Etiket arşivi: Aziz Nesin

Barış için…

Barış için…

SERPİL GÜVENÇ

 

                                       “Mektuplar alırım

                                        Allı-karalı
                                        Üstünde Görülmüştür
                                        Yiyecek alınmaz damgaları
                                        …
                                        Okurum, içim daralır
                                        Bakamam göğe, utanırım
                                        Alır mektuplarımı
                                        Havalandırmaya çıkarım

                                        Dışarda deli bir lodos
                                        Esrik bir sonbahar
                                        Aylardan Aralık
                                        Adrasan üstünde eflatun bulutlar
                                        Tahtalı’da kar vardır
                                         Yasemin kokar ortalık

                                        Dostlar ki gurbette
                                        Dostlar ki hapistedir
                                        Mektuplarıyla yetinirim artık”1

ÇHD yöneticileri, Gezi davası sanıkları, Merdan Yanardağ, ülkenin dört bir yanından muhalif gazeteci, Demirtaş ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu siyasetçiler gibi Barış da artık içerde. Bir kez daha, beşinci kez parmaklıklar arkasına geçti.

AKP iktidarında cezaevleri dolup boşalıyor. Kadın katilleri, çocuk tecavüzcüleri, mafya şefleri ve artıkları, Cumhuriyet düşmanları gönderildikleri bu mahallerden bir yasayla ya da bir torba yasanın ek maddesiyle salıveriliyorlar; onların yerini yurtsever gazeteciler, aydınlar, muhalif siyasiler alıyor.

Haberi okuduğumda, Aziz Nesin’in Romanya’da yayımlanan ‘Presa Noastra‘ dergisinin uluslararası soruşturmasındaki bazı aktarımları geldi aklıma.
Gazetecilik mesleğinin erdemleri nelerdir?” sorusunu şöyle yanıtlar Nesin.

Bir gazetecide bulunması gereken üç erdem yani gerçeğe saygılı olmak, doğruluk duygusu ve halktan yana olmak – zaman ve yere göre – değişkenlik gösterirler. Bunun nedeni, insanların “gerçek, “doğru”, “halk” kavramlarına farklı anlamlar yüklemeleridir. Çağımızda insanların kavramlar üzerinde anlaşabilmeleri, ancak aynı sınıfın insanları olmalarıyla gerçekleşebilir. Örneğin bir Amerikan emperyalistiyle onun Türkiye’deki aracısı olan Türk kompradoru “Gerçeğe saygı” deyince aynı şeyi anlarlar. Onlar için doğruluk, sınıflarının egemenliğinin sürmesi için kendi koydukları hukuk kurallarına ve sosyal kurallara bağlı kalmaktır. Derginin sorusunu “1970 yılında Türkiye’de gazetecilik mesleğinin erdemleri nelerdir?” olarak değiştiren Nesin, Türkiye’de bütün basının büyük sermayenin malı olduğunu ve iki kaynaktan – devletten ve özel sermayenin reklamcılık işletmelerinden gelen – ilan geliriyle beslendiklerini söyler. Bu durumda bir gazetecinin “gerçeğe saygılı olması”, “doğruluktan yana olması”, “halktan yana olması” olanağı yoktur.  “Gerçek” egemen olan sermayenin gerçeğidir, doğruluk onun doğruluğudur, halk da salt onun tüketicisi olan ve hep tüketicisi kalması istenilen halktır.

Bu çarkın dışına çıkabilen yok mudur?

Aziz Nesin, bu koşullara rağmen, sayıları az da olsa, halktan yana, doğruluk duygusu taşıyan ve gerçeğe saygılı gazetecilerin varlığına işaret eder. Bu insanlar “az yerde görülen yüreklilikle büyük tehlikeleri göze alarak halkımız açısından erdemli olabilmişler ve olabilmektedirler”. Emekçi sınıfın aydınları olan Türk gazetecileri, büyük sermayenin baskısından kurtulmak için, (o tarihte) kendilerinin birçok zorluklarla çıkardıkları çok az tirajlı dergilerde, gerçeğe saygılı olmakta, doğruluk duygusu taşımakta ve halktan yana yayın yapmaktadırlar”.2

Bu ülkenin emekçi sınıfına gönül vermiş, onlardan yana tavır koymuş aydınları, gazetecileri için 1970’lerde ifade edilen bu gerçeklerin 50 yıl sonra halen geçerli olması, demokratik hak ve özgürlükler konusunda bir arpa boyu ilerlemek şöyle dursun ne denli geriye gittiğimizi göstermektedir. Barış, denetimli serbestlik talebinin (isteminin) reddedilmesi üzerine teslim olmak üzere gittiği Silivri cezaevi kapısında, sorunun kendisinin içeri alınmasından ibaret olmadığını, halkın haber alma özgürlüğünün, bilgi alma özgürlüğünün gasp edilmek istendiğini belirtirken hem bu vargıyı doğruluyor hem de muhalif aydın kesim üzerindeki baskıların devam edeceğine işaret ediyor.

Gerçekten de siyasal iktidar elindeki tüm olanaklarla hedeflediği düzeni yerleştirinceye dek zor seçeneğini sürdürmeye ve tepki gösterenleri de saf dışı etmeye kararlı görünüyor. Sürekli olarak kullanageldiği, toplumun tüm hücrelerine zerk etmeye çalıştığı kader, fıtrat ve benzeri dinsel kavramların ve bunların yanı sıra şoven milliyetçiliğin en büyük yardımcısı olduğunu eklemeye bilmem gerek var mı?

Umutsuzluk çağrıştıran bu koşullar, kendi içlerinde gelecek güzel günlere ulaşmanın çözümünü taşıyorlar. Halkın yarısının kendisine dayatılan bu ortaçağ dünyasını reddetmesi ve bu karşı koyuş içinde sosyalist partilere verilen bir milyonu aşkın oy güçlü bir direnişin göstergesidir.

Bir örnek, okulları tümden cami/medreseye dönüştürecek olan, Anayasa ve yasalara aykırı CEDES projesine karşı çıkan 100 kurumun “laik yaşam, laik eğitim, eşit yurttaşlık” sloganıyla 16 Eylül’de İzmir’de yapacakları mitingdir. Yapılan açıklamada CEDES iptal edilinceye dek illerde laiklik buluşmalarının düzenleneceği de belirtilmiştir. Bir başka örnek, Ankara Beşevler’de Hacettepe Üniversitesi Konservatuvarı ve Anadolu Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesinin yıkılmasıyla açılan alana ABB meclisi kararıyla bir “ibadet alanı” yapımına karşı, başta Ankara Mimarlar Odası olmak üzere mahalleliler ve derneklerce başlatılan imza kampanyasıdır.

İşçiler hakları için direnmekte, ülkenin birçok yerinde maden tekellerine ve onların yerli ortaklarına karşı, canını dişine takan halk, ağaçlarını, derelerini, topraklarını savunmaktadır.  

Bu birkaç örnek bile

  • Örgütlenmenin, direniş ve mücadelenin ilk koşulu olduğuna işaret ediyor.

İnsanın örgütlenmesinin bir fantezi değil büyük bir gereksinmenin sonucu olduğunu, insanın tek başına kendini koruyamayacağını ve savunamayacağını söylüyor büyük gülmece ustamız. Çağdaş insanın örgütlü insan olduğunu, bir örgütün üyesi olmayan insana çağdaş insan denemeyeceğini, örgütlenme gereğinin çok derinden duyulduğu dönemlerde insanların birden çok örgüte üye olduklarını da ifade ediyor.

  • Toplum üzerindeki ölü toprağını hızla silkip atmaya başlamış,
  • yolun sonunda ışık görünmüştür.

Barış’ın da, Merdan’ın da, öbür tutukluların da aramıza dönmelerini hızlandırmanın yolu, örgütlenerek direnmek ve

  • Her alandaki gerici, faşist, anti demokratik, yasa dışı uygulamalara karşı yasal hakkımız olan demokratik tepkiyi göstermektir.
  • Örgütlü bir halkı hiçbir güç yenemez.
  • 1.Metin Demirtaş, 1988, Bir Mendil Gökyüzü içinde ‘Mektuplar Alırım’, 33-35, Cem Yayınevi, İstanbul
  • 2.Aziz Nesin, 2013, Aziz Nesin Soruşturmada, Sorulara yanıtlar belgeler, s. 88-93, Nesin Yayınevi, İstanbul

Manevi liderimiz Atatürk’tür

Ataol Behramoğlu
Ataol Behramoğlu
ataolbehramoglu@gmail.com

15 Temmuz 2023, Cumhuriyet

 

Ülkelerin kurucuları, kurtarıcıları, büyük yöneticileri vardır. Yaşamda oldukları sürede onlara lider denir. Yaşamdan ayrıldıktan sonra manevi lidere dönüşürler.

Bu kez anılarıyla, fikirleriyle, yol gösterici örnek davranışlarıyla gelecek kuşakların yolunu aydınlatırlar.

Ülkemizin manevi lideri Mustafa Kemal Atatürktür.

Çünkü ölümü değil yaşamı yüceltmiştir.

Sadece fikirleriyle ve eylemleriyle değil yaşamıyla da giyim kuşamıyla dans ederken, yüzerken, yiyip içerken, çocuk severken, çocukça eğlenirken ve okuduğu binlerce kitapla, hayatın nasıl yaşanmaya değer olacağını bilinçli olarak örneklemiş, yurttaşlarına göstermiştir.

Manevi lider olan yazarlar, sanatçıları düşün insanları da vardır.

Sevdiğim, tanıdığım, hayranlık duyduğum bu kişiler arasında da bence manevi liderimiz olmaya en yakışanı, fikirlerinin yanı sıra son nefesine kadar bu ülkenin insanları mutlu olsun diye canını dişine takarcasına çalışıp üreten, gözü pek öncü eylemleriyle örnek olan, yokluğunu en büyük özlemle duyumsadığım Aziz Nesin’dir.
***
Benim için manevi lider, ister siyasal yönetici, ister yazar ya da herhangi bir başka düşünür olsun, yaşamın nasıl daha yaşanılır olabileceğini, nasıl daha adil ve yaşanılır bir dünyaya ulaşılabileceğini anlatan, tartışan, düşüncelerinin yanı sıra eylemleriyle de örnekleyen kişidir.

Bir din adamından manevi lider, hele bir ülkenin manevi lideri olabilir mi?

Dinler, yapıları gereği, inanç sistemleridir. Değişime kapalıdırlar.

Din adamları, mensup oldukları dinin değişmez kurallarını öğretmek ve yaygınlaştırmakla görevlidirler.

Her dinin kuşkusuz yaşama dönük ahlak kuralları vardır.

Bunlar genellikle birbirinden türemiş ahlaki, insani öğütlerdir.

Fakat dinler aynı zamanda ve genellikle sabretmeyi, bir başka yaşama hazırlanmayı da öğütlerler.

Bir din adamı, kendisiyle tutarlıysa bu iki ödevi birbirinden ayıramaz.

Ayıracak olursa, salt bu dünyaya ilişkin ahlak kurallarını öğütlemekle sınırlı kalırsa din adamı vasfını kaybeder (niteliğini yitirir). Zaten sadece bununla da manevi lider olunamaz.

Birisi bir din adamı için “Manevi liderim, manevi liderimiz” diyorsa, onu bu dünyasıyla, öteki dünyasıyla düşünerek söylemektedir.

Herkes kişisel olarak kendine manevi lider seçme hakkına sahiptir.

Fakat hiç kimse bir din adamını ülkesinin manevi lideri ilan edemez.

Öteki dünyacılık, ahiretçilik, İslamdan çok önce de bilinen bir kavramdır. Bir inanç konusudur. İnanır ya da inanmazsınız. Fakat dünya görüşünün temelini ister istemez “ahret” oluşturan, öğütleri ister istemez bu inanç ya da kavramda temellenecek kişi, yaşadığımız dünyada bir ülkenin manevi lideri olarak ilan edilemez.

Türkiye’nin manevi liderleri, en başta ve tartışmasız Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, yaşamları pahasına bu ülke insanının çağdaş, adil bir yaşama ulaşması, Türkiye’nin dünya ülkeleri arasında seçkin bir yere sahip olması, Türkçemizin dünya dilleri arasında kendine yaraşır bir güzellikle ışıldaması için yeteneklerini ve bütün ömürlerini sevgiyle, özveriyle, hiçbir ödül ve unvan beklemeksizin sunanlardır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

RTÜK sansür kurulu12 Temmuz 2023

Çok konuşanlar ülkesi!

Nazım Alpman

Nazım Alpman
https://www.nazimalpman.com.tr/
Güncel
BİRGÜN

Türkiye’nin 1960-2000 yılları arasında en önemli siyasi portresi Süleyman Demirel altıncı kez geldiği başbakanlıktan 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle devrilmiş, çeşitli aşamalardan geçtikten sonra yedinci başbakanlığına hazırlanıyordu.

Eski lakabı “Çoban Sülü” gitmiş demokrasinin “Baba”sı gelmişti. Siyasi yasaklı döneminden (1980-1986) itibaren hürriyetleri savunur olmuştu. Yavaş ve zahmetli de olsa gelişiyor ve değişiyordu. Aziz Nesin ondaki bu tekâmülü şöyle “takdir” ediyordu:

-Bir askeri darbe daha görürse komünist olabilir!

Doğru Yol Partisi (DYP) taraftarları meydanları inletiyorlardı:

-Kurtar bizi Baba!

Süleyman Demirel arkasında bıraktığı yıllarda hararetle savunduğu “zararlı fikirler” meselesinin üzerinden tek adımda atlayarak solcu aydınlara selam çakıyordu:

-Konuşan Türkiye istiyoruz!

Baba’nın iktidar yıllarında ifade özgürlüğü kurbanları olarak hapishaneleri mesken tutmuş aydınlar, yazarlar, sendikacılar, gazeteciler bile “helal olsun” demekten kendilerini alamıyorlardı.

Sonunda 1991 Seçimleri yapıldı, DYP birinci parti olarak TBMM’ye girdi.  Demirel, başbakanlık koltuğuna yedinci defa (kez) oturdu. Hızlıca icraata girişti, bazı yasaları değiştirdi. Solcu aydınlar için her şey yerli yerindeydi. Akademisyen Fikret Başkaya, Haluk Gerger gazeteci Işık Yurtçu, Ragıp Duran, sendikacı Münir Ceylan ve İnsan Hakları savunucusu Akın Birdal gibi daha pek çok isim “Konuşan Türkiye gazileri” olarak hapishanelere konuldular. Bütün akademik hayatını (yaşamını) Kürtlere vakfeden Doç. Dr. İsmail Beşikçi’nin konuşmasına bile gerek yoktu, bilimsel çalışmaları yüzünden yatmadığı cezaevi kalmamıştı. Yine hapishanedeydi.

Hani “Konuşan Türkiye” olacaktık?

Olmasına olduk ama “Konuşan Türkiye” de sadece (yalnızca) tek ses çıkıyordu:

-Susun ulan!

O zamanlardan bu zamanlara geldik. İfade özgürlüğü mağduriyeti katmerlendi. Ama “Konuşan Türkiye” yine var! Hatta “Çok Konuşan Türkiye” de var. “Gereksiz konuşan” yok mu? Üzülmeyin onlardan bol bereket mevcut. Çeşit çeşit akademisyen, türlü türlü televizyoncu, sürüsüne bereket uzman, dur durak bilmeden konuşuyorlar. Hepsi hep birlikte “emir tekrarı” yaparcasına aynı makamdan çalıp söylüyorlar:

-Susun ulan!

Bugünlerde “Çok Konuşan Türkiye”nin yeni gündemi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içindeki “değişim” süreci… Parti içinde neler oluyor, kim kiminle ittifak halinde, lider kim olmalı, kurultay ne zaman yapılmalı, yoksa yapılmamalı mı?

İktidar partisi için hepsi “dut yemiş bülbül” misali (örneği) hiç sesleri çıkmıyor. CHP içinde en geniş demokrasiyi savunurlarken iktidar partisinde toz kondurmuyorlar. Eğer toz kondurmak gerekiyorsa tepeye bakıyorlar. Oradan “işaret” alırlarsa üzerine çıkıp tepinmek dahil her şeyi yapıyorlar. Hayır, negatif bir bakış hissetmiyorlarsa o zaman olayı görmeden geçip gidiyorlar.

Mesela (Örneğin) aşağıdaki haber demokrasiyi çok seven iktidar partisinde son derece sevilesi bir uygulamayı ortaya koyuyor:

“AKP Teşkilat Başkanlığının sosyal medya hesabından yapılan açıklamada, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kararıyla 7 il başkanlığına atama yapıldığı duyuruldu.”

Ne kadar güzel bir uygulama değil mi? Atıyorsun oluyor!

Bizim memlekette siyasetin sağ kanadı ile demokrasi arasındaki bağlantı, deniz kumu ile karılmış inşaat harcına benziyor. Bir türlü arzu edilen sağlamlığa ulaşamıyor. Ama haklarını teslim etmek de lazım (gerek), her konuda sabit fikirleri, “muktedirimiz bilir” ilkesinden şaşmıyorlar. Uzaktan bakanlar ise halimizi (durumumuzu) görüyorlar:

-Çok konuşanlar ülkesi!    

Öğrenilmiş çaresizlik ve sorumluluk almamak

Üstün DökmenÜstün Dökmen
(Psikoloji Profesörü)
Son Yazısı / Tüm Yazıları
26 Mart 2023, Cumhuriyet PAZAR eki

(AS: Bizim kısa notumuz yazının altındadır..)

Öğrenilmiş çaresizlik (learned helplessness) Saligman tarafından ortaya atılmıştır. Bu yazıda öğrenilmiş çaresizlikten ve bence onun türevi olan sorumluluktan kaçma davranışından söz edeceğim.

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK

Tüm canlılar, onlar içinde insan, evrim sürecinde yarına kalabilmek ve belli bir anda kaliteli (nitelikli) yaşayabilmek için çevrelerinde olup bitenleri tahmin etmek (kestirmek) ve kontrol etmek (denetlemek) zorundadır. Tahmin ve kontrol edemeyen canlıların hayatta (yaşamda) kalmaları güçleşir, ruh sağlıkları bozulur. Bir insan sürekli olarak kontrol edemediği olumsuz koşullar içinde kalırsa ve “dış mihraklar (odaklar)” veya “Öğretmen bana taktı” diyerek başına gelenlerin sorumluluğunu dış faktörlere (etmenlere) atarsa zedelenir fakat depresyona girmez, ancak başına gelenlerin kendi beceriksizliğinden kaynaklandığına inanırsa, yüksek ihtimalle (olasılıkla) depresyona da girer.

Laboratuvar koşullarında bir grup (küme) hayvana itici uyarıcı verilir, bu hayvanların bir pedala basarak bu uyarıcıdan kaçmalarına, kaçınmalarına fırsat tanınırsa, buna ‘’kaçma-kaçınma eğitimi’’ denilir. Çevrelerini kontrol etmeyi öğrenen bu hayvanlar, gelecekte farklı itici uyarıcılara maruz kaldıklarında kaçmaya çalışırlar. Bir de ‘’çaresizlik eğitimi’’ verilen denekler vardır; bu gruptaki hayvanlar ne yaparlarsa yapsınlar kendilerine yöneltilen itici uyarıcılardan kurtulamazlar. Çaresizlik eğitimi almış bu denekler, izleyen zaman içinde kapısı tamamen (tümüyle) açık bir kafeste itici uyarıcı ile karşılaştıklarında kaçmazlar, başlarına geleni adeta kabullenirler. Bence insanlar dünyasında bu durumun karşılığı kölenin efendisine teslimiyetidir. Tarih boyunca pek çok köle öylesine yıldırılmıştır ki, efendilerine karşı koyamayacaklarına, hatta kaçamayacaklarına inanmışlardır.

İnsanların bu konudaki zaaflarını sezinleyen diktatörler, tek adamlar tarih boyunca öğrenilmiş çaresizliği pekiştiren yöntemler geliştirmişlerdir. Cengiz Han ele geçirdiği birkaç kaledeki insanları ve tüm hayvanları kılıçtan geçirtip bırakıp gitmişti. Bu durumu gören çevre kalelerdeki insanlar, direnme güçleri olsa bile direnmemeyi, Cengiz Han’ın ordularını görür görmez kalelerinin kapılarını açmayı tercih etmişlerdi. (Tıpkı yukarıdaki hayvan deneyine benzer biçimde.) Geçen yüzyılın başlarında Avrupalı bazı (kimi) şirketler Afrika ülkelerindeki siyahi (kara derili) işçilerinin (köle değil, işçi) bir elini ve bir ayağını kesip fotoğrafladılar ve bu fotoğrafları meydanlara astılar. Tarihteki hemen tüm zorba yöneticiler idamları meydanlarda, topluma teşhir ederek gerçekleştirdiler. Televizyonlu çağda ise bazı işgalci ülkeler insanların evlerine girdiler, güvenlik bahanesiyle karısının, çocuklarının önünde aile reisi erkeği çırılçıplak soyup aradılar. Sadece (yalnızca) aradılar. Ancak bu aramayı kaydedip televizyonda herkese izlettiler. Böylece kitlelerin öğrenilmiş çaresizliğe düşmelerini amaçladılar.

DEPREMDE ÇARESİZLİK

99’daki Marmara depreminin ertesi gününde o günkü Cumhurbaşkanımız Demirel, “Kimse eleştirmesin, bu iş Allah’ın işidir” demişti. Aslında hiç kimse “Niçin deprem oldu?” demeyecekti, “Depremde niçin bu kadar (denli) çok insan öldü?” diyecekti. İnsanların çürük yapılara izin veren yöneticileri eleştirmemeleri için yapılan bu tür aceleci açıklamalar, toplumda öğrenilmiş çaresizliğin kapısını aralar. Bu türden bir açıklamayı son depremde de gördük; gerek çürük yapılaşmayı, gerekse kurtarma çalışmalarının belirgin bir şekilde (biçimde) gecikmesini örtbas etmek için basın ağızbirliğiyle, ”Bu asrın felaketidir (yüzyılın yıkımıdır), çok geniş alanda deprem oldu, elden bir şey gelmezdi” dedi. Bu açıklama yanlıştı, üstelik insanları, ‘’yapacak bir şey yok’’ duygusuyla öğrenilmiş çaresizliğe itecekti ve gelecek depremler için önlem almalarını zorlaştıracaktı. Basının bu olayda yaptığı gibi bazen birisi, kasıtlı olmadan da, kendimi kurtarayım derken, pek çok kişinin öğrenilmiş çaresizliğe düşmesine yol açabilir.

SORUMLULUKTAN KAÇMA

Sorumluluktan kaçmanın temelinde öğrenilmiş çaresizliğin bulunduğunu, en azından bulunabileceğini söyleyebiliriz. Sorumluluktan kaçmanın ise iki türü olduğu kanısındayım. Ahlâki gerekçelerle kişinin başkalarının sorumluluğunu alması beklenirken almaması, birisine yardım edebilecek bir kişinin, derinlerinde taşıdığı ‘’bir şey yapılamaz’’ düşüncesiyle pasif (edilgin) kalması birinci tür sorumluluktan kaçmaktır. İkinci tür sorumluluktan kaçmada ise kişi, yaşamında bir şeyleri değiştirebileceğine inanmadığı için, olayları akışına bırakır, teslimiyetçi bir tavırla (tutumla) kendi yaşam sorumluluğunu almaktan kaçınır.

Her iki tür sorumluluktan kaçmaya pek çok örnek verebiliriz. Bazıları ülke yönetiminden yakınırlar ancak, “Benim oyum neyi değiştirir?” diyerek oy kullanmaz. Bazıları arabeskte dendiği gibi “Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime, bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim?” der. Eğer bu kişi, “Bugüne kadar (dek) yaşantım kötü gitti, acaba ne yaparsam bundan sonra iyiye gider?” diyebilirse öğrenilmiş çaresizliğin etkisinden kurtulmaya başlar. Çocukluğumuzda, “Bir Atatürk gelse de ülkemizi kurtarsa” denildiğini çok duyduk. Sorumluluk almaktan kaçan bu kişiye insanın, “Sen niçin kendi çapında, karınca kararınca bir Atatürk olmaya çalışmıyorsun?” diyesi geliyor. Geçen yıllarda pek çok babayiğit erkek, sokakta dayak yemekte olan bir kadını rahatça kurtarabilecekken, Kadir Şeker’in durumuna düşerim korkusuyla pasif (edilgin) kaldı.

Aziz Nesin’in bir hikâyesinde (öyküsünde) bir koyun diğerine (öbürüne) “Kurdun kokusu yakından geliyor” der, diğeri “Evet, bakalım ne olacak?” diye cevap (yanıt) verir. Birinci kurt az sonra, “Kurdun kokusu çok çok yakından geliyor” der, ikinci kurt yine, “Evet, bakalım ne olacak?” der, öykü biter. İnsanların olaylar karşısında “Bakalım ne olacak?” demeleri de, sorumluluk almaktan kaçınan bir öğrenilmiş çaresizlik davranışı, bir tür teslimiyetçi koyun tavrıdır. Kendilerini ve ülkelerini, “Ben ne yapabilirim?” diyenler kurtarır.
==========================
Dostlar,

Sn. Prof. Dökmen, uzmanlık alanında çok yetkin haftalık yazılar yazmakta Cumhuriyet PAZAR Ekinde. Ancak güncel Türkçe’ye o ölçüde özen gösterdiğini söylemek çok güç. Ayraç içinde olabildiğince örnekler verdik.

DİL DEVRİMİ öksüz bırakılmamalı. Dilimize dönük kültür emperyalizmine karşı çok özenli olunmalı.

Sevgi ve saygı ile. 26 Mart 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net             profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik    

 

Bugünün sanatçısı

Öner Yağcı
Öner Yağcı
04 Şubat 2023 Cumhuriyet

 

Bugünün dünyası iç açıcı değil.

Toprağıyla, havasıyla, deniziyle, ormanıyla, ırmağıyla, gölüyle, sokağıyla, binasıyla kirletilen, çöplüğe dönüştürülen dünyaya kan, vahşet, saldırganlık, zorbalık, savaşlar ekleniyor.

Canlıların yaşam alanı kalmıyor.

Bu çöplükten insan da duyguları, düşünceleri, düşleri, inançları ile payını alıyor.

Her şeyin alınıp satıldığı, değerinin parayla ölçüldüğü bir dünyada insani olan ne varsa kültür, sanat, aşk, sevgi, dostluk tüketiliyor.

“Çocuklarımızdan ödünç aldığımız” geleceğimiz karartılıyor, oysa onların hakkı böyle karanlık bir dünya değil.

Sabahattin Ali, “İnsan olmak dokunuyor haysiyetime” demişti.

Yaşar Kemal, “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa…” diye tanımlamıştı bu gerçeği.

YARALAYAN TABLO

Korkutan, yaralayan, kanayan bu utanç tablosunu gören sanatçı ne yapar?

Bunu görmek, sanatçının yüreğini burkup onu allak bullak etse de o, çöpün, kanın üzerinde uygarlığını sürdüren insanlığın her şeye karşın dünyayı güzelleştirebileceğini düşünür.

Dünyaya bakınca gördüğü bu tüketilme ve savaş görüntüleri, sanatçıya aşması gereken zorluğun ne denli büyük olduğunu gösterir.

Karşı karşıya olduğu gerçeklik, insanın dünden getirdiği bir sorumluluk olarak kapısını çalmaktadır.

  • Bir sanatçının,
    insanlığın temellerinin bombalamasını görmesinin verdiği hüzün korkunçtur.

Ve insanlık ve “insanın doğaya eklediği bir şey” (Alain) olan sanat bunu hak etmedi.

YENİ BİR GERÇEK YARATMAK

Bu utançla yaşamak istemez sanatçı.

Bu gerçeği insanlığın kaçınılmaz yazgısı olmaktan çıkarmak ister.

Çünkü özgürlük savaşımı bitmez, insan da sanat da tükenmez.

Sanatçı, yeni bir gerçek yaratabilmek için, çaresizliğe aman vermeyen düş gücünün sınırsızlığından alır gıdasını.

“Kuşlar gibi uçmasını, balıklar gibi yüzmesini öğrendik. Ancak bu arada çok basit bir sanatı unuttuk, kardeş olarak yaşamayı” diyen Martin Luther King, “…Şu anın getirdiği güçlüklere ve engellemelere rağmen bir hayalim var benim” der.

“İnsan soyunun, müspet bilimler doğrultusundaki, en bağımsız koşullar içinde, en mutlu olmasını isteme çabası… İnsanlığın, insanlık tarafından, insanlık için yönetilme çabası adına sanat…” der Orhan Kemal.

SANATÇININ GÖREVİ

Sanat, özgürlüğün kardeşi, zamanı aşan bir ölümsüzlük arayışı, insandan, yaşamdan yola çıkıp insanlığa ulaşmanın değerli silahıdır.

Aziz Nesin,

  • “Benim zenaatim yazmak…/ Benim zenaatim kavga / Ekmek için / Barış için” demişti.

Yaşamın ve zamanın dayattığı görevi “yeni bir dünya yaratmak” (Charlie Chaplin) olan sanatçı, yeryüzünden kötülüğün silinmesine katkıda bulunmak için günün yanlışlarını cesurca ortaya koymak, çirkinliklerden arınmış bir yarın arayışının düşçüsü, çağrıcısı olmak zorundadır.

“Anadolu” adlı şiirinde ne demişti Ahmed Arif :

… Dayan kitap ile
Dayan iş ile,
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile…

Merak etmek ve keşfetmek

Üstün Dökmen
Üstün Dökmen
11 Aralık 2022, Cumhuriyet Pazar eki

 

Merak etmek ve keşfetmek, artılarıyla eksileriyle insanlığı, medeniyeti bugüne getirmiştir. Voyager’ın uzaya gönderilmesinin temelinde merak duygusu ve keşfetme isteği vardır. Her merak keşifle sonuçlanmaz ancak bütün keşiflerin ilk basamağında merak duygusu bulunur. Şu an çevrenizdeki tüm nesneler, merak eden ve keşfeden insanların ürünüdür.

“Dünyayı oluşturan ana madde (arkhe) nedir?”, “Kuşlar nasıl uçuyor?”,
“Yağmur neden yağıyor?”, “Bebekler nereden geliyor?” türünden sorular sormadan yaşamı kavrayamazsınız, kontrol edemezsiniz.

Bazı eski toplumlarda gençler çok erken evlendirildikleri için evlilik dışı çocuk doğmazdı, bu yüzden de insanlar cinsel birleşme ile bebek doğumları arasında ilişki kurmazlar, kadınların kutsal evlilik bağından ötürü hamile kaldıklarını zannederlerdi.

Sonra bazı kadınlar evlenmeden çocuk doğurunca insanlar bunun nedenini merak ettiler. Böylece bebeklerin kutsal evlilik törenlerinden ötürü değil, cinsel birleşmeden ötürü doğduğunu anladılar.

MERAK NASIL ORTAYA ÇIKAR?

Çocuklarda merakın gelişmesi için üç temel şey gereklidir.

1) Anneye güvenli bağlanma gereklidir:

Geçen haftalardaki yazılarımda da belirttiğim üzere çocuğa bakım veren kişi -genelde anne- çocuğun beslenme, korunma, sevilme gibi temel ihtiyaçlarına cevap verebiliyorsa çocuk annesine güvenli bağlanır, ardından ilgisini dış dünyaya yönelterek çevresini merak eder. Eğer çocuk annesine güvenli bağlanmamışsa adeta dış dünyaya arkasını döner, ilgisini annesine yöneltir, dünyayı merak etmesi ve keşfetmesi zorlaşır. (AS: Temel güven / basic trust gelişimi anne ile sağlıklı ilişkilere bağlı ve yaşamda insana neredeyse ömür boyu omurga oluşturmakta..)

2) Eğitim ortamları merakı destekler hale getirilmelidir:

Çocuklar başlangıçta annelerine güvenli bağlansınlar veya bağlanmasınlar tüm eğitim yaşantıları boyunca meraklarını diri tutacak önlemler alabiliriz. Birkaç örnek:

Çocuğa masal okuduğunuzda, biten masal üzerinde akıl yürütmesini, olayın sonrasını düşünmesini isteyebilirsiniz. Diyelim ki masalın sonunda tavşan tilkiye bir şey söyledi:

“Tavşan tilkiye başka ne söyleyebilirdi?” diye sorabilirsiniz. “Başka?” sorusu ufuk açan, yeni durumları merak ettiren bir sorudur. (Bu arada lütfen Aziz Nesin’in eleştirdiği türden zorlayıcı anne-baba olmayın, yaratıcı çocuk yetiştireceğim diye çocuğa 10 tane soru sormayın.)

Çocuğa küçük sürprizler yapılabilir, sıcak-soğuk oyunuyla saklanan bir eşyayı bulması sağlanabilir. Onunla birlikte yemek pişirilebilir, bahçede veya saksıda bitki yetiştirmesi, bu bitkinin gelişim aşamalarını tahmin etmesi istenebilir.

Okullarımızdaki müfredatlar öğrencilerin merak ettikleri konular da dikkate alınarak hazırlanmalıdır. Genelde öğrencilerin değil müfredatı hazırlayanların merak ettikleri konular işlenmiş, öğrencilerin filanca savaşı, falanca şairi merak edip etmedikleri veya neleri merak ettikleri sorgulanmamış, ezbere eğitimin yeterli olduğu sanılmıştır. Bu yüzden çocuklarımızda küçük yaşlarda yüksek düzeyde olan merak duygusu, sınıfları ilerledikçe azalmaktadır.

3) Ülkede felsefeye ve pozitif bilime ilginin teşvik edilmesi gereklidir:

İlk sınıflardan itibaren (başlayarak) felsefî sorgulamaya yer verilmeli, ileri sınıfların müfredatından, önyargılı bakış tarzıyla Evrim konusu ve benzerleri çıkarılmamalıdır.

Geçen ay Van’daki Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde önemli bir toplantı düzenlendi, toplantı sonunda bilim insanlarının kastettiği şekilde bir Evrim olmadığı sonucuna varıldı! Gözlem ve deney yapmayı gereksiz sayan bu tür toplantılar; merakı, sorgulamayı, keşfetmeyi yok etmeye çalışıyor, sorulabilecek tüm soruların tek bir cevabı olduğu iletisini veriyor. Böylesine toplantılara katılanlara İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini ve İbrahim Hakkı Bey’in Marifetname’sini okumalarını tavsiye ediyorum. Uluslararası hakemli dergilerdeki bilimsel makaleleri okumayan veya anlamayan kişiler, bu iki büyük düşünürün evrimle ilgili görüşlerinden bir ihtimal feyzalacaklardır.

Osmanlı’da eğitsel ve toplumsal anlamda merakı teşvik eden ortamlar yoktu. Bu konuda Nemrut Dağı’ndaki heykelleri örnek gösterebiliriz.

NEMRUT’UN HEYKELLERİ KİMİN UMURUNDA?

Yüzyıllar boyunca Anadolumuzda toprağın üzerinde Aspendos benzeri tarihi kalıntılar vardı. Dedelerimiz, ninelerimiz alışageldiklerinden farklı olan bu yapıları gördüler, muhtemelen merak etmek onaylanmayan bir şey olduğu için de ilgilenmediler. Bir ihtimal, “Bunu babam yapmamış, dedem de yapmamış, demek bizim aileden olmamış, biz o zaman işimize bakalım” diye düşündüler, merak etmediler, araştırmadılar.

Osmanlı’nın asker ve mühimmat sevkıyatı için Adıyaman bölgesine ilişkin ayrıntılı bir haritaya ihtiyacı vardı. O güne kadar yapılmamıştı. Haritayı yapması için bir Alman subay davet edildi, o da Nemrut Dağı’nı merkez kabul edip altı ay o bölgede yaşadı ve bir harita yaptı. Bu olayı izleyen yıl bir Alman tüccar, bölgeyi dolaşırken Nemrut Dağı üzerinde çok büyük heykeller olduğunu gördü, heyecanla durumu Alman Bilimler Akademisi’ne bildirdi.

Ancak Akademi, “Eğer dağda bu tür heykeller olsaydı, o bölgede altı ay yaşayan eğitimli bir Alman subayı mutlaka görürdü” düşüncesiyle ona inanmadı. Tüccar ısrar etti, sonuçta inandırdı. Evet, verdiği bilgi gerçekti fakat Akademi üyeleri, “Eğitimli bir Alman subayı altı ay o bölgede yaşar da o heykelleri nasıl görmez?” diyerek çok hayret ettiler. Şimdi siz, “Alman subay altı ay o bölgede yaşayıp heykelleri fark etmedi ama dedelerimiz 900 yıl orada yaşayıp nasıl fark etmediler?” diye hayret etmelisiniz.

Bence dedelerimiz o heykelleri fark etselerdi ne fark ederdi? Mutlaka çobanlar dağın tepesine çıkıp o devasa heykelleri görmüşlerdir. İyi de Bilimler Akademimize bildiremezlerdi çünkü böyle bir akademimiz yoktu. Gidip kaymakama bildirseler muhtemelen kaymakam, “Ben ne yapayım, işe yararsa indirip evinizin temeline koyun, ağırsa, inmiyorsa bırakın orada kalsın” derdi. Bu bakış tarzı kaymakamın hatası olmazdı, bilimsel atmosferin eksikliğinden ötürü ortaya çıkardı. Yakın zamanlara kadar insanımız, toprakta bulunmuş heykellerin yalnızca birer taş olduğunu düşünmüştür.

Otuz üç yıl Osmanlı’yı yöneten bir padişahımız, Beşiktaş’tan Anadolu’ya, hatta Üsküdar’a geçmemiş, bir anlamda ülkesini ve halkını merak etmemiştir. Bu durum onun da eksikliği değildir. Felsefi sorgulama, bilimsel merak toplumun gündeminde yoksa toplumdaki herkes bu durumdan nasibini alır.

Merak öyle bir tohumdur ki belli topraklarda, belli iklimlerde çiçek açar. Eski Atina’daki ve Isparta’daki beyinler aynı, kültürel iklimler ise farklıydı; yalnızca Atina’da felsefe ortaya çıktı, bilimin temelleri atıldı. Artık gündemimizde, müfredatlarımızda sorgulama, merak bulunsun istiyoruz.

28 Şubat kumpası

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 22 Ağustos 2022

 

Yaklaşık bir yıl önce, emekli komutanlar ve askerler Çevik Bir, Çetin Doğan, Hakkı Kılınç, Cevat Temel Özkaynak, Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Yıldırım Türker, İlhan Kılıç, Aydan Erol, Kenan Deniz, Ahmet Çörekçi, Çetin Saner, İdris Koralp ve Vural Avar, hukuka aykırı bir biçimde tutuklandılar.

Böylece, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV”, “Casusluk” ve “Gezi” adıyla anılan sahte yargı süreçlerine ve kumpaslara bir yenisi daha eklendi, yargı bağımsızlığını güvence altına alan anayasanın 138. maddesi, AKP hükümeti tarafından bir kez daha ihlal edildi.
***
1990’lı yıllarda Türkiye’de, laiklik karşıtı siyasal örgütlenmeler ve laiklik karşıtı terör örgütlenmeleri, paralel biçimde yükselişe geçti.

Refah Partisi, 1991 genel seçimlerinde %17 oy aldı ve 1995 genel seçimlerinde %21 oy alarak 1. parti oldu.

1990 yılında, Atatürkçü Düşünce Derneği kurucu genel başkanı-hukukçu Muammer Aksoy, ilahiyatçı-yazar, SHP parti meclisi üyesi Bahriye Üçok, yazar-araştırmacı Turan Dursun, gazeteci-yazar Çetin Emeç; 1993 yılında gazeteci-yazar Uğur Mumcu; 1999 yılında siyaset bilimci-yazar Ahmet Taner Kışlalı katledildi.

1993 yılında yazar Aziz Nesin’in ve Alevi sanatçıların hedef alındığı Sivas’taki olaylarda, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Edibe Sulari, Asaf Koçak, Behçet Aysan, Mehmet Atay, Uğur Kaynar, Muammer Çiçek’in de bulunduğu 33 sanatçı ve Pir Sultan Abdal Derneği üyesi yakılarak katledildi.

Söz konusu aydınlar katledilmeden önce, yıllarca RP’li siyasetçiler ve onları destekleyen yayın organları tarafından hedef gösterildi!

Laiklik karşıtı kesimin, üniversitelerdeki başörtüsü (AS: Türban!) yasağından dolayı kendisini mağdur ilan ettiği yıllarda, laikliği ve Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini savunanların can güvenlikleri bile yoktu!

Bu yıllarda en büyük mağduriyeti yaşayanlar, üniversitede başörtüsü yasağına maruz kalanlar değil, laiklik karşıtı teröristler tarafından katledilenler, laikliği ve Cumhuriyet Devrimlerini savunanlardı.
***
28 Şubat 1997’de, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın başbakan, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in başbakan yardımcısı olduğu koalisyon hükümeti döneminde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu, laiklik karşıtı örgütlenmelerin önlenmesine yönelik kimi somut önerilerde bulunan bir bildiri yayımladı.

Bu gelişmeden sonra hükümet ile cumhurbaşkanı, hükümet ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında gerginlikler yaşandı, DYP’den birçok milletvekili, RP ile koalisyon ortaklığına karşı çıktı, birçok DYP milletvekili istifa etti ve RP-DYP koalisyon ortaklığı için gerekli çoğunluk ortadan kalktı, hükümet düştü.
***
Bunun üzerine, “ikinci cumhuriyetçi” neoliberaller ile birlikte, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç gibi RP’li siyasetçiler, “postmodern darbe” söylemine başvurdular. Oysa ortada ne bir darbe vardı ne de bir darbe girişimi.

ABD destekli 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri konusunda yeterince sesini çıkarmayan laiklik karşıtı siyasetçiler, teokrasiyi demokrasi olarak pazarladılar. Üniversiteler ve medya da bu kirli oyuna alet oldu!

Erdoğan, Gül ve Arınç daha sonra AKP’yi kurdu; AKP iktidar oldu ve 2008 yılından itibaren (AS: başlayarak)

  • AKP demokratik, laik, hukuk devletini ortadan kaldırarak anayasal düzeni yıktı ve sivil darbe yaptı!

1997’de anayasal düzen hatırlatması yapan, bugün 70 yaşın üzerinde ve ciddi sağlık sorunları olan komutanlar ise darbe yaptıkları iddiasıyla hapishaneye yollandı!

İşadamı Osman Kavala’nın ve eski HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın hukuka aykırı biçimde hapishanede tutulmasını eleştirenlerin, 28 Şubat kumpasından dolayı hapiste yatan komutanlara ve askerlere sahip çıkmamaları, büyük bir çelişki ve ikiyüzlülüktür.

ABD ve Avrupa Birliği emperyalizmi, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV” ve “Casusluk” kumpaslarında nasıl üç maymunu oynadıysa, 28 Şubat kumpasında da aynı tavrı sergilemektedir!

  • Muhalefetin, bu konuda ABD’nin ve AB’nin gölgesinde kalması ise utanç vericidir!

AYDIN ÜZERİNE BİR DENEME.. Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

Dr. Halit Suiçmez
İktisatçı, Yazar

“AYDIN” ÜZERİNE BİR DENEME : Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

(AS: Bizim kısa notumuz yazının altındadır..)

Edebiyat alanındaki kitaplarımızdan ilki olan,” Eski Dostlar, Deneme- Öykü Seçkileri” nde; “Aydın ve Entelektüel” adlı bir denememiz yer almıştı.

O yazıda, “aydın” ve “entelektüel“i birbirinden ayırmış, “aydın”ı, … yanlışa, haksızlığa mutlaka tepki veren, tutum alan, adil, özgür ve güzel bir gelecek için ödünsüz savaşım veren … insan” diye tanımlamıştık. (Dr. Halit Suiçmez, Aydın ve Entelektüel, Eski Dostlar Deneme – Öykü Seç ileri, Brc Mtb., Mayıs-2005, Ankara, Ortak Kitap, syf. 76-77)

Elbette her tepki vereni de Aydın sayamayız. Kavramı siyasal, felsefi, ekonomik- politik, psikolojik boyutlarıyla derinliğine ve genişliğine incelemek gerekir. Bu ise, gelecek çalışma ve yazılarımızın konularından biri olacaktır. Aydın kim? Hangi Aydın? İşlevi ne, yazarlar aydın mıdır?.. gibi soruların yanıtlarına –bu yazıda bir parça yer versek de– geniş zamanda eğileceğiz.

Aydınlar çok yerde, çok zaman suçlanmışlardır. Hapislere atılmış, özgürlükleri kısılmış, öldürülmüş, kısıtlanmış, sürgüne gönderilmiş, türlü işkenceler yapılmıştır. Gerçek Aydınlar her koşulda yılmadan mücadele etmişler, Büyük İnsanlık yürüyüşüne kalıcı izler ve katkılar bırakmışlardır.

Kimdir Aydın?

Aydın’ın kim olduğunu anlayabilmek için tarihsel ve toplumsal durumunu özetlemek gerekir. On yedinci yüzyılda Batı Avrupa’da Burjuvazi, dünya görüşü ve bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkar. O tarihe dek bilgiyi elinde tutan sınıf Ruhbanlardı. Kilise ekonomik, politik ve yönetsel güce sahipti.

Okuma salt rahibin işiydi. Kilise, Hıristiyanlığın kutsal bekçisi ve temsilcisi di. Din adamı, derebeyiyle – feodal bey ile köylü arasında bir aracıdır.

Pratik bilgi uzmanları / sahipleri burjuvazinin gelişmesiyle ortaya çıkar. Dönemin Bilginleri mühendisler, matematilçiler, hukukçular, tıp insanları, yazarlar, düşünürlerdir.. Ticaretin gelişip yaygınlaşması, mühendislerin ve bilginlerin varlığını ve bu sürece katkılarını gerekli kılar.

Bunlar birer sosyal sınıf olmadıkları gibi; seçkin bir kesim de değildir. Çünkü ticari kapitalizmle bütünleşmiş Merkantilizm ögeleridir. İşte gelişen ticari ve daha sonra sanayi burjuvazisinin dünya görüşü, analitik yöntemler “Aydınlar” denilen bu kesimlerce oluşturulacaktır.

Türkçe’mizdeki okunuşlarıyla, Mönteskiyö, Volter, Diderot, Russo.. Bunlara “filozof” (Bilgisever) denir, bilgelik tutkunlarıdırlar,  bilgelik ise “akıl – akılcılık” (Rasyonalite) demektir. Analitik yöntemleri tarih ve toplum sorunlarına uygularlar.

İşte ilk klasik aydınlar, bu öncü Aydınlanmacılardır. Burjuvaziye, feodalizmle savaşması için gerekli düşünsel silahları vermişlerdir. Burjuva sınıfının içinde doğduklarından, bu sınıfın nesnel ruhunu ifade etmişlerdir. Burjuvazinin gericileştiği ve işçi sınıfına ve onun dünya görüşüne karşı çıktığı, emek sömürüsünü sürdürmek istediği dönemde gerçek aydınlar ortaya çıkmıştır.

19 ve 20. yüzyılda..

Marks, Engels, Emil Zola, Lenin, Gorki, J. London, Nazım Hikmet, Suat Derviş, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Ahmet Saltık (AS: Sayın yazarın bizim dışımızda övgün değerlendirmesidir.. şükran ile), Taylan Kara.. 19. yy’ın son çeyreğinden sonra artık egemen – sömürgen sınıflar içinden çıkmamıştır aydınlar.

Aydın; J .P. Sartre’nin tanımıyla; “…kendi içinde ve toplumdaki, pratik gerçekliğin araştırılmasıyla egemen ideoloji arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır.” (J. P. Sartre, Aydınlar Üzerine, Can Yay., 1997, syf. 30)

  • Aydın, tarihin ve parçalanmış toplumların eytişimsel (diyalektik) ürünüdür.

Aydınlarından yakınacak bir toplum, önce kendini eleştirmelidir.

Aydın kimseden görev almaz, statüsü hiçbir yetkeye (otoriteye) bağlı ve bağımlı değildir. Her koşulda kanıta dayalı bilimsel doğru’yu söylediğinden, çoğunlukla sevilmez, varoluşuna aldırılmaz, ancak söylediklerine belli bir duyarlılık olabilir.

Aydın eylemi ve sorumunun sonal amacı;

Gelecekte “bir gün” tüm insanların gerçekten eşit, özgür, gönenç ve erinç içinde, kardeş olacakları toplumsal bir evrensellik için çabalamaktır.. Ütopyaları vardır; salt yorumlayıp aktarmakla, “bulmak” ile yetinmez.. “Devrimci Eylem” yükümlenir ve topllumu, yaşamı, insanı sürekli dönüştürmeye çalışır.

Yalnızdır genelde Aydın; yaşanan toplumu anlayabilmek için önündeki tek yol, ezilenlerin bakış  açısıyla çalışmaktır. Aydın, toplumsal köken olarak küçük burjuva olmakla birilikte, işçi ve köylü sınıfının saflarında yer almalı, küçük burjuva koşullanmalarından kurtulup ezilen sınıfların savaşımına somut olarak ve koşulsuz katılmalıdır, katılır.

Her Aydının çağında bir yeri ve mücadelesi (serüveni) vardır. Bunu ekonomi politik, psikanaliz, Marksizm, sosyoloji gibi insan bilimlerinin yöntem ve verileriyle başarabilir. Her insan yaşamdaki yerini, kimliğini, neyi, niçin ve nasıl yaptığını, yapması gerektiğini, yaşamın amacı ve anlamını kendi bilgi ve bilinciyle oluşturabilir.
***
Aydın‘ın kimliği, durumu, işlevi, gelişimi gibi konulara kısaca değindikten sonra şimdi de kimi yazarlardaki Aydın söylemi üzerinde duralım:

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazmıştır çoğu yapıtlarını. Olumsuzlukları sergilerken son derece değerli, yürekli ve gerçekçi tutum sergilemiştir. Panorama, Bir Sürgün, Ankara, Yaban gibi gerçekçi romanlarıyla toplumun en dip ve uzak köşelerine dikkatle bakıp, öz bilgiyi çok varsıl tipleştirmelerle önümüze sermiştir..

Balzac gerçekçiliği kitaplarında üst düzeylere yükselmiştir. Balzac siyasal olarak kralcıydı ama zamanın toplumsal gerçeklerini büyük ustalıkla anlatmıştır.

Tolstoy da öyledir, Lenin; “Rus devriminin aynasıdır” dediği büyük ustadan çok şey öğrendiğini, ama sınıfsal bakış olarak “gerici ve ütopist” olduğunu söylemiştir.

Yakup Kadri de dönemin toplumsal yozlaşmasını büyük ustalıkla anlatır. Toplumu gerçekçi çizer, kendisi sınıfsal bakışa uzaktır, güncel ideolojiye bağlılıkları vardır bu yüzden sınırlarını bir türlü aşamaz. Ve Yaban romanında kahramanı Ahmet Celal’i şöyle konuşturur:

“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin… sana istırap veren bu şey, senin kendi eserindir…” (Yaban, syf. 148)

Yakup Kadri, roman boyunca, aydınları suçlar. Nasıl bir “aydın”dır, Ahmet Celal? O, köylülerden söz ederken “onlar” der. Köylüleri kendinden ayırıp uzak tutar. 1922’de Kurtuluş Savaşı’nın ateşli günlerinde geçer olaylar. Anadolu’daki geriliğin, yoksulluğun, cehaletin suçlusu niçin aydınlar olsun?

Osmanlı Aydını yüzeysel bir Batı hayranlığı içindedir. Toplumsal gelişmelerin ekopolitik yasalarından haberleri var mıdır? Tarihsel gelişmemiz ve bunun bilinçlere yansıması nerede kaldı? Aydınlar “halkın kurtarılmasının” üstesinden nasıl gelebilecekler? Tarihsel deneyimler ve devrimler kapitalizmden ve fodalizmden kurtuluşun ancak bilinçlenen halk hareketiyle olabileceğini kanıtlamıştır. Türkiye’nın geri kalmışlığı üzerine ciltler dolusu sosyal yapı araştırmaları yapılmadı mı?

1838 Balta Limanı Anlaşmasıyla İngiliz Emparyalizmi, Osmanlı ülkesine ve onun az da olsa bağımsız sanayileşme olanaklarına ağır bir darbe vurmadı mı? Sadri Ertem, Çıkrıklar Durunca romanını boşuna mı yazdı? Osmanlı Ekonomisini temsil eden Çıkrıklar kimler tarafından nasıl, hangi süreçlerle ve niçin durduruldu, Doğan Avcıoğlular, Halil İnalcıklar, Markslar, Asya tipi üretim tarzları, Doğu Sorunu diye ortaya konan merkezi feodal yapılar..

Bütün bu azgelişmişlik, emperyalizm kuramları, araştırmaları bir şey anlatmıyor mu? Bürokratlar Batılılaşmak yoluyla devleti –gerçekte kendi mal ve canlarını- kurtarmak isterken, kapitalizmin çarkına kapılarak üretim güçlerini geliştirmek şöyle dursun, var olanlarının da yok olup gitmesine, halkın daha da yoksullaşmasına neden olmadılar mı?

Bu Aydın suçlamaları, sızlanmaları ne zaman son bulacak? Türk Aydınının onuru Nazım Hikmet de şiirinde;

  • … dilim varmıyor ama kabahatin çoğu sende kardeşim…

derken Aydını mı, halkı mı, bilinçsiz ve yanlış siyasal seçim yapan kitleleri mi işaret etmektedir? Doğru siyasal seçim yapamayan kitlelerde kabahat olabilir ama geri kalmışlık, özünde kapitalizmin istendik sorunudur.

Bürokrasinin yazarı Yakup Kadri’ye göre, “onlar”, “vücutları beslenecek, kafaları aydınlatılacak” edilgin yığınlardır. Elbette büyük romancımız Yakup Kadri’nin siyasal bakışı farklı olabilir, roman yoluyla önerdiği çözümler tartışmalıdır, ama şurası gerçektir ki; dönemin toplumsal yapısını büyük bir gerçeklikle yansıtmıştır yapıtlarında.
***
Konumuzun özüne dönersek; Aydın üzerine söyleşirken, “Hangi Aydın?” sorusunu da sormuştuk. Jakoben aydınlardan Kemalist aydınlara, klasiklerden Marksist aydınlara dek birçok addan söz edebiliriz. Entelektüel Aydınlar da olabilir. Entelektüel ve Aydın ayrımına gelince; birinciler Aydın tepkisini gösterse bile rahatlarına düşkündürler, eylemden uzak ve bireycidirler.

Entelektüel Aydın her iki özelliği de, yani kökten kapitalizm karşıtlığı ve adil, özgür yeni düzen svaşımcısı olup, Evrenin derin bilgisini öğrenip içselleştirmekten geri durmayan bir kişiliktir.

Gelecek çalışmalarımızda konuyu yeni boyutlarıyla ilerleteceğiz.
===============================================
Dostlar,

Seçkin yurtsever Aydın, Mülkiyeli dostumuz Sn. Dr. Suiçmez, salt Doktoralı bir iktisatçı olmakla yetinmeyerek, Aydın sorumluluğunu kapsamlı üstlenen bir kişi. Yukarıda sunduğumuz “Deneme” bize göre de oldukça nitelikli bir metin. Kendisine hem bu emeği hem de sitemizde yayınlama ayrıcalığını bize tanıdığı için teşekkür ederiz.

Büyük bir değerbilirlikle bizi de Türk Aydınları arasına katarak, yükümüzü daha büyütmüş sağolsun. Ancak İlhan Selçuk, Rıfat Ilgaz ve Melih Cevdet Anday da bir çırpıda çağrıştırdıklarımız.. Çoook bereketli bu topraklar, bu kültür gerçekte. Ilgaz’ın “Aydın mısın?”, Anday’ın ise “Sis Çanı” şiirlerini site okurlarımıza özellikle salık vermek isteriz.. Okumak, duygudaşlıkla titreşmek ve gereğini “Aydın sorumluluğuyla” yapmak üzere..

Sevgi ve saygı ile. 08 Ağustos 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu – Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

 

GERÇEK “SİYAH TÜRKLER” SOLCULARDIR!..

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’yi bölmek isteyen güçler ve bunların içimizdeki ajanları, ABD’de Siyahları ikinci sınıf yurttaş olarak gören, hatta insan olarak görmeyen ırkçı yaklaşıma benzetme yaparak, Türkiye’de de yurttaşlar arasında ayrımcılık yapıldığını öne sürerler. Buradan hareketle, “Beyaz Türk- Siyah Türk” deyimini icat etmişlerdir.

Bunlara göre dinciler Siyah Türk’tür. Oysa Kubilay’ın katilleri ve Şeyh Sait gibi, Cumhuriyeti yıkmak/ ülkemizi parçalamak isteyen hainlerin dışında hiç kimse, inançları nedeniyle zulüm görmek bir yana sorgulanmamıştır bile. Gerçek dindarlara ise hiçbir zaman dokunulmamıştır…

Çok partili sisteme geçtikten sonra, din istismarının oy getirdiği anlaşılınca dinciler/ tarikatçılar el üstünde tutulur olmuşlardır. Hemen hemen her seçimde çoğu tarikat ve cemaatlerin temsilcileri milletvekili olmuş ve hatta hükümetlerde yer almışlardır. Dinciler devlette iş bulmakta hiç zorlanmamışlar, hatta öncelikli olmuşlar, bürokraside de önemli görevlere yükselmişlerdir…

  • Gerçekte Türkiye’de ezilenler her zaman solcular olmuştur…

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın güdümüne girince, McCarthycilik ülkemizde de başlamıştır. Solcular işe alınmamışlar ya da solcu oldukları anlaşılınca işten atılmışlar; yedek subay olmaları gerektiği halde askerliklerini er olarak yapmışlar, biraz öne çıkanlar hapishanelerde çürütülmüşler; “Günah keçisi” yapılmışlar, her olayın altında solcu parmağı aranmış, hatta devlet kendi işlediği suçları bile solcuların üzerine atmıştır.

Örneğin, dış politikada başarısız olmaları nedeniyle, daha doğrusu emperyalistlerin güdümünden çıkamadıkları için Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyamayan Menderes Hükümeti, milletin gözünü boyamak amacıyla MİT’e provokasyon yaptırarak 6-7 Eylül (AS:1955) olaylarını düzenlemiş; ancak beceriksizlikleri nedeniyle olayların kontrolünü kaybetmişler (denetimini yitirmişler) ve sonunda Türkiye için yüz kızartıcı bir tablo ortaya çıkmıştır. Utanmadan suçu solcuların üzerine atmışlar ve ülkemizin yüz akı aydınlarını tutuklatmışlardır…

Ülkesini ve halkını sevmekten başka suçu olmadığı halde solcu oldukları için ezilen, haksızlığa uğrayan aydınları sayacak olsak sayfalara sığmayacağından birkaç örnek vermekle yetinelim:

  • Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Tonguç, Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Demir Özlü,  Alpaslan Işıklı…

En acı sonu yaşayan Sabahattin Ali’dir. Yıllarca süren sürgün ve tutukluluklar canın tak ettiğinden yurt dışına kaçmak isterken genç yaşta öldürülmüştür. Ancak, istihbarat örgütleri tarafından yurt dışına kaçırma tuzağı kurularak, ölüme götürüldüğü yönünde savlar da vardır.

Sabahattin Ali’nin, yazarı olduğu Marko Paşa dergisindeki aşağıdaki yazısını okuyunca neden öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Atatürk’ten sonra, ülkeyi yönetenler ne yazık ki onun (AS: O’nun) yerini dolduramamışlardır. Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu “tam bağımsızlık” unutulmuş, Amerika’nın güdümüne girilerek siyasal ve askeri bağımsızlık kaybedildiği gibi, Lozan’da en büyük mücadele ile elde edilen ekonomik bağımsızlık da bir kenara atılarak Osmanlı’yı batıran kapitülasyonlara kapı açılmıştır.

O yıllarda en büyük tasa, Türkiye’ye yabancı sermayenin girmesiydi. Herkes yabancı sermayeyi kurtarıcı olarak görüyor, gazetelerde “yabancı sermayenin ülkeye nasıl gireceği?” tartışılıyordu.

Bunun üzerine Sabahattin Ali, bu soruya yanıt vermek üzere, Marko Paşa’da “Biz anlatalım” başlıklı bu yazıyı yazdı: “Evvela Hello Johnny, My Darling, Yes, Okey diye girer. Arkadan Amerikan zırhlıları girer, bahriyelileri girer. Daha arkadan danışma kurulu, denetleme kurulu girer. Ondan sonra, gerekirse borç verileceğine dair haberler girer. Bu arada bazı yazarlar deliğe girer, bazı yazarlar Türkiye’yi Amerika’nın sınırı olarak gösterirler. Ve sonunda ucu dünyanın merkezinde bulunan asıl kazık girer ki her kıvranışta biraz daha girer.’’

Amerika, Amerika, / Türkler dünya durdukça, / Beraberdir seninle..”  gibi aşk (!) şarkılarını millet dilinden düşürmezken, böyle bir yazı yazıp bozgunculuk yaparak emperyalizmin tekerine çomak sokmaya çalışanlar bağışlanamazdı. İşte, Sabahattin Ali için hüküm o zaman verilmiş olmalı!..

Menderes, Amerikan şirketlerine hazırlattığı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası”nı Meclis’ten geçirerek Amerikanofilleri tasadan kurtardı. Daha sonra bunlar da yetersiz görüldü; yeni düzenlemeler yapılarak daha daha girmesi sağlandı. Yetmedi, kamu ya da özel, her şeyimizi yabancılara sattık. Böylece Sabahattin Ali’nin dedikleri gerçekleşti…

Şirketlerini yabancılara satanlar aldıkları parayı yurt dışına götürdüler. Bu kez ülkede yerli sermaye kalmadı…

Yerli olarak, sadece (yalnızca) politikacıların ortak olduğu müteahhitlik şirketleri kaldı. Onlar, “biz de yabancıların sahip olduğu hakları isteriz” dedi. İstekleri haklı bulundu: ihaleler ve ödemeler Dolarla yapılmaya başladı. “Türk yargısına güvenmiyoruz” dediler. O halde, “buyurun sömürü hukukunu en iyi bilen İngilizlerin ünlü ‘Londra Tahkim Mahkemeleri’ne gidin. Oradan çıkaracağınız kararla hakkınızı söke söke alırsınız” dendi.

Böylece kapitülasyon bakımından Osmanlı’yı geçtik. Borç desen, aynen Osmanlı gibi. Bu durumda “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..
===================================
Dostlar,

Prof. Çelik Tıbbi Farmakoloji uzmanıdır. Samsun 19 Mayıs Üniversitesinden emekli ve Samsun ADD Şubesinin önceki başkanlarındandır.

Zaman zaman, çok uyarıcı – silkeleyici yazılarını burada paylaşırız.
**
Bu son yazının son tümcesinin bitimine bakalım :

  • “… “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..”

Bize göre Türkiye, AKP eliyle 20 yılda istendik (iradi) biçimde iflasa sürüklenmiştir.
Ülkemiz çok yönlü olarak talan ve yağma edilmiştir, edilmektedir.
Yoksulluk, bu kökü dışarıda güdümlü politikaların bir sonucudur, türevidir; gerçekte YoksullaşTIRmadır! Ulusal servet yandaşlara aktarılarak planlı biçimde el değiştirmiştir.
1881’de İstanbul’da kurulan “… “Düyun-u Umumiye” yi beklemek yersizdir; Türkiye, ilan edilmeyen – örtük bir iflasın (Moratoryumun) derinliklerinde “tam sömürge” yapılmıştır.
Bu acı ve ürkütücü gerçekliği ustan çıkarmadan, yeni bir Kurutuluş Savaşı zorunlu olmuştur.

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

Dil Derneği’nin 17. Genel Kurulu

Dostlar,

Bu gün (18 Eylül 2021), bizim de üyesi olduğumuz Dil Derneği‘nin (kuruluşu 1987) 34. yılında 17. seçimli genel kuruluna katıldık.


Oturumu, 90. yaşına giren, Dil Derneği’nin öncülerinden, Anayasa Mahkemesi önceki başkanlarından Sn. Yekta Güngör Özden yönetti. Genel Kurul Başkanlık Kurulunda (Divanında) 2 kadın, 2 erkek dengelenmişti.

1932’de Mustafa Kemal Paşa‘nın başlattığı Dil Bayramımız bu yıl 89. yılında..

.

Emektar Genel Başkanımız Dilbilimci Sn ve emek veren Yönetim Kurulu üyelerine çok teşekkür borçluyuz.  Salon girişinde bir masada, Dil Derneğimizin güzelim yayınları satılmaktaydı. Sn. Özel’in ve merhum Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın imza koyduğu kitapların telif hakkı Derneğe bağışlanmıştı.

Övündük, kutladık ve eksik kalan, baskısı yenilenenleri edindik; Sn. Özel de lütfedip bize göz nuru alın teri betiklerini (kitap) imzaladı!

Dernek üyelerimiz bizi şımarttılar ve epey fotoğraf çekildi. Sn. Özel ve Sayman Sayın Güneş Çakmakoğlu konuşmalarında bize övgü (iltifat) belirttiler 2 nedenle:
1. Kovit-19 salgınında veregeldiğimiz savaşım, özellikle yürekli TV konuşmaları.
2. Konuşma ve yazılarımızda, web sitemizde Türkçe’ye özenimiz.. sağolsunlar.

Zaten başlıca bu 2 gerekçeyle de bu yıl Dil Derneği Onur Ödülü’ne bizi yaraşır (layık) bulmuşlardı; ödülümüzü 25 Eylül 2021 akşamı Çankaya Çağdaş Sanatlar Merkezinde düzenlenecek bir törenle bize sunacaklar.. Şükran doluyuz..

Emektar Genel Başkanımız Sn. Sevgi Özel’in konuşma metnini aşağıda sunacağız.

Unutulmasın; Dil, bir ulusun ses bayrağıdır. Özenle korunması ve geliştirilmesi zorunludur. Tarih de öyledir, bir ulus kendi tarihini özellikle özüne bağlı (aslına sadık) biçimde kaydetmeli, öğretmelidir.

Dil Derneği Genel Başkanı Sn. Sevgi Özel’in konuşma metni aşağıda..
***

Öncelikle Kurtuluş Savaşının öncüsü, cumhuriyetimizin kurucusu, devrimlerin yapıcısı Mustafa Kemal Atatürk’ü, bütün üyelerimiz adına saygıyla anıyorum.

Bağımsızlığımızı yayılmacı dünyaya onaylatan Lozan Barış Antlaşmasının öncüsü İsmet İnönü’yü, bütün üyelerimiz adına saygıyla anıyorum.

Dedelerimiz ninelerimiz olan, hem yayılmacıyla hem işbirlikçiyle savaşan Kuvayımilliyecileri saygıyla anıyorum.

Ben, Duatepe’nin sırtında büyüklerimden Polatlı’ya dek gelen yayılmacılarla savaşan dedelerimizin, ninelerimizin öyküleriyle büyüdüm. Hepsini saygıyla anıyorum.

Derneğimiz 34. yaşında.

17. Olağan Genel Kurulumuzu yapıyoruz. 2018’deki 16. Olağan Genel Kurulumuzdan bu yana üç yıl geçti.

Dünyayı ve ülkemizi saran salgın nedeniyle İçişleri Bakanlığı genelgeleriyle genel kurulumuzu 2020 Ekiminden başlayarak 3-4 kez ertelemek zorunda kaldık. Salgın sürerken toplanmak, bir araya gelmek kolay değil. Çekinip gelemeyen üyelerimize sitem hakkımız yok. Dileriz ülkemiz bu beladan daha çok kayıp (yitik) vermeden kurtulur.

Sağlık emekçileri büyük bir savaşım içindeler. Burada bulunan, salgınla savaşımını
övünçle izlediğimiz değerli üyemiz Prof. Dr. Ahmet Saltık’ın kişiliğinde
bütün sağlıkçıları saygıyla esenliyorum.

Sizlere sunduğumuz yazanakla yönetim kurulumuz son üç yıldaki çalışmalarını sizlere aktardık.

Parasal durumumuzu saymanımız Necdet Özer sizlere aktaracak. Kazancımızı gözeten ve giderimizi gün gün titizlikle yöneten Necdet Özer’e genel kurul önünde teşekkür ederim.

Gelirimizi nasıl harcadığımızı, giderlerimizi Denetleme Kurulu üyelerimiz Meryem Gümüş, Sibel Seval ve Mehmet İspir izleyip, yazanak oluşturdu. Hepsine titiz çalışmaları için genel kurul önünde teşekkür ederim.

Salgın günlerinde doğallıkla dernekle iletişimi, çalışmaları bilgisayar ortamında sürdürdük. 65 yaş üstü olanlarımız az değildi. Salgının ilk aylarında Çağdaş Türk Dili’ni (bu adlı dergimizi) Yayın Kolu Başkanımız Ertuğrul Özüaydın, yarın yayımlanacakmış gibi bilgisayarda tuttu. Yasaklar gevşeyince dergi basılıp dağıtıldı. Ertuğrul Özüaydın’a, derginin bilgisayar ortamında yer almasına ve dernek etkinliklerinin sürmesine çaba harcayan Genel Yazmanımız Figen Çakmakoğlu ile Bilişim işlerimizi hiç aksatmayan Güneş Çakmakoğlu’na genel kurul önünde teşekkür ederim.

Salgın günlerinde her türlü önlemi alarak derneği açık tutan çalışanımız Cemal Pancar’a genel kurul önünde teşekkür ederim.

Fırsat yaratarak çalışmalarımızı aksatmayan, önlemler alarak toplanan yönetim, onur kurullarının üyelerine ve elbette bütün üyelerimize genel kurul önünde teşekkür ederim.

2019’un Cumhuriyet Bayramında derneğimiz, Çankaya Belediyesinin, Cumhuriyete Değer Katanlar Ödülüne değer bulundu.

Derneğimiz tam 34 yıldır, Atatürk’ün Dil Devrimini başlattığı Çankaya’da, Çankaya Belediyesinden büyük destek almıştır. Bu kurultayın sağlıklı bir ortamda yaşanması için de ne denli özenildiğini gördünüz. 25 Eylülde de yine Çankaya Belediyemizin el vermesiyle 89. Dil Bayramını kutlayacağız. Başkan Alper Taşdelen’e, Başkan Yardımcısı Sayın Gülsün Bor Güner’e, belediyenin bütün emekçilerine teşekkür ederiz. Kültür ve Sosyal İşler Müdürü Ethem Torunoğlu’na ve Yılmaz Güney Sahnesinin çalışanlarına teşekkür ederiz. Cenova adlı kurumun önderi Doğan Durmuş ve ekibine teşekkür ederiz.

Bu yılın başında Çukurova Sanat Girişimi’nce düzenlenen Çukurova Ödülü ilk kez bir tüzel kişiliğe, derneğe verildi. Çetin Yiğenoğlu, Orhan Apaydın, Yaşar Öztürk, Sevim Sezer ile Asuman Söylemez’den oluşan Seçici Kurul, “Dil Devrimi’nin ülküsel bilincini canlandırma, Türkçemizin gelişimini sürdürebilir kılma ereğiyle yaptığı çalışmalar dolayısıyla” 2021 Çukurova Ödülünü derneğimize verdi. Çukurova Sanat Girişimine teşekkür ederiz.

Kişi ve kurumlara teşekkür ederek başladım. Sözü çok uzatmayacağım. Ancak bir teşekkürüm de CHP Genel Merkezinedir. Her ay CHP’li belediyelere yüzlerce dergi postalıyoruz. Birkaç belediye Türkçe Sözlük’ü bitirdi. Bizler güç koşullarda Harf ve Dil Devrimleri için savaşım veren, değerbilir aydınlarız. Bu nedenle dergimize, sözlüğümüze ilgiyi yönlendiren Genel Başkan Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’na ve yerel yönetimlerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Sayın Seyit Torun’a genel kurul önünde teşekkür ederim.

Bir teşekkür de dernekle iletişimini hiç koparmayan, etkinliklerimizi izleyen, öneri ve eleştirileriyle yakın duran, ödentisini hiç aksatmayan üyelerimizedir. Hepsine genel kurul önünde teşekkür ederim.

Değerli Üyelerimiz,

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki… Ömer Asım Aksoy, Prof. Dr. Şerafettin Turan,  Prof. Dr. Cevat Geray, Uğur Mumcu, Aziz Nesin, cumhuriyet öğretmenleri Emin Özdemir,  Beşir Göğüş gibi uzakgörüşlü onlarca aydınımız, bu kurultayı yöneten Anayasa Mahkemesi Başkanımız Yekta Güngör Özden 12 Eylül belasının ülkeyi karanlığa sürüklediğini onlarca kez dile getirmişti. Yaşamını yitirenlerin, yaşayanların hiçbiri gelecek okuyucu değildi. Hepsi öngörüsü yüksek bir örgütçü ve devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk gibi devrimciydi. Uğur Mumcu birkaç yazısında, belgeler ışığında neredeyse bugünkü yönetimi, yaşadıklarımızı tanımlamıştı.

Otuz yıl önce biri gün gelecek giysileri sırmalı, lüks içinde yaşayan ama din adamı olduğunu savlayan biri yiyeceğimiz midyeden kalamara, günaydın seslenişimize dek her şeye karışacak, dilci, mühendis, iletişimci, ekonomist, havabilimci gibi her ağaç gölgesinde “fetva” verecek deseler, “Hadi ordan!” der, gülerdik belki.

Oldu, bu da oldu. Eğitim dinselleşti, üniversite dilini yuttu, hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü buharlaşmış görünüyor. Harf ve Dil Devrimleri üzerinden Atatürk’e saldırılar sürüyor. Asla karamsar değiliz bu iki devrim, bir bütün olan Türk Devriminin temelidir.

Harf Devrimi bir gecede cahilleştirmiş; Osmanlının yarısı okuryazarsa, 21. yüzyılda torunları niçin bu denli cahil? Dil Devriminin sözcükleri olmadan konuşabiliyorlar mı?

Boşuna debeleniyorlar.

Biz, yokluk yoksulluk içinde Kurtuluş Savaşını yapanların ardıllarıyız.

Boşuna debeleniyorlar. Cumhuriyetin bütün kurumlarını kemirerek cumhuriyetin olanaklarıyla ayakta duruyorlar. Ancak bastıkları yer batak!

Yara bere alan bu cumhuriyeti ayağa kaldırmak her birimizin yurttaşlık görevi. Bu görevden kaçmayacağız. Biz bu cumhuriyetin bütün kurumlarını yıkar paklarız!

Biz Atatürkçüyüz!
Biz cumhuriyetçiyiz!

Bu duygularla hepinizi selamlıyorum.
============================================

Sevgi ve saygı ile. 18 Eylül 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik