doyurucu) yeterli ve etkin bir program üretememelerinden kaynaklanmaktadır.

Kısacası siyaset dinciliği ya da dinin siyasete alet edilmesi çağımızın ahlak ya da siyasal etik kurallarından sapmadır. Etik dışı kolaycılıktır. Ana nedeni toplumsal sorunlara tutarlı, etkin ve yeterli politika üretimindeki eksiklik, yetersizlik ve tutarsızlıklardır. Kamusal ve insani mal ve hizmet yetersizliklerinin karşılanabilmesi, toplumsal adalet ve barışın gerçekleştirilmesi yerine, başta dinsel duygular olmak üzere, kutsalların araçsallaştırılarak beyinlerin yıkanabilmesi ve siyasal tercihleri değiştirme isteği içindir.

Devleti sultan, din ve siyaset üçgeni ile yönetme ve halkı baskılayıp denetleme biçimleri, teokratik feodal tarım toplumlarından kalan kolaycı ve çağımıza göre, çoktan geride kalması gereken yanlış ve çağ dışı alışkanlıklardır. Çağdaş anayasal hukuk devletlerinde yeri yoktur, olmamalıdır.

Ekonomi, üretim, istidam, paylaşım, eğitim, sağlık, teknoloji, hukuk, adalet, demokrasi, kültür, sanat, iç ve dış toplumsal güvenlik, kardeşlik, sevgi, barış… vb. alanlarda yeterli ve etkin politikalar, kurumlar, araçlar ve inandırıcı davranış ve uygulamalar üretemeyen partiler ve siyasetçilerin akıl, bilim ve teknik projeler yoluyla toplumu ikna etmek yerine, halkın çoğunluk kesiminin manevi inançlarını harekete geçirip aklın ve toplumsal gerçek gereksinmelerin arka plana (düzleme) itilerek duygusal yakınlık kurma yoluyla, partisine ve kendisine zahmetsiz, mali- teknik kaynaksız, çıkar sağlama isteğidir.

Bir toplumda dinsel, feodal, cemaat kültürü ne denli baskın ve yaygın; ayrıca kentleşme, kentlileşme, doğru bireyselleşme, özgürleşme, insan hakları, hukuk, demokrasi kültürü ne denli zayıf, aklın ve bilimin egemenliği de ne denli az gelişmişse, siyasal dincilik ya da siyasal ve ekonomik kazançlar için dinsel duyguların araçsallaştırılması bir o denli güçlüdür.

Dinler, her türlü inançlar ve din benzeri toplumsal kutsal duyguları, siyasetçilerce araçsallaştırmaktan kurtarmanın anahtarı da, özü ve sözü ile benimsenmiş demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin yani yürürlükteki anayasamızın hükümlerine birebir uymaktır.

  • Ayrıca dini dünyevileştirip siyasetin aracı yapmanın en büyük zararı da doğrudan dinin kendisinedir.

Dinin dünya işlerine, siyasete, çıkarcılığa alet edilmesi halkın dini inancını zayıflatır ve dine olan toplumsal saygıyı azaltır.

Bir önemli konu da Türkiye’nin mevcut (varolan) sosyolojik yapısıyla ilgilidir. Osmanlı İmparatorluğu çok dinli, çok etnikli ve çok dilli bir yapıya sahipti. Türkiye’nin sosyo-kültürel ve etnik yapısı Osmanlı İmparatorluğu’nun somut tarihsel ve kültürel mirasıdır (kalıtıdır).
Mikro ölçekte de olsa, halkımız yine çok dinli, çok mezhepli, çok etnikli ve çok dilli yapısını korumayı sürdürmektedir.

Din ve etnisite üzerinden siyaset yapmak ya da dini siyasete alet etmek bazı (kimi) dinsel ve etnik grupları (kümeleri) kayırmak, kimilerini de arka düzleme itip başından ayrımcılık yapmayı kabullenmek anlamına gelir. Böyle bir siyaset biçimi ayrımsız olarak tüm yurttaşların, anayasamızca belirlenen yasalar önünde eşitlik ve laiklik ilkelerine terstir. Üstelik çağdaş demokrasilerin temel ilkelerine de uymaz.

Sosyolojik açıdan, konumuzun başka bir yönüne daha açıklık getirmek gereklidir. Bir toplumdaki adaletsizlik, haksızlık ve kayırmacılıklara olan inançlar arttıkça çeşitli etnik ve dinsel kümeler arasındaki huzursuzluk, gerilim ve çatışma eğilimleri yükselir. Bu tür gelişmeler de siyasal iktidarların yönetim biçimini sertleşme ve otoriterleşme sarmalına sokar. Her yeni siyasal sertleşme yeni toplumsal gerilimlere, her yeni gerilim de yeni siyasal sertleşmelere ve daha katı otoriterleşmelere neden olur. Demokrasiler erozyona uğrama sürecine girer.

Kıssadan hisse :

Siyasetçilerin, siyasal etik dışı olarak, siyaseti din ve devlet işlerine bulaştırmalarının, ilahi, manevi duyguları kötüye kullanılmalarının önlenebilmesi için halkın, gerçekçi ve bilimsel bir eğitimle, siyasal kültür alanında, yeterli bir bilinç düzeyine ulaşmasını gerektirmektedir.

Temel ve kalıcı çözüm; Ulusal Kahramanımız ve Ulu Önderimiz M. Kemal Atatürk‘ün akla, bilime, laikliğe, demokratik cumhuriyete, sosyal devlete ve ayrımsız olarak yurttaşların eşitliğine yürekten inanma ve gereğini yerine getirmeye bağlıdır.

Türkiye’de; din ve din benzeri kutsalları siyaset aracı yapmayacak, toplumun acil (ivedi), ekonomik, hukuksal ve sosyal… sorunlarına odaklanarak; kanaat, yazgı ve sabır önerileri yerine; gerçekçi yeterli ve kalıcı çözüm üretecek, laik, güçlü ve uzun ömürlü, ancak dürüst seçimle gelip yine dürüst seçimle gidecek, halkın tercihleri ve oylarına saygılı bir iktidara ivedilikle gereksinmesi vardır.

  • Oylar kullanılırken;
  • Eski alışkanlıkları ve korku kültürünü geride bırakıp, çok bilinçli ve dikkatli olmak gerekir.

Anayasa, insan, toplum

Bilsay Kuruç
Bilsay Kuruç
Cumhuriyet, 07 Şubat 2022

Anayasa, insan, toplum

Geçen aylarda 21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu, Cumartesi Konferansları’nın arka arkaya dört haftasını 1961 Anayasası’nın değerlendirmesine ayırdı. “1961”, toplumun gelişme, kendini aşma iradesini 20. yüzyıldan 21. yüzyıla açılan bir sistematik üzerine yerleştiriyordu. “Çağın ilerisinde bir anlayışı yansıtıyordu.” (Prof. Fazıl Sağlam). İnsanın haklarını geliştirme ufku ile toplumun ekonomik gelişmesi arasında bağdaşmazlık değil, bütünlük olacağını saptayan bir görüşün eseriydi. Planlama bunun içindi. Merkezinde insan vardı: Yurttaş. Geleceğin insanı da diyebiliriz… Onu öncelikle sahip olduğu temel haklarla tanıyacaktık. Toplum bu olgunluğu hak ediyordu. Konferanslar, anayasa alanının büyük ustaları Rona Aybay ve Fazıl Sağlam’ın konuşmaları ile başladı ve tanınmış bilim insanlarının, hukukçuların katkıları ile zenginleşti. Sonra merak ettik: Hukuk fakülteleri, barolar, hukuk dernekleri içinde hangileri 60. yılında 1961 Anayasası’nı değerlendirmişlerdi? Sonuç hüzün vericiydi: Hiçbiri! (Hukukçu olarak sadece Cumhuriyet’teki yazısı ile Alev Coşkun bunu yapmıştı.) Bugün bu noktadayız. Buradan ilerleyeceğiz…

Biliyoruz, dram 1980’de başladı. Rejim, temel hakları askıya aldı. Sonra anayasayı değiştirdi (1982). Böylece kapitalizmin önünü açtığını görenler şimdi artıyor. Kapitalizmi öğrenmek sadece kitaptan okuyarak olmuyor, yaşayarak öğreniliyor. Son kırk yıl, bununla ağırlaşan dönemdir. Dünya kapitalizmi “son aşaması”na vardıktan sonra büyük kavgalar (dünya savaşları) yaratıp 1945’e eriştiğinde kıyıma uğrattığı milyonlarca insana bakarak, kalanlardan bir “meşruiyet” arama noktasına gelmişti. 1950-80 dönemi, bunun getirdiği bir “güler yüzlü kapitalizm” zamanı oldu. Kapitalizmin şeceresinde müstesna bir dönem! İşçi sınıfına ve reformcu orta sınıfa bizim de 1961 Anayasası ile tanıştığımız temel hakları kazandırdı. Sermaye sınıfı “lahavle çekerek” vergi ödedi, sendikalaşmaya fazla direnmedi, toplumsal refah için çekilen “kırmızı çizgiler”e katlandı.

Ancak, 1960’ların sonu, 1970’lerin başlarında krize girdi ve “Artık tamam!” dedi. “Güler yüzlü” dönemi açmamak üzere kapattı. “Artık devlete vergi değil borç veririm!” diyerek yeni dönemini topluma tebliğ etti. Eskisi gibi vergi yok, toplumsal refah da yok. Temel hakları sendikalaşmadan başlayarak “icabına bakılacaklar” listesine aldı.

Türkiye’de 1980 rejimi adeta “büyük kapitalizm”in bu “büyük çağrısı”nı dört gözle bekliyordu. Türkiye’yi geleceğin “has kapitalizmi” ile tanıştırma misyonunu üstlendi. Takdim yirmi yıl kadar sürdü. 1980’den sonra sahneye çıkanlar kadrolaştılar. Yeni kadroların zengin çeşitlilik içindeki koalisyonlarını seyrettik ve bunlarla 2000’den başlayarak kapitalizmin “reel rejimi”ne girdik. Her şeyi açıklamaya girişmeyelim.

HAK NEDİR?

Dünya kapitalizminin 1990’larını ve 2008’e varan büyük dalgalarını akılda tutalım. Şunu görmek kolaylaşacaktır: Kapitalizm, artık elini kolunu bağlayan “toplumsal refah”tan kurtuluyor. Böylece her yere, her şeye adım atıyor. Ülkelerde demokrasi aramak gibi bir tasası da yoktur. Siyasal etik kitaplardadır. Orada kalsın. Her rejim ile bağdaşılır. Meşrep genişlemiştir.

1990’larda şunu görmeye başlarız: Sağlığı, eğitimi kapsayarak verdiği toplumsal refah haklarını geri alma zamanı gelmiştir. Bunları alıp metalaştıracaktır. Piyasa ürünü yapacaktır. “Gelin, satın alın” diyecektir. Krediyle çalışmakta olan şirketler kesimine şimdi insanı (“hane halkı”nı) ekleyip piyasalara sürebilmesi lazımdır. Yeni senaryo yeni insan ister. Bunu şekillendirebildiğimiz ölçüde kâr potansiyelinin nasıl arttığını göreceğiz.

2000’den sonra, hiçbir kalın, kara kaplı, ciltli kitapta “hak” olarak yazılmasa da artık bir temel hak yaratılmaktadır: Borçlanma hakkı! Bunu keşfeden, ateşi keşfetmiş atasından şimdi kapitalizm için daha önemlidir (Şaka değil!). Çünkü borcu keşfeden insan, ekonomide kapitalizmin muhtaç olduğu motoru, öncelikle tüketimi (talebi), sonra da spekülasyonu çalıştıracaktır. O insan, borçlanmanın getireceği büyük satın alma gücüne inanmalıdır. Kendi emeğinin yaratacağı sınırlı gelire ve haklara değil. Kapitalizmin yarattığı dönüşüm burada, insanı adeta finansallaştırarak dönüştürebilmekte yatıyor.

BOMBARDIMAN VE ALIŞTIRMA

2000’lerde en dikkat çekici olan, sanki bir hücum borusu çalmış gibi dünya finans sermayesinin kuvvetli itişiyle Amerika’dan volkanik patlamalarla doğan büyük likidite (dolar) bombardımanı oldu. Dünya kısa sürede dolara boğuldu. Kapitalistleşen ülkelere bu “rahmet” yağdı. Dünyanın “büyük borçlanma çağı” açılıyordu. Fakat herkes için iyi oldu denilemez. İzlanda Devleti az kalsın iflas ediyordu.

  • Zaten 2008’de her şeyin sonu geldi, kapitalizmin büyük çöküşü yaşandı. 

Türkiye’de insanlar Dolarla ilk kez 1990’larda temas etmişlerdi. Birbirilerine (altınla yaptıkları gibi) Dolarla borç alıp vermeye başladılar. Döviz büfeleri çıktı ve küçük spekülasyonlara kolaylık sağladı. Kaybedenler (maaşını TL ile alanlar!) Karaköy’de “Yaktın beni dolar!” diye bağırdılar. Sonra kredi kartları icat edildi. İlk, küçük alıştırma adımları atıldı.

Büyük adım 2000’lerin işte o ilk on yılında geldi. Dolar bombardımanı ile beslenen dış borçlanmanın tarihi desteği ve bundan feyz alan banka-müteahhit-ticaret kesimlerinin yepyeni işbirliği ile yeni piyasalar doğdu. Doğumdan kısa süre sonra patlama yaparak büyüdü. Piyasalar insanları ilk kez kapitalizmin ana damarları ile tanıştırdı. Piyasalar onlara daha önce sahip olmayı düşünemedikleri şeyleri sunuyordu: Konut, otomobil, ev eşyaları, televizyon, bilgisayar, cep telefonu, vs. sahibi olmak. Bambaşka bir yaşam… Ve tümü krediyle… Yani, borçlanarak. Olsun! Bunu “borçlanma hakkı” olarak kabul ettiler.

Böylece kitleselleşerek kapitalizmin tüketiciliğine terfi ettiler. Kapitalizm insanlara borcu sevdirmeyi başarmıştı. Tüketici kimliği vererek onları daha önce dünyalarının ötesinde bulunan nesnelerle temas ettirmişti. Bir sınıf atlama illüzyonu yaratmıştı. Bu özellikle vaktiyle büyük kentlere taşradan gelerek, gecekondusunu yapmış, yerleşmiş olanların çocukları, yeni kuşaklar arasında kartopu gibi büyüdü. Bir “yapay servet etkisi”ne dönüştü.

Kapitalizm her çevreden ve yayınlardan şunu işliyordu: “Tüketim kademelerinde tırmanabilirsin. Daha çok borçlanırsan üst kademelere çıkarsın!” Ama hep aynı tek sesle. (Sosyal medyada, sokaktaki röportajda, münasip şekilde giyinmiş bir kadın elindeki son model telefonu göstererek “Bunların hiçbiri daha önce yoktu. Şimdi hepsi var” dediği zaman, vurguladığı budur. “Yaktın beni dolar”dan “Şimdi hepsi var”a gelinmiş oluyor.) Ve görüldü ki kapitalizmin borçlandırarak verdiklerini siyaset kendi armağanı gibi sunabiliyorsa, başarı elde etmektedir. O halde, ana çizgi budur.

Borçlanarak her şeye erişilebilir (“en yüce değer” artık budur) alışkanlığı yaygınlaştıkça, 2000’lerde eğitim ve sağlık banka-ticaret-müteahhit işbirliği alanına alındı. Üçü de bundan kazandılar. Çocuğunuzu “eğitim kredisi” çekerek ve bir yılı için ortalama 50 bin TL ödeyerek bir özel okulda okutabilirsiniz. Sağlık alanında da farklı hizmet veren, donanımlı özel hastaneler artık çoğalıyor.

Kısa sürede alışılan tablo kendi insan profillerini yarattı. İlk profil, tüketici kimliğine (geri dönüşsüz şekilde) yerleşen yeni insanınkidir. Onun dünyası, 1961 Anayasası’ndaki (sağlık, eğitim, konut, çalışma haklarının temel toplumsallığına göre tanımlanan) “yurttaş”ınkine artık tümüyle yabancıdır. Kapitalizm “Refah kişiseldir, toplumsal değildir”i son 15-20 yılda yeni insana belletmiştir. Borçlanmaya gücü yeten, toplumsal-sınıfsal düşüncenin temel haklar zemininden dışarı çıkmıştır. Artık ilgisi yoktur. Kapitalizmin kodlarına uyumla siyasallaşır. Kapitalizmden borçla sağladığı kişisel refahını bir siyasal kişiliğe borçluluk olarak algılar, öyle simgeleştirir. “O’na borçluyum!” der.

MAKASLAR

İkinci profil, borca gücü yetmeyen ve pes eden insanınkidir. Karşımıza kişinin gelir sorunu çıkıyor; yani zor sorun. İki gerçek var: Bir, resmi verilerle Türkiye’de “hane borçluluğu” “‘kullanılabilir gelir”in  (“milli gelir”in değil) %40’ına çıkmıştır. İki, asgari ücret toplam ücretlerin yine %40’ını oluşturuyor ve tüm ücret yapısını aşağı çekiyor. (Bu sermaye sınıfının şikâyetçi değil, hoşnut olduğu, belki de yetersiz bulduğu “ucuz emek” tablosudur.) Özeti, “haneler”in gelirleri ya belli belirsiz şekilde artıyor ya da sabittir. Borçlulukları ise sürekli artıyor. Gelirle borçluluk arasındaki makas gitgide açılıyor. Büyük kitle bu makasın içindedir.

Yukarıda eğitim dedik. Merak edersek, orada da özel bir makas görürüz: Yükselen okul ücretleri, masrafları ve bunun yarattığı aile borçluluğu ile aile geliri arasında açılan makas. Ama eğitimde büyük, yapısallaşan başka bir makas var: Geliri yetersiz ailelerin çocuklarını okuttuğu devlet okulları (imam hatip dahil) ile özel okullarda yüksek ücretlerle okuyabilen çocukların düzeyleri, topluma ve dünyaya bakışları arasında oluşan makas. Ülkenin sürüklendiği ağır kalite sorununu yansıtan, gitgide açılan, 21. yüzyılda topluma ciddi sorunlar yaratacak görünen makas. Ayrıca konuşulmalı…

  • Sağlık dünyasına bakarsak, orada da makaslar var.
  • Ancak günde ortalama iki yüz kişilik can kaybının olağanlaştığı salgın ortamında oradaki dramlara hiç girmeyelim.

YARDIM ORGANİZASYONLARI

Bir önceki yazıda (24 Ocak) son 40 yıllık ekonomi modelinin “pili bitmiş”liğini vurgulamıştım. Gelir yaratma kapasitesi düşük, bu düşüklüğü artan borçlulukla takviyeye çalışan model. Takviye zorlaştıkça ekonomide krizler sıklaşıyor. Bunları da şimdilik bırakalım. İnsan ve temel haklardan ayrılmayalım.

İkinci profile bakalım: Borçlanamayan ve pes edenler yardıma muhtaç olanlar. Yaşayarak görülüyor, borçlanabilenler piyasa insanları olmuşlardır. Piyasalardaki fiyatların, faizlerin, döviz kurlarının hareketlerine öncelikle duyarlıdırlar. Bunların nedenleri hakkında fazla şey bilmeseler de yaşamlarının piyasalara bağlı olduğunu öğrenmişlerdir. Duyarlılıkları piyasalarla kontrol edilir, sınırlanabilir. Borçlanamayanların piyasalara duyarlılığı yoktur ya da anlamsızdır. Onların kontrolü için “yardım organizasyonları” icat edilmiştir. Muhtaç insan çoğaldıkça bu organizasyonlar çoğalır, çeşitlenir. Siyaset dünyası bununla yakından ilgilenir. Orada karmaşık ilişkiler ve sorunlar vardır. Bir önemli bilgi şurada: “Yardım”cıların çoğalması toplumsal hak anlayışını beslemez, zedeler hatta oluşmadan yok eder.

İki insan profilinin, borçlanabilenler ile borçlanamayanların siyasete bakışları kesişse de toplum katında bunlar “razı olan insan”ın farklılaşan iki kategorisidir. Aralarında bir makas açılıyor. Gözle görülüyor. Farklı karakterde iki topluluk oluşuyor. Ancak, dikkat edelim, borca muhtaç insanla yardıma muhtaç insan, ikisi de refahın toplumsal hak olduğunu algılamaktan gitgide uzaklaşıyor. Biri piyasalar dünyasına, öteki “yardımlar” dünyasına kilitlenerek uzaklaşıyorlar.

21. YÜZYILDA ORTAÇAĞ DİLİYLE KONUŞMAK

Kapitalizm Türkiye’de son 20 yılda eski ve yeni katmanlarıyla büyüdü, irileşti. Has kimliğini elde etti. Temel hakları kontrol altına aldı. Ve son yıllarda siyaset topluluğunun özellikle muhalefet kanadında yeni bir söylem moda oldu: “Kul hakkı”. Siyaset kapitalizmin yaşattığı rejime iyice ayak uyduruyorsa, bu söylem bir parola demek olur.

  • Toplumsal bilinçlenme olasılığını kesecek, “tevekkül”ü özendirecek, sermayenin ucuz emek tutkusu ile uyumlu bir işaret.

Bilemeyiz, “yurttaş”tan uzaklaşarak “kul”a yaklaşmak siyasette bir getiri mi sağlıyor? Ama son 20 yılda şunu görebiliriz: “Yurttaş” kavramı, temel haklarını bilen, vazgeçmeye “razı olmayan” insan tipi kapitalizme fazla geldi. Peki, “Kul hakkı” diye bir şey nereden geliyor? Eğer dinler tarihine ve ortaçağa çekilmeyip iktisat âleminden ipucu ararsak, dünya kapitalizminin dedesi İngiltere’ye başvurmak lazım. Yani, gerçekçi olmak lazım. Orada “Kul hakkı yasaları” diyebileceğimiz “Poor Laws”da aradığımız bilgi vardır: Piyasadaki en düşük ücretten daha düşük bir yardım düzeyidir. Geçmiş yüzyıllara gider. Ama siyaset dünyamıza yardımcı olacak kodlar, 1. Elizabeth’in “Poor Act”indedir (1601). Bu “kul hakkı yedirmemek” isteyenler için değerli bir kılavuzdur. Önerilir. Önce çoğalan yoksulları, sonra işçi sınıfını kontrol altında tutmak üzere hep yenilendi. “Poor” (bunu kapitalizm içinde “kul” diye düşünmek lazım) sözcüğü 1867’den sonra bir daha kullanılmadı. Uzatmayalım.

Onuncu Yıl Nutku (1933) “Yurttaşlarım!” diye başlar. Hamaset olsun diye vurgulamıyorum. Bu yüzyıllık bir bakış ufkuna sahip hitaptır. Sanki daha kısa bir bakış ufkunun Cumhuriyet için yetersiz kalacağını hissettirir. 21. yüzyıla pencere açabilmek için hangi tarihten hareket etmek gerekiyor? Siyaset bunu söyleyebilmelidir. Toplum konuşmuyor, ama bunu bekliyor. 1961 Anayasası’nı bu ufka yerleştirmeye çalışan sevgili Mümtaz Soysal, müstesna gerçekçiliğiyle, 1980’deki çöküşü görerek ileri bakmaya çalışanları o zaman uyarmıştı:

Elimizdeki malzeme ne ise yeni yapılar ancak bununla yapılabilir. Unutmayalım…
==========================================

Dostlar,

Sayın hocam, Bilge insan,
Yurtsever bilim emekçisi
……..
…………..

7 Ocak’ta Cumhuriyet‘te yayınlanan eşsiz 2. makalesini kesip önümüze koymuştuk. Bu gün web sitemize yükleme olanağı da bulduk.. İrdelemeleri, her türlü -haddim olmayan- takdirin üstünde.
*
Tam anlamıyla bir “Bilge” olan, 90’a yaklaşan biyolojik yaşına karşın pırıl pırıl bir zihinle bizimle 65 yıllık “İktisat” birikimini-hazinesini paylaşan Profesör Bilsay Kuruç.. DPT’nin efsane müsteşarı!

Cumhuriyet‘te 15 gün arayla yazmaya başladığı ilk yazısı 24 Ocak 2022’de yayınlanmıştı :

Mutlaka okunmasını öneririz (üstteki erişkelere – linklere tıklayınız).

Hem Cumhuriyet Gazetemize hem de Saygın Yurtsever Bilimci Prof. Bilsay Kuruç‘a, aydın sorumluluğuyla ülkemize – insanımıza verdikleri değer biçilmez katkılar için engin şükran ile..

Dr. Ahmet SALTIK
Mülkiye – 2016
13 Şubat 2022