Etiket arşivi: derebeyi

DEMOKRATİK, LAİK, SOSYAL BİR HUKUK DEVLETİNDEN Mİ; YOKSA TEOKRATİK, FEODAL BİR MONARŞİDEN Mİ YANASINIZ? KARAR SİZİN..

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Bu yazıyı, uzun süredir bana sorulan monarşilere ve bireysel saltanata dayanan teokratik feodal devlet yapısı ile ilgi sorular nedeniyle kaleme aldım. Genel olarak tarım toplumu, köy yaşamı, köy ve köylülük zihniyeti; köylülere özgün olan yaşam biçimleri ve davranış kalıplarının egemen olduğu feodal, teokratik ve dinsel yönetimler, inançları ve coğrafyaları farklı olsalar bile, benzer bir sosyolojik, kültürel, siyasal ve ekonomik örgütlenme ve kurumlaşma yapısına sahiptir. İnanılan dinin Hıristiyanlık, İslamiyet ya da daha başka bir din olmasının çok önemi yoktur.

Feodal ve teokratik tarım toplumlarının yönetsel ve yapısal özellikleri kısaca şöyledir :

1- Feodal ve teokratik devletlerde toplumları yönetme hakkı ve ülke toraklarının mülkiyet hakları kral, sultan, han, şah, padişah… gibi monarşik saltanat sahiplerine aittir.

Toplumu yönetme hakkının kaynağı halk değil dindir. Toplum, iktidarların yönetme yetkisinin Tanrısal olduğuna inanır ya da inandırılır. Halk kitlesi genelde statü olarak “kul” konumundadır. Toplumsal yaşamda dinsel hukuka ek olarak, töreler ve gelenekler de geçerlidir. Kölelik, toprağa bağlı kölelik ve cariyelik vardır. Köle ve cariyeler, para ya da çıkar karşılığı alınıp satılabilirler. Toprağa bağlı köleler, toprakla birlikte, bir derebeyinden bir başkasına devredilebilir. Devlet sahipliĝi, iktidar olma hakkı ve ülke toprakları krallar ya da sultanlarındır. Krallık ya da sultanlığın halk kitleleri ile olan ilişkileri halktan zorla vergi toplamak ve yine halkı zora dayalı olarak askere almaktır. Krallar ya da sultanlar, haklı ya da haksız yaptıkları işler ve verdikleri kararlarda halka hesap vermez ve sorumlu tutulmazlar. Yayınlanan buyruk ve fermanlar eleştirilemez ve karşı çıkılamaz. Bir cümle ile feodal – teokratik toplumlarda hukuk değil buyruk ya da ferman vardır denilebilir.

2- Feodalite demek, derebeylik, yani belli bir arazi parçasına ya da belli bir arazi parçası üzerinde üretilecek üründe mülkiyet hakkına sahip olmak, toprağa bağlı ağalık düzeni demektir. Krallar ya da sultanlar, ülke topraklarının çıplak mülkiyetinin tek ve tartışmasız sahipleri olsalar bile, bu toprakların kullanım ,üretim ve elde edilen ürünlerin mülkiyetini, vergi karşılığı olarak, merkezi devlete devretmek zorunda kalırlar. Çünkü saltanata para ve asker gereklidir. Ayrıca iktidarın sürekliliği için de geniş halk kitlelerinin barınıp beslenmeleri gerekir. Fakat halk ya da köylü, toprak mülkiyetinden yoksundur. Ürettiği besinlerden yeterli pay alma hakkı da yoktur. Halkın üretim araçlarından yoksun olması ise feodal derebeyliğin gücünü ve temelini oluşturur.

Halkın özgürce yaşama, barınma ve beslenme koşullarından yoksunluk ve çaresizlikleri onları derebeylerine ya da toprak ağalarına ailece ve boğaz tokluğuna çalışan bir çeşit toprağa bağlı köle, ırgat konumunda tutar. Bu tür feodal ve teokratik rejimlerde, istisnalar hariç (ayrıklar dışında), halk hem krallar ya da sultanların kulu ve hem de derebeyleri ya da toprak ağalarının kölesi konumunda kalarak yaşamak zorunda bırakılır.

3- Feodal Hıristiyan ve teokrat Batı toplumlarında Tanrının ve dinin en üst makamdaki yetkilisi, kural koyucusu ve en katı kurallarla halkın ve iktidarların (krallık, sultanlıkların…) denetleyicisi de Kilise yani Papalık makamı olmuştur. Papalık bu görevleri tek başına yapamayacağına göre, dinsel Hıristiyanlık hukuku üreten ve bu üretilen dinsel hukukla toplumu denetleyen ve yargılayan bir din adamları RUHBAN sınıfına gereksinme duyar Zaten Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfı da böyle doğmuştur. Orta Çağ Hristiyanlık dünyasında kurulan bu dinsel yargılama mahkemeleri giderek halkı ezen ENGİSİZYON (işkence) kurumlarına dönüşmüştür.

Kuramsal olarak, Hıristiyanlıktaki Papalık makamı krallara taç giydirip kılıç kuşandırarak onlara meşruluk kazandırma konumundadır. Bu nedenle Hıristiyanlıkta Tanrı Devletinin sahibi Papa ya da Kilise, dünya devletini yönetme yetkisi ise Papalıkça onaylanmış krallara aittir. Din ve devlet yönetimi iki ayrı erk olarak kabul edilir. Din devletini yönetme hakkı Tanrı adına Kiliseye yani Papa’ya aittir. Dünya devletlerini yönetme hakları da Papalık tarafından izin verilmiş kralların görev alanına girer.

İslam ülkelerinde ise, Hıristiyanlıktakine benzer bir merkezi din kurumu ve Papa yetkisinde bir din otoritesi yoktur. Ancak Emevi İslamınca başlatılan kuramsal ve klasik Halifelik unvanı (sanı) ve makamı sultanlık ya da padişahlıkla birleşince, sultan ya da padişah, sultanlığa ya da padişahlığa ek olarak, buyrukları Tanrı buyruğu sayılan en üst makam ve yetkideki din adamı konumuna yükselmiş olur. Böylece Halife-Sultan hem Papalıkça üstlenilen Tanrı devletinin ve hem de krallarca yönetilen dünya devletinin iki görevini birden üstlenir. Yani İslam ülkelerinde Halife-Sultan konumunda olanların güçleri ve yetkileri Batının feodal krallarından daha çoktur.

Halifeler, Halifetullah (Tanrının temsilcisi) ya da Zıllullah (Tanrının yer yüzündeki gölgesi) sıfatlarını da kullanmışlardır. Din ve dünya devletini, yani ikisini birden yönetebilme yetkisi tek bir kişide, sultanda toplanmıştır. Bu düzende, Halife-Sultan dışında, sadrazamlar ve şeyhülislamlar dahil, herkes kuldur. Halife ya da Sultanın buruğu ile görevden alınabilir, sürgüne yollanabilir ve hatta yok edilebilirler. Her basamaktaki devlet bürokratları ve halk, Sultan ve Halife yetkisini birlikte kullanan otoritenin memuru, kulu kabul edilir.

Osmanlı Devleti birçok sadrazamını (Başbakanın) ve üç Şeyhülislamını bile idam ettirmiştir!

Her ne denli kuramsal olarak İslamda bir din adamları, ruhban sınıfı yok denilse de, tarihsel uygulamalar ve gelişmeler bize gösteriyor ki; tıpkı Hıristiyanlıktaki ruhban sınıfına eşdeğer bir din adamları sınıfının doğup geliştiğini, yani bir din adamları sınıfının varlığını kabul etmek gereklidir. Ayrıca İslam dünyasında da kimi Sultan (Halife) fermanları ve kimi ulemanın belgeli fetvaları ve kadıların yargılamalarına dayalı olarak kurulan dinsel mahkemeler aracı ile Hıristiyanlığa benzer biçimde, farklı fikirleri ve inançları nedeniyle kimi insanlara ve topluluklara, engizisyon benzeri işkence ve kıyımların yapılmış olduğunu da unutmamak gerekir.

Hallacı Mansur, Şeyh Bedreddin, Börklüce Mustafa, Nesimi, Pir Sultan Abdal… hatta yakın tarihte Kahraman Maraş, Çorum, Sivas (Madımak) kıyımlarında doğrudan ya da dolaylı da olsa, kimi cahil din adamlarının kışkırtmaları gün gibi ortadadır.

İslam ülkelerindeki dinsel şiddet konusunda derinlemesine, daha ayrıntılı, bilimsel ve tarihsel bilgi almak isteyenler ilahiyat profesörü Sayın Mehmet Azimli‘nin “MÜSLÜMANLARIN ENGİZİSYONU” konulu üç ciltlik kitapları ile yine ilahiyatçı yazar Sayın R. İhsan Eliaçık‘ın “ÖTEKİ İSLAM” adlı kitabını okuyabilirler…

Günümüzdeki devasa kadrosu ve çok geniş örgüt yapısı ile, resmi bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve ayrıca yanlış olarak sivil toplum(!) örgütü sayılan tarikat ve cemaatlerin lider, yönetici kadroları tıpkı Hıristiyanlık benzeri bir yarı ruhban sınıfı gibi kabul edilebilir. Osmanlı devlet yapılanmasının, 1- Sefiye (Ordu), 2- İlmiye (din uleması) ve 3- Kalemiye (sivil bürokrasi) olarak üçe ayrılması bir anlamda ruhban sınıfının varlığına kanıttır.

PEKİ, KLASİK TEOKRATİK FEODAL SİSTEMDE HALK TABANINİN GENEL DURUMU NEDİR?

Çok uzatmadan ve eğip bükmeden, herkes daha iyi anlasın diye konu kısaca şöyle özetlenebilir :

Teokratik feodal toplumlarda:

A- Krallar, sultanlar, şahlar… ve padişahlar için önemli olan monarşiyi sürdürmek, saltanatın dünya nimetlerinden olabildiğince yararlanmaktır. Ancak bunu yapabilmek için feodal derebeyleri yani toprak ağalarının siyasal ve ekonomik desteğine ve ulemanın dinsel – fikri yardımlarına gerek duyulur. Toprağa bağlı köle olsalar bile, halkın barınma, beslenme ve yaşamaya gereksinmesi vardır. Ayrıca orduya asker ve iaşe (yiyecek) ancak halk kesiminden karşılanmak zorundadır. Bu gereksinmeye bağlı olarak feodal beyler ve resmi Tımar sahipleri, monarşinin sürekliliği açısından kilit rol oynarlar.

B- Feodal beyler, toprak ağaları ve tımar sahipleri, halkı toprağa bağlı köle (AS; reaya, serf) olarak çalıştırmak, onların emeklerini sömürmek ve halk isyanlarına karşı diri ve sağlam kalabilmek için merkezi monarşinin yani saltanat sahibinin gücünü yanında görmek isterler. Ayrıca feodal beyler için önemli bir destek de ruhban sınıfının halkı itaat ve kanaata razı etmeye yönelik telkinleridir.

C- Ulema ya da ruhban sınıfının temel görevlerinden biri de, iktidarlarını koruyabilmeleri için, krallar, sultanlar… ya da padişahlara dinsel meşruluk devşirmek, onların Tanrı adına yetkili (!) olduklarına halkı inandırmaktır. Monarşiye kul olmaya, kesin ve koşulsuz olarak itaata razı etmektir. Doğal olarak da siyasal iktidarın ve feodal beylerin nimet ve olanaklarından bolca yararlanabilme yollarını açık tutmaktır.

D- Ruhban sınıfının önemli bir işlevi de toplumu, köle olarak, ailece yarı aç – yarı tok yaşayarak feodal beylere toprak ağalarına ve tımarlı sipahi sahiplerine boğaz tokluğuna karşılık sürekli çalışmaya, asi olmamaya ve kendisine verilenlerle yetinmeye, sonsuz kanat ve sabır sahibi olmaya, takınacağı itaat, kanaat ve sabrın onları öbür dünyada yani cennette, çok yüksek bir bolluk, zevk ve sefa içinde sonsuz yaşam hakkı kazanacaklarına inandırmaktır.
.
Sözün özü ya da kıssadan hisse şudur              :

a- Teokratik, feodal yönetim biçimlerinde sultan, kral, padişah, şah ya da emirlerin ödülleri bu dünyadadır. Soyut değil somuttur. Makamdır, güçtür, servettir, paradır, yetkidir. Bu ödüllere harem ve cariye sefaları da dahil edilebilir.

b- Feodal derebeyleri ya da toprak ağalarının ödülleri de bu dünyadadır. Köylünün, halkın emeğini olabildiğince sömürüp refah (gönenç) ve mutluluk içinde yaşayabilmeleri için bu teokratik feodal düzenin sürmesi gerekir. Günümüzün teokratik hatta çoğu ulus devletlerinde bile, devletle feodal bey ya da ağaların dayanışması, yerini kapitalist-sermaye, burjuvazi ile devletin (iktidarın) dayanışmasına bırakmıştır.

c- Batıdaki ruhban sınıfına bezer olarak, İslam devletindeki kimi ulemanın sultan sofralarına oturup ahlakı, adaleti ve ilahi buyrukları sultanların ve feodal beylerin dünyasal isteklerine göre, kasıtlı olarak yanlış yorumlayıp sultanlarca bolca ödüllendirilmeleri ya da feodal beylerce korunup kollanarak bu dünyadaki servetlerini ve şöhretlerini artırabilme yollarını bulabilmiş olmalarıdır. Yani Ulema ya da ruhban sınıfının ödülleri de bu dünyadadır.

PEKİ; YOKSUL, TOPRAKSIZ, YARI AÇ – YARI TOK YAŞAYAN KÖYLÜ HALKIN DURUMU NEDİR?

– Vergi vermek,
– Askere gitmek, gerekirse ölmek.
– Sorunsuz biat ve itaat, geri dönülmez sadakat (bağlılık), tükenmez kanaat ve sonsuz sabır sahibi olmaktır.
– TÜM DÜNYASAL GEREKSİNİM ve İSTEKLERİNİ AHİRETE, ÖBÜR DÜNYAYA ERTELEMEKTİR.
Aynı ya da benzeri tutum ve davranışlar hala birçok İslam ülkesinde sürmektedir.

SONUÇ YERİNE                            :

1789 Fransız Devrimi’ni yapan diri güçler krallar, feodal beyler ve ruhban sınıfının işbirliği yaparak, halkın sömürülmesine dayanan feodal ve teokratik düzenini yıktı. Akıl – bilim temelli modernite böyle temellendi. Ulus devletler akıl, bilim, laiklik, hukuk, demokrasi ve adalet, anayasal devlet ve yurttaşların eşitliği düzeni böyle şekillendi.

  • Osmanlı Devletini Mustafa Kemal Atatürk yıkmadı!

Çok yönlü tarihsel gelişim ve değişime bağlı olarak, İmparatorluklar ve teokratik feodal devletler çağdaş gelişme ve değişmelere ayak uyduramadıkları için tarihsel ömürlerini tamamlayıp halkın ve devletin gereksinmelerine yanıt verememiş, işlevsiz kalmış ve yıkılmışlardır. Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden çekilmesi konusunda da aynı gerekçeler geçerlidir.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti, emperyalist ülkelere karşı kazanılan büyük bir Kurtuluş Savaşından sonra, toplumu korumak, aydınlatmak ve devletini çağın gereklerine göre yeniden yapılandırmak için zorunlu tarihsel, bilimsel ve evrensel bir gereksinmeye dayalı olarak kurulmuştu.

Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyet yönetimi feodal, teokratik devletlerin tersine tabanın, geniş halk kitlelerinin ailece her türlü dünyasal ve insancıl gereksinmelerini öbür dünyaya ertelemedi . Devletin ve toplumun her türlü ekonomik kaynaklarını ve üretim güçlerini, toplumun refahını (gönencini) artırmak için gerekli olan, tarım ve sanayideki üretim birimlerine, fabrikalara, işliklere (atölyelere) aktardı. Çünkü bu yeni yönetimin mimarları ülkesini baştan sona cennete, halkını da akıl ve bilimle eğitilmiş uygar bir topluma dönüştürmek istiyor ve ayrıksız (istisnasız) herkese gönenç, adalet, özgürlük ve mutluluk getirmeyi amaçlıyordu. Çünkü çağdaş yönetim anlayışı bunu gerektiriyordu.

Teokratik, feodal devlet özlemi çekenler, özellikle de geniş halk kitleleri, biraz daha  düşünmelidir. Sultanların, feodal beylerin ve ruhban sınıfının her türlü dünyasal gereksinmeleri ve özlemleri tepe tepe bu dünyada karşılanırken, halk kitlelerinin ekonomik, sosyal gereksinmelerinin karşılanması neden hep öbür dünyaya erteleniyor???!!!

  • Bu dünya neden iktidar sahiplerine, güçlülere, feodal beylere, ruhban sınıfına ve kapitalistlere cennet oluyor da toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan geniş ve yoksul halk kitleleri için neden cehenneme dönüşüyor???????!!!!!

Tarihsel gidiş ve değişim rotası geriye dönmez, genelde hep ileriye doğru akar. Ayrıca çağdaş devletlerin halklarını cennete götürme gibi bir görevleri yoktur. Bu nedenle devletin dinsel gereklere göre değil; halkın somut, dünyanın gerekleri ve gereksinmelerine göre yönetilmesi, eğitilmesi ve yaşatılması kaçınılmazdır. Bu da ancak laik – seküler düzenle olanaklı olabilir.

Kaldı ki; dinsel öğretiler ve inançlara göre de her İnsanın kendi ahlaksal (moral) tutum ve davranışları ile cennete gidebileceğine inanılır. İlahi (Tanrısal) sorgulanma ve hesap vermeler de toplumsal değil bireysel olarak kabul edilir.

Ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk‘ün dediği gibi;

  • Yaşamda en gerçek mürşit (yol gösterici) blimdir, tekniktir... “

Karar okuyucuların.

AYDIN ÜZERİNE BİR DENEME.. Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

Dr. Halit Suiçmez
İktisatçı, Yazar

“AYDIN” ÜZERİNE BİR DENEME : Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

(AS: Bizim kısa notumuz yazının altındadır..)

Edebiyat alanındaki kitaplarımızdan ilki olan,” Eski Dostlar, Deneme- Öykü Seçkileri” nde; “Aydın ve Entelektüel” adlı bir denememiz yer almıştı.

O yazıda, “aydın” ve “entelektüel“i birbirinden ayırmış, “aydın”ı, … yanlışa, haksızlığa mutlaka tepki veren, tutum alan, adil, özgür ve güzel bir gelecek için ödünsüz savaşım veren … insan” diye tanımlamıştık. (Dr. Halit Suiçmez, Aydın ve Entelektüel, Eski Dostlar Deneme – Öykü Seç ileri, Brc Mtb., Mayıs-2005, Ankara, Ortak Kitap, syf. 76-77)

Elbette her tepki vereni de Aydın sayamayız. Kavramı siyasal, felsefi, ekonomik- politik, psikolojik boyutlarıyla derinliğine ve genişliğine incelemek gerekir. Bu ise, gelecek çalışma ve yazılarımızın konularından biri olacaktır. Aydın kim? Hangi Aydın? İşlevi ne, yazarlar aydın mıdır?.. gibi soruların yanıtlarına –bu yazıda bir parça yer versek de– geniş zamanda eğileceğiz.

Aydınlar çok yerde, çok zaman suçlanmışlardır. Hapislere atılmış, özgürlükleri kısılmış, öldürülmüş, kısıtlanmış, sürgüne gönderilmiş, türlü işkenceler yapılmıştır. Gerçek Aydınlar her koşulda yılmadan mücadele etmişler, Büyük İnsanlık yürüyüşüne kalıcı izler ve katkılar bırakmışlardır.

Kimdir Aydın?

Aydın’ın kim olduğunu anlayabilmek için tarihsel ve toplumsal durumunu özetlemek gerekir. On yedinci yüzyılda Batı Avrupa’da Burjuvazi, dünya görüşü ve bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkar. O tarihe dek bilgiyi elinde tutan sınıf Ruhbanlardı. Kilise ekonomik, politik ve yönetsel güce sahipti.

Okuma salt rahibin işiydi. Kilise, Hıristiyanlığın kutsal bekçisi ve temsilcisi di. Din adamı, derebeyiyle – feodal bey ile köylü arasında bir aracıdır.

Pratik bilgi uzmanları / sahipleri burjuvazinin gelişmesiyle ortaya çıkar. Dönemin Bilginleri mühendisler, matematilçiler, hukukçular, tıp insanları, yazarlar, düşünürlerdir.. Ticaretin gelişip yaygınlaşması, mühendislerin ve bilginlerin varlığını ve bu sürece katkılarını gerekli kılar.

Bunlar birer sosyal sınıf olmadıkları gibi; seçkin bir kesim de değildir. Çünkü ticari kapitalizmle bütünleşmiş Merkantilizm ögeleridir. İşte gelişen ticari ve daha sonra sanayi burjuvazisinin dünya görüşü, analitik yöntemler “Aydınlar” denilen bu kesimlerce oluşturulacaktır.

Türkçe’mizdeki okunuşlarıyla, Mönteskiyö, Volter, Diderot, Russo.. Bunlara “filozof” (Bilgisever) denir, bilgelik tutkunlarıdırlar,  bilgelik ise “akıl – akılcılık” (Rasyonalite) demektir. Analitik yöntemleri tarih ve toplum sorunlarına uygularlar.

İşte ilk klasik aydınlar, bu öncü Aydınlanmacılardır. Burjuvaziye, feodalizmle savaşması için gerekli düşünsel silahları vermişlerdir. Burjuva sınıfının içinde doğduklarından, bu sınıfın nesnel ruhunu ifade etmişlerdir. Burjuvazinin gericileştiği ve işçi sınıfına ve onun dünya görüşüne karşı çıktığı, emek sömürüsünü sürdürmek istediği dönemde gerçek aydınlar ortaya çıkmıştır.

19 ve 20. yüzyılda..

Marks, Engels, Emil Zola, Lenin, Gorki, J. London, Nazım Hikmet, Suat Derviş, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Ahmet Saltık (AS: Sayın yazarın bizim dışımızda övgün değerlendirmesidir.. şükran ile), Taylan Kara.. 19. yy’ın son çeyreğinden sonra artık egemen – sömürgen sınıflar içinden çıkmamıştır aydınlar.

Aydın; J .P. Sartre’nin tanımıyla; “…kendi içinde ve toplumdaki, pratik gerçekliğin araştırılmasıyla egemen ideoloji arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır.” (J. P. Sartre, Aydınlar Üzerine, Can Yay., 1997, syf. 30)

  • Aydın, tarihin ve parçalanmış toplumların eytişimsel (diyalektik) ürünüdür.

Aydınlarından yakınacak bir toplum, önce kendini eleştirmelidir.

Aydın kimseden görev almaz, statüsü hiçbir yetkeye (otoriteye) bağlı ve bağımlı değildir. Her koşulda kanıta dayalı bilimsel doğru’yu söylediğinden, çoğunlukla sevilmez, varoluşuna aldırılmaz, ancak söylediklerine belli bir duyarlılık olabilir.

Aydın eylemi ve sorumunun sonal amacı;

Gelecekte “bir gün” tüm insanların gerçekten eşit, özgür, gönenç ve erinç içinde, kardeş olacakları toplumsal bir evrensellik için çabalamaktır.. Ütopyaları vardır; salt yorumlayıp aktarmakla, “bulmak” ile yetinmez.. “Devrimci Eylem” yükümlenir ve topllumu, yaşamı, insanı sürekli dönüştürmeye çalışır.

Yalnızdır genelde Aydın; yaşanan toplumu anlayabilmek için önündeki tek yol, ezilenlerin bakış  açısıyla çalışmaktır. Aydın, toplumsal köken olarak küçük burjuva olmakla birilikte, işçi ve köylü sınıfının saflarında yer almalı, küçük burjuva koşullanmalarından kurtulup ezilen sınıfların savaşımına somut olarak ve koşulsuz katılmalıdır, katılır.

Her Aydının çağında bir yeri ve mücadelesi (serüveni) vardır. Bunu ekonomi politik, psikanaliz, Marksizm, sosyoloji gibi insan bilimlerinin yöntem ve verileriyle başarabilir. Her insan yaşamdaki yerini, kimliğini, neyi, niçin ve nasıl yaptığını, yapması gerektiğini, yaşamın amacı ve anlamını kendi bilgi ve bilinciyle oluşturabilir.
***
Aydın‘ın kimliği, durumu, işlevi, gelişimi gibi konulara kısaca değindikten sonra şimdi de kimi yazarlardaki Aydın söylemi üzerinde duralım:

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazmıştır çoğu yapıtlarını. Olumsuzlukları sergilerken son derece değerli, yürekli ve gerçekçi tutum sergilemiştir. Panorama, Bir Sürgün, Ankara, Yaban gibi gerçekçi romanlarıyla toplumun en dip ve uzak köşelerine dikkatle bakıp, öz bilgiyi çok varsıl tipleştirmelerle önümüze sermiştir..

Balzac gerçekçiliği kitaplarında üst düzeylere yükselmiştir. Balzac siyasal olarak kralcıydı ama zamanın toplumsal gerçeklerini büyük ustalıkla anlatmıştır.

Tolstoy da öyledir, Lenin; “Rus devriminin aynasıdır” dediği büyük ustadan çok şey öğrendiğini, ama sınıfsal bakış olarak “gerici ve ütopist” olduğunu söylemiştir.

Yakup Kadri de dönemin toplumsal yozlaşmasını büyük ustalıkla anlatır. Toplumu gerçekçi çizer, kendisi sınıfsal bakışa uzaktır, güncel ideolojiye bağlılıkları vardır bu yüzden sınırlarını bir türlü aşamaz. Ve Yaban romanında kahramanı Ahmet Celal’i şöyle konuşturur:

“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin… sana istırap veren bu şey, senin kendi eserindir…” (Yaban, syf. 148)

Yakup Kadri, roman boyunca, aydınları suçlar. Nasıl bir “aydın”dır, Ahmet Celal? O, köylülerden söz ederken “onlar” der. Köylüleri kendinden ayırıp uzak tutar. 1922’de Kurtuluş Savaşı’nın ateşli günlerinde geçer olaylar. Anadolu’daki geriliğin, yoksulluğun, cehaletin suçlusu niçin aydınlar olsun?

Osmanlı Aydını yüzeysel bir Batı hayranlığı içindedir. Toplumsal gelişmelerin ekopolitik yasalarından haberleri var mıdır? Tarihsel gelişmemiz ve bunun bilinçlere yansıması nerede kaldı? Aydınlar “halkın kurtarılmasının” üstesinden nasıl gelebilecekler? Tarihsel deneyimler ve devrimler kapitalizmden ve fodalizmden kurtuluşun ancak bilinçlenen halk hareketiyle olabileceğini kanıtlamıştır. Türkiye’nın geri kalmışlığı üzerine ciltler dolusu sosyal yapı araştırmaları yapılmadı mı?

1838 Balta Limanı Anlaşmasıyla İngiliz Emparyalizmi, Osmanlı ülkesine ve onun az da olsa bağımsız sanayileşme olanaklarına ağır bir darbe vurmadı mı? Sadri Ertem, Çıkrıklar Durunca romanını boşuna mı yazdı? Osmanlı Ekonomisini temsil eden Çıkrıklar kimler tarafından nasıl, hangi süreçlerle ve niçin durduruldu, Doğan Avcıoğlular, Halil İnalcıklar, Markslar, Asya tipi üretim tarzları, Doğu Sorunu diye ortaya konan merkezi feodal yapılar..

Bütün bu azgelişmişlik, emperyalizm kuramları, araştırmaları bir şey anlatmıyor mu? Bürokratlar Batılılaşmak yoluyla devleti –gerçekte kendi mal ve canlarını- kurtarmak isterken, kapitalizmin çarkına kapılarak üretim güçlerini geliştirmek şöyle dursun, var olanlarının da yok olup gitmesine, halkın daha da yoksullaşmasına neden olmadılar mı?

Bu Aydın suçlamaları, sızlanmaları ne zaman son bulacak? Türk Aydınının onuru Nazım Hikmet de şiirinde;

  • … dilim varmıyor ama kabahatin çoğu sende kardeşim…

derken Aydını mı, halkı mı, bilinçsiz ve yanlış siyasal seçim yapan kitleleri mi işaret etmektedir? Doğru siyasal seçim yapamayan kitlelerde kabahat olabilir ama geri kalmışlık, özünde kapitalizmin istendik sorunudur.

Bürokrasinin yazarı Yakup Kadri’ye göre, “onlar”, “vücutları beslenecek, kafaları aydınlatılacak” edilgin yığınlardır. Elbette büyük romancımız Yakup Kadri’nin siyasal bakışı farklı olabilir, roman yoluyla önerdiği çözümler tartışmalıdır, ama şurası gerçektir ki; dönemin toplumsal yapısını büyük bir gerçeklikle yansıtmıştır yapıtlarında.
***
Konumuzun özüne dönersek; Aydın üzerine söyleşirken, “Hangi Aydın?” sorusunu da sormuştuk. Jakoben aydınlardan Kemalist aydınlara, klasiklerden Marksist aydınlara dek birçok addan söz edebiliriz. Entelektüel Aydınlar da olabilir. Entelektüel ve Aydın ayrımına gelince; birinciler Aydın tepkisini gösterse bile rahatlarına düşkündürler, eylemden uzak ve bireycidirler.

Entelektüel Aydın her iki özelliği de, yani kökten kapitalizm karşıtlığı ve adil, özgür yeni düzen svaşımcısı olup, Evrenin derin bilgisini öğrenip içselleştirmekten geri durmayan bir kişiliktir.

Gelecek çalışmalarımızda konuyu yeni boyutlarıyla ilerleteceğiz.
===============================================
Dostlar,

Seçkin yurtsever Aydın, Mülkiyeli dostumuz Sn. Dr. Suiçmez, salt Doktoralı bir iktisatçı olmakla yetinmeyerek, Aydın sorumluluğunu kapsamlı üstlenen bir kişi. Yukarıda sunduğumuz “Deneme” bize göre de oldukça nitelikli bir metin. Kendisine hem bu emeği hem de sitemizde yayınlama ayrıcalığını bize tanıdığı için teşekkür ederiz.

Büyük bir değerbilirlikle bizi de Türk Aydınları arasına katarak, yükümüzü daha büyütmüş sağolsun. Ancak İlhan Selçuk, Rıfat Ilgaz ve Melih Cevdet Anday da bir çırpıda çağrıştırdıklarımız.. Çoook bereketli bu topraklar, bu kültür gerçekte. Ilgaz’ın “Aydın mısın?”, Anday’ın ise “Sis Çanı” şiirlerini site okurlarımıza özellikle salık vermek isteriz.. Okumak, duygudaşlıkla titreşmek ve gereğini “Aydın sorumluluğuyla” yapmak üzere..

Sevgi ve saygı ile. 08 Ağustos 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu – Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik