Etiket arşivi: Üstün DÖKMEN

Güç ve sadelik ilişkisi

Üstün Dökmen
Üstün Dökmen
02 Nisan 2023, Cumhuriyet Pazar eki

Kendini zayıf hisseden (duyumsayan) görünüşe önem verir, büyük saraylar, yazlıklar yaptırır, yatlar alır, özgüveni eksik kişiler markalı giyinirler, konuşurken araya yabancı dilden kelimeler sıkıştırırlar.

Tüm canlılar yarına kalmak ister, yarına kalma isteği Evrim sürecinin temelini oluşturur. Aslan geyiği yiyerek geyik ise aslandan kaçarak yarına kalmaya çalışır. İnsan da yarına kalmak ister, ancak insan kaliteli (nitelikli) yaşayarak ve bu kalitenin dozunu (niteliğin düzeyini) kendisi ayarlayarak yarına kalmak ister. Hayvanlar yarına kalabilmek için içgüdüleriyle vücutlarını (bedenlerini) kullanıp güçlü ve caydırıcı görünmeye çabalarlar. İnsan ise hemcinslerine gücünü, kıyafetiyle (giysisiyle), atıyla, arabasıyla, yaşadığı evle göstermeye, en azından hissettirmeye (duyumsatmaya) çalışır.

Hayvanların işi kolaydır; hayvan, görüntüsüyle, sesiyle rakibini kaçırdığında amacına ulaşır. Ancak insanın işi zordur, insanın ikilemleri vardır. İnsan hem kendisinden korkulmasını ister hem sevilmek ister, hem böbürlenmek ister hem alçak gönüllü desinler ister. Bir de Türk dilinde “Aşırı tevazu kibirden gelir” biçiminde bir söz vardır, bu söz ne düzeyde tevazu (alçakgönüllülük) göstereceğimiz konusunda bizi iyice sıkıntıya sokar. (Eski Türk hakanları konuklarının önüne altın tabak, kaşık koyarken kendileri tahta tabak, kaşık kullanırlarmış. Her halde bu davranış, tevazu göstererek kendini yüceltme anlamı da taşıyordu.)

KEDİ, REİS, MÜDÜR

Kediler, özellikle yavru kediler sizden korktuklarında sizi korkutmak amacıyla sırtlarını kamburlaştırıp iri gözükmeye çalışırlar ve “Pıh!” diye ses çıkarırlar. Bu onların evrimsel geçmişlerinden gelen otomatik bir davranıştır. İnsanın erkeği karşısındakini sindirmek için dikleşir, tepeden bakmaya çalışır, insanın kadını ise öfkelendiğinde ellerini yumruk yapıp beline dayar, hem hacmini büyütür hem de gerektiğinde saldırabileceğini ima eder.

Afrika’da, Asya’da, Amerika’da eskinin kabile reisleri güçlü gözükmek ve saygınlık kazanmak amacıyla başlıklarına kartal veya hindi tüyleri taktılar, kabaran bir hindi veya tavus kuşu gibi görünmeye çalıştılar. Sovyetler Birliği’nde subayların şapkalarının ön tarafı alışılmıştan daha yüksekti, subayın heybetli görünmesini sağlardı. Bugün müdürler, amirler, patronlar başlarına tüy takamazlar ancak kasıntılı davranışlarla, asık suratlarla ve çevre düzenlemesiyle güçlü oldukları izlenimini vermeye çalışırlar. Gözlemlere göre başka ülkelerde ve bizde insanların rütbeleri büyüdükçe imzaları, masaları ve makam koltukları da büyümektedir. Bazı kurumlarda genel müdürün kullandığı giriş kapısı ve asansör ayrıdır.

Kimi kurumların konferans salonlarının ön tarafına protokol koltukları, onların önüne de üzerlerine su konulan sehpalar yerleştirilir. Bunu gördüğümde yarı şaka yarı ciddi, “Arkadaşlar ön tarafa protokol için su koyarak iyi etmişsiniz, tamam da, ya arkadaki ölümlüler de susarsa ne yapacağız?” derim.

Hitler, Mussolini benzeri diktatörler, abartılı el-kol hareketleriyle, bağırarak, hakaret ederek ve kasıntılı bir biçimde gruba (kümeye) tepeden bakarak otorite kurmaya çalışmış, kabadayılık sergilemişlerdir. Çok korkan çok korkutur. Gerçek otorite sahipleri ise sadelik içindedirler, bilgileriyle, bilgelikleriyle, yöneticilik becerileriyle insanları etkilerler.

TOPKAPI’DAN DOLMABAHÇE’YE

Osmanlı padişahları askeri ve ekonomik açıdan güçlü oldukları dönemde Topkapı Sarayı’nda oturdular. Bu saray, Batı’daki ve Çin’deki benzerlerine oranla çok mütevazı idi. Bu dönemde Osmanlı padişahları Avrupalı elçileri huzurlarına kabul etmeden önce İstanbul’da altı ay civarında (dolayında) bekletirlerdi. Bu bir güç gösteriydi. Altı ayın sonunda elçi Topkapı Sarayındaki Arz Odası’nda Padişah’ın huzuruna çıkardı. Arz Odası taş zeminli genişçe bir odaydı, kapının çapraz köşesinde taht bulunurdu, yan duvarda ise padişaha mahsus bir lavabo vardı. Bu kadar; oda eşya ile doldurulmamıştı, padişahlar güçlerini elçilere göstermek için altın tavanlı bir salona, altın kaplama süslü koltuklara ihtiyaç duymazlardı.

Devir değişti. Osmanlı, askeri ve ekonomik gücünü kaybetti (yitirdi). 19. yüzyılda Dolmabahçe Sarayı yapıldı. Dolmabahçe İstanbul için muhteşem bir saraydı, merdivenlerinde kristal trabzanları, tavanında tonlarca altın kaplama vardı. Fakat Avrupalı elçiler bir gün bile bekletilmeden padişahın huzuruna kabul edilirdi. Kabul töreninde elçi etkilensin diye sarayın içinde dolaştırıla dolaştırıla padişahın huzuruna çıkarılırdı. Elçi adeta bir müze gezmiş gibi olurdu. Elçiler gördüklerinden etkilenirler miydi? Muhtemelen (olasılıkla) hayır, çünkü bu sarayın kendilerinden alınan borç parayla yapıldığını bilirlerdi.

Yükseliş, hatta duraklama devrinde Osmanlı itibarını (saygınlığını) muhteşem (görkemli) bir sarayla değil; askeri, ekonomik ve kültürel (ekinsel) gücüyle sağlamıştı.

  • Kendini zayıf hisseden görünüşe önem verir, büyük saraylar, yazlıklar yaptırır, yatlar alır. Özgüveni eksik kişiler markalı giyinirler, konuşurken araya İngilizce veya Osmanlıca kelimeler sıkıştırırlar.

GÜÇ ve SADELİK

Gerçek güç ve sadelik birlikte ortaya çıkar. Sekiz yıl içinde imparatorluk sınırlarını iki katına çıkaran Yavuz Selim, gayet (oldukça) sade giyinir, az yer, mücevher takmazdı. Mısır seferi dönüşünde kendisi için hazırlanan karşılama törenine katılmamak için saraya gizlice girmişti. Bir kişinin artıları ve eksileri bulunabilir, ancak kendini yeterince güçlü hissediyorsa (duyumsuyorsa) sadelik içindedir.

Ve son olarak gerçekten güçlü olanın sadeliğine ilişkin muhteşem (görkemli) bir örnek:

Atatürk eğer isteseydi onca öğrenciyi Avrupa’ya göndermez, onca fabrikayı yaptırmaz, şan olsun diye Çankaya’daki bağ evinden onlarca kat büyük bir saray yaptırabilirdi. O’nun şanı kendinden menkuldü (kaynaklıydı). O kendine sadece (yalnızca) Söğütözü’nde çocukluk hayali olan tek göz bir kulübe, kendi ifadesiyle bir ‘’Koliba’’ yaptırmıştır. Küçük Mustafa’nın, büyük Atatürk’ün kolibasını görmenizi dilerim.

Not: Koliba’nın batı cephesinin camı kırık. Düzelecektir.

Öğrenilmiş çaresizlik ve sorumluluk almamak

Üstün DökmenÜstün Dökmen
(Psikoloji Profesörü)
Son Yazısı / Tüm Yazıları
26 Mart 2023, Cumhuriyet PAZAR eki

(AS: Bizim kısa notumuz yazının altındadır..)

Öğrenilmiş çaresizlik (learned helplessness) Saligman tarafından ortaya atılmıştır. Bu yazıda öğrenilmiş çaresizlikten ve bence onun türevi olan sorumluluktan kaçma davranışından söz edeceğim.

ÖĞRENİLMİŞ ÇARESİZLİK

Tüm canlılar, onlar içinde insan, evrim sürecinde yarına kalabilmek ve belli bir anda kaliteli (nitelikli) yaşayabilmek için çevrelerinde olup bitenleri tahmin etmek (kestirmek) ve kontrol etmek (denetlemek) zorundadır. Tahmin ve kontrol edemeyen canlıların hayatta (yaşamda) kalmaları güçleşir, ruh sağlıkları bozulur. Bir insan sürekli olarak kontrol edemediği olumsuz koşullar içinde kalırsa ve “dış mihraklar (odaklar)” veya “Öğretmen bana taktı” diyerek başına gelenlerin sorumluluğunu dış faktörlere (etmenlere) atarsa zedelenir fakat depresyona girmez, ancak başına gelenlerin kendi beceriksizliğinden kaynaklandığına inanırsa, yüksek ihtimalle (olasılıkla) depresyona da girer.

Laboratuvar koşullarında bir grup (küme) hayvana itici uyarıcı verilir, bu hayvanların bir pedala basarak bu uyarıcıdan kaçmalarına, kaçınmalarına fırsat tanınırsa, buna ‘’kaçma-kaçınma eğitimi’’ denilir. Çevrelerini kontrol etmeyi öğrenen bu hayvanlar, gelecekte farklı itici uyarıcılara maruz kaldıklarında kaçmaya çalışırlar. Bir de ‘’çaresizlik eğitimi’’ verilen denekler vardır; bu gruptaki hayvanlar ne yaparlarsa yapsınlar kendilerine yöneltilen itici uyarıcılardan kurtulamazlar. Çaresizlik eğitimi almış bu denekler, izleyen zaman içinde kapısı tamamen (tümüyle) açık bir kafeste itici uyarıcı ile karşılaştıklarında kaçmazlar, başlarına geleni adeta kabullenirler. Bence insanlar dünyasında bu durumun karşılığı kölenin efendisine teslimiyetidir. Tarih boyunca pek çok köle öylesine yıldırılmıştır ki, efendilerine karşı koyamayacaklarına, hatta kaçamayacaklarına inanmışlardır.

İnsanların bu konudaki zaaflarını sezinleyen diktatörler, tek adamlar tarih boyunca öğrenilmiş çaresizliği pekiştiren yöntemler geliştirmişlerdir. Cengiz Han ele geçirdiği birkaç kaledeki insanları ve tüm hayvanları kılıçtan geçirtip bırakıp gitmişti. Bu durumu gören çevre kalelerdeki insanlar, direnme güçleri olsa bile direnmemeyi, Cengiz Han’ın ordularını görür görmez kalelerinin kapılarını açmayı tercih etmişlerdi. (Tıpkı yukarıdaki hayvan deneyine benzer biçimde.) Geçen yüzyılın başlarında Avrupalı bazı (kimi) şirketler Afrika ülkelerindeki siyahi (kara derili) işçilerinin (köle değil, işçi) bir elini ve bir ayağını kesip fotoğrafladılar ve bu fotoğrafları meydanlara astılar. Tarihteki hemen tüm zorba yöneticiler idamları meydanlarda, topluma teşhir ederek gerçekleştirdiler. Televizyonlu çağda ise bazı işgalci ülkeler insanların evlerine girdiler, güvenlik bahanesiyle karısının, çocuklarının önünde aile reisi erkeği çırılçıplak soyup aradılar. Sadece (yalnızca) aradılar. Ancak bu aramayı kaydedip televizyonda herkese izlettiler. Böylece kitlelerin öğrenilmiş çaresizliğe düşmelerini amaçladılar.

DEPREMDE ÇARESİZLİK

99’daki Marmara depreminin ertesi gününde o günkü Cumhurbaşkanımız Demirel, “Kimse eleştirmesin, bu iş Allah’ın işidir” demişti. Aslında hiç kimse “Niçin deprem oldu?” demeyecekti, “Depremde niçin bu kadar (denli) çok insan öldü?” diyecekti. İnsanların çürük yapılara izin veren yöneticileri eleştirmemeleri için yapılan bu tür aceleci açıklamalar, toplumda öğrenilmiş çaresizliğin kapısını aralar. Bu türden bir açıklamayı son depremde de gördük; gerek çürük yapılaşmayı, gerekse kurtarma çalışmalarının belirgin bir şekilde (biçimde) gecikmesini örtbas etmek için basın ağızbirliğiyle, ”Bu asrın felaketidir (yüzyılın yıkımıdır), çok geniş alanda deprem oldu, elden bir şey gelmezdi” dedi. Bu açıklama yanlıştı, üstelik insanları, ‘’yapacak bir şey yok’’ duygusuyla öğrenilmiş çaresizliğe itecekti ve gelecek depremler için önlem almalarını zorlaştıracaktı. Basının bu olayda yaptığı gibi bazen birisi, kasıtlı olmadan da, kendimi kurtarayım derken, pek çok kişinin öğrenilmiş çaresizliğe düşmesine yol açabilir.

SORUMLULUKTAN KAÇMA

Sorumluluktan kaçmanın temelinde öğrenilmiş çaresizliğin bulunduğunu, en azından bulunabileceğini söyleyebiliriz. Sorumluluktan kaçmanın ise iki türü olduğu kanısındayım. Ahlâki gerekçelerle kişinin başkalarının sorumluluğunu alması beklenirken almaması, birisine yardım edebilecek bir kişinin, derinlerinde taşıdığı ‘’bir şey yapılamaz’’ düşüncesiyle pasif (edilgin) kalması birinci tür sorumluluktan kaçmaktır. İkinci tür sorumluluktan kaçmada ise kişi, yaşamında bir şeyleri değiştirebileceğine inanmadığı için, olayları akışına bırakır, teslimiyetçi bir tavırla (tutumla) kendi yaşam sorumluluğunu almaktan kaçınır.

Her iki tür sorumluluktan kaçmaya pek çok örnek verebiliriz. Bazıları ülke yönetiminden yakınırlar ancak, “Benim oyum neyi değiştirir?” diyerek oy kullanmaz. Bazıları arabeskte dendiği gibi “Yıllardır soruyorum bu soruyu kendime, bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim?” der. Eğer bu kişi, “Bugüne kadar (dek) yaşantım kötü gitti, acaba ne yaparsam bundan sonra iyiye gider?” diyebilirse öğrenilmiş çaresizliğin etkisinden kurtulmaya başlar. Çocukluğumuzda, “Bir Atatürk gelse de ülkemizi kurtarsa” denildiğini çok duyduk. Sorumluluk almaktan kaçan bu kişiye insanın, “Sen niçin kendi çapında, karınca kararınca bir Atatürk olmaya çalışmıyorsun?” diyesi geliyor. Geçen yıllarda pek çok babayiğit erkek, sokakta dayak yemekte olan bir kadını rahatça kurtarabilecekken, Kadir Şeker’in durumuna düşerim korkusuyla pasif (edilgin) kaldı.

Aziz Nesin’in bir hikâyesinde (öyküsünde) bir koyun diğerine (öbürüne) “Kurdun kokusu yakından geliyor” der, diğeri “Evet, bakalım ne olacak?” diye cevap (yanıt) verir. Birinci kurt az sonra, “Kurdun kokusu çok çok yakından geliyor” der, ikinci kurt yine, “Evet, bakalım ne olacak?” der, öykü biter. İnsanların olaylar karşısında “Bakalım ne olacak?” demeleri de, sorumluluk almaktan kaçınan bir öğrenilmiş çaresizlik davranışı, bir tür teslimiyetçi koyun tavrıdır. Kendilerini ve ülkelerini, “Ben ne yapabilirim?” diyenler kurtarır.
==========================
Dostlar,

Sn. Prof. Dökmen, uzmanlık alanında çok yetkin haftalık yazılar yazmakta Cumhuriyet PAZAR Ekinde. Ancak güncel Türkçe’ye o ölçüde özen gösterdiğini söylemek çok güç. Ayraç içinde olabildiğince örnekler verdik.

DİL DEVRİMİ öksüz bırakılmamalı. Dilimize dönük kültür emperyalizmine karşı çok özenli olunmalı.

Sevgi ve saygı ile. 26 Mart 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net             profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik           twitter : @profsaltik    

 

Toplumsal illüzyon ve diktatörler

Üstün Dökmen

Üstün Dökmen
Psikoloji Profesörü
Son Yazısı / Tüm Yazıları
26 Şubat 2023, Cumhuriyet Pazar eki

Bu yazıda “toplumsal illüzyon” kavramını yaygın kullanımdan farklı şekilde tanımlayıp diktatörlerin “muhteşem” olarak algılanmasında bu illüzyonun etkisini belirtmek istiyorum.

Bazı kaynaklarda, Asch’in çizgi deneyinde olduğu gibi kişilerin yanlış olan çoğunluğun görüşüne bile bile katılmasına “toplumsal illüzyon” deniyor. Bence bu tür gerçekçi olmayan yargılar “toplumsal illüzyon” olarak değil, “toplum baskısından çekinme” olarak tanımlanmalıdır. Toplumsal baskıya maruz kalan kişiler, gruptan dışlanmamak için, aksini düşünseler de çoğunluğun fikrine katılırlar. Toplumsal illüzyonda ise kişi gerçeği çarpıtarak yorumlar, yani bir algı sorunu yaşar.

BİREYSEL İLLÜZYONLAR

Gösteri yapan bir sihirbaz bireysel illüzyon yaratır. En bilindik sihirbazlık gösterisi şapkadan tavşan çıkarmaktır. İzleyiciler şapkadan tavşan çıkarıldığını gözleriyle görürler ama tavşan şapkadan çıkmamaktadır. İllüzyonistler, sanıldığı gibi yalnızca el çabukluğuyla hünerlerini sergilemezler; en son teknolojik yenilikleri izlerler. Bir zamanlar Avrupalı sömürgeciler, Afrikalı kabile liderlerini insanlarının önünde küçük düşürmek için sihirbazlık yaparlardı. Örneğin sahneye gelen bir çocuk hafif madeni bir kutuyu kaldırırdı. Aynı şeyi kabile liderinin yapmasını isterlerdi ancak o kutuya elini sürmeden önce seyircilere fark ettirilmeden kutu mıknatısla zemine sabitlenirdi ve lider kutuyu kaldıramazdı. Sonra tepelerde Hz. İsa görüldü. Bu bir hologramdı. Hologramı gerçek zanneden temiz kalpli insanlar, “İşte mucize!” diyerek ağladılar.

DOĞAL İLLÜZYONLAR

Yüzyıllar boyunca insanlar sabahları Güneş’in doğduğunu, akşamları battığını gördüler, gece boyunca Güneş’in Dünya’nın altından dolaşarak sabah yeniden doğuya geldiğini düşündüler. Bundan emindiler. Galileo bunun yalnızca doğal bir illüzyon olduğunu söyledi. Gök kuşağı da bir doğal illüzyondur, gökte bir çember oluşmaz.

TOPLUMSAL İLLÜZYONLAR

“Kahinler (Önbiliciler) Papa’nın öleceğini bildiler, Marmara depremini bildiler!”

Bildiler ama nasıl bildiler? Olayın illüzyon yanı şöyledir:

Genellikle aralık ayında kâhinler yeni başlayacak yıla ilişkin felaket haberleri verirler, papanın, ünlü bir sanatçının öleceğini, büyük doğal afetler olacağını söylerler. Bu haberler basında çıkar. Verdikleri kötü haberlerin bir kısmı zaten gerçekleşme olasılığı yüksek haberlerdir, dünyada doğal afetsiz yıl geçmez. Ancak kâhinler bazen (kimi kez) heyecanlanıp kişi adı vererek felaket (yıkım) tellallığı yaparlar. Geçmişte her yıl bir papanın adını vererek “Önümüzdeki yıl ölecek” dediler. Ben not ettim. O papa yıllarca ölmedi. Buna karşın hiç kimse yıl bittiğinde “Hani papa ölecekti? Yalan söylediniz!” diye hesap sormadı, kehanet (önbili) unutuldu. Sonunda papa öldü. Bunun üzerine birçok kâhin elindeki gazete küpürüyle (kesisiyle), “Ben geçtiğimiz Aralık’ta bunu bilmiştim” diye ortaya çıktı. Bu kişilerin saygınlıkları ve kazançları arttı. İşte bu bir toplumsal illüzyondu. Bireysel illüzyonda sihirbazın marifetini izleriz, toplumsal illüzyon ise izleyenlerin düşünme becerilerindeki eksiklikten kaynaklanır.

Özal döneminde bir toplumsal illüzyonu milletçe yaşadık. Irak Savaşı’nda toplum Saddam’a kin duysun diye uzmanlar, “Saddam zehirli gaz atacak, pencerelerinizi naylonla kapatın” dediler. Ülkemizde naylon ve koli bandı satışı arttı, ben de kapattım. Gaz filan gelmedi, yalnızca koli bantlarının adı “Saddam bandı” oldu. O günlerde hızlarını alamayan uzmanlar, “Gaz kapıdan da girebilir, dış kapınızın altına ıslak havlu koyun” dediler. Biz apartmanca koyduk. Ancak komşulara oranla biraz daha ferasetli olduğum için Özal’ın uzmanlarını arayıp “Kapının altında bir milim, üst tarafında yarım milim açıklık var, üst tarafa da havlu koyayım mı?” diye sordum. Onlar ise, “Gerek yok, gaz çöker, alt tarafa koymanız yeterlidir” dediler, rahatladım. Tek katlı bir villada yaşıyor olsanız dış kapınızın altına havlu koymanız yeterli olabilir. Ancak yirmi katlı binalarda da alta havlu koydular, bu gazın yirminci kata ulaşana kadar önceki katlarda kapıların hem altına hem üstüne ulaşacağını kimse düşünmedi. Ben bu olayı yıllar sonra bir konferansta anlattığımda bir bey, “Hocam bunu söyleyen uzmanlardan birisi de bendim, o kadarını düşünemedik.” dedi. Bunun meali (anlamı), “Biz yalan söyledik” demekti.

Toplumsal illüzyona, yani göz göre göre aldanmaya çok örnek var. İnsanlar yüzyıllar boyunca -ve halen- matematik benzeri konularda erkeklerin kadınlardan üstün olduklarını düşündüler. Oysa binlerce araştırma, eşit beslenme, eşit eğitim verilmesi halinde, cinsiyetler ve ırklar arasında zihinsel açıdan anlamlı bir farklılık bulunmadığını gösterdi. (Bir zamanlar “Kompüter Kadınlar” vardı.) Kralların, padişahların, diktatörlerin olduklarından daha muhteşem (görkemli) algılanmaları da birer toplumsal illüzyondur, ışık körlüğüdür. Beş yüzyıl önce Avrupa’da bir ressam öğrencisine, “Kralın ayak parmağı ile çobanın ayak parmağını aynı çizemezsin” demişti. Osmanlı’da ise halk padişahın altı evliya gücünde olduğuna inanırdı, bu güçteki bir padişahın 33 yıl tahta kalıp da nasıl 1.5 milyon kilometre toprak yitirdiğini ise düşünmezdi. Hitler intihar etmeseydi de ülkesinde bir seçim yapılsaydı bence, herkesin değilse bile büyük bir kitlenin oyunu alırdı. Çünkü insanlar onun yaptıklarını değil hayallerindeki Hitler’i algılıyorlardı, bir de “Ama dağlara yol yaptı” diyorlardı. Bu durum toplumsal illüzyonun özetidir.

“Size bin yıl barış vadediyorum” diyen Hitler’e inanan çoktu; dünyada, “Arabayı, ambulansı, röntgeni, operayı ülkemize ilk biz getirdik” diyen siyasetçiler de vardır, onlara inananlar da.

  • Kendinizi şapkadan tavşan çıkacağına hazırlarsanız, çıktığını görürsünüz.

Not   :
Bu yazıyı bitirdiğimde Kahramanmaraş’ta büyük bir deprem oldu. Kâhinleri, astrologları ciddiye alan toplum, yıllardır bu bölgede büyük bir deprem beklediğini söyleyen Prof. Dr. Naci Görür’ü ciddiye almadı; kendi ifadesiyle (anlatımıyla), yerel yöneticiler ve ülkeyi yönetenler ona kulak vermediler.

Hayal etmenin büyüsü

Üstün Dökmen
Üstün Dökmen
05 Şubat 2023, Cumhuriyet Pazar eki

 

Merak etmek ve hayal etmek, insanı ve insanlık tarihini çok etkilemiştir. İnsanın kendisini ve dünyayı keşfetmesi merakla başladı, hayallerle sürdü. Bu ikisi olmadan ne bilim ortaya çıkardı ne teknoloji.

Aslında icatlara yol açmasa da günlük yaşamdaki tüm basit davranışlarımızın önünde merak, devamında hayallerimiz vardır. Az önce çay kaynadı mı diye merak ettiğiniz için mutfaktaydınız ve içinde ne yazdığını merak ettiğiniz için bu gazeteyi elinize aldınız. Biraz sonra gazeteyi sehpaya bırakmayı hayal edeceksiniz ve bırakacaksınız; hayal etmeden bırakamazsınız. Önce hayal ederiz, arkasından davranışta bulunuruz.

Hayallerimiz az sonraki davranışlarımızın taslağı, planıdır. Ancak söz konusu hayaller günlük yaşamda zihninizden öylesine hızlı geçer ki hayal ettiğinizi fark edemezsiniz. Hayaller yaşamınızın ayrılmaz bir parçasıdır; uyuduğunuzda bile rüya görerek hayal etmeye devam edersiniz.

BOYUTSALLIKTA HAYAL ETMENİN YERİ

Boyutsallık yaklaşımında merak etmek, sorgulamak ve ardından neler yapılabileceğini hayal etmek önemli yer tutar. Bu konuda çocuklarımıza sistematik eğitim vermek mümkündür. Şimdi yaklaşık iki ay önce ortaya attığım Boyutsallık yaklaşımı içinde hayal etmenin yerini ve işlevini tartışmak istiyorum.

Boyutsallık içinde bir “hayal dünyası”, bir de “varlık dünyası” kavramları var. Uyanıkken zihninizden geçen hayalleriniz ve uykuda gördüğünüz rüyalarınız, sizin ifade ettiğiniz şekliyle mevcuttur, henüz bunları gözleyebilecek bir teknoloji geliştirilmedi.

Şu an kahvaltı hazırlamayı düşünürseniz, bu düşünce sizin hayal dünyanızdadır, kahvaltıyı hazırlamaya başladığınızda ise hayal dünyanızdaki bir hayal varlık dünyasına geçmiş olur. Varlık dünyasını, gözlenebilen, somut, pozitif bilim kapsamındaki şeyler oluşturur.

Hayal dünyasının iki farklı bölümden oluştuğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi mitolojiye, geçmişe ilişkin açıklamalardır, ikincisi ise şu ana ve geleceğe ilişkin olarak zihinlerimizde oluşan hayallerdir. Tüm kadim kültürlerde dünyanın nasıl ortaya çıktığı konusunda birtakım açıklamalar var; örneğin bunlardan birisinde Dünya’nın bir öküzün boynuzları üzerinde durduğu, bir diğerinde ise dünyada avcıdan kaçan yedi kız kardeşin göğe çıkıp Ülker Takım Yıldızlarını oluşturdukları iddia edilir.

Bu gruba giren kadim hayallerin, yani mitolojik açıklamaların kanıtlanması mümkün (olanaklı) değildir. Bir de insanların şu ana ve geleceği ilişkin hayalleri vardır. İşte bu hayaller gerçekleşmiştir, gerçekleşecektir. Nasıl?

Bence insanlar yaşadıkları ana ve geleceğe ilişkin olarak ne hayal etmişlerse gerçekleşmiştir. İnsanlar önce bir şeyleri hayal ederler, sonra da binlerce insan, yüz yıllarca uğraşıp o şeyi gerçekleştirir, yani hayal dünyasındaki bir hayal varlık dünyasında somutlaşır. Bu konuda birkaç örnek:

Bir Eskimo masalındaki genç zıplayarak Ay’ı yeryüzüne indirmeye çalışır. İlk bakışta saçma olan bu istek, binlerce insanın yüzyıllar süren çalışmalarıyla gerçek oldu, dünyamızda artık Ay taşı var.

Masallarda Alaattin’in sihirli lambası vardı hani, lambanın içinden çıkan cin uzak ülkelerden istediği şeyleri getiriyordu sahibine. O sihirli lamba internet oldu şimdilerde. Bir de uçan halı masalı vardı. Görünüşte tamamen (tümüyle) saçmaydı, halı uçmazdı, ancak uçaklarda halılar var şimdi. Çocukluğunuza ilişkin bir nostalji yaşamak isterseniz uçaktaki koltuğunuza küçük bir halı koyabilirsiniz.

Çağlar boyunca çocuklar görünmez olmak istediler. Görünmez kumaş yapıldı. İnsanlar altı parmaklı, beş bacaklı hayvanlar hayal ettiler. Ahlaki (ahlaksal) olup olmadığı tartışılsa da canlıların genetik yapılarıyla oynanarak bütün bunlar gerçekleştirilebilir. Canlılar klonlanıyor artık, yakında nesneler, hatta insanlar ışınlanacaktır. Julis Verne’nin gerçekleşmeyen hayali kalmadı. O’nun çağında Dünya’yı 80 günde dolaşmak inanılmaz bir şeydi, şimdi Uluslararası Uzay İstasyonu, Dünya’nın çevresinde günde birkaç defa (kez) dönüyor.

Sonuçta insanlık önce hayal etmiş sonra gerçekleştirmiştir. Belki de insanlar dört boyutlu bir evrende hayal edilebilecek şeyleri hayal etmektedirler. Böyle olsa bile, gelişmek için, yarına kalmak için hayal etmek şarttır (koşuldur). İnsanlar hayal etmeden uzaya çıkamazlardı. Bu yüzden çocuklarımızın hayallerini ketlememeliyiz, küçümsememeliyiz. (Boyutsallık yaklaşımında bunun önemi vurgulanır.)

Beyin fırtınası sırasında yetişkinlerin ortaya attıkları hiçbir fikir, saçma olarak nitelenmez. Aslında saçma fikir yoktur. Saçma olarak gözüken tüm fikirler üzerinde düşünmekte, onlara geleceğin gözleriyle bakmakta yarar vardır. Hiçbir tohum saçma değildir, önemli olan o tohumun gelecekte neye dönüşebileceğini hayal edebilmektir. Ancak hayallerin gerçekleşme olasılığını düşünürken bir hakeme ihtiyacımız vardır, bu hakem ihtiyar bilge değil, pozitif bilimdir.

HAYALLERİMİZİN NOTERİ

Bir hayalin somut hale gelebilmesi için dünyanın fiziksel gerçeklerine uygun pek çok bilimsel dokunuşa ihtiyaç (gereksinim) vardır. Yani

  • Hayallerin somutlaştırılabilmesi için pozitif bilim ve onun uzantısı teknoloji gereklidir.
  • Bir hayalin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine, eğer gerçekleşecekse nasıl gerçekleşeceğine bilim karar verir.

Mimarların çizdikleri projeleri inşaat mühendisleri her zaman yaşama geçiremezler. Bu noktada, biraz edebi bir ifadeye başvurarak “Hayallerimizin noteri bilimdir” demek istiyorum. Hayallerin gerçekleşme sürecinde bilim büyük bir işleve sahiptir. Bu yüzden Boyutsallık içinde, bilime özel önem vermek isteriz.

Güvercin kuş mudur, felsefe şart mıdır?

Üstün DökmenÜstün Dökmen
29 Ocak 2023, CumhuriyetPazar eki

Aşağıdaki üç cümleyi okumanızı ve “doğru/yanlış” diyerek bu cümlelerde bir mantık hatası olup olmadığına karar vermenizi rica ediyorum.

1. Bütün kuşlar uçar, güvercin de uçar, o halde güvercin bir kuştur.
2. Kapı açılırsa çıkacağım, pencere açıldı çıktım.
3. 6×6, 36 eder. Bu durum evrensel bir gerçektir, her ortamda, her durumda 6×6=36’dır.

Değerli dostlarım, eğer birinci ve üçüncü cümlelerdeki ifadelerin doğru, ikinci cümledeki ifadenin ise yanlış olduğunu düşünüyorsanız durumunuz vahimdir. Çünkü sırasıyla verdiğiniz “doğru, yanlış, doğru” cevapları doğru dürüst felsefe ve mantık okumadığınız, okuduysanız bile geçer not almayı hak etmediğiniz anlamına gelir. En iyi ihtimalle eğitim sistemimizin kurbanı olduğunuzu düşünebilirsiniz. Şimdi bu cümleleri tek tek ele alalım:

Birinci cümlede güvercinin kuş olduğu yolunda bir mantıksal çıkarım yapılmıştır, bu çıkarımın sonucu doğrudur ancak çıkarım şekli yanlıştır. Bazen yanlış bir yolla doğru sonuca ulaşabiliriz. Bu cümlede de öyle olmuştur. Bütün kuşlar uçar, ancak güvercinin de uçuyor olması onun kuş olmasını zorunlu kılmaz, çünkü kuş olmayan bazı (kimi) şeyler de, örneğin uçak da uçar. “Bütün kuşlar uçar, uçak da uçar, o halde uçak bir kuştur” diyemeyiz. Öyleyse ilk çıkarım yanlıştır.

İkinci cümlede ise herhangi bir hata yoktur. Açılması halinde kapıdan çıkacağımı söyledim ancak pencereden söz etmedim, bu durumda pencereden çıkmam bir çelişki değildir. Eğer kapı açıldığında çıkmasaydım yanlış davranmış olurdum. Olaydaki mantığı kavramamış bir kişi, ikinci cümlede hata olduğunu düşünecektir.

Gelelim üçüncü cümleye. 6×6, 36 eder ancak bu durum evrensel geçerlilik taşımaz. Çünkü 6×6 sadece ondalık sistemde 36 eder. Sonsuz sayı, dolayısıyla da sonsuz matematik sistemi vardır, tüm matematik sistemlerinde 6×6, 36 etmez. Ondalık sistem matematikteki tek sistem değildir, sadece (yalnızca) en tanınmış sistemdir. Dünyada ayak parmaklarını da işe katıp yirmilik sistem kullanan kabile var. Vigesimal denilen yirmilik sistemde 6×6, 36 etmez.

Eğitimde Düşünme Becerisi

Bir eğitim sistemi eğer ezber ağırlıklı ise o sistem, yeterince düşünemeyen, icatta bulunamayan ve birilerine tabi olan bağımlı insanlar yetiştirir. Öncelikle ezberden uzaklaşmak gereklidir ancak bu yeterli değildir, günümüz eğitim sistemlerinin düşünme becerisini (muhakeme becerisini) geliştirecek biçimde düzenlenmesi, anaokulundan itibaren (başlayarak) felsefenin ve mantığın tüm konuların içine sindirilmesi ve siyasetçilerin ve atanmış rektörlerin, “Bana cahil vatandaş gerekli” dememesi gereklidir. (Ay’a cahiller gitmedi.)

Çocuğun düşünerek, sorgulayarak doğru cevabı (yanıtı) keşfetmesini bekleyemeyen, “Doğrusunu söyleyeyim de öğrensin” telaşıyla doğruyu söyleyen öğretmen veya anne baba, hiç farkında olmadan çocuğun öğrenme sürecindeki ibresini ezbere kaydırır. Kekeme çocukları bekleyen önemli bir sıkıntı, bir kelimeye takıldıklarında yetişkinlerin o kelimeyi onların yerine söyleyivermeleridir. Bu engelleyici tavrı aşabilmek için Batı’da bazı (kimi) eğitimciler, kekeme çocuğun karşısına oturup sıkılmadan onu dinleyecek (daha doğrusu yüzüne bakacak) köpekler eğitmektedirler. Sonuçta çocukların sorgulayarak ve yaparak öğrenmelerine izin veren, müdahaleci olmayan, temelde bilimsel laikliğe önem veren, müfredatı (yetişek) bilim dışı görüşlerle biçimlendirmeyen bir eğitim sistemine ihtiyaç (gereksinim) vardır.

  • Felsefe, sorgulamayı ve merakı teşvik eder, bu yüzden müfredatta felsefenin yerinin azaltılmaması gerekir.

Ülkemizde uzun yıllar lisede “felsefe” adı altında okutulan felsefe ve mantık dersleri, geç kalınmış bir gayretin (çabanın) ürünüydü, öğrenciyi sadece (yalnızca) felsefe tarihini ezberlemeye itiyordu. Felsefe, anaokulundan itibaren (başlayarak) çocuklarımızın yaşantısına girmelidir. Felsefeye, sorgulamanın önemini vurgulayarak ve sorgulamaya izin vererek başlayabiliriz. Ortaya koyduğum adlı yaklaşım, her yaştaki insanın felsefi sorgulamayı ve pozitif bilimin mantığını bir yaşam tarzı haline (biçimi durumuna) getirmesini önermektedir.

Belki de yapılması gereken ilk iş müfredatların arkasındaki siyasilerin felsefeye, mantığa ve pozitif bilime ilişkin kaygılarının giderilmesi, bu konularla tanıştırılmalarıdır. Bir süre önce üst düzey bir devlet yetkilisi gençlerin satranç oynayabileceklerini ancak aşırı oynamamaları gerektiğini belirtti. Felsefeye, mantığa, satranca, Evrim kanununa (yasasına) ilişkin kaygı kokan birtakım temelsiz görüşleri, yani çağdaş eğitimi engelleyen tavrı (tutumu), yine eğitimle aşmak zorundayız.

Günlük Yaşamda Düşünme Becerisi

Düşünme becerisi sadece (yalnızca) bozulan bir arabayı tamir etmek (onarmak) için gerekmez, yaşamın her alanında işlevseldir. Küresel ısınmayı, düşünme becerisi gelişmemiş insanlarla önleyemeyiz.

Günlük yaşamda düşünme becerisi eksikliği, uzun yıllar basında mizah konusu olmuştur. Üniversite mezunu (bitiren) olan pek çok kişi, ehliyet için başvurduğunda ilkokul diploması ibraz edemediği için geri çevrilmiştir. Bir üniversite mezununun ilkokulu kesin olarak bitirmiş olacağını düşünebilmek, basit bir düşünme becerisidir, başvuru formunda yazıyor diye ille de ilkokul diploması istemek ise bir mantık hatasıdır.

Düşünme becerisi eksikliği daha pek çok yerde karşımıza çıkar. Örneğin nice apartman sakini, “Biliyorum bu yönetici iyi değil ama ne yapabiliriz başka aday yok, mecburen (zorunlu olarak) onu seçeceğiz.” der.  Bu ifadede (anlatımda) hem bir mantık hatası hem de öğrenilmiş çaresizlik vardır. Mantıklı düşünemeyen ve çaresizlik (çözümsüzlük) hisseden (duyumsayan) kişiler eleştirdikleri kişilere mahkûm olurlar. Bir dizi izleyicisinin oğlunu öldürttüğü için Kanuni hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunması ya da bir vatandaşın röportajda “Atatürk zeki değildi çünkü bilgisayar kullanmayı bilmiyordu” demesi birer düşünme becerisi eksikliğidir. Atatürk’ü eleştiren kişi satrançta iki hamle ötesini görememektir. Çünkü bilgisayar kullanmadı diye Atatürk’ün zeki olmadığını iddia ettiğinizde, O’nunla aynı durumda olan Fatih’in, Abdülhamit’in, Platon’un, Einstein’ın da zeki olmadıklarını iddia etmiş olursunuz.

Eğitim sisteminde eksiklikler olsa da anne babalar (anababalar) öncelikle kendi düşünme becerilerini geliştirerek çocuklarına örnek olabilirler, ardından da onların eline düşünme becerilerini, sorgulama tarzlarını (biçimlerini) geliştirecek kaynaklar verebilirler. Söz konusu kaynaklardan şimdilik iki tane önereceğim.*

* White, D. (2022). Çocuklar İçin Felsefe: Her şey hakkında merak uyandıracak 40 eğlenceli soru, ODTÜ Yayıncılık.
Piquemal, M. ve Bass, T. (2022). Pikolo ile Felsefe Öğreniyorum, ODTÜ Yayıncılık.

Merak etmek ve keşfetmek

Üstün Dökmen
Üstün Dökmen
11 Aralık 2022, Cumhuriyet Pazar eki

 

Merak etmek ve keşfetmek, artılarıyla eksileriyle insanlığı, medeniyeti bugüne getirmiştir. Voyager’ın uzaya gönderilmesinin temelinde merak duygusu ve keşfetme isteği vardır. Her merak keşifle sonuçlanmaz ancak bütün keşiflerin ilk basamağında merak duygusu bulunur. Şu an çevrenizdeki tüm nesneler, merak eden ve keşfeden insanların ürünüdür.

“Dünyayı oluşturan ana madde (arkhe) nedir?”, “Kuşlar nasıl uçuyor?”,
“Yağmur neden yağıyor?”, “Bebekler nereden geliyor?” türünden sorular sormadan yaşamı kavrayamazsınız, kontrol edemezsiniz.

Bazı eski toplumlarda gençler çok erken evlendirildikleri için evlilik dışı çocuk doğmazdı, bu yüzden de insanlar cinsel birleşme ile bebek doğumları arasında ilişki kurmazlar, kadınların kutsal evlilik bağından ötürü hamile kaldıklarını zannederlerdi.

Sonra bazı kadınlar evlenmeden çocuk doğurunca insanlar bunun nedenini merak ettiler. Böylece bebeklerin kutsal evlilik törenlerinden ötürü değil, cinsel birleşmeden ötürü doğduğunu anladılar.

MERAK NASIL ORTAYA ÇIKAR?

Çocuklarda merakın gelişmesi için üç temel şey gereklidir.

1) Anneye güvenli bağlanma gereklidir:

Geçen haftalardaki yazılarımda da belirttiğim üzere çocuğa bakım veren kişi -genelde anne- çocuğun beslenme, korunma, sevilme gibi temel ihtiyaçlarına cevap verebiliyorsa çocuk annesine güvenli bağlanır, ardından ilgisini dış dünyaya yönelterek çevresini merak eder. Eğer çocuk annesine güvenli bağlanmamışsa adeta dış dünyaya arkasını döner, ilgisini annesine yöneltir, dünyayı merak etmesi ve keşfetmesi zorlaşır. (AS: Temel güven / basic trust gelişimi anne ile sağlıklı ilişkilere bağlı ve yaşamda insana neredeyse ömür boyu omurga oluşturmakta..)

2) Eğitim ortamları merakı destekler hale getirilmelidir:

Çocuklar başlangıçta annelerine güvenli bağlansınlar veya bağlanmasınlar tüm eğitim yaşantıları boyunca meraklarını diri tutacak önlemler alabiliriz. Birkaç örnek:

Çocuğa masal okuduğunuzda, biten masal üzerinde akıl yürütmesini, olayın sonrasını düşünmesini isteyebilirsiniz. Diyelim ki masalın sonunda tavşan tilkiye bir şey söyledi:

“Tavşan tilkiye başka ne söyleyebilirdi?” diye sorabilirsiniz. “Başka?” sorusu ufuk açan, yeni durumları merak ettiren bir sorudur. (Bu arada lütfen Aziz Nesin’in eleştirdiği türden zorlayıcı anne-baba olmayın, yaratıcı çocuk yetiştireceğim diye çocuğa 10 tane soru sormayın.)

Çocuğa küçük sürprizler yapılabilir, sıcak-soğuk oyunuyla saklanan bir eşyayı bulması sağlanabilir. Onunla birlikte yemek pişirilebilir, bahçede veya saksıda bitki yetiştirmesi, bu bitkinin gelişim aşamalarını tahmin etmesi istenebilir.

Okullarımızdaki müfredatlar öğrencilerin merak ettikleri konular da dikkate alınarak hazırlanmalıdır. Genelde öğrencilerin değil müfredatı hazırlayanların merak ettikleri konular işlenmiş, öğrencilerin filanca savaşı, falanca şairi merak edip etmedikleri veya neleri merak ettikleri sorgulanmamış, ezbere eğitimin yeterli olduğu sanılmıştır. Bu yüzden çocuklarımızda küçük yaşlarda yüksek düzeyde olan merak duygusu, sınıfları ilerledikçe azalmaktadır.

3) Ülkede felsefeye ve pozitif bilime ilginin teşvik edilmesi gereklidir:

İlk sınıflardan itibaren (başlayarak) felsefî sorgulamaya yer verilmeli, ileri sınıfların müfredatından, önyargılı bakış tarzıyla Evrim konusu ve benzerleri çıkarılmamalıdır.

Geçen ay Van’daki Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde önemli bir toplantı düzenlendi, toplantı sonunda bilim insanlarının kastettiği şekilde bir Evrim olmadığı sonucuna varıldı! Gözlem ve deney yapmayı gereksiz sayan bu tür toplantılar; merakı, sorgulamayı, keşfetmeyi yok etmeye çalışıyor, sorulabilecek tüm soruların tek bir cevabı olduğu iletisini veriyor. Böylesine toplantılara katılanlara İbn-i Haldun’un Mukaddime’sini ve İbrahim Hakkı Bey’in Marifetname’sini okumalarını tavsiye ediyorum. Uluslararası hakemli dergilerdeki bilimsel makaleleri okumayan veya anlamayan kişiler, bu iki büyük düşünürün evrimle ilgili görüşlerinden bir ihtimal feyzalacaklardır.

Osmanlı’da eğitsel ve toplumsal anlamda merakı teşvik eden ortamlar yoktu. Bu konuda Nemrut Dağı’ndaki heykelleri örnek gösterebiliriz.

NEMRUT’UN HEYKELLERİ KİMİN UMURUNDA?

Yüzyıllar boyunca Anadolumuzda toprağın üzerinde Aspendos benzeri tarihi kalıntılar vardı. Dedelerimiz, ninelerimiz alışageldiklerinden farklı olan bu yapıları gördüler, muhtemelen merak etmek onaylanmayan bir şey olduğu için de ilgilenmediler. Bir ihtimal, “Bunu babam yapmamış, dedem de yapmamış, demek bizim aileden olmamış, biz o zaman işimize bakalım” diye düşündüler, merak etmediler, araştırmadılar.

Osmanlı’nın asker ve mühimmat sevkıyatı için Adıyaman bölgesine ilişkin ayrıntılı bir haritaya ihtiyacı vardı. O güne kadar yapılmamıştı. Haritayı yapması için bir Alman subay davet edildi, o da Nemrut Dağı’nı merkez kabul edip altı ay o bölgede yaşadı ve bir harita yaptı. Bu olayı izleyen yıl bir Alman tüccar, bölgeyi dolaşırken Nemrut Dağı üzerinde çok büyük heykeller olduğunu gördü, heyecanla durumu Alman Bilimler Akademisi’ne bildirdi.

Ancak Akademi, “Eğer dağda bu tür heykeller olsaydı, o bölgede altı ay yaşayan eğitimli bir Alman subayı mutlaka görürdü” düşüncesiyle ona inanmadı. Tüccar ısrar etti, sonuçta inandırdı. Evet, verdiği bilgi gerçekti fakat Akademi üyeleri, “Eğitimli bir Alman subayı altı ay o bölgede yaşar da o heykelleri nasıl görmez?” diyerek çok hayret ettiler. Şimdi siz, “Alman subay altı ay o bölgede yaşayıp heykelleri fark etmedi ama dedelerimiz 900 yıl orada yaşayıp nasıl fark etmediler?” diye hayret etmelisiniz.

Bence dedelerimiz o heykelleri fark etselerdi ne fark ederdi? Mutlaka çobanlar dağın tepesine çıkıp o devasa heykelleri görmüşlerdir. İyi de Bilimler Akademimize bildiremezlerdi çünkü böyle bir akademimiz yoktu. Gidip kaymakama bildirseler muhtemelen kaymakam, “Ben ne yapayım, işe yararsa indirip evinizin temeline koyun, ağırsa, inmiyorsa bırakın orada kalsın” derdi. Bu bakış tarzı kaymakamın hatası olmazdı, bilimsel atmosferin eksikliğinden ötürü ortaya çıkardı. Yakın zamanlara kadar insanımız, toprakta bulunmuş heykellerin yalnızca birer taş olduğunu düşünmüştür.

Otuz üç yıl Osmanlı’yı yöneten bir padişahımız, Beşiktaş’tan Anadolu’ya, hatta Üsküdar’a geçmemiş, bir anlamda ülkesini ve halkını merak etmemiştir. Bu durum onun da eksikliği değildir. Felsefi sorgulama, bilimsel merak toplumun gündeminde yoksa toplumdaki herkes bu durumdan nasibini alır.

Merak öyle bir tohumdur ki belli topraklarda, belli iklimlerde çiçek açar. Eski Atina’daki ve Isparta’daki beyinler aynı, kültürel iklimler ise farklıydı; yalnızca Atina’da felsefe ortaya çıktı, bilimin temelleri atıldı. Artık gündemimizde, müfredatlarımızda sorgulama, merak bulunsun istiyoruz.

Her ölüm acıdır ancak…

Üstün Dökmen
Üstün DÖKMEN
06 Kasım 2022, Cumhuriyet

Dört gün sonra 10 Kasım. Yukarıdaki başlığı nasıl tamamlamak istersiniz? “Her ölüm acıdır ancak bazıları daha acıdır” şeklinde mi, yoksa “Her ölüm acıdır ancak bazı ölümler gerçek bir ölüm değildir” şeklinde mi?

Bence her ikisi de geçerli. Bütün ölümler acıdır, kaybedilen bütün yakınlar için yas tutulasıdır, bütün değerli insanların, iz bırakanların, insanlara hizmet etmişlerin ölümleri acıdır ancak tarihimiz açısından Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü kayıplarımızın en acısıdır ve aynı zamanda bazı ölümler, bu arada onun ölümü de gerçek anlamda bir yok oluş değildir.

EMSALİ OLMAYAN BİR KAYIP

Olaya amatör tarihçi gözüyle baktığımda, bir anlamda öznel (sübjektif) bir değerlendirme yaptığımda, tarihimizde çağdaşlarını ve daha sonra yaşayacakları derinden etkilemiş pek çok ölüm vardır. Kanımca Oğuz Kağan’ın ölümü acıydı, İlteriş Kağan’ın, Kapağan/Kapgan Kağan’ın, Bumin, İstemi, Bilge kağanların, Attila’nın (Atlı Han’ın), milyonluk Haçlı ordularına az sayıdaki askerleriyle karşı çıkan, bir direk gibi Anadolu çadırını ayakta tutan Selçuklu hükümdarlarının, Selahaddin Eyyubi’nin, Sultan Alparslan’ın, Mevlana’nın, Fatih’in, Mimar Sinan’ın, Süyümbike’nin, daha nicelerinin ve Atatürk’ün ölümleri acıydı. Ancak sanırım içlerinde en acısı Atatürk’ün ölümüydü. Onun ölümü üzerinden henüz kısa süre geçti, bu yüzden üzerimizdeki etkisi nedeniyle yeterince nesnel (objektif) değerlendirme yapamıyor olabiliriz. Onun ölümüne ilişkin yargımızın ne ölçüde doğru olduğunu torunlarımız söyleyecekler ve torunlarına ileteceklerdir.

Atatürk’ün kaybının emsali olmayan bir kayıp olduğu görüşü sadece bizlere ait değil, bu konuda bir anekdot da var. 10 Kasım 1938’de öğle saatlerine doğru Atatürk’ün öldüğünü ülkedeki herkes duymuştu. O sırada öğrenci olan annemden ve daha pek çok kişiden dinlediğime göre İstanbul Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olan bir Alman profesör koşup ağlamakta olan dekana gider ve “Atatürk ölmüş, derse gireyim mi, girmeyeyim mi” diye sorar. Dekan ona, “Bu konuda bir kural yok, nasıl isterseniz öyle yapın, sizin ülkenizde böyle birisi öldüğünde ne yapılıyorsa öyle yapın” diye cevap verir. Alman Hoca ise “Benim ülkemde bugüne kadar böyle birisi hiç ölmedi” der.

Dedem, babam doğmadan önce şehit olmuş. Babam, Atatürk’ün naaşının Dolmabahçe’den alınıp Yavuz Zırhlısı’na bindirildiği film televizyonda ne zaman gösterilse ağlardı. Babam, bir de Ayşecik filmlerinde Ayşecik, haksız yere hapse düşen babasının yanağını tel örgüler arkasından öpünce ağlardı ve her defasında çocuksu bir safiyetle, “Yahu böyle şeyleri niçin gösteriyorlar?” diye kızardı. Galiba Atatürk, bütün milletin olduğu gibi babasız büyümüş babamın da atasıydı. Anzaklı (AS: Anzak olacak) anneler, Gelibolu’da ölen oğullarının anısını kucaklayan Atatürk’e yazdıkları cevabi mektupta, “Artık siz bizim de atamızsınız” demişlerdi. Galiba Atatürk’ün ölümü, dünyadaki bütün güzel yürekli insanların bir kaybıydı ve galiba babamın hiç tanımadığı Anzaklı (AS: Anzak bir yer adı değil, bir kabile, Anzak olmalı) kız kardeşleri vardı.

KAYIP SAYILMAYAN BİR KAYIP

Atatürk artık fiziksel olarak yaşamıyor ancak ülkemiz insanı üzerindeki etkisi hâlâ sürüyor. “Bir insanın gerçek ölümü hiç kimse tarafından anılmadığında gerçekleşir” diye bir görüş vardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan liderlerden hangisi milletinin zihninde ve dilinde onun kadar yaşıyor şimdi? Galiba o liderlerin hemen hepsi sonsuzluğa erişti fakat bir tek o, milletine verdiği sonsuz güzelliklerden ötürü hâlâ, beğeniyle, sevgiyle, teşekkürle anılıyor bugün.

Çünkü O milletine ;

– bağımsız olmayı,
– onurlu yaşamayı,
– kendini değerli hissetmeyi,
– Cumhuriyetle yaşamayı,
– pozitif bilimle yaşamayı,
– kadın-erkek eşitliği dahil eşitlik içinde,
– tebaa olmadan yaşamayı hediye etti.

O, sadece küçük Ülkü’nün elinden tutup yürümedi, yaşamakta olan ve yaşayacak tüm küçük kızların elinden, Türk kadının elinden tuttu. Kadınlarımız ve onların çocukları bu eli bırakmayacaklardır.

Her 10 Kasım’da aklıma gelen bir olay var. Atatürk, ölümünden önceki son Cumhuriyet Bayramı’nda Dolmabahçe’de hasta yatağındaydı, törenlere katılamamıştı. Törene katılan Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri gemiyle okullarına dönüyorlardı, sarayın önünde gemiyi durdurdular, “Atamızı görmek istiyoruz!” diye bağırmaya başladılar. Pencereye çıkan bir hekim eliyle, bağırmayın, yolunuza devam edin işareti yaptı. Gençler susmadılar, Atatürk onları işitti, ne olduğunu sordu. Söylediler. “Beni pencereye götürün” dedi. Artık yürüyemiyordu, kucaklayıp pencere önündeki koltuğa oturttular, eliyle genç askerlerini selamladı. Onu görünce gençler adeta çıldırdılar, o an bazı öğrencilerin postallarını çıkarıp üniformalarıyla suya atladıkları, ona doğru yüzdükleri görüldü. O, yaşarken de öldükten sonra da bir çekim merkeziydi. (Bu olayı yaşayanlardan hayatta olanlar varsa onları bulmak, yoksa bile o günü onlardan dinlemiş çocuklarına, torunlarına ulaşmak çok ilginç olsa gerek.)

ENVER PAŞA’YA ELEŞTİRİ VE ATATÜRK

Enver Paşa’nın ölümünü izleyen aylardan birinde Çankaya’daki akşam sofrasında bir kişi onun ülkeye verdiği zararları saymaya başladı. Enver Paşa’nın hatası gerçekten çoktu. Şimdiki değerlendirmemize göre Enver Paşa yaptığı onca hatanın yanı sıra bir de Mustafa Kemal Paşa’ya büyük ihtimalle bezdiri (mobbing) uygulamıştı ancak buna rağmen Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa aleyhine konuşulmasını istemedi ve “Enver bir güneş gibi tuluğ etmiş (doğmuş), bir güneş gibi de gurup etmiştir (batmıştır). İkisinin arasını tarihe bırakalım.” dedi. Çünkü Enver Paşa, Balkanlar’da “Hürriyet Kahramanı” olarak ortaya çıkmış, Türkmenistan’ın hürriyeti için savaşırken de Bolşevikler tarafından şehit edilmişti. O günün dünyasında çok sevilirdi; pek çok çocuğa, bu arada Enver Sedat’a onun adı verilmişti.

Atatürk’ün Enver Paşa’ya ilişkin yukarıdaki sözü onun yüce gönüllüğünün bir ifadesiydi. Enver Paşa bir güneş gibi doğmuş, bir güneş gibi batmıştı, ikisinin arası tarihe bırakılmalıydı. Bence benzer şekilde Mustafa Kemal Atatürk de bir güneş gibi ancak defalarca doğmuştur, Anafartalar’da doğmuştur, Samsun’da doğmuştur, Sakarya’da, Dumlupınar’da doğmuştur ve ülkesine Cumhuriyeti, özgürlüğü, eşitliği, çağdaşlığı getirdikten sonra bir güneş gibi batmıştır. Enver Paşa olayından farklı olarak bugün bizler Atatürk’ün doğuşuyla batışı arasında yaptıklarını sadece tarihçilere bırakmayacağız, tarihçi olmayan bizler de telaffuz edeceğiz ve yazacağız.