Etiket arşivi: Yalçın Küçük

AYDIN ÜZERİNE BİR DENEME.. Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

Dr. Halit Suiçmez
İktisatçı, Yazar

“AYDIN” ÜZERİNE BİR DENEME : Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

(AS: Bizim kısa notumuz yazının altındadır..)

Edebiyat alanındaki kitaplarımızdan ilki olan,” Eski Dostlar, Deneme- Öykü Seçkileri” nde; “Aydın ve Entelektüel” adlı bir denememiz yer almıştı.

O yazıda, “aydın” ve “entelektüel“i birbirinden ayırmış, “aydın”ı, … yanlışa, haksızlığa mutlaka tepki veren, tutum alan, adil, özgür ve güzel bir gelecek için ödünsüz savaşım veren … insan” diye tanımlamıştık. (Dr. Halit Suiçmez, Aydın ve Entelektüel, Eski Dostlar Deneme – Öykü Seç ileri, Brc Mtb., Mayıs-2005, Ankara, Ortak Kitap, syf. 76-77)

Elbette her tepki vereni de Aydın sayamayız. Kavramı siyasal, felsefi, ekonomik- politik, psikolojik boyutlarıyla derinliğine ve genişliğine incelemek gerekir. Bu ise, gelecek çalışma ve yazılarımızın konularından biri olacaktır. Aydın kim? Hangi Aydın? İşlevi ne, yazarlar aydın mıdır?.. gibi soruların yanıtlarına –bu yazıda bir parça yer versek de– geniş zamanda eğileceğiz.

Aydınlar çok yerde, çok zaman suçlanmışlardır. Hapislere atılmış, özgürlükleri kısılmış, öldürülmüş, kısıtlanmış, sürgüne gönderilmiş, türlü işkenceler yapılmıştır. Gerçek Aydınlar her koşulda yılmadan mücadele etmişler, Büyük İnsanlık yürüyüşüne kalıcı izler ve katkılar bırakmışlardır.

Kimdir Aydın?

Aydın’ın kim olduğunu anlayabilmek için tarihsel ve toplumsal durumunu özetlemek gerekir. On yedinci yüzyılda Batı Avrupa’da Burjuvazi, dünya görüşü ve bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkar. O tarihe dek bilgiyi elinde tutan sınıf Ruhbanlardı. Kilise ekonomik, politik ve yönetsel güce sahipti.

Okuma salt rahibin işiydi. Kilise, Hıristiyanlığın kutsal bekçisi ve temsilcisi di. Din adamı, derebeyiyle – feodal bey ile köylü arasında bir aracıdır.

Pratik bilgi uzmanları / sahipleri burjuvazinin gelişmesiyle ortaya çıkar. Dönemin Bilginleri mühendisler, matematilçiler, hukukçular, tıp insanları, yazarlar, düşünürlerdir.. Ticaretin gelişip yaygınlaşması, mühendislerin ve bilginlerin varlığını ve bu sürece katkılarını gerekli kılar.

Bunlar birer sosyal sınıf olmadıkları gibi; seçkin bir kesim de değildir. Çünkü ticari kapitalizmle bütünleşmiş Merkantilizm ögeleridir. İşte gelişen ticari ve daha sonra sanayi burjuvazisinin dünya görüşü, analitik yöntemler “Aydınlar” denilen bu kesimlerce oluşturulacaktır.

Türkçe’mizdeki okunuşlarıyla, Mönteskiyö, Volter, Diderot, Russo.. Bunlara “filozof” (Bilgisever) denir, bilgelik tutkunlarıdırlar,  bilgelik ise “akıl – akılcılık” (Rasyonalite) demektir. Analitik yöntemleri tarih ve toplum sorunlarına uygularlar.

İşte ilk klasik aydınlar, bu öncü Aydınlanmacılardır. Burjuvaziye, feodalizmle savaşması için gerekli düşünsel silahları vermişlerdir. Burjuva sınıfının içinde doğduklarından, bu sınıfın nesnel ruhunu ifade etmişlerdir. Burjuvazinin gericileştiği ve işçi sınıfına ve onun dünya görüşüne karşı çıktığı, emek sömürüsünü sürdürmek istediği dönemde gerçek aydınlar ortaya çıkmıştır.

19 ve 20. yüzyılda..

Marks, Engels, Emil Zola, Lenin, Gorki, J. London, Nazım Hikmet, Suat Derviş, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Ahmet Saltık (AS: Sayın yazarın bizim dışımızda övgün değerlendirmesidir.. şükran ile), Taylan Kara.. 19. yy’ın son çeyreğinden sonra artık egemen – sömürgen sınıflar içinden çıkmamıştır aydınlar.

Aydın; J .P. Sartre’nin tanımıyla; “…kendi içinde ve toplumdaki, pratik gerçekliğin araştırılmasıyla egemen ideoloji arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır.” (J. P. Sartre, Aydınlar Üzerine, Can Yay., 1997, syf. 30)

  • Aydın, tarihin ve parçalanmış toplumların eytişimsel (diyalektik) ürünüdür.

Aydınlarından yakınacak bir toplum, önce kendini eleştirmelidir.

Aydın kimseden görev almaz, statüsü hiçbir yetkeye (otoriteye) bağlı ve bağımlı değildir. Her koşulda kanıta dayalı bilimsel doğru’yu söylediğinden, çoğunlukla sevilmez, varoluşuna aldırılmaz, ancak söylediklerine belli bir duyarlılık olabilir.

Aydın eylemi ve sorumunun sonal amacı;

Gelecekte “bir gün” tüm insanların gerçekten eşit, özgür, gönenç ve erinç içinde, kardeş olacakları toplumsal bir evrensellik için çabalamaktır.. Ütopyaları vardır; salt yorumlayıp aktarmakla, “bulmak” ile yetinmez.. “Devrimci Eylem” yükümlenir ve topllumu, yaşamı, insanı sürekli dönüştürmeye çalışır.

Yalnızdır genelde Aydın; yaşanan toplumu anlayabilmek için önündeki tek yol, ezilenlerin bakış  açısıyla çalışmaktır. Aydın, toplumsal köken olarak küçük burjuva olmakla birilikte, işçi ve köylü sınıfının saflarında yer almalı, küçük burjuva koşullanmalarından kurtulup ezilen sınıfların savaşımına somut olarak ve koşulsuz katılmalıdır, katılır.

Her Aydının çağında bir yeri ve mücadelesi (serüveni) vardır. Bunu ekonomi politik, psikanaliz, Marksizm, sosyoloji gibi insan bilimlerinin yöntem ve verileriyle başarabilir. Her insan yaşamdaki yerini, kimliğini, neyi, niçin ve nasıl yaptığını, yapması gerektiğini, yaşamın amacı ve anlamını kendi bilgi ve bilinciyle oluşturabilir.
***
Aydın‘ın kimliği, durumu, işlevi, gelişimi gibi konulara kısaca değindikten sonra şimdi de kimi yazarlardaki Aydın söylemi üzerinde duralım:

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazmıştır çoğu yapıtlarını. Olumsuzlukları sergilerken son derece değerli, yürekli ve gerçekçi tutum sergilemiştir. Panorama, Bir Sürgün, Ankara, Yaban gibi gerçekçi romanlarıyla toplumun en dip ve uzak köşelerine dikkatle bakıp, öz bilgiyi çok varsıl tipleştirmelerle önümüze sermiştir..

Balzac gerçekçiliği kitaplarında üst düzeylere yükselmiştir. Balzac siyasal olarak kralcıydı ama zamanın toplumsal gerçeklerini büyük ustalıkla anlatmıştır.

Tolstoy da öyledir, Lenin; “Rus devriminin aynasıdır” dediği büyük ustadan çok şey öğrendiğini, ama sınıfsal bakış olarak “gerici ve ütopist” olduğunu söylemiştir.

Yakup Kadri de dönemin toplumsal yozlaşmasını büyük ustalıkla anlatır. Toplumu gerçekçi çizer, kendisi sınıfsal bakışa uzaktır, güncel ideolojiye bağlılıkları vardır bu yüzden sınırlarını bir türlü aşamaz. Ve Yaban romanında kahramanı Ahmet Celal’i şöyle konuşturur:

“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin… sana istırap veren bu şey, senin kendi eserindir…” (Yaban, syf. 148)

Yakup Kadri, roman boyunca, aydınları suçlar. Nasıl bir “aydın”dır, Ahmet Celal? O, köylülerden söz ederken “onlar” der. Köylüleri kendinden ayırıp uzak tutar. 1922’de Kurtuluş Savaşı’nın ateşli günlerinde geçer olaylar. Anadolu’daki geriliğin, yoksulluğun, cehaletin suçlusu niçin aydınlar olsun?

Osmanlı Aydını yüzeysel bir Batı hayranlığı içindedir. Toplumsal gelişmelerin ekopolitik yasalarından haberleri var mıdır? Tarihsel gelişmemiz ve bunun bilinçlere yansıması nerede kaldı? Aydınlar “halkın kurtarılmasının” üstesinden nasıl gelebilecekler? Tarihsel deneyimler ve devrimler kapitalizmden ve fodalizmden kurtuluşun ancak bilinçlenen halk hareketiyle olabileceğini kanıtlamıştır. Türkiye’nın geri kalmışlığı üzerine ciltler dolusu sosyal yapı araştırmaları yapılmadı mı?

1838 Balta Limanı Anlaşmasıyla İngiliz Emparyalizmi, Osmanlı ülkesine ve onun az da olsa bağımsız sanayileşme olanaklarına ağır bir darbe vurmadı mı? Sadri Ertem, Çıkrıklar Durunca romanını boşuna mı yazdı? Osmanlı Ekonomisini temsil eden Çıkrıklar kimler tarafından nasıl, hangi süreçlerle ve niçin durduruldu, Doğan Avcıoğlular, Halil İnalcıklar, Markslar, Asya tipi üretim tarzları, Doğu Sorunu diye ortaya konan merkezi feodal yapılar..

Bütün bu azgelişmişlik, emperyalizm kuramları, araştırmaları bir şey anlatmıyor mu? Bürokratlar Batılılaşmak yoluyla devleti –gerçekte kendi mal ve canlarını- kurtarmak isterken, kapitalizmin çarkına kapılarak üretim güçlerini geliştirmek şöyle dursun, var olanlarının da yok olup gitmesine, halkın daha da yoksullaşmasına neden olmadılar mı?

Bu Aydın suçlamaları, sızlanmaları ne zaman son bulacak? Türk Aydınının onuru Nazım Hikmet de şiirinde;

  • … dilim varmıyor ama kabahatin çoğu sende kardeşim…

derken Aydını mı, halkı mı, bilinçsiz ve yanlış siyasal seçim yapan kitleleri mi işaret etmektedir? Doğru siyasal seçim yapamayan kitlelerde kabahat olabilir ama geri kalmışlık, özünde kapitalizmin istendik sorunudur.

Bürokrasinin yazarı Yakup Kadri’ye göre, “onlar”, “vücutları beslenecek, kafaları aydınlatılacak” edilgin yığınlardır. Elbette büyük romancımız Yakup Kadri’nin siyasal bakışı farklı olabilir, roman yoluyla önerdiği çözümler tartışmalıdır, ama şurası gerçektir ki; dönemin toplumsal yapısını büyük bir gerçeklikle yansıtmıştır yapıtlarında.
***
Konumuzun özüne dönersek; Aydın üzerine söyleşirken, “Hangi Aydın?” sorusunu da sormuştuk. Jakoben aydınlardan Kemalist aydınlara, klasiklerden Marksist aydınlara dek birçok addan söz edebiliriz. Entelektüel Aydınlar da olabilir. Entelektüel ve Aydın ayrımına gelince; birinciler Aydın tepkisini gösterse bile rahatlarına düşkündürler, eylemden uzak ve bireycidirler.

Entelektüel Aydın her iki özelliği de, yani kökten kapitalizm karşıtlığı ve adil, özgür yeni düzen svaşımcısı olup, Evrenin derin bilgisini öğrenip içselleştirmekten geri durmayan bir kişiliktir.

Gelecek çalışmalarımızda konuyu yeni boyutlarıyla ilerleteceğiz.
===============================================
Dostlar,

Seçkin yurtsever Aydın, Mülkiyeli dostumuz Sn. Dr. Suiçmez, salt Doktoralı bir iktisatçı olmakla yetinmeyerek, Aydın sorumluluğunu kapsamlı üstlenen bir kişi. Yukarıda sunduğumuz “Deneme” bize göre de oldukça nitelikli bir metin. Kendisine hem bu emeği hem de sitemizde yayınlama ayrıcalığını bize tanıdığı için teşekkür ederiz.

Büyük bir değerbilirlikle bizi de Türk Aydınları arasına katarak, yükümüzü daha büyütmüş sağolsun. Ancak İlhan Selçuk, Rıfat Ilgaz ve Melih Cevdet Anday da bir çırpıda çağrıştırdıklarımız.. Çoook bereketli bu topraklar, bu kültür gerçekte. Ilgaz’ın “Aydın mısın?”, Anday’ın ise “Sis Çanı” şiirlerini site okurlarımıza özellikle salık vermek isteriz.. Okumak, duygudaşlıkla titreşmek ve gereğini “Aydın sorumluluğuyla” yapmak üzere..

Sevgi ve saygı ile. 08 Ağustos 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu – Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

 

Ruhi Su’nun 35. ölüm yıl dönümü

Ruhi Su’yu 35. ölüm yıl dönümünde saygı ve özlemle anıyoruz…

Ruhi Su ve eşi Sıdıka Su türkü ve şiirlerle anılacak – Direnişteyiz!

O’nunla ilgili bir yazı paylaşalım…

SORARLAR BİRGÜN, SORARLAR

Yıl 1912.. Van’da doğdu..
Adı Mehmet’ti.. Mehmet Ruhi Su..
Küçük yaşta annesi ve babasını kaybetmişti..
Onları hiç tanımadı.. Neden kaybettiğini hiç bilmedi..
Kimsesiz kalmıştı.. Çünkü ne bir yakını vardı, ne akrabası..
Ne amcası, ne dayısı.. “İtten aç, yılandan çıplaktı..”
Ailesi artık Anadolu insanıydı.. “Hangi taşı kaldırsam anam babam..
Hangi dala uzansam Hısım akrabam..
Ne güzel bir dünya bu İyi ki geldim” derdi.
*  * *
Neden kimsesizdi?.. Neden tek bir yakını yoktu?..
Yıllar sonra Yalçın Küçük, Ruhi Su’nun Ermeni yetimi olabileceğini yazdı..
Bunun üzerine oğlu İlgin Ruhi Su, “Babamın 1912’de Van’da doğması, öksüzler yurdundan gelmesi, bugüne kadar hiçbir akrabasının çıkmaması düşünüldüğünde Ermeni olma ihtimali hayli yüksek” demişti.. Kendisi de yanıtını bilmediği bu soruyu “Birinci Dünya Savaşı’nın ortada bıraktığı çocuklardan biriyim.” diye yanıtlardı..
* * *
Ruhi Su’yu Adana’da çocuğu olmayan yoksul bir aileye verdiler..
1915 Ermeni tehcirinde ailesini yitirmiş yüzlerce “devşirme” çocuk gibi..
Bunlar amcan ve yengen dediler.. Onları öyle bildi..
Adana’nın İngiliz ve Fransız İşgalinde amcam ve yengem dedikleri Ruhi Su’yu terketti..
Bunun üzerine Öksüzler Yurdu’na verildi..
Müziğe meraklıydı.. Yurtta bağlama, keman çalardı..
* * *
Çok başarılıydı.. Öksüzler Yurdundan, önce Adana Öğretmen Okuluna, ardından Ankara’da Musiki Muallim Mektebi‘ne girmeyi başardı.
Yıl 1942.. Ankara Devlet Konservatuarını bitirdi..
Aynı yıl Hasanoğlan Köy Enstitüsü`nde müzik öğretmenliği yaptı..
Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’nda görev aldı.. Devlet Operasında çalıştı..
* * *
Yıl 1951.. Devlet, türkülerinden rahatsız oldu..
Komünist diye içeri attılar.. Sansaryan Han’ın en alt katındaki hücrelerde ağır işkence gördü..
Tabutluğa kondu.. Beş yıl hapis yattı… Ama yılmadı..

“Mahsus mahal derler kaldım zindanda
Kalırım kalırım dostlar yandadır..
Dirliğim düzenim dermanım canım
Solum sol tarafım imanım dinim.” dedi.
* * *
Yıl 1957, cezaevinden çıktıktan sonra Ankara Radyosunda iş buldu..
İşi kısa sürdü.. Kovdular.. Kovulma nedeni şu türküydü..

“Serdari halimiz böyle n’olacak..
Kısa çöp uzundan hakkın alacak..
Mamurlar yıkılıp viran olacak..
Akıbet dağılır elimiz bizim.”
* * *
Türküleri ünlendikçe, milyonlara ulaştı.. Düşmanı da çoğaldı..
Devlet ve egemen sistem onu hiç rahat bırakmadı.. Uzun süre işsiz kaldı..
27 Mayıs darbesi kulüplerde yabancı şarkıların sahne almasını yasaklayınca, gece kulüplerinde türkü söyledi..
* * *
Yıl 1962..
Yapı Kredi Yayınları için 5 yıllık bir çalışmayı tamamlayıp, taslağı banka yetkililerine teslim etti..
Banka kitabı bastı ama kitabı hazırlayan ve yazan Sadi Yaver olarak görünüyordu..
İsyan etti.. Emeği sömürülmüştü.. Mahkemeye gitti, kazandı..
Ama Yapı Kredi Bankası kitabın 2’nci baskısını yapmadı.

“Bir gece kulübünde bugün
Kırk bin, elli bin liradır
Bir Zeki Müren dinletisi
Ve elbette güzeldir canım
Emeğin değerlendirilmesi

Ama benim memleketimde bugün
İnsan kanı sudan ucuz
Oysa en güzel emek insanın kendisi
Kolay mı kan uykulardan kalkıp
Ninniler söylemesi”
* * *
Yılmadı.. Türküleri sevdanın ve kavganın sesiydi..
Toplumsal olaylara duyarsız kalmadı..
Yıl 1969.. Kanlı Pazar..
16 Şubat’ta İstanbul Taksim Meydanı’nda ABD’nin 6. Filo’sunu protesto etmek için 76 gençlik örgütünün toplandığı sırada devlet tarafından öldürülen gençlere türkü yaktı..

“Bu Meydan Kanlı Meydan
Ok Fırladı Çıktı Yaydan
Kalkın Ayağa, Kalkın
Biz Şehirden, Siz Köyden.”

Halkı isyana teşvikten yargılandı..
* * *
Yılmadı.. Yıl 1975.. Dostlar Korosunu kurdu..
Anadolu Halk Müziğine büyük katkılar verdi.
Çok sesli müziğin gelişmesinde önderlik yaptı..
Başta Pir Sultan ve birçok ozanın deyişlerini türkü yaparak, Alevi kültürünü milyonlara sevdirdi..

“Benim kabem insandır
Kuran da kurtaran da
İnsanoğlu insandır.”

dedi, dinsizlikle suçlandı.
* * *
Yılmadı.. Yıl 1977.. 1 Mayıs katliamına haykırdı :

“Şişli Meydanında üç kız
Biri Çiğdem biri Nergis
Vuruldular güpegündüz
Sorarlar bir gün sorarlar.”

* * *
Yılmadı.. Kahramanlık türküleri çaldı.. Estergon Kalesi, Çanakkale içinde Aynalı Çarşı..
Ankara’nın taşına bak, Kuvai Milli destanı.. Ezilen Anadolu halkının sesi oldu..

“Dostlarım, kardeşlerim, canlarım
Kaldırın başlarınızı..
Suçlular gibi yüzümüz yerde
Özümüz darda durup dururuz
Kaldırın başlarınızı yukarı.”

* * *
Yıl 1980.. Türkiye’de 12 Eylül darbesi oldu..
Ruhi Su kemik kanserine yakalandı.. Tedavi için yurtdışına gitmesi gerekiyordu..
Pasaport vermediler.. Askerler yurt dışına çıkmasını engellediler..
“Ölsün” dediler.. 1985 yılında öldü..

“Ağaç demiş ki baltaya,
Sen beni kesemezdin ama
Ne yapayım ki sapın benden
Bak şu ağacın bilincine sen
Ölen ben, öldüren benden.”

Geride 16 adet 45’lik plak ve 11 adet uzunçalar, yüzlerce öğrenci, milyonlarca hayran bıraktı..
* * *
Cenaze töreni 12 Eylül’den sonra ilk toplumsal protestoya dönüştü..
Güvenlik güçlerinin tüm engellemelerine rağmen onbinler Şişli Camisi’ne aktı..
Medyanın cenaze törenini görüntülemesi engellendi..
Cenazesi Şişli’den Zincirlikuyu’ya giderken, onbinler haykırdı : “Ruhi Su’lar ölmez”
Ön sıralarda haykıranlar gözaltına alındı.. Tam 163 kişi hakkında soruşturma başlatıldı..
Devlet memuru olanlar işinden atıldı..
* * *
Yıl 1990.. Zincirlikuyu’daki mezarı kimliği belirsiz kişiler tarafından saldırıya uğradı..
Saldırganlar mezar taşını kırmaya çalıştı.. Başarılı olamayınca kurşunladılar..
Saldırganlar hakkında soruşturma bile açılmadı.. Dosya kapatıldı..
* * *
Yıl 2010..
Devletin el üstünde tuttuğu, Kaçak Saray’a övgüler yağdıran Hülya Avşar kendi TV programında Cem Karaca’nın eşi İlkim Karaca’yı konuk ediyordu.. İlkim Karaca, adının konservatuvarda Ruhi Su tarafından konduğunu söyledi. Bunun üzerine Hülya Avşar, “O’na da buradan selam yollayalım” dedi. Karaca’nın “Ruhi Su öldü, hem de 25 yıl önce” sözleri üzerine şaşkına dönen Avşar, “Aaaa öyle mi.. Nur içinde yatsın o zaman” diye konuştu..
* * *
Bugün 20 Eylül..
Ruhi Su’nun ölümünün 35. yıldönümü..
Nazım Hikmet‘in sözüdür :

  • “İnsanların türküleri kendilerinden güzel, kendilerinden umutlu, kendilerinden kederli,
    daha uzun ömürlü kendilerinden
    .”

Ruhi Su’nun türküleri ölümsüzdür..
Çünkü Ruhi Su, dev bir çınardır; kökü Anadolu topraklarındadır..
Çünkü Ruhi Su, ulu bir dağdır; Ağrıdır, Munzurdur, Erciyestir, Spildir..
Hasan Dağı gibi dimdik ve Anadolu’nun ortasında her an patlamaya hazır bir volkandır..
Çünkü Ruhi Su, sudur; Kızılırmaktır, Yeşilırmaktır, Sakaryadır..
Dicledir, Fırattır, Çoruhtur.. Anadolu’nun her yerinde gürül gürül akmaktadır…
Çünkü Ruhi Su, çeliktir.. .. ve çelik, aldığı suyu unutmaz..
Birgün mutlak hesap sorar..

“Sabahın bir sahibi var
Sorarlar bir gün sorarlar
Biter bu dertler, acılar
Sararlar bir gün, sararlar”

****
Ve bir ezgisini ekleyelim…

Oda TV Davasında Tüm Sanıklar Beraat Etti

ODA TV DAVASI

14 Kişiye Toplamda 262,5 Yıl İstendi;
14 Yıl 7 Ay Yattılar, Beraat Ettiler

Yargılanın tüm sanıkların isnat edilen suçların sanıklar tarafından işlendiğinin sabit olmaması nedeniyle beraat ettiği Oda TV davası sürecinde gözaltı ve tutuklama süreci nasıl işleri?
Sanıklar için ne kadar ceza istenmişti? Kim ne kadar cezaevinde kaldı?

  • Oda TV Davasında Tüm Sanıklar Beraat Etti

    Haberin İngilizcesi için tıklayın

    * Fotoğraf: Tansu Pişkin

    Gazeteciler Soner Yalçın, Barış Pehlivan, Barış Terkoğlu, Ayhan Bozkurt, Ahmet Şık, Nedim Şener, Müyesser Yıldız, Doğan Yurdakul, Coşkun Musluk, Sait Çakır, Yalçın Küçük, İklim Bayraktar ve eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı‘nın yargılandığı Oda TV Davası’nın bu gün karar duruşması görüldü.

    İstanbul 18. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada sanıkların sonsözleri alındı. Sanıkların konuşmalarının ardından kararın değerlendirilmesi için mahkeme heyeti duruşmaya ara verdi.

    Aranın ardından kararını açıklayan Yener Yıldırım başkanlığındaki, Abdülkadir Ungan ve Kudret Karslı’nın üye olduğu mahkeme heyeti, isnat edilen suçların sanıklar tarafından işlendiğinin sabit olmaması gerekçesiyle 13 sanığın hepsinin beraatine karar verdi.

    Ahmet Şık: Bu adliye adaletin mezarı

    * Çizim: Zeynep Özatalay

    Oda TV Davası nedeniyle 6 Mart 2011’de tutuklanan, bir yıl cezaevinde kaldıktan sonra 12 Mart 2012’de tahliye edilen, beş yılın ardından bu kez “FETÖ ve PKK propagandası yaptığı” iddiasıyla tutuklanan gazeteci Ahmet Şık, duruşmaya Silivri Cezaevi’nden getirildi.

    Ahmet Şık şunları söyledi:

    “Söyleyecek çok şeyim var ama aklımdan geçenleri söylersem yeni bir yargı konusu olur.
    “Bu adliye, adaletin mezarı haline geldi. Çok acıdır ki, mezar kazıcılığını yapanlar ise savcılar ve hakimler.
    “Adliyenin girişindeki Themis heykelinin bir kefesinde haysiyet ve şeref, diğerinde haysiyetsizlik ve şerefsizlik var. Ve maalesef bu siyasi iddianamelere imza atan savcı ve hakimler için terazinin kötülük olan kefesi ağır basıyor.”

    Savcı ve hakimlerden şikayetçi oldular

    Gazeteci Soner Yalçın, “Yedi yılda her şeyi söyledik. Bize bu kumpası kuran FETÖ’den şikâyetçiyim” dedi.

    Gazeteci sanıklardan Barış Pehlivan da “Bu sanık sandalyesine kumpası kuranların oturmasını istiyorum” dedi.

    Barış Terkoğlu “Bu davada hakim savcı olmaktansa sanık olmayı tercih ederdim. Öyle de oldu” diye konuştu.

    Sait Çakır ve Coşkun Musluk, “Önceki savunmalarımı tekrarlıyorum ve beraatımı istiyorum” dedi.

    Yalçın Küçük de son savunmasında Ergenekon ve OdaTV süreçlerini anlattı, “Kararı hakimlere bırakıyorum” dedi.

    Eski Emniyet Müdürü sanık Hanefi Avcı, “Savunmalarım geçerlidir. Beraatımı istiyorum. Sahte belgelerle bizim sanık sandalyesine oturmamıza neden olanlar hakkında suç duyurusunda bulunuyorum” dedi.

    Nedim Şener de “Son sözüm ilk savunmamdır. 3 Mart 2011’de gözaltına alınırken ‘Hrant için adalet için’ demiştim. FETÖ’nün en büyük suçlarından biri Hrant cinayetidir. Tekrarlıyorum: Hrant için, adalet için” dedi.

    Duruşmaya katılmayan sanıklar Doğan Yurdakul, Müyesser Uğur ve Ahmet Mümtaz İdil’in avukatları da yargılama süresince yaptıkları savunmaları tekrarladıklarını belirterek müvekkillerinin beraatını talep ettiler.

    AHMET ŞIK: GAZETECİLİK YARGILANIYOR

    TIKLAYIN – ODA TV DAVASINDA SAVCI SANIKLARA BERAAT İSTEDİ
    ==========================================
    Dostlar,

    Her şeye karşı sevinçliyiz.
    Bir devletin en temel 4 kamusal görevi SAĞLIK – EĞİTİM – ADALET – GÜVENLİK tir.

    15. yılına giren AKP – RTE iktidarın da bu 4 temel hizmetin yerlerde süründüğü çok açıktır.
    Bu ülkede kimi örgütler, hatta kamu görevlileri… insanlara kumpas kurmakta ve sahte belgelerle yıllarca hapiste tutabilmektedir. Bu durum yeryüzünde ortalama hiçbir demokratik hukuk devletinde görülemez ve kabul edilemez. Ne yazık ki ülkemizde yaşanmıştır.

    Acaba siyasal iktidarın bu komploları önlemeye gücünün yetmediği düşünülebilir mi?
    Türkiye’de devlet içinde devlet mi vardır örneğin dış destekli ve daha güçlü!?
    Soruya hemen hayır denmelidir, çünkü dönemin

    Başbakanı R.T. Erdoğan “Ben bu davanın savcısıyım!” diye haykırarak meydan okuyabilmiştir. (15.07.2008, http://www.gazetevatan.com/-evet-ergenekon-un-savcisiyim–189246-siyaset/)

    Dolayısıyla bu kumpaslar iktidara karşın, onu da aşarak, iktidarın engelleyemediği biçimde değil; iktidarla birlikte hatta iktidar eliyle yapılmıştır.. Bu kadro 16 Nisan 2017’de
    Anayasa değişikliği ile TEK ADAM MUTLAKİYETİ İSTİYOR!

    Bu halk hala aklını kaçırmadı herhalde 16 Nisan halkoylamasında kendi idam fermanına EVET demek için..

    Yargılanması gerekenler salt bu insanlık suçuna teknik düzeyde alet ve maşa olanlar mıdır??

    Mahkeme kuruluna teşekkür ederiz bu AKLAMA kararı için..
    Kumpas suçuna karışan – katılan kamu görevlileri hakkında suç duyurusunda bulunmasına da! Şimdi sıra TERTEMİZ BİR SEÇİM VE TBMM İLE SİYASAL HESAP SORMADA..

    Bu da olacak elbet.. tarih örnekleriyle dolu..

    Haydi Türk Ulusu.. Senin adını bile anmayan saçma sapan biçimde “TEK MİLLET” diyerek Kürt kardeşlerimizin – Kandil’in – İmralı’nın – PKK’nın oylarına göz kırpan ama bir yandan da ikiyüzlülükle “Kandil – İmralı – PKK HAYIR DİYOR” diye yalan propaganda yapanlara
    16 Nisan 2017 Pazar günü halkoylamasında (Dikkat; seçim değil bu; seçim 2019’da!) kesin bir kararlılıkla  on milyonlarca HAYIR de! En az 30 milyon HAYIR oyu.. Başka kurtuluşun yok!

    Sevgi ve saygı ile. 12 Nisan 2017, Ankara

    Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Levent Kırca’yı kim öldürdü?

Levent Kırca’yı kim öldürdü?

Soner Yalçın
Soner Yalçın
Twitter: hsoneryalcin
syalcin@sozcu.com.tr

SÖZCÜ, 13 Ekim 2015

Levent Kırca… Ah be ağabey… Ne yazacağım şimdi ben?
Ne söyleyeceğim, ne anlatacağım?
Yalçın Küçük, “kanser büyük üzüntü hastalığıdır” derdi. Ve ben hep karşı çıkardım;
bilimsel açıklamalara girişirdim.Saatlerdir düşünüyorum; Levent Kırca 2001 yılında
kan kanserini yenmişti. Sonra ne oldu da, karaciğer kanserine yakalandı? Ve hemen üç ayda koşar gibi bu dünyadan nasıl göçüp gitti? Saatlerdir düşünüyorum;

Levent Kırca neden Ankara’daki faciayı duyduktan hemen sonra bizlere veda etti?

Yüreği bu büyük katliamı kaldıramadı mı?..
Levent Kırca’nın çektiği sancılar ülkesinin acılarıydı…
Levent Kırca da şiddetin kurbanıdır.
Kimimiz bombaların, kimimizi zalim acıların şiddetiyle ölüyoruz!
O kara kaplı deftere; Ankara’da kaybettiğimiz canlarla birlikte bir büyük sanatçının da adını ekleyin lütfen… Bakınız… Siz! Levent Kırca’yı her gördüğünüzde gülümsediniz; kahkaha attınız. Ben! Levent Kırca’yı her gördüğümde gözlerinden dökülen ıslaklıklara şahit oldum.
Hayır! O kendine üzülmeyi zul sayardı. Ülkesi için, halkı için ıslanırdı o yanaklar.
68 Kuşağı’nın idealist-romantik tüm devrimcileri gibi, ülkesinin bu cinnet günlerinden sorumluluk-suçluluk duyardı. Kuşkusuz… Çoğu gibi sorumluluğu başkalarının omuzlarına yükleyerek sırça köşkünde yaşamayı sürdürebilirdi. Yapmadı. Yapamadı.
Hep… Bir şey yapamamanın çaresizliğini hissetti. Faşizme tahammülü yoktu.
Ortaçağ cinnetine tahammülü yoktu. Makamdan-şöhretten feragat etti.
Çığlık attı sesi yettiği kadar. Kimileri bunu siyaset yapıyor, slogan atıyor sandı.
Oysa… Sanatından başka silahı yoktu. Onlarca yıl güldürdüğü halkından başka dayanağı yoktu. Her yere koştu…

Sessiz Çığlık
eylemlerine de katıldı; Silivri Cezaevi önündeki barikatlara da çıktı.
İşçi direnişlerinde de bulundu, zengin sofralarında da. Hep anlattı, yaşanılan büyük zulmü.
Halkına cesaret aşısı yapmak istedi. Bu nedenle… Bir despot tarafından sürekli mahkemelere verildi; polis gazı yutturuldu. Eğitimli kötülük tarafından linç edilmek istendi.
Sahi… Levent Kırca’yı kimin öldürdüğünü sanıyorsunuz siz?

Bana kızacaktır

Biliyorum…
Gerçek hümanist- içten barışsever Levent Kırca; bunları yazdığım için bana kızacaktır;
“Bırak beni, Ankara’da ölen kardeşlerimizi yaz..” diyecektir.
Söz Levent Kırca! Yitirdiğimiz canları da yazacağım. Çok yazacağım. Israrla yazacağım.
Bu şeytani oyunların ortaya çıkarılması için elimden geleni yapacağım.
Senin de bildiğin gibi;

  • terörün amacı, bireyin ruhunu kemirerek, toplumun altını oyarak korku rejimini kurmaktır. Amaç, tiranın buyruklarına koşulsuz itaat edilmesidir.

Levent Kırca!.. Biz de senin gibi bu zulme tahammül etmeyeceğiz.
Bezdirici, yıpratıcı, sistemli eziyetlere hiçbir zaman boyun eğmeyeceğiz.
Ama ne olur… Bu gün izin ver… Halkımız adına sana minnet borcumuzu ödeyeyim.
Senin ruhunun yüceliğini, düşüncenin zenginliğini bir kez daha yazayım.
Seni halkının daha iyi tanımasına yardımcı olayım. Evet… Bilir misiniz ki…
Levent Kırca iyi bir ressam ve heykeltıraş idi.
Sergi açmasını çok istedim. Hep “olur” dedi ama bir türlü yapmak istemedi. Belki de kendini
o yeterlilikte görmüyordu. Oysa.. Zeki Müren’in yaptığı soyut resimleri gördüğümde de
çok şaşırmıştım; bu tablolar da kendine “ressamım” diyen nice zanaatkarın yaptığından iyiydi.
Levent Kırca sergi yapmadı; hayata hep neşe katmayı tercih etti.

  • Tüm yasakların, dogmaların kalkanını, mizahın gücüyle delmeyi tercih etti.

Ülkenin üzeri siyah bir örtüyle kapatılmak istenirken, o tüm renkliliğiyle mizaha sarıldı.
Mizahla başkaldırdı. Mizahla acılara merhem oldu.

Teşekkür borcu

Ah be Levent Kırca… Ah be can dostum… Ne çok sevildin.
Ve kimilerini ne çok kızdırdın; kendine düşman ettin! Gerçi…
Gücü elinde tuttuğunu sanan zorbalar, bağımsız düşünen kimi hasım olarak görmezler ki?
Onlara göre Levent Kırca, “haddini aşmıştı!” Evet, kara bir tehlikeye karşı halkını uyardığı için haddini aşmıştı. Evet, zorunlu kulluğa-köleliğe başını eğmediğin için haddini aşmıştı.
Evet, yüce gönüllü- vicdanlı olduğun için haddini aşmıştı. Evet, açık sözlü- mert olduğun için haddini aşmıştı. Peki…
“Levent Kırca haddini aştı” diyelim. Hangi sanatçılar haddini aşmadı?
Pür heves- soluksuz fikir savaşına girip, köşeyi döndükten sonra eşyaya köle olanlar!
İktidara göre sürekli kılık değiştirenler! 
Kim ne derse desin… Levent Kırca sadece tiyatro sahnesinde oynadı.
Hayat sahnesinde adam gibi adamdı. Sanatçıydı. Devrimciydi. Cesurdu. Fedakardı.
Soyu tükenmekte olan bir aydındı. Levent Kırca!
Ağabeyimdi. Dostumdu. Yoldaşımdı. Bunların ötesinde…
Vicdanını, düşüncesini ve gücünü halkı için kullanan büyük bir sanatçıydı.
Levent Kırca! Tüm yaptıkları için teşekkür ederim.
Biliyorum ki adını tarihin sonsuzlar listesine yazdırıp, ölümsüzlüğe eriştin.
Ve sizler! Levent Kırca’nın yiğit halkı… Bu gün… Büyük sanatçıyı son yolculuğunda
yalnız bırakmayacağınızdan eminim. Evet… Hakikatlerin boşa söylenmediği,
mücadelenin boşa verilmediği bilinsin, görülsün…

=======================================

Dostlar,

Soner Yalçın Türkiye’nin yetiştirdiği 1. sınıf devrimci aydınlardan biridir.
Kıratı, bu gün sonsuzluğa uğurladığımız Levent Kırca üstadımızdan geri değildir.
Yazdığı yazılar, kitapları, dik duran savaşımı, Silivri sınavı.. Soner Yalçın’ı yıldızlaştırmıştır.

Yarın ve sonrasında AKP -RTE’nin yüz karası ANKARA KATLİAMI sorumluluğunu
aydınlatmak için yazacağı çoook değerli yazıları okuyacağız.. Gereğini birlikte yapacağız. .

Karanlıkları yırtacağız.. İnsanlık onuru, kadim ANADOLU topraklarında bir kez daha
alçakları – hainleri – emperyalizmin maşalarını… alt edecek..

Altın fırsat bereket çok da yakın.. 1 Kasım 2015 genel seçimleri..
Oyunları bir bumerang gibi kendilerini vuracak..
Cumhur” u an gelip göğe çıkaran (!), an gelip seçim iradesini beğenmeyip yere çalan,
400 vekil istemini kan – şiddet – ölümle halka dayatan ikiyüzlü siyaset dibe vuracak..
Türkiye halkı o denli aptal – salak değil.. Öyle sananlara çok yakışıyor bu 2 sıfat..

Zor da değil…
Eyyy yurttaş, sandığa git.. Geçerli oy kullan!.. Katılım % 84’ten yukarı her 1 puan yükseldikçe AKP oyları da oransal olarak düşüyor.. 7 Haziran’da oy kullanmayan % 16’nın
(9,1 milyon seçmen) AKP seçmeni olmadığı kesin.. Bu kitle mutlaka seçime gitmeli..
AKP oyları sayısal olarak dondu, hatta geriliyor.. Salt seçime katılımı artırarak AKP’yi
tasfiye etme olanağı var.. Bu altın fırsatı iyi kullan Türkiye; sırat köprüsündesin,
farkında mısın? 
Kutsal yaşam hakkın bile artık tanınmıyor.. Ya ölüm ya AKP’ye oy!?

92 yıllık Cumhuriyet tarihinde hangi iktidar bu denli kanlı oldu??

Bir düşün.. Niye ??
Makarnaya, bulgura, avantaya, geçici işe, rüşvete .. OY’unu bu kez sakın satma!

Sevgi ve saygı ile.
13 Ekim 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

SONER YALÇIN : Adayımı yazabilirim


Adayımı yazabilirim

portesi
SONER YALÇIN

SÖZCÜ, 17.6.14

 

Sanırım CHP-MHP anlaştı.
Adayları; Ekmeleddin İhsanoğlu.
O halde: Hiçbir politikacıyla paylaşmadığım Cumhurbaşkanı adayımı artık yazabilirim.

Yıl: 1987…
“Nasıl yani, sen solcu Oğuz Hoca‘yla mı çalışacaksın?”
Tereddüt etmeden “evet” dedi. Prof. Dr. Oğuz Oyan‘ın kapısını çaldı;
“Hocam doktora tezi çalışmamı sizinle yapmak istiyorum.” Ardından ekledi:
“Yalnız hocam ben solcu değilim; benim İslami bakış açılarım vardır.”
Prof. Dr. Oyan gülümsedi; “Sizinle çalışmaktan memnun olurum.” dedi.
Birlikte Osmanlı vergi tarihini çalışmaya başladılar.
Bir gün evde çalışırken…
“Hocam namaz kılacağım, dedim. Lavaboyu gösterdi. Abdest alıp çıktıktan sonra, ‘salona seccadeyi serdim, kıble doğrudur.’ dedi. Ben bunu kime anlattıysam, inanmadı. Oysa bizzat yaşadım. Ben namaz kılacağım dediğim zaman hiç yadırgamamıştır;
çok saygılı davranmıştır. Bunu, farklı düşüncelere yaşama biçimlerine gösterilen
bir saygı olarak algılıyorum. Bu özellikleri nedeniyle her zaman Oğuz Hoca’yı
saygıyla anmışımdır.”

Öğretmen Prof. Dr. Oğuz Oyan bugün CHP milletvekilidir.
Doktora öğrencisi ise, Abdüllatif Şener’dir!..
Yani:
“Çatı” yıllar önce üniversitede kuruldu.
Muammer Aksoy, Mümtaz Soysal, Yalçın Küçük, Özer Ozankaya‘nın öğrencisiydi.
Saadet Partisi Genel Başkanı Mustafa Kamalak Siyasal Bilgiler’den okul arkadaşıydı.
DSP Genel Başkanı Masum Türker ile aynı üniversitede yıllarca hocalık yaptı.
“Özgür Üniversite”den Fikret Başkaya, Türk Ocağı’ndan Orhan Türkdoğan
yakın dostları oldu.
Evet, “çatı” yıllar önce
Ankara’da, Bolu’da kuruldu.
Ve keza…

Ecevit’i haklı çıkardı

Yıl: 1991
Abdüllatif Şener ilk kez “çatı” sayesinde milletvekili oldu: RP-MHP-IDP ittifakı sonucu Sivas’tan dördüncü sıradan TBMM’ye girmeyi başardı.
O dönem…
DSP lideri Bülent Ecevit sağ kolu Hüsamettin Özkan ile
RP lideri Necmettin Erbakan‘ı TBMM’deki odasında ziyaret etti.
Erbakan’ın yanında Şevket Kazan ile Oğuzhan Asiltürk vardı.
Laf lafı açtı. Ecevit

“Sizin partinizde Abdüllatif Şener diye bir milletvekiliniz var, O’nu izliyorum.
Çok düzgün konuşuyor; O’nda bir yetenek var. Siyaset açısından umut vaat ediyor;
O’nu iyi takip edin.” dedi.

Ve sonraki yıllarda Abdüllatif Şener, siyasetin basamaklarını teker teker çıktı.
Grup Başkanvekili oldu.
Maliye Bakanı oldu.
Başbakan Yardımcısı oldu…
Ve gün geldi; hırsızlığa tahammül edemeyip kurucusu olduğu
AKP’nin kapısını vurup çıktı! İstese Karun kadar zengin olabilir ama yapmadı.
Çünkü…
TCDD’nin “yol çavuşu” Bedirhan Şener’in oğluydu…

  • “Babam çok dindar bir insandı. Helal ve harama çok önem verirdi. Başkasının malına el sürmeme, kesin nasihatlerinden biriydi. (…) Beş yaşındaydım.
    Tren istasyonunun vagonunda karpuzlar vardı. Tanımadığım büyük ağabeyler vagondan karpuz alıp bahçelerde yiyorlardı. Üç dört kişiydik, ‘biz de yapalım’ dedik. Tam o sırada karşımıza babam çıktı. ‘Latif ne yapıyorsunuz’ dedi.
    ‘Şu vagondan karpuz çıkaracağız’ dedim. 
    ‘Bak’ dedi, ‘o karpuzların sahibi var; başkasına ait olanı alırsanız bu hırsızlık olur. Siz oynamaya devam edin,
    ben size karpuz alırım’…”

Bu olaydan bir süre sonra Abdüllatif Şener babasını tren kazasında yitirdi.
Baba nasihatını unutmadı ve hırsızlığa ortak olmayı hep reddetti.
Hırsızlığı elinin tersiyle iten birini, Çankaya Köşkü’ne çıkarmak
Türkiye’nin vefa borcuydu. Yapmadılar.

Bir Alevi İmam Hatipli

Sürekli yineliyorum:
Kimseyi sağcı ya da solcu diye ayırmıyorum; ahlaklı mı, namuslu mu; vicdanlı mı;
tercih ölçütüm bu.
Cebiyle değil yüreğiyle Türkiye’ye bağlı devlet adamına ihtiyacımız vardı.
Ayakları bu topraklara basan politikacılara ihtiyacımız vardı.
Bir Sakin Güç‘e ihtiyacımız vardı.
Temizlenmeye / arlanmaya ihtiyacımız vardı.
Bir adam gibi bir adama ihtiyacımız vardı.
Türkiye’nin, laik demokratik rejimine inanan; kimseyi ötekileştirmeyen
Abdüllatif Şener’e ihtiyacı vardı.
Örnek vermeliyim…
Sivas Ali Baba Mahallesi’nin Küçükkazancılar sokağının çocuğu.
Acıktığında mutfaklarına girip yemek yiyecek kadar Alevilerle kardeş.
Yıllar sonra bakan koltuğunda otururken başından bir olay geçti:

“Hatay’daki bir toplantıda yanımdaki arkadaşlara ‘ben de Aleviyim, diyeceğim.’ dedim.

Hemen itiraz ettiler, ‘olur mu, yanlış anlaşılır; hiç değilse ‘Alevilik Hz. Ali’yi sevmekse
ben de Aleviyim de’ dediler. Bu olmaz dedim. Önce kendi kafana göre bir Alevilik tanımı yapacak, sonra bu tanıma göre Alevi olduğunu söyleyeceksin. Olmaz.
Kimsenin kimseyi tanımlama hakkı yoktur. Bir Alevi kendini nasıl tanımlıyorsa öyledir.”

Madımak‘ta ölenlere gözyaşı döken bir İmam Hatipli O
Bırakınız şu “gardrop Atatürkçülüğünü” ve “gardrop Müslümanlığını”!..
Ben hiç orada değilim. Yazmalıyım:

Uğur Dündar geçen yıl Halk Arenası programına Abdüllatif Şener’i davet etti.
Yanında gencecik, başı açık güzel bir kız vardı. “Asistanınız mı” diye sordu.
Başı açık genç kızın adı, Elif Şener’di ve Abdüllatif Şener’in kızıydı.
Şaşırdınız mı; hiç şaşırmayınız; bu Türkiye gerçeğidir.
Bakınız…
Dindar Bedirhan Şener’in kızı Fatımat’ın da başı açıktı; bir Cumhuriyet öğretmeniydi.
Abdüllatif Şener’in diğer kızı Beyza ise başörtülüdür.
Halk Arenası bitti; Elif Şener Uğur Dündar’a, “Sizi çok seviyorum, nikah şahidim
olur musunuz?” dedi. Bu “nikah” Çankaya Köşkü’ne yakışmaz mıydı?

  • Devreye Cemaat ve Abdullah Gül girdi;
    Ekmeleddin İhsanoğlu aday yapılıverdi.

Türkiye sahipsiz değil, hepsini yazarız…

NOT: Bilgilerin bir bölümünü meslektaşım Çiğdem Toker’in
“Adım da Benimle Büyüdü” kitabından aldım.

MAHKEME DAHA NEYİ BEKLİYOR?


MAHKEME
DAHA NEYİ BEKLİYOR?

AYM’nin uzun tutukluluğu “hak ihlali” kabul eden kararı üzerine Mustafa Balbay’ın tahliyesi sonrası gözler Ergenekon Mahkemesi’ne çevrildi. Hemen her görüşten hukukçu, Balbay için verilen tahliye kararının bütün uzun tutuklular için uygulanması gerektiğinde hemfikir

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) uzun tutukluluğu “hak ihlali” kabul eden kararı üzerine CHP Milletvekili Mustafa Balbay’ın tahliyesi sonrası gözler Ergenekon davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne çevrildi. Hemen her görüşten hukukçu, Balbay için verilen tahliye kararının bütün uzun tutuklular için uygulanması gerektiğinde hemfikir.

Aralarında 2007-11 dönemi TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanlığı da yapmış Anayasa Profesörü Zafer Üskül gibi AKP’lilerin de bulunduğu
çok çeşitli kesimlerden hukukçular,

  • “Anayasa Mahkemesi’nin hükmü, uzun tutukluların tümünü kapsıyor. AYM’nin kararı, kişiye özgü değil ilkeseldir.” 

görüşünde ısrarcı. Ergenekon davasında tutukluluk süresi 6 yıla yaklaşan tutuklular bulunuyor.

Tutuklulukta azami süre 3 yıl

13. Ağır Ceza Mahkemesi, Mustafa Balbay ile ilgili verdiği kararın gerekçesinde yanlış yorum ile azami tutukluluk süresinin 5 yıl olduğu konusunda görüş bildirmişti.

Ancak Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) ilke olarak tutuklulukta geçen azami sürelerin zorunluluk halinde yarısı kadar uzatılabileceğini benimsemişti. 102. maddede de

CMK md. 102    :

  • “Tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde gerekçesi gösterilerek uzatılabilir. Uzatma süresi 3 yılı geçemez.” denilmiştir.

Böylece azami sürenin 1 yıl daha uzatılarak toplam 3 yılı geçemeyeceği belirtilmiştir. Nitekim, hiçbir ek sürenin asıl süreden fazla olamayacağı
temel ilkedir.

Tahliye edilmesi gereken adlar…

  • Oktay Yıldırım – 12 Haziran 2007’de tutuklandı.
    6 yıl 6 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Mehmet Demirtaş – 12 Haziran 2007’de tutuklandı.
    6 yıl 6 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Ergün Poyraz – 27 Temmuz 2007’de tutuklandı.
    6 yıl 5 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Sevgi Erenerol – 22 Ocak 2008’de tutuklandı.
    5 yıl 11 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Doğu Perinçek – 24 Mart 2008’de tutuklandı.
    5 yıl 9 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Hikmet Çiçek – 29 Mart 2008’de tutuklandı.
    5 yıl 9 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Tuncay Özkan 23 Eylül 2008’te tutuklandı.
    5 yıl 3 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Hasan Atilla Uğur – 3 Temmuz 2008’de tutuklandı.
    5 yıl 5 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Durmuş Ali Özoğul – 6 Temmuz 2008’de tutuklandı.
    5 yıl 5 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Levent Göktaş – 7 Ocak 2009’da tutuklandı.
    4 yıl 11 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Mustafa Dönmez – 12 Ocak 2009’da tutuklandı.
    4 yıl 11 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Ataman Yıldırım – 7 Ocak 2009’da tutuklandı.
    4 yıl 11 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Levent Ersöz – 17 Ocak 2009’da tutuklandı.
    4 yıl 11 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Fatih Hilmioğlu – 13 Nisan 2009’da tutuklandı.
    4 yıl 8 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Deniz Yıldırım – 9 Kasım 2009’da tutuklandı. 4 yıl 1 aydır tutuklu.
  • Serdar Öztürk – 7 Haziran 2009’de tutuklandı. 4 yıl 6 aydır tutuklu.
  • Dursun Çiçek – 30 Nisan 2010’da 3. kez tutuklandı.
    3 yıl 8 aydır cezaevinde.
  • Mehmet Bedri Gültekin – 22 Ağustos 2011’de tutuklandı.
    2 yıl 4 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Erkan Önsel – 22 Ağustos 2011’de tutuklandı.
    2 yıl 4 aydır tutuklu bulunuyor.
  • Turhan Özlü – 22 Ağustos 2011’de tutuklandı. 2 yıl 4 aydır tutuklu.
  • Mehmet Eröz – 9 Eylül 2011’de tutuklandı. 2 yıl 3 aydır tutuklu.
  • Yalçın Küçük – 11 Ocak 2009’da tutuklandı. 12 gün sonra 23 Ocak 2009’da tahliye edildi. Odatv davasından tutuklandığı 7 Mart 2011’den beri cezaevinde bulunuyor.
  • Tuncer Kılınç – 12 Ağustos 2013’te tutuklandı. 4 aydır tutuklu.
  • Hasan Iğsız – 10 Ağustos 2011’de tutuklandı. 2 yıl 4 aydır tutuklu.
  • Alaettin Sevim – 25 Ağustos 2011’de tutuklandı. 2 yıl 4 aydır tutuklu.
  • Nusret Taşdeler – 27 Kasım 2012’de tutuklandı. 1 yıl 1 aydır tutuklu.
  • Hurşit Tolon – 7 Temmuz 2008’de tutuklandı. 7 ay sonra 6 Şubat 2009’da tahliye oldu. 10 Ocak 2012’de 2. kez tutuklandı. Cezaevinde geçirdiği süre
    2 yıl 6 ay.
  • İlker Başbuğ – 6 Ocak 2012’de tutuklandı. 1 yıl 11 aydır tutuklu.
  • Şener Eruygur – 7 Temmuz 2008’de tutuklandı. 2 ay sonra 21 Eylül 2008’de tahliye oldu. 11 Eylül 2013’te 2. kez tutuklandı.
  • Mehmet Ali Çelebi – 1 Temmuz 2008’de tutuklandı. 2 yıl 10 ay sonra
    20 Mayıs 2011’de tahliye oldu. 14 Ağustos’ta 2. kez tutuklandı.
    Cezaevinde geçirdiği süre 3 yıl 2 ay…************************

Dostlar,

Günümüz Kara Avrupa’sının hukukunun kökeni Roma Hukukudur.
İngiltere Roma Kilisesinden ayrılarak Anglosakson Kilisesi‘ni kurduğundan, İngiliz Hukukunun kaynağı gelenek olup “Common Law” olarak bilinir
Günümüzden neredeyse bin yıl önce bile Kralların – İmparatorların
tek başına idam cezası verme yetkileri giderek sınırlandırılmıştır.
(İngiltere, 1215, Magna Carta!(

Günümüz Türkiye’sinde ise masum insanlar cezaevinde ölsünler diye tasarlayarak – planlayarak yasa ve hukuk dışına çıkan uzun sürelerle
sözde yargılama süreçlerine zincirlenmektedirler.

6+ yıldır haklarında kesin hüküm verilmeyen masum sanıklar vardır.

Bir bölüm sanık ise “yaşam boyu hapis cezası” na çarptırılarak zindanda ölmeleri güvenceye alınmıştır.

Türk hukukunda sözde “idam / ölüm” cezası kaldırılmıştır;
fakat görüldüğü ve yaşandığı üzere fiilen – eylemli olarak (de facto!) uygulamadadır.

Bu kabul edilemez!

Hukuk kuralları soyut ve geneldir.
Kişiye ve duruma özgü yasal düzenleme yapılmaz.
Yasa – hukuk önünde herkes eşittir (Anayasa md. 10).

Dolayısıyla AYM’nin kararı ilkeseldir, “uzun” (yasal sınırları aşan) sürelerdir tutuklu olan tüm T.C. Yurttaşlarının, AY md. 153/son uyarınca hemen salıverilmeleri gerekmektedir :

AY md. 153/son :

  • “Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”

Sevgi ve saygı ile.
14 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

 

 

Tüm türkülerim kaptan yoldaş – oğlum Baran için

Dostlar,

Yakın akrabamız saz sanatçısı – ozan – türkücü – savaşımcı eğilmeyen aydın
Sevgili Rahmi Saltuk’tan kısaca söz edelim hoşgörünüzle..

Çoook bedek ödeyen ama ödün vermeyeni bükğlmeyen devrimci sanatçı..

İzmir’de 9 Ekim 2013 günü Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda dinleyicileri ile buluşacak. Geçtiğimiz yıl 21 yaşındaki oğlu Baran’ı çoook acı biçimde yitirdi.. Yeni yeni kendine geliyor..

Teşekkürler Sevgili Rahmi, sesine ve sözüne sağlık..
Her şey gönlünce olsun..
Lütfen acını bal eyle ve sanat yaşamını üreterek sürdür..
Sesini de, sazını da cemalini de çook özledik..

Sevgi ve saygı ile.
06.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================

Tüm türkülerim kaptan yoldaş, oğlum Baran için

Rahmi_Saltuk

Rahmi SALTUK

Uzun bir aradan sonra sahnelere dönüyor Rahmi Saltuk. Şimdilik tek konserle. 9 Ekim günü İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda dinleyicileri ile buluşacağı için heyecanlı. Konserin formatı da adı gibi ilginç.
“Türküler ve Anılar” adını verdiği konserde
her türkü ile ilgili yaşanmış anılarını aktaracak.

 

GAMZE AKDEMİR

  • “Tanrı Baba”, 
  • “Dağlarına Bahar Gelmiş Memleketimin”, 
  • “Acıyı Bal Eyledik”, 
  • “Terk Etmedi Sevdan Beni”, 
  • “Haydi Gülümse”…

Usta halk ozanı Rahmi Saltuk’un seslendirdiği, dillere düşmüş bestelerden
sadece birkaçı. Canlı bir konserde kendisinden dinlemeyeli epey bir zaman oldu.
Bu bekleyişe 9 Ekim’de, saat 21.00’de İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda vereceği konserle son verecek Saltuk. Her zaman olduğu gibi özgürlük ve demokrasi şöleni havasında geçmesi beklenen konseri “Türküler ve Anılar” başlığını taşıyor.

Rahmi Saltuk ile yeni konserini, müziğe adanmış yaşamını, seri sansürlendiği yılları, siyasetle mesafesini, sosyalizmi ve yürekten desteklediği Gezi’yi konuştuk.

– Rahmi Saltuk müziği bıraktı sananlar var, sayısı az da değil. 

– Maalesef. Kesinlikle müziği bırakmadım. Kendi isteğimle ara vermiş değilim.
Şimdi sağ, sol, herkesin bir etki alanı var. Küçültmek istemiyorum ama herkesin bir çöplüğü var açıkçası. O çöplükte horozlar var. Yani diyor ki Rahmi Saltuk, gelsin benim askerim olsun. Kimsenin askeri olmadım, olmam. Öyle gönül vermiyorum bir harekete. Ben hayatımı müziğe adadım; severek, isteyerek. Hukuk okudum ama avukatlık yapmadım. Tüm sıkıntılarına rağmen müziğin yanına bir şey koymadım. Müzik çok ciddi bir iştir. Yanına bir şey koydun mu o iş sulanmaya başlıyor. Şimdi televizyonda yoksun, basında arada bir Cumhuriyet’te haberin çıkıyor, sahnelerde de öyle çok olmayınca
yani bugünün Türkiye’sinde popüler olmayınca, bıraktın sanılıyor haliyle.

– 70 ve 80’lerde ise durum böyle değildi. 

– Popüler olmayı istemeden popüler olmuştum. 1983’te Şan Tiyatrosu’nda Egemen Bostancı ile konserlere başladığımda kuyruklar oluşurdu. Solo veriyordum konserlerimi. Anadolu’da solo konserler benle başladı. Bırakın illeri, ilçe ilçe bini aşkın konser verdim. Aynı yıl 5-6 Şubat’ta Ankara’nın ünlü, 1700 kişilik Arı Sineması’nda iki gün çıktım sahneye, ortalık yıkıldı. Biletler bir hafta önceden bitti. İzmir, Bodrum, Mersin’de biletler yine yok sattı. Mustafa Oğuz 9-10 Nisan’a Arı Sineması’nda tekrarını programladı konserin. Konserlerimde türkünün öncesinde “şimdi sıra büyük ozanımız Nâzım Hikmet’te, şimdi Ahmed Arif’te, Hasan Hüseyin’de” diye anonslarda
bulununca coşku daha da arttı, alkış kıyametti. Fakat bedelini ödettiler!

– Sansür! 

– Sansür… Önce üstü örtülü sonra açık açık. 83’te, ikinci Ankara konserinin üzerinden
üç beş gün geçmişken, Şan’dan aradılar Egemen Bostancı seninle görüşmek istiyor diye. Gittim, “Oğlum tehdit ettiler. Ya Rahmi Saltuk konserlerine son verirsin ya da salonu elinden alırız diyorlar” dedi. O anonsları geçmesem sakıncalı olmayacaktım. Zülfü yâre dokunmamış olacaktım çünkü. “Egemen abi, kızmam, darılmam, sen ticaretini yapıyorsun ben de türkülerimi böyle söylüyorum. Hadi sen salonuna kavuş
ben de seninle bu durumda ne yapalım ki çalışamayacağım” dedim.

Yasaklar hiç peşimi bırakmadı, nefes aldırmadı. 

– “Kimsenin askeri” olmamakla birlikte siyasetten göbeğinizi bütünüyle kesmediniz.

– 15 yaşında sosyalizme sempati duymaya başladım. Türkiye İşçi Partisi (TİP) kurulduğunda lise öğrencisi olarak sempati duyuyordum, 65’te de üye oldum.
Ama sonunda özellikle Yalçın Küçük yüzünden duruş değişince sıtkım sıyrılmaya başladı. Üst yönetimle de çok iç içe bir kişi olarak O’na her yerde karşı çıktım.
Sonra Filistin’le dayanışma geceleri yapılacaktı, 78’di sanırım. İstanbul’dakine katılamadım, bu da bir “kırılma” noktası oldu. Ankara’da sınavım vardı, hukuk fakültesini bitiriyorum. Bir grup genç geldi, ODTÜ’de de yapacağız diyerek davet ettiler. Bu arada yıllar sonra içlerinde MÜYAP Başkanı Bülent Forta’nın olduğunu da öğrendim.
90 ortalarında karşılaştık, hapisten çıkmış, “Abi, sen bize söz verdin ama gelmedin” dedi. Oysa söz verdim doğru ama gelmedim değil, gelemedim çünkü parti karşı çıktı
ve neredeyse başıma bir komiser diktiler yani. Bu önyargı da yıllar içinde sürekli
önüme çıkmıştır. İşte o bizim bilmem hangi etkinliğimize gelmemişti filan diye.
Biraz araştırsalar böyle olmadığını anlayacaklar. Sonunda bir daha hiçbir partiye
üye olmayacağıma dair kendime bir söz verdim ve partiden istifa ettim.

HADEP’in kuruluşuna beni ısrarla istediler mesela, gitseydim milletvekiliydim.

Ben sosyalist bir sanatçıyımİ;amacım sosyalist mücadeledir
.

Öyle devrimciyim, solcuyum demekle olmaz, yetmez. Evet, kimsenin askeri değilim. Şimdi yüzde yüz destek verdiğim, Türkiye’nin önüne müthiş bir ufuk açtığına inandığım Gezi Direnişi’ni böyle kullanmaya çalışanlar da var. Ben bunu yapmam.
Gezi’nin rüzgârına yamanmadım, yamanmam. Hiçbir olayın sırtına binmedim, binmem. Tüm türkülerimi geçen yıl yitirdiğim, “kaptan yoldaş oğlum Baran” için söylüyorum, söyleyeceğim.

– İzmir’deki konseriniz… Yeni bir format söz konusu değil mi?

– Evet, 9 Ekim’de saat 21.00’de Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu’nda olacak.
Biletler Biletix’te satışta, gişe de açıldı. Format da şöyle; isminden de anlaşılacağı gibi “Türküler ve Anılar” şeklinde olacak. Özü, ağırlığı elbette türkü olmak üzere kısa anılar da paylaşacağım o türküye dair. 20 civarında türkü söylemeyi planlıyorum. Anılara da örnek verirsem; diyelim ki, “15’lere Ağıt”ı söylüyorum, bunu Deniz Gezmiş’e işgal günü şurada söylemiştim diyerek anlatacağım. “Gökte Yıldız 160” mesela, o türküye dair Behice Boran’la bir anım var onu paylaşacağım. Sonra “Altın Hızma Mülayim”,
o türküyü, meşhur, sosyalist blok daha dağılmamışken, 1973’teki Dünya Gençlik Festivali’nde Berlin’de bir İranlı klarnet sanatçısından aldım, bunun öyküsünü anlatacağım mesela. Özellikle gençlerle buluşma konusunda çok heyecanlıyım.
Genç kuşak seni tanımaz diyorlar, desinler. Gençlere güveniyorum.
Onlar bilir, beni de biliyorlardır.
(Cumhuriyet, PAZAR eki, 6.10.13)

Hanefi Avcı TÜBİTAK raporuyla kanıtarı çürüttü; peki şimdi ne olacak?


Dostlar
,

Ergenekon tertibinde çok çarpıcı bir savunma daha..

Eski ve kıdemli Emniyet Müdürü Hanefi Avcı çok net bir savunma yaptı
İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesinde..

Zehir zemberek bir dizi soru ve TÜBİTAK raporuna dayalı teknik – bilimsel yanıtlar..

Savcılık makamı ne diyecek acaba?

O makamda olmak istemezdik.
Olsaydık, savlarımızı (iddialarımızı) geri çeker, sanıkların aklanmasını isterdik.

Yargı heyeti yerinde olsaydık, “davanın kanıtsız ve de konusuz kaldığını” karara bağlayarak iddianameyi reddeder, sanıkları aklar, dosyayı kapatırdık..

Belki, düzmece kanıtlar sunanlar ve de bunları iddianamesine alanlar hakkında
suç duyurusunda bile bulunurduk

Bu son 2 tümcemiz, Anayasanın yasakladığı mahkemelere telkinde – tavsiyede bulunmak vb. yaklaşım ve amacın tümüyle dışında olup (md. 138), yine Anayasanın görüş ve düşünce açıklama özgürlüğü (md. 25, 26 vd.) bağlamında değerlendirilmelidir. Nitekim hukuk yazınında (literatürde, doktrinde) mahkeme kararları da bilimsel düzlemde rahatlıkla eleştirilebilmektedir. Tersi düşünülemezdi zaten..

  • Ergenekon tertibi yüzlerce kezlerce çürütüldü..
    Tartışılabilir bilimsel kanıtı neredeyse kalmadı..

Ama yargılama yapan heyetler son derece ağır cezaları yaygın biçimde vermekten
geri durmadılar.. Yüz yılı aşan hapis cezaları, müebbetler, birkaç kez müebbetler, ağırlaştırılmış müebbetler yağmur gibi yağdırıldı..

En kritik not şudur :

  • Kamuoyunun adalet duygusu doyuruldu mu, katledildi mi?
  • Adalet mülkün = ülkenin temeli ise o temel ciddi derecede tahrip olmadı mı?

Ayrıca, yılların kıdemli emniyet müdürü bir kitap yazacak (HALİÇ’TE YAŞAYAN SİMONLAR), fincanının katırları ürkecek ve bu kişi birden bire terör örgütü bağlantısıyla suçlanarak alelacele hapse tıkılacak?

İlahlar gazaba geldi mutlaka..

Bu acul senaryoya kimlerin inanması bekleniyor?
Dahası, bu zırva senaryonun hazırlayıcıları için hiçbir fatura olmayacak mı??

Bir dahası; tüm saçmalığı bilindiği halde kurgulayanların kazanmayı tasarladığı zaman hala bitmedi mi sanılıyor??

  • Hanefi Avcı TÜBİTAK raporuyla kanıtarı çürüttü; peki şimdi ne olacak?

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 11.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

Hanefi Avcı TÜBİTAK raporuyla delilleri çürüttü!

Odatv davasında yargılanan Hanefi Avcı, kendisi hakkında yapılan suçlamaları TÜBİTAK raporuyla çürüttü. Avcı,
Emniyet mailleri incelerken neden virüslü saldırıyı görmezden geliyor?” diye sordu.

Ergenekon soruşturması kapsamında Odatv’de yapılan aramalar sonrasında gazeteciler Ahmet Şık, Nedim Şener ve Soner Yalçın’ın da aralarında bulunduğu
13 sanık hakkında açılan davanın görülmesine devam edildi.

İstanbul 16. Ağır Ceza Mahkemesince Çağlayan’daki İstanbulAdalet Sarayı’ndaki
büyük salonda yapılan duruşmaya, tutuklu sanıklar eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı
ve Yalçın Küçük ile gazeteciler Ahmet Şık, Nedim Şener ve Doğan Yurdakul‘un da aralarında bulunduğu 11 tutuksuz sanık katıldı.

Hanefi Avcı durumada kendisi hakkında yapılan suçlamaları TÜBİTAK raporlarıyla çürüttü. Avcı şunları söyledi:

-Emniyetin laboratuvarları var, uzmanları var, neden bu bilgisayarlar bu uzmanlara değil, düz komiserlere gönderiliyor. Peki Odatv bilgisayarları izlenirken bu virüsler
bu bilgisayarlara girerken Emniyet neden izlemiş? Neden takip yapmamış?
Bu tezgah baştan belli…

– Görülüyor ki, Emniyet içinden her şey başından planlanmış.

Öyle ki raporun altında üç imza var. Hepsinin ayrı ayrı tarih yazıp imzalaması lazım.
Ama tek tarih yazılmış” ifadelerini kullandı.

Emniyet mailleri incelerken neden virüslü saldırıyı görmezden geliyor?

  • Bu dosyalar uzaktan virüs yoluyla gönderilen dosyalardır.
  • Dosyalara bakıyorsunuz, aynı dosyalar, aynı tarihte, aynı dakikada, aynı saniyede hem evdeki hem ofisteki bilgisayara kaydolmuş.
  • Bu nasıl oluyor?
  • Aynı anda aynı dosyalar nasıl aynı kişinin iki bilgisayarına birden kaydoluyor?
  • Bunun bir yanıtı var :
  • Bu dosyalar sonradan virüsle gönderilmiş ve kendisini sanki bu tarihte kaydolmuş gibi göstermiş.

-Bakın kitabımın yayınlandığı gün Odatv‘deki telefon konuşmalarına. Soner Yalçın kitabı gazetede görüp Barış Pehlivan‘ı arıyor ve haber veriyor. Odatv’de kitabıma ilişkin ilk yayınlanan haber o gün 12:38’de. O da Hürriyet’ten alıntı yapılmış.
Kitaptan haberleri yok.

-Benim kitabımdan Odatv’nin hiç haberi yok; bu ek klasörlerde görülüyor.
Benim kitabımı yayınevine gönderdiğim tarihe bakın bu notlardan önce.

Nedim Şener‘in tapelerini inceledim, hepsi gece 12’de başlayıp sabah 7’ye kadar yapılmış. Eminim ki, bu Emniyet’te yapılmadı. Başka yerde yapıldı.

İkincisi; benim hakkımda tahkikat yok. Odatv’yle bir ilgim tespit edilmemiş.
Benim konuşmalarım nasıl oraya konmuş?
Bunu hazırlayanlar bunu nereden biliyor?

Üçüncüsü:

  • TÜBİTAK diyor ki bu dosyalar bu sanıkların bilgisayarında yazılmamış.

Peki hangi bilgisayarda yazılmış?
O bilgisayar neden bulunmuyor?

Bu dökümanlara bakın. Herkesin ismi yazıyor. Böyle örgüt dökümanı olur mu?
Hiçbir örgüt böyle bir döküman yazmaz.
(Kaynak: odatv, 11 Eylül 2013)

Batı Cephesinde Erdoğan’ın Yıkılışı


Batı Cephesinde Erdoğan’ın Yıkılışı

portresi

 

YALÇIN KÜÇÜK
Le Monde Diplomatique (AYDINLIK, 2.8.13)

 

Bir de Soljenitsin ile tartışmam var, “kavgam” da denebilir, quarante huitard, hayır, soixante huitard, 48’li değil, 68’li dönemde, ancak bu sözün, “sekizliler”, tarihi 1848 ile başlıyor. Devam ediyorum, ODTÜ yıllarımda tek kafetarya vardı, öğretim üyeleri için, Erdal İnönü ile aynı masalara otururduk, nedenini bilmiyorum. Erdal Bey, çok muhafazakar dünya görüşüne sahipti, edebiyat beğenisi ise çok geridir, Soljenitsin’i dahi beğeniyordu ve belki benden başka tartışacak kimse bulamıyordu. Soljenitsin Sovyetler Birliği’ni yıkmak istiyordu, güzel, ama bunu edebiyatla yapmaya çalışıyordu; ben, bizden Ahmet Mithat Efendi’nin daha büyük romancı olduğunu ileri sürüyordum; fakat sadece Erdal Bey değil, bütün dünya, “alayı”, çok beğeniyordu. Güzel, yalnız herhalde anlaşılıyor, burada Soljenitsin’i değil Erdoğan’ı yazıyorum, hükümete gelmişti, bir İsraeli yazar, “ikinci Atatürk” dahi dedi, acele etmiştir, bu sözü Kemal Kılıçdaroğlu’ndan bekliyordum.
Erdoğan geldi, alayı övüyordu ve şimdi yıkılışını konuşmaktadırlar.

Soljenitsin sendromu

Ne yazık ki kaybettik. Tabii, Erdal Bey’den söz ediyorum ve bu arada Sovyetler Birliği de kayboldu, Soljenitsin de Amerika’dan ülkesine döndü, sanki beni kurtarmak için geliyordu. Öyle, belki de aklını bırakmış, çok çok dindar, bir ortodoks kilisesini, bir slavizmi yazıyor ve savunuyor; en yüksek Amerikan edebiyat dergileri, “bu adam mı”, değişti, artık yazamıyor; sadece bunları döktürüyorlardı. Çok güzel, şimdi Batı, işte “aynen” böyledir, Soljenitsin sendromundadır. Tayyip Bey çok haklı, “terbiye” sınırını çok aştılar. Le Monde Diplonatique, hem “Le Monde” ve hem de “Diplomatique”, daha önce yazdıklarından çok pişman bir haldeler, bir uçtan diğerine fırlıyorlar. Yazının başlığı “Pourquoi M. Erdogan Espère Rebondir”, bunu “Erdoğan yeni bir çıkışı nasıl ümit eder” şeklinde çevirebiliriz.
Ölmüş ölmesine ama bir sıçrama yapabilir mi; Le Monde hiç de diplomatik olmayan bir dille bunu tartışmaktadır.

Önce Hürriyet’te okuduk, önce Birleşmiş Milletler vurdu, “Balyoz’a Balyoz” oldu; buna dava denmez, buna hukuk denmez, dediği budur. Güzel, ben aynı davalar için iki kez tutuklandım, alıp götürüyorlardı, kapıda, birinde “darbe” ve diğerinde “iç savaş” dedim, gazete ve televizyonlarda kayıtlıdır. Peki ben “dahi” ve yüksek komutanlar “aptal” mı, hayır ve estağfurullah, sadece ve sadece yüksek komutanlar bu davanın içindeydiler, buna işaret ediyorum. Güzel, yalnız yanlış anlaşılmak istemiyorum ve içerdekileri değil, dışarıda kalanları gösteriyorum. Ve yüksek komutanlar hala yanında ve arkasındadırlar.

Ufukta mahkeme görünüyor

Bunu arada not etmek istiyorum, Susan Sarandon ve Vanessa Redgrave’ı hep, önce müthiş kadınlar ve sonra harika oyuncular olarak hatırlıyorum, Redgrave’ın “Blow up” filmini unutmak imkansızdır. Şimdi Gezi’de gezerek, Erdoğan’ı müthiş suçluyorlar, Erdoğan buna çok kızmakta haklıdır, çünkü hepsi bir arada ağırlıkları çoktur. Erdoğan en çok Gezi İsyanı’na, Fransızca “soulèvement” karşı yapmış olduğu mitingi Hitler’in gösterilerine benzetmelerine içerlemiş; buna mukabil, gazeteler Gezi ölümleri için yargılanabileceği notunu önemsediler. Fakat hoş, Yugoslavya’dan sonra La Haye’e bakılıyordu, burada Strasbourg, “beş masum gencin ölümüne neden olan emirleriniz” diyorlar, arkası mı, bilemiyoruz, çok ağır bir işarettir.

Gezi’den yükselen Türkiye

Peki, Selçuk Demirel’i tanıyor musunuz, ben tanıyorum, ortaya soruyorum. Le Monde Diplomatique’te en beğendiğim “çizer” diyebilirim. Bir ağaç var, kova mı, insan mı, kökünden suluyor, yapraklar açmış, bir harita bir ülke olmuş,
Türkiye; Gezi’den Türkiye yükselmektedir. Olağanüstü, Selçuk Demirel çizmektedir.

Taksim Komünü’ne selam

Sosyologça dergisinin son sayısında, Temmuz-Aralık 2013, “Gezi” üzerine, “Gezi Ruhu” da diyorlar, Profesörler Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan ile birlikte ve ayrı ayrı incelemeler var. Ayrıca üzerlerinde yazmak ve tartışmak istiyorum, “Taksim Komünü’ne Selam” diyorlar, biz eskiden “selam olsun” diyorduk, “Muhafazakar Otoriterliğe Karşı Yeni Dünya’nın İlk Zaferi” ekliyorlar; doğrusu, Londra’dan çıkan deklarasyon ve Le Monde’daki yazıya bakacak olursak, “dünya ölçüsünde” değerlendirmesini kolay kolay abartma sayamayız. Böylece başlıyorum.

Çapulcuların isyanı

Tristan Coloma’nın yazısı “Çapulcu” sözcüğü ile başlıyor, yanında Fransızca karşılığı “racailles” buluyoruz, “ayak takımı” demektir ve bu sözün, “çapulcu”, Gezi’deki eylemciler için Türk Başbakanı Erdoğan tarafından kullanıldığını okuyoruz ve öğreniyoruz. Güzel, peki ne yapıyorlardı, cevap, “le soulèvement populaire” , buluyoruz, “halk ayaklanması” ya da “isyanı” anlıyoruz. Peki neden, çünkü Erdoğan’ın otoritesine meydan okuyorlar, qui défie son autorité, sözcükler bunlardır ve bu kadar net yazılmışlar. Neden mi, en réaction a la brutalité de l’intervation policière , “brutal” kelimesinin “hayvanca” ve “hoyratça” anlamları var. Nasıl istenirse, bırakıyorum. Polisin ….. müdahalesine işte böyle karşılık veriyorlar.

Küçük Sözlük

Öğrendim, demek çapulcular pek önemli bir iş yapmışlar, ben de gereğini yapacağım, bu incelemeye, “Le Monde-Erdogan Küçük Sözlük” ekliyorum. Güzel, devam ediyorum. Anlıyoruz ki, Sosyal Medya bu sözcüğü kabul etmiş, hemen İngilizcesi çıkmış, chapulling, “çapılin” ve Fransızcası’nı da ekliyorlar, “chapuller”, “şapüle” ve bu dünya dillerine hemen giren bu kelimeye, çapulcu, Fransızca’da, celui ou celle qui se bat pour les droits de chacun, “herkesin hakkı için mücadele eden erkek veya kız” anlaşılmaktadır. Tabii yer dar, savaşırken el ele tutuşmak, bazen öpüşmek, komünden yemek ve komünde yatmak tarifin içindedir. “Düşman” tarafa piyano ile atış serbesttir. Yaşamla dalga geçen bir halleri var, tam bana göredir.

Türkiye Erdoğan’a karşı

Bu kadar mı, hayır, “bu durum, herşeyden önce toplumun derinden bölündüğü anlamına gelmektedir”. Devam, Tristan Coloma yazısını geliştirirken bir takım görüşler alıyor, akademisyen olabilirler, ancak ben hiçbirini tanımıyorum. Ama bunlardan birisi, AB, bu halk ayaklanmasının, “yaşam biçimi açısından” toplumda bir “yarılma” olduğunu ortaya çıkardığına işaret etmektedir. Güzel, peki, AB, bu yarılmayı ise, “cristallise le figure de M. Erdogan”, Erdoğan figürü billurlaştırıyor; Erdoğan’a bakınca yarıldığımızı anlıyoruz. Bunu Le Monde Diplomatique’den öğreniyoruz. Türkiye’yi, Diyarbakır karpuzu misli ortadan yaran adamdır.

Hoş bu AB hanıma göre 2002 yılında Erdoğan bir kırılma’yı temsil ediyordu, rakiplerini, eski milli iblis ya da putlarını tekrar bulmuş, modası geçmiş gericiler sınıfına, au rang de rétrogrades dépassés, renoue avec les vieux démons nationaux, atmıştı; ama şimdi ise à un complot international visant à déstabiliser le pays, ülkeyi destabilize etmek isteyen bir uluslararası komplo ile karşı karşıya kaldığını iddia etmektedir. Bu kadar kısa bir zamanda, o halde “Gezi” pratik değil teorik bir olgudur ve belki de

“Gezi Ruhu” diyenler haklıdırlar.

Le Monde’a göre Erdoğan

Kısa tutuyorum ve bu arada, hemen ve kısa yoldan, Tristan Coloma, Erdoğan’a n’était pas d’humeur badine, şaka yapmaz ve şakadan anlamaz, buyurgan ve hep kesip atan nitelemesini de yapıştırıveriyor. Bunları, Erdoğan’ın birden bire, “haydi anlaşın” yoksa biz kendi anayasamızı çıkarırız” açıklaması üzerine uygun buluyoruz. İlaveten, Coloma, Gezi Ayaklanması vesilesiyle, l’arrogance de premier ministre, Erdoğan’ın kendisini bir şey sanan, pek şişinen bu halinin bu kadar belirgin olmasının, akepe kadınlarını da etkilemiş olduğunu not ediyor. Anayasa projesiyle pek ilgili görünmüyor, aldığı izlenim budur, konuşmak istemiyorlar, basit değişiklikle yetinmek eğilimindedirler. Öğrenmiş oluyoruz, ne de gazeteci, haber vermek durumundadır.

Bir de Fransız Hanım Araştırmacı var, EM, İstanbul’da mukim, 2011 tarihine kadar akepe, en başta gizli güç odaklarını ortadan kaldırmaya ya da kontrol altına almaya çalıştı, önem verdi, demektedir. Les divers contre-pouvoirs sözcüğü kullanılıyor, “derin devlet” veya “vesayet” örgütleri kast ediliyor, öyle sanıyorum, başarmışlar, l’armée et la justice, ordu ve adalet tamam, bunu da okuyoruz. Tristan, hemen hemen tamam, pratiquement en effet, tasdik ediyor ve tam buradan yazıyor: “Ordu mensupları için büyük davalar ve tutuklamalar, hukukçuların, gazetecilerin, üniversite mensuplarının, öğrencilerin tutuklanmaları,
hepsi anayasaya aykırıdırlar.” Güzel, Le Monde Diplomatique alay etmeye başlamıştır.

Necdet Paşa’nın iftarı

Le Monde, gizli güç odağı ordu için “museler” fiilini uygun buluyor, “tasma takmak” ya da “ağzına kilit vurmak” demek ki, kabul edemiyorum. Hayır asla, üstelik Harp Akademileri’nde, iftar yemeğinde izledim, hiçbir komutanımızı öyle görmedim, Necdet Paşa, sanki saraylı ev sahibesi hanımefendi’yi hiç aratmıyordu, yemekler tahmin ediyorum, Borsa Lokantası’ndandır. Bizim Prof. Artun Ünsal, orada yemek danışmanıdır ve lezzetlidir. Bilgin Paşa, Otuz Mehmet Paşa, kuvvet komutanı olacaklardı, hapisteler ve müebbet bekliyorlar; Necdet Paşa mükemmel iftar veriyor. Yemeğe engel bir durum yoktur.

Ordusu muselé, laik muhalefet, bunu yapacak parti çok zayıf, işte bu şartlarda Erdoğan, bir, kuvvetler ayrımını kendisi ve demokrasi için ayak bağı ilan ediyor ve iki, otoriterizme sapıyor, “dérive” ve İngilizce “drift” diyebiliriz, artık bütün dünya öğrenmiştir. Ama sapmayıp da ne yapacak, meydan bomboştur. Yalnız, öyle de olsa, Le Monde Diplomatique bunu hiç iyi yapmamıştır, çünkü bütün dünyada, ciddi diplomatların nerede ise en önemli kaynağıdır, çok güveniyorlar.

Yargı bağımsızlığına son

İşte tam bunları kaydederken, sanki yetmiyor, Diplomatique, bir de dip not veriyor; (ı) 2010 Eylülü’nde akepe, referandum ile anayasa değişikliği yaptı ve indépendance du pouvoir judiciaire, yargı gücünün bağımsızlığına son verdi, aynen yazılıdır. Artık yargıçları ve Anayasa Mahkemesi üyeleri tayinle geliyorlar, tayinleri yapan Erdoğan’dır. Demek ki adalet yıkılmıştır ve şimdi de yıkan yıkılmaktadır.

Güzel, ancak, özür diliyorum, burada sahneye çıkmak zorundayım; sözüm şudur, K. Kılıçdaroğlu Fethullah Gülen’e bağlıdır. Bu referandum sırasında dışarıda idim, pek çok televizyonda konuşuyor ve Ulusal’da program yapıyordum, “Kemal Bey, anayasa mahkemesi çöküyor, Kemal Bey hakim teminatı gidiyor, Kemal Bey… Kemal Bey…” Biliyordum ve bağırıyordum. Gülen’e merbut olduğunu hissediyordum, Malatya’da sadece zerdali fiyatlarından, Rize’nin çaylarından söz ediyordu. Gülen’e taahhüdü vardı, sandığa gidip bir oy dahi atamadı; işte Le Monde ve işte televizyonlar, bakın, yüzüme bakın, ben bunları yazarken Kılıçdaroğlu yerine kızarıyorum.

***

Ne utanmaz köpekleriz

Kimi görsek etekleriz

***

Doktoralı işsiz yandaşlar

Le Monde Diplomatique yazısında meddahlar çoktur. Birisi de DY, bayılıyorum. Türkiye’yi peri masallarında görüyorlar, bu akepe nasıl başarılı olmuşmuş, siz mi, eğer güzel bir müslüman kızla evlenmek mi istiyorsunuz, adamları, ils vous la présentent, hemen getirirler. Bir Harikalar Ülkesi, On donne en fonction des besoin de chacun, et on obtient les votes en retour , herkese ihtiyacına göre verilir, karşılığında herkesin oyu alınır ve alınıyor. Çok güzel, bu DY Hanım Fransa’da doktora yaparken, biraz komünizm de okumuş, “herkese ihtiyacına göre, herkesten imkanına göre”, işte akepe budur, bunu yaparak iktidardadır. Ben Paris’tayken, doktoralı 16 bin taksi şoförü olduğunu da duyuyordum.

Göle maya çalmak

Ama ne yazık, yıkılmıştır ve peki hiç şans yok mu, Diplomatiqu böyle bitiriyor ve yazdıklarına pek inanmayan bir hali var, söylemekle söylememek arasındadır. Bir, ekonomik gelişme ile birlikte gelir bölüşümündeki adaletsizliği önemli ölçüde düşürür ve vergi adaleti sağlayabilirse ve iki, büyük işletmeler için pek önemli bazı reformlar için bakanlarını ikna etmesi gerekmektedir. Üç, şu aşağsama, hor görme, artık ayan-beyan, zenginler de gördüler, ne olacak göreceğiz. İşte bunlar olursa, olur, pourquoi pas, neden olmasın, bunu, pourquoi pas, ben ekliyorum. Ve Nasreddin Hoca dahi oluyorum, göle maya atıyorum.

divider_yesil_fiyonk

Zeki Sarıhan : ALPASLAN IŞIKLI İÇİN

 

ALPASLAN IŞIKLI İÇİN

Zeki Sarıhan

Zeki_Sarihan_portresi

Profesör Doktor Alpaslan Işıklı’nın 13 Temmuz günü beklenmeyen ölüm haberi,
14 Temmuz tarihli gazetelerin yalnız ikisinde birinci sayfa haberi olabildi.
Bizim çevremizin ise o gün zihinlerini işgal eden en önemli olayı herhalde bu oldu.
İlerici Sendikacılar, aydın öğretmen çevreleri, ADD üyeleri içinde onun herhangi bir konferansında dinlememiş olan zor bulunur. Çünkü Alpaslan Işıklı, son 25-30 yılın
en önem verilen, konferans için ilk akla gelen isimlerindendi.
Sendikacılık, iş ilişkileri başta olmak üzere birçok kitaba da imza attı. 

 Yaklaşık kırk yıldır onu toplantılarda pek çok kez dinlemiş, on kez onunla aynı kürsülerde topluluklara hitap etmiş, aynı dernekte bulunmuş,
bir kitabın kapağında birlikte adımızın bulunduğu biri olarak,
hakkında bu yazıyı yazma görevini hissediyorum.

Mücadele arkadaşlığımız   :

13 Mayıs 1986’da, Harp-İş Sendikası’nın Ankara Şubesi Konferans salonunda Öğretmen Dünyası’nın düzenlediği “Öğretmen Sorunları” panelinde birlikteydik.
Milli Eğitim Bakanlığı 15. Millî Eğitim Şûrası’nın ön raporlarında eğitimi özelleştireceğini ve paralı eğitime geçeceğini ilan edince eğitim örgütleri 15. Millî Eğitim Şûrası’nı İzleme Komitesini kurduk ve 11 Mart 1996’da mücadele bildirimizi 22 kitle örgütü adına Mülkiyeliler Birliği’nde bir basın toplantısıyla O’na yaptırdık. Mozaik Radyo’da ikimiz bakanlığın planlarına karşı konuştuk. 30 Ekim 1997’de Vakıfbank’ta Düzenlenen eğitimle ilgili bir panelde gene birlikteydik. Aynı yılın 10 Kasımında Kanal-E’de
Nahit Duru’nun programında Atatürk’le ilgili bir programdaydık. 7 Aralık 1997’de
İşçi Partisi’nin örgütlediği Devrimci Cumhuriyet’in Eğitim Programları kurultayında konuşmacılar arasındaydık. O, Oktay Sinanoğlu ve ben sonuç bildirgesini hazırlarken ben Kürtlerin anadilinde eğitim yapabilmesini savundum. Işıklı ise tartışmalarımız sırasında dikkat çeken bir formül önerdi:

Türkçe ve Kürtçe’nin İngilizce’nin egemenliğine karşı birlikte mücadele etmesi.
Bunu kabul ettik. 18 Kasım 1998’de Haymana Cezaevi’nde yatan Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ü ziyaret eden aydınlar kurulu arasındaydık. 29 Eylül 2002’de Eğit-Der’in kongresinde derneğin eski başkanlarından biri hararetle küreselleşmeyi savununca buna bir yanıt vermesini kendisinden rica ettim. İkimiz de kürsüden küreselleşmenin emperyalizmin bir görüşü olduğun anlattık. 20 Nisan 2003’te Bilim ve Ütopya’nın Yıldız Teknik’te düzenlediği bir sempozyumda birlikteydik. 17 Mart 2005’te İstanbul Eğitimcimler Derneği’nin Beşiktaş Afife Jale Salonunda düzenlediği Köy Enstitüleri ve Küreselleşmenin Eğitime Yansımaları konusundaki panelde de birlikteydik.
Hoca o zaman bana dedi ki: “Koskoca İstanbul’da bu konuda konuşacak konuşmacı
yok mu ki, taa Ankara’dan bizi çağırıyorlar?” Böylece Ankara’nın antiemperyalist damarına vurgu yapıyordu. Onun Ahmet Necdet Sezer tarafından YÖK üyeliğine atandığında Öğretmen Dünyası’nın başyazısı “Işıklı Üniversite” başlığını taşıyordu. 

Yerini zor beğenen bir aydındı:

Onu Öğretmen Dünyası’nın Danışma Kurulu üyeliğine davet ettik ve
bu davetimizi 1991’in Ocak ayında kabul etti. 2003’te Ulusal eğitim Derneği’ni kurduğumuzda kurucular kurulunda yer almasını önerdim. Kabul etti, ancak herhalde iş yoğunluğundan ötürü belgelerini getirmekte geciktiği için kuruluştan sonra üye olarak derneğe katıldı. 

Işıklı’nın Öğretmen Dünyası Danışma Kurulu üyeliği 2005’te kendi isteğiyle sona erdi. Denizli’den yayımlanmak üzere dergiye yazılar gönderen bir öğretmenin yazısında pek çok yazım hatası vardı.
Bunu kendisine hatırlattığımızda bize fena halde sinirlendi ve bütün Danışma Kurulu üyelerini tek tek arayarak bizim Fetullahçı olduğumuzu ileri sürdü. Bu iddiaya kimse inanmış olamazdı. Işıklı telefonla bana bu şikâyeti aktardığında O’na durumu açıkladım. Bununla birlikte “Benim adımı silin” dedi. Sildik! Danışma Kurulu’ndan ayrılışında herhalde başka bir neden olmalıydı.  21 Nisan 2008’de de Ulusal Eğitim Derneği’nden
istifa ettiğini bildirdi. Bunun nedeni de dernek kurucularımızdan olan bir profesöre YÖK konusunda konferans verdirmemizdi.  Işıklı, bu profesörle anlaşamıyordu, hatta mahkemelik bile olmuşlar. Bu istifayı üzülerek
kabul ettik. 8 ay sonra SSK İşhanı’ndaki nüfus müdürlüğüne uğraması gerekince üç kat yukarıda bulunan büromuza uğradı ve dernekten istifası nedenlerini genişçe açıkladı. Geçmişteki Eğitim Hakkını Savunma Komitesi’nin dağılmasından doğan boşluğu doldurmak üzere 2005’te Ulusal Eğitim Platformu’nu kurmaya karar verdiğimizde kendisinden bunun başına geçmesini rica ettik. Önce kabul etti fakat ertesi gün bundan vazgeçerek yerine başka birini önerdi.
 

Işıklı için yerini zor beğenen bir aydın demiştim. Bunun örnekleri hayat hikâyesini anlattığı ve 2003’te yayımlanan Gün Doğmadan adlı kitabında vardır. Anlattığına göre Geçmişte, TİP, SHP-CHP ve DSP üyesi olmuş, hiçbirinde rahat edememiş veya O’na rahat vermemişlerdi. Kurulması için onca emek verdiği öğretmen sendikası ile de arası açıktı. Bir ara Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Yönetim Kurulu üyesi olmuşsa da daha sonra dernekte girdiği seçimleri ekip olarak yitirmişlerdi. ADD’lilerin bir bölümü O’nu ve ekibini “İşçi Partili” diye suçluyorlardı. Doğrusu İşçi Partisi Işıklı’ya her zaman önem vermiştir. Hatta O’nu parti üyesi yapmak için az ısrar edilmemiştir. Işıklı partinin birçok programına katıldığı halde üye olmayı nedense kabul etmedi. 13 Haziran 2010 günü ADD kongresinde gene İP’li diye suçlanınca kendisinin CHP’li olduğunu söylemek zorunda kaldı. Bir dernek kongresinde programa göre değil, partilere göre gruplaşmanın acı sonucunu Işıklı adı üzerinden duyarak üzülmüştüm. 

Işıklı iddia sahibi ve bunda ısrar eden bir aydındı. Etkili bir konuşmacıydı. Kendini dinletmeyi bilirdi. Son 25-30 yılın Kemalist-Devrimcileri tarafından en çok tercih edilen konuşmacısıydı. Kemalist olmasının kökeninde muhtemelen babasının bir subay olması vardır. TİP’li olması ise 1960’dan sonra yükselen sosyalist harekettir. Ancak O, kendini her ikisine de mensup sayıyordu. Hatta 1998’de yayımlanan Kemalizm, Sosyalizm ve Din adlı kitabında bu üç akımı kolayca bağdaştırmıştı. 

Üç farklı görüş          : 

Ulusal Eğitim Derneği’nin Cumartesi konferanslarından birini Sina Akşin’e ayırmıştık. O da bunun “Türkiye’de Çok Partili Hayat” olmasını ve konuyu Alpaslan Işıklı ile tartışmak istediğini söyledi. Ben bu tartışmayı yönetecektim. Her üçümüzün de Türkiye’de çok partili hayat ve liberalizm konusunda yayımlanmış yazılarımız vardı. Konu ilk kez kitle önünde tartışılacaktı. 8 Ocak 2005 günü Petrol İş Ankara Şubesi’nin konferans salonunda 80 kişi önünde yapılan tartışmada Sina Akşin, Türkiye’nin çok partili yaşama erken geçtiğini, İnönü’nün bu konuda hata ettiğini söyledi. Çok partili sistem hep gericiliğe hizmet etmişti ve Atatürkçüler bu seçimlerden hiç başarıyla çıkamamışlardı. Alpaslan Işıklı ise demokrasiyi Atatürk’ün kurduğunu ve bunun sınırlarını genişletmeye uğraştığını, yakınlarının bunu engellediğini, Atatürk rejiminin 1938’de kesintiye uğradığını, çok partili hayatı dejenere edenin emperyalizm olduğunu söyledi. Ben bu tartışmayı yönetmekle birlikte, tartışma metnini 2006’da dernek yayınlarından kitap haline getirirken, O’na benim 2000’de Kuvayı Milliye dergisinde yayımlanmış tam da bu konuyla ilgili olan “Demokrasi Âşığı Türkiye” makalemi de ekledik. Bu yazıda emperyalizmin ülkeye siyasi liberalizm yoluyla girdiği, Türkiye’nin kendi siyasi sistemini yaratması, bunun devrimci ve halkçı cumhuriyet olması gerektiği savunuluyordu. Tek parti yönetimleri de gerici ve faşist de olabilirdi. Yazıda Akşin ve Işıklı’dan farklı olarak Cumhuriyet yönetiminin 1930’larda yozlaştığı, kendi solundaki partilere yaşama hakkı vermediği ve giderek emperyalizmle ittifak kurduğu savunuluyordu. 

Gözleri açık gitmemiştir    : 

Işıklı’nın 1402 sayılı yasa ile üniversiteden uzaklaştırılarak payını aldığı 1980 darbesinden sonra kitleler geri çekildi ve bu durum birçok aydında umutsuzluk yarattı. Sami Nabi Özerdim, “Benim artık yaşamamın bir anlamı yok” diyordu. Alpaslan Işıklı’da umutsuzluk haline 2001’de rastladım.
19 Şubat 2001 günü Bilim ve Ütopya’nın Ankara bürosunda bir konuşma yaptı. “Geleceği nasıl görüyorsunuz?” soruma Gelecekten umutlu değilim” yanıtını vermesi beni hayrete düşürdü. Bu yalnız o anki ruh hali olabilirdi. Çünkü inandığı dava için mücadele etmekten vazgeçmedi.
Son yönetici görevi, Öğretim Üyeleri Derneği Genel Başkanlığı (TÜMÖD) idi.
 

Haziran Direnişi’ni görmek kim bilir hepimiz gibi O’nu ne denli mutlu etmiştir. Sanırım gözleri açık gitmemiştir. (15.7.2003)