Etiket arşivi: Hitler

14-28 MAYIS 2023 SEÇİMLERİNDEN SONRA BU SEÇİMLERİN YARATTIĞI SOSYO-PSİKOLOJİK SONUÇLAR ve CHP’DEKİ ETKİLERİ

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

14 ve 28 Mayıs 2023 tarihli seçimlerden sonra, Meclisteki milletvekilliği çoğunluğunun yine Cumhur ittifakında kalması ve ikinci turda da olsa Cumhurbaşkanlığı makamının değişmemesi üzerine seçimi kazanan ittifak aşırı bir zafer sevinci, Millet ittifakı ise derin bir hayal kırıklığı yaşadı. Kanımca ne bu kadar aşırı sevince ve ne de bu kadar geniş, yaygın ve derin hayal kırıklığına gerek vardı. Her neyse…

Siyasal iktidarla muhalefet arasındaki tüm fırsat eşitsizlikleri, hukukun zorlanması, adaletsizlik ve siyasal ahlakı ihlal eden kuraldışı propaganda yollarına başvurmalara karşın, belki de bu seçimler için söylenecek en önemli saptama, tüm önyargı ve spekülatif yorumlara karşılık, seçimlerin yapılabilir ve sonuçlarının muhalefetçe de kabullenilir olmasıdır. Bu seçim sonuçları yine de demokrasimiz için bir kazançtır ve başarıdır.

Bu durum, her şeye karşın, açık toplumlarda, ihtilal yapmaya ve kan dökmeye gerek olmadan iktidarların halktan seçimle yetki aldıkları ve iktidarların yine seçimle değişebileceğine bir kanıt ve umuttur. Kapalı, totaliter, despot toplumlarda iktidarlar çok zor ve ancak kanlı askeri ihtilallerle değişebilir.

CHP’nin durumuna gelince               :

CHP Altılı Masanın amiral gemisiydi. Bu açıdan seçimlerdeki başarısızlığın ve topyekun (bütüncül) sorumluluğun CHP ve liderine yüklenmesi işin doğası gereğiydi ve olağandı. Belki de işin en yanlış olanı, parti kendi içinde bir değerlendirmeye gitmeden ve seçim sonuçlarını da bilimsel bir analize tabi tutmadan kurum içinde bir güvensizlik ve bir liderlik arayışlarının çok acele olarak hemen başlatılmış olmasıydı. Keşke içerikleri de pek net, inanılır ve anlaşılır olmayan bu değişim, dönüşüm, yenilenme ya da lider dahil yeniden yapılanma istekleri gerçek bir bilimsel analiz ve parti içi içten bir özeleştiriden sonra olsaydı.

Artık olan oldu, şimdi CHP’de herkes kararan umutları yeniden yeşertme ve büyütme derdinde. Bu olumlu ve sağduyulu bir gidiş…

CHP yalnızca Altılı Masa ve Millet İttifakının değil, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinin, Atatürk ilke ve devrimlerinin, ülkenin birlik ve bütünlüğünün, laik ve karma eğitimin, devlet nimet ve külfetlerine adil katılımın, tüm yurttaşların insan onuruna yaraşır bir maddi refah (gönenç) üretimi ve adil paylaşımının, liyakata (yaraşırlığa) göre istihdamın, çağdaşlaşmanın, adaletin, birlikte yaşamanın, insan haklarının, kardeşliğin, çoğulculuk ve laikliğe bağlı olarak din ve vicdan özgürlüğünün, yurtta ve dünyada barışında koşulsuz amiral gemisi olmak gibi tarihsel, sosyolojik ve asla vazgeçilemez bir görevi vardır. Bu bakımdan CHP, başka hiçbir partide olmayan hukuksal, ekonomik, sosyal, kültürel, demokratik ve yaşatıcı bir misyon (özgörev) ve sorumluluk taşımak zorundadır.

Bu açıdan bakılınca, CHP, yeniden erozyona (aşınmaya) uğrayan halkın güvenini acilen (ivedilikle) yeniden kazanmak ve geleceğe yönelik umutlarını ikna edici ve inandırıcı biçimde yeniden yeşertmek, büyütmek ve iktidarın en önemli adayı olmak, amiral gemisini yeniden engin sularda ve esenlik içinde yüzdürmek zorundadır.

Bu bağlamda sorulması gereken temel soru şudur:

Değişim, dönüşüm, yenilenme ve yeniden yapılanma hareketleri CHP’yi hangi politikalar ve politika araçlar ile birinci iktidar adayı olma konumuna yükseltebilecektir? Yoksa bu söylemler bir koltuk kapma yarışından mı ibaret kalacaktır? Umarım öyle değildir.

Şimdi de, belki yararı dokunabilir diye, siyasetin sosyo-psikolojik ve kültürel zihniyetini deşifre etmek için bazı bazı hatırlatmalar yapmaya gerek vardır.(×).

– Birleşmek, siyasi partnerlerle güçbirliği yapmak, geçmişte öğrenilen çaresizlik ve yetersizliklerin sonucudur. Fakat kesin sonuç yoktur. Bir atalar sözü “çatal kazık yere batmaz” biçimindedir.

– Savaşlar, krizler, seller, depremler vb. büyük afetler halkı çözümsüzlük ve çaresizliklere iter. Böyle durumlarda insanlar kesin inanacak ve koşulsuz itaat edecek liderler ararlar.

Hitler, Mussolini vb. ırkçı, faşist liderler ile dini siyasete alet eden teokratik otoriter liderler seçmenlerinin aklına ve bilincine değil inançlarına ve duygularına seslenirler. Çünkü duygular her zaman akıldan daha güçlüdür.

-Cahil, yoksul ve inançlı kimseler kendi inancı ve ideolojisi ve liderine o denli derin bir şekilde bağlılık gösterir ve inanır ki; adeta militanlaşır ve kendinden başka herkesi hain ve düşman olarak algılamaya yatkınlık gösterir.

– İnanç ve ideoloji temelli siyaset yapan liderler, devlet ve iktidar aygıtlarını yönettikleri toplumların ihtiyaçlarından çok, devlet yönetimini kendi ideoloji ve egolarına uygun hale getirmek için çaba harcalar.

– İnançlı yoksullar ve işsizlerin siyasi tutumlarını değiştirmek çok zordur. Çünkü bunların belleklerinde, inançlarına göre, yoksul ve işsiz olmaları ilahi bir yazgıdır, yani kaderdir. Onlar için parti değiştirmek, kendi eliyle başını belaya sokmak gibidir.

– İktidar partileri, kendi sadık seçmenlerini ve geniş halk kitlelerini, eğer seçim kaybedilirse bu günü mumla arayacaklarına inandırır. Seçim propagandasını bu olgu üzerine bina ederler.

– İktidara gelmek isteyen muhalefet partileri ise, kendi seçmenlerini ve kendi seçmen havuzuna katmak istedikleri yeni seçmen adaylarını geleceğin bu günden çok daha iyi, adalet ve gönenç getireceğine kesin olarak inandırmaları gerekir. Ancak vaatler yalnızca umuttur, bu nedenle işleri çok daha zordur.

– Genel olarak seçmenlerin siyasi tercihlerini değiştirebilmeleri için söylemlerden çok kendilerine umut aşılamak isteyen liderlerin kesin güvenilir olmalarına bakarlar. Güven veremeyen liderler umut aşılayamazlar.

– Entellektüellerin (Aydınların) çoğunluğunun ve kamuoyu oluşturan basın ve sivil toplum örgütlerinin desteğini alamayan siyasal partiler iktidara gelemezler ve gelseler bile uzun süre iktidarda kalamazlar.

Son söz                         :
İktidara talip olmak çok ciddi bir iştir. Toplumsal olgular tek nedenli değil çok nedenlidir. Birçok disiplini birden ilgilendirir. Toplumunu iyi tanımak gerekir. Bilgili, yurtsever ve idealist insanlarla çalışmak gereklidir. Hiçbir seçim için hazır reçete yoktur. Güven vermeden ve ikna etmeden umut doğmaz. Umut vermeden ve geleceğin kesinlikle bu günden daha iyi olacağına inandırmadan da seçim kazanılamaz. Değişim, dönüşüm ve yenileşme isteyenlere de dostça duyurulur.
***
Not:  Ayrıca CHP açısından yerel yönetim seçimlerinde belediye yitirmek, varolan siyasal iktidara yeni siyasi ve ekonomik egemenlik alanları vermek demektir. Halbuki iktidar olmaya umut tazelemek için bunun tersine gerek vardır. Dost acı söyler.
—————
– (×) Buradaki önerilerin geniş yorumları için bakınız.
– ERIC HOFFER, Kesin İnançlılar, Olvido yayınları,18. baskı, 2023.

Güç ve sadelik ilişkisi

Üstün Dökmen
Üstün Dökmen
02 Nisan 2023, Cumhuriyet Pazar eki

Kendini zayıf hisseden (duyumsayan) görünüşe önem verir, büyük saraylar, yazlıklar yaptırır, yatlar alır, özgüveni eksik kişiler markalı giyinirler, konuşurken araya yabancı dilden kelimeler sıkıştırırlar.

Tüm canlılar yarına kalmak ister, yarına kalma isteği Evrim sürecinin temelini oluşturur. Aslan geyiği yiyerek geyik ise aslandan kaçarak yarına kalmaya çalışır. İnsan da yarına kalmak ister, ancak insan kaliteli (nitelikli) yaşayarak ve bu kalitenin dozunu (niteliğin düzeyini) kendisi ayarlayarak yarına kalmak ister. Hayvanlar yarına kalabilmek için içgüdüleriyle vücutlarını (bedenlerini) kullanıp güçlü ve caydırıcı görünmeye çabalarlar. İnsan ise hemcinslerine gücünü, kıyafetiyle (giysisiyle), atıyla, arabasıyla, yaşadığı evle göstermeye, en azından hissettirmeye (duyumsatmaya) çalışır.

Hayvanların işi kolaydır; hayvan, görüntüsüyle, sesiyle rakibini kaçırdığında amacına ulaşır. Ancak insanın işi zordur, insanın ikilemleri vardır. İnsan hem kendisinden korkulmasını ister hem sevilmek ister, hem böbürlenmek ister hem alçak gönüllü desinler ister. Bir de Türk dilinde “Aşırı tevazu kibirden gelir” biçiminde bir söz vardır, bu söz ne düzeyde tevazu (alçakgönüllülük) göstereceğimiz konusunda bizi iyice sıkıntıya sokar. (Eski Türk hakanları konuklarının önüne altın tabak, kaşık koyarken kendileri tahta tabak, kaşık kullanırlarmış. Her halde bu davranış, tevazu göstererek kendini yüceltme anlamı da taşıyordu.)

KEDİ, REİS, MÜDÜR

Kediler, özellikle yavru kediler sizden korktuklarında sizi korkutmak amacıyla sırtlarını kamburlaştırıp iri gözükmeye çalışırlar ve “Pıh!” diye ses çıkarırlar. Bu onların evrimsel geçmişlerinden gelen otomatik bir davranıştır. İnsanın erkeği karşısındakini sindirmek için dikleşir, tepeden bakmaya çalışır, insanın kadını ise öfkelendiğinde ellerini yumruk yapıp beline dayar, hem hacmini büyütür hem de gerektiğinde saldırabileceğini ima eder.

Afrika’da, Asya’da, Amerika’da eskinin kabile reisleri güçlü gözükmek ve saygınlık kazanmak amacıyla başlıklarına kartal veya hindi tüyleri taktılar, kabaran bir hindi veya tavus kuşu gibi görünmeye çalıştılar. Sovyetler Birliği’nde subayların şapkalarının ön tarafı alışılmıştan daha yüksekti, subayın heybetli görünmesini sağlardı. Bugün müdürler, amirler, patronlar başlarına tüy takamazlar ancak kasıntılı davranışlarla, asık suratlarla ve çevre düzenlemesiyle güçlü oldukları izlenimini vermeye çalışırlar. Gözlemlere göre başka ülkelerde ve bizde insanların rütbeleri büyüdükçe imzaları, masaları ve makam koltukları da büyümektedir. Bazı kurumlarda genel müdürün kullandığı giriş kapısı ve asansör ayrıdır.

Kimi kurumların konferans salonlarının ön tarafına protokol koltukları, onların önüne de üzerlerine su konulan sehpalar yerleştirilir. Bunu gördüğümde yarı şaka yarı ciddi, “Arkadaşlar ön tarafa protokol için su koyarak iyi etmişsiniz, tamam da, ya arkadaki ölümlüler de susarsa ne yapacağız?” derim.

Hitler, Mussolini benzeri diktatörler, abartılı el-kol hareketleriyle, bağırarak, hakaret ederek ve kasıntılı bir biçimde gruba (kümeye) tepeden bakarak otorite kurmaya çalışmış, kabadayılık sergilemişlerdir. Çok korkan çok korkutur. Gerçek otorite sahipleri ise sadelik içindedirler, bilgileriyle, bilgelikleriyle, yöneticilik becerileriyle insanları etkilerler.

TOPKAPI’DAN DOLMABAHÇE’YE

Osmanlı padişahları askeri ve ekonomik açıdan güçlü oldukları dönemde Topkapı Sarayı’nda oturdular. Bu saray, Batı’daki ve Çin’deki benzerlerine oranla çok mütevazı idi. Bu dönemde Osmanlı padişahları Avrupalı elçileri huzurlarına kabul etmeden önce İstanbul’da altı ay civarında (dolayında) bekletirlerdi. Bu bir güç gösteriydi. Altı ayın sonunda elçi Topkapı Sarayındaki Arz Odası’nda Padişah’ın huzuruna çıkardı. Arz Odası taş zeminli genişçe bir odaydı, kapının çapraz köşesinde taht bulunurdu, yan duvarda ise padişaha mahsus bir lavabo vardı. Bu kadar; oda eşya ile doldurulmamıştı, padişahlar güçlerini elçilere göstermek için altın tavanlı bir salona, altın kaplama süslü koltuklara ihtiyaç duymazlardı.

Devir değişti. Osmanlı, askeri ve ekonomik gücünü kaybetti (yitirdi). 19. yüzyılda Dolmabahçe Sarayı yapıldı. Dolmabahçe İstanbul için muhteşem bir saraydı, merdivenlerinde kristal trabzanları, tavanında tonlarca altın kaplama vardı. Fakat Avrupalı elçiler bir gün bile bekletilmeden padişahın huzuruna kabul edilirdi. Kabul töreninde elçi etkilensin diye sarayın içinde dolaştırıla dolaştırıla padişahın huzuruna çıkarılırdı. Elçi adeta bir müze gezmiş gibi olurdu. Elçiler gördüklerinden etkilenirler miydi? Muhtemelen (olasılıkla) hayır, çünkü bu sarayın kendilerinden alınan borç parayla yapıldığını bilirlerdi.

Yükseliş, hatta duraklama devrinde Osmanlı itibarını (saygınlığını) muhteşem (görkemli) bir sarayla değil; askeri, ekonomik ve kültürel (ekinsel) gücüyle sağlamıştı.

  • Kendini zayıf hisseden görünüşe önem verir, büyük saraylar, yazlıklar yaptırır, yatlar alır. Özgüveni eksik kişiler markalı giyinirler, konuşurken araya İngilizce veya Osmanlıca kelimeler sıkıştırırlar.

GÜÇ ve SADELİK

Gerçek güç ve sadelik birlikte ortaya çıkar. Sekiz yıl içinde imparatorluk sınırlarını iki katına çıkaran Yavuz Selim, gayet (oldukça) sade giyinir, az yer, mücevher takmazdı. Mısır seferi dönüşünde kendisi için hazırlanan karşılama törenine katılmamak için saraya gizlice girmişti. Bir kişinin artıları ve eksileri bulunabilir, ancak kendini yeterince güçlü hissediyorsa (duyumsuyorsa) sadelik içindedir.

Ve son olarak gerçekten güçlü olanın sadeliğine ilişkin muhteşem (görkemli) bir örnek:

Atatürk eğer isteseydi onca öğrenciyi Avrupa’ya göndermez, onca fabrikayı yaptırmaz, şan olsun diye Çankaya’daki bağ evinden onlarca kat büyük bir saray yaptırabilirdi. O’nun şanı kendinden menkuldü (kaynaklıydı). O kendine sadece (yalnızca) Söğütözü’nde çocukluk hayali olan tek göz bir kulübe, kendi ifadesiyle bir ‘’Koliba’’ yaptırmıştır. Küçük Mustafa’nın, büyük Atatürk’ün kolibasını görmenizi dilerim.

Not: Koliba’nın batı cephesinin camı kırık. Düzelecektir.

Toplumsal illüzyon ve diktatörler

Üstün Dökmen

Üstün Dökmen
Psikoloji Profesörü
Son Yazısı / Tüm Yazıları
26 Şubat 2023, Cumhuriyet Pazar eki

Bu yazıda “toplumsal illüzyon” kavramını yaygın kullanımdan farklı şekilde tanımlayıp diktatörlerin “muhteşem” olarak algılanmasında bu illüzyonun etkisini belirtmek istiyorum.

Bazı kaynaklarda, Asch’in çizgi deneyinde olduğu gibi kişilerin yanlış olan çoğunluğun görüşüne bile bile katılmasına “toplumsal illüzyon” deniyor. Bence bu tür gerçekçi olmayan yargılar “toplumsal illüzyon” olarak değil, “toplum baskısından çekinme” olarak tanımlanmalıdır. Toplumsal baskıya maruz kalan kişiler, gruptan dışlanmamak için, aksini düşünseler de çoğunluğun fikrine katılırlar. Toplumsal illüzyonda ise kişi gerçeği çarpıtarak yorumlar, yani bir algı sorunu yaşar.

BİREYSEL İLLÜZYONLAR

Gösteri yapan bir sihirbaz bireysel illüzyon yaratır. En bilindik sihirbazlık gösterisi şapkadan tavşan çıkarmaktır. İzleyiciler şapkadan tavşan çıkarıldığını gözleriyle görürler ama tavşan şapkadan çıkmamaktadır. İllüzyonistler, sanıldığı gibi yalnızca el çabukluğuyla hünerlerini sergilemezler; en son teknolojik yenilikleri izlerler. Bir zamanlar Avrupalı sömürgeciler, Afrikalı kabile liderlerini insanlarının önünde küçük düşürmek için sihirbazlık yaparlardı. Örneğin sahneye gelen bir çocuk hafif madeni bir kutuyu kaldırırdı. Aynı şeyi kabile liderinin yapmasını isterlerdi ancak o kutuya elini sürmeden önce seyircilere fark ettirilmeden kutu mıknatısla zemine sabitlenirdi ve lider kutuyu kaldıramazdı. Sonra tepelerde Hz. İsa görüldü. Bu bir hologramdı. Hologramı gerçek zanneden temiz kalpli insanlar, “İşte mucize!” diyerek ağladılar.

DOĞAL İLLÜZYONLAR

Yüzyıllar boyunca insanlar sabahları Güneş’in doğduğunu, akşamları battığını gördüler, gece boyunca Güneş’in Dünya’nın altından dolaşarak sabah yeniden doğuya geldiğini düşündüler. Bundan emindiler. Galileo bunun yalnızca doğal bir illüzyon olduğunu söyledi. Gök kuşağı da bir doğal illüzyondur, gökte bir çember oluşmaz.

TOPLUMSAL İLLÜZYONLAR

“Kahinler (Önbiliciler) Papa’nın öleceğini bildiler, Marmara depremini bildiler!”

Bildiler ama nasıl bildiler? Olayın illüzyon yanı şöyledir:

Genellikle aralık ayında kâhinler yeni başlayacak yıla ilişkin felaket haberleri verirler, papanın, ünlü bir sanatçının öleceğini, büyük doğal afetler olacağını söylerler. Bu haberler basında çıkar. Verdikleri kötü haberlerin bir kısmı zaten gerçekleşme olasılığı yüksek haberlerdir, dünyada doğal afetsiz yıl geçmez. Ancak kâhinler bazen (kimi kez) heyecanlanıp kişi adı vererek felaket (yıkım) tellallığı yaparlar. Geçmişte her yıl bir papanın adını vererek “Önümüzdeki yıl ölecek” dediler. Ben not ettim. O papa yıllarca ölmedi. Buna karşın hiç kimse yıl bittiğinde “Hani papa ölecekti? Yalan söylediniz!” diye hesap sormadı, kehanet (önbili) unutuldu. Sonunda papa öldü. Bunun üzerine birçok kâhin elindeki gazete küpürüyle (kesisiyle), “Ben geçtiğimiz Aralık’ta bunu bilmiştim” diye ortaya çıktı. Bu kişilerin saygınlıkları ve kazançları arttı. İşte bu bir toplumsal illüzyondu. Bireysel illüzyonda sihirbazın marifetini izleriz, toplumsal illüzyon ise izleyenlerin düşünme becerilerindeki eksiklikten kaynaklanır.

Özal döneminde bir toplumsal illüzyonu milletçe yaşadık. Irak Savaşı’nda toplum Saddam’a kin duysun diye uzmanlar, “Saddam zehirli gaz atacak, pencerelerinizi naylonla kapatın” dediler. Ülkemizde naylon ve koli bandı satışı arttı, ben de kapattım. Gaz filan gelmedi, yalnızca koli bantlarının adı “Saddam bandı” oldu. O günlerde hızlarını alamayan uzmanlar, “Gaz kapıdan da girebilir, dış kapınızın altına ıslak havlu koyun” dediler. Biz apartmanca koyduk. Ancak komşulara oranla biraz daha ferasetli olduğum için Özal’ın uzmanlarını arayıp “Kapının altında bir milim, üst tarafında yarım milim açıklık var, üst tarafa da havlu koyayım mı?” diye sordum. Onlar ise, “Gerek yok, gaz çöker, alt tarafa koymanız yeterlidir” dediler, rahatladım. Tek katlı bir villada yaşıyor olsanız dış kapınızın altına havlu koymanız yeterli olabilir. Ancak yirmi katlı binalarda da alta havlu koydular, bu gazın yirminci kata ulaşana kadar önceki katlarda kapıların hem altına hem üstüne ulaşacağını kimse düşünmedi. Ben bu olayı yıllar sonra bir konferansta anlattığımda bir bey, “Hocam bunu söyleyen uzmanlardan birisi de bendim, o kadarını düşünemedik.” dedi. Bunun meali (anlamı), “Biz yalan söyledik” demekti.

Toplumsal illüzyona, yani göz göre göre aldanmaya çok örnek var. İnsanlar yüzyıllar boyunca -ve halen- matematik benzeri konularda erkeklerin kadınlardan üstün olduklarını düşündüler. Oysa binlerce araştırma, eşit beslenme, eşit eğitim verilmesi halinde, cinsiyetler ve ırklar arasında zihinsel açıdan anlamlı bir farklılık bulunmadığını gösterdi. (Bir zamanlar “Kompüter Kadınlar” vardı.) Kralların, padişahların, diktatörlerin olduklarından daha muhteşem (görkemli) algılanmaları da birer toplumsal illüzyondur, ışık körlüğüdür. Beş yüzyıl önce Avrupa’da bir ressam öğrencisine, “Kralın ayak parmağı ile çobanın ayak parmağını aynı çizemezsin” demişti. Osmanlı’da ise halk padişahın altı evliya gücünde olduğuna inanırdı, bu güçteki bir padişahın 33 yıl tahta kalıp da nasıl 1.5 milyon kilometre toprak yitirdiğini ise düşünmezdi. Hitler intihar etmeseydi de ülkesinde bir seçim yapılsaydı bence, herkesin değilse bile büyük bir kitlenin oyunu alırdı. Çünkü insanlar onun yaptıklarını değil hayallerindeki Hitler’i algılıyorlardı, bir de “Ama dağlara yol yaptı” diyorlardı. Bu durum toplumsal illüzyonun özetidir.

“Size bin yıl barış vadediyorum” diyen Hitler’e inanan çoktu; dünyada, “Arabayı, ambulansı, röntgeni, operayı ülkemize ilk biz getirdik” diyen siyasetçiler de vardır, onlara inananlar da.

  • Kendinizi şapkadan tavşan çıkacağına hazırlarsanız, çıktığını görürsünüz.

Not   :
Bu yazıyı bitirdiğimde Kahramanmaraş’ta büyük bir deprem oldu. Kâhinleri, astrologları ciddiye alan toplum, yıllardır bu bölgede büyük bir deprem beklediğini söyleyen Prof. Dr. Naci Görür’ü ciddiye almadı; kendi ifadesiyle (anlatımıyla), yerel yöneticiler ve ülkeyi yönetenler ona kulak vermediler.

AKIL, DİL, DEMOKRASİ ve ÇAĞDAŞLAŞMA ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

İnsan ancak akıl, dil ve düşünce yeteneği ile hayvanlardan ayrılır ve insanlaşır. Bu nedenle, aklın ve dilin görece özgür olduğu rejimlere demokrasi, aklın ve düşüncenin büyük oranda kısıtlandığı ya da tutsaklaştırıldığı rejimlere de   denir.

Demokrasiler, halkın istekleri doğrultusunda, yetkisini halktan alan temsilciler eliyle; teokrasiler dışında kalan diktatörlükler ise, bireysel keyfi buyruklarla yönetilir. Teokrasilerde ise, kuramsal olarak kral, sultan, padişah, emir ya da halifelerin dogmatik, dinsel kısıtlamalara uyduğu varsayılır. Ancak uygulamalar bu kurama çok uymaz. İstisnalar hariç (ayrıklar dışında), teokrasi ile yönetilen ülkelerin yöneticileri de diktatör olabilirler.

Bir toplumdaki özgürlükler, yani düşünmeyi dışa vurma alanları ne denli genişse o toplumun demokrasisi –özgürlük yelpazesi– o denli geniştir. Demokrasiler, başkalarının özgürlüklerine saygılı kalarak, insanların aklını, dilini ve düşüncesini özgürce kullanabildiği, fikirlerini de korkmadan açıklayabildiği, doğruları söyleyebildiği özgürlükçü rejimlerdir.

Diktatörler, her koşulda, akılcı ve özgür düşünceleri kendi iktidarları için tehlike olarak görür ve her türlü devlet gücünü ve toplumsal kutsalları (ekonomi, para, makam, kolluk güçleri, yargı, medya, din, mezhep, ırk, dil, vatan ve bayrak sevgisi …) kötüye kullanarak özgürlükleri bastırmaya çalışırlar. Ancak özgürlüklerin kısıtlandığı oranda hoşnutsuzluklar ve direnmeler de çoğalır. Muhalefet yeraltına inebilir.

Tarihsel gelişme sürecine göre, özellikle de son dört yüzyıllık zaman dilimi içinde, devlet adına iktidar gücünü kullananların, yani siyasal iktidar olanların, özgürlük alanları giderek daha daralmış, buna karşın, bireylerin ve halkın özgürlük alanları ise giderek daha genişlemiştir. Tarihsel gelişme trendi (eğilimi) akıl, bilim, hak, hukuk, adalet, özgürlük ve demokrasiden yana olmuştur.

Bu tarihsel gelişmeye ve eğilime uymayan durumun istisnaları (ayrıkları) ise, çoğu İslam ülkeleridir. İslam ülkelerindeki demokrasi zihniyetinin (anlayışının) gelişimi Batı toplumları ile karşılaştırılamayacak ölçüde yavaş ve geridir. Hatta bu ülkelerde çok sık olarak, demokrasilerden geriye dönüşler de vardır. İran, Afganistan, Pakistan… gibi.

Demokratik, hukuksal, siyasal, sosyal ve kültürel (ekinsel) gelişmeler bakımından, halkının büyük çoğunluğu müslüman olsa bile, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk toplumundaki gelişmeler öbür İslam devletlerine uymaz. Türk toplumunun genel rotası, çağdaş dünya ve çağdaş toplumlara yöneliktir.

M.K. Atatürk‘ün kurduğu laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve gelişmesi, kimi zaman bazı sapmalar geçirse bile, akıl, bilim, özgürleşme ve demokratikleşmenin dünyadaki tarihsel gelişme eğilimine uygundur.

Atatürk dönemini demokrasi olarak adlandırmayanlar olabilir. Ancak böyle düşünmek kanımca eksik ve yanlıştır. Demokrasi “pat” diye gökten inmez. Demokrasilerin yerleşik olabilmesi için toplumda, mutlaka bir zihinsel, davranışsal, düşünsel, kültürel, hukuksal ve siyasal altyapı değişimi gerekir.

Atatürk‘ün getirdiği devrimler, ilkeler ve yarattığı çok önemli zihniyet dönüşümleri, Türkiye için, çağdaş demokrasinin kültürel, sanatsal ve kurumsal altyapısının temel taşlarını oluşturduğunu unutmamak gerekir.

Kanımca Atatürk dönemi, başta parlamenter sistemin gelişimi olmak üzere, her türlü, siyasal, hukuksal, yönetsel ve başta akıl, bilim temelli çağdaş eğitim sistemi olmak üzere, yeni bir zihniyet yapısı ve çağdaş kurumları ile DEMOKRASİYE HAZIRLIK dönemidir.

Dünyada kısa dönemli Hitler, Musolini vb. faşist diktatörlükler vb. ibret verici, kötü, tersine gelişmeler dikkate alınmazsa tarihsel genel eğilim demokrasi ve özgürlüklerden yanadır. Her canlı ışığa, aydınlığa yönelerek büyür, gelişir.

  • İnsan soyu da, özgür aklın ve pozitif bilim ve teknolojinin ışığı ile büyüyüp gelişmeyi südürmektedir ve gelecekte de sürdürecektir.
  • Çağdaşlaşma ve demokratikleşmenin en önemli itici ve sürükleyici gücü ise,
    aklın özgürleşmesi, pozitif bilim ve teknolojinin başat duruma geçmesi,
    laik ve özgürlükçü demokrasilerdir.

Sanayileşme, sekülerleşme ile kentleşme ve doğru bireyselleşmedir.

Çünkü özgür akıl, pozitif bilim, ekonomik gelişme, sanayileşme, kentleşme ve özgür birey olmadan sekülerleşme, laikleşme ve demokrasi gereksinimi doğup gelişmez.

Kıssadan hisse (özce) :

Dünyadaki tüm koşullar ve beklentiler akıl, bilim, hukuk devleti, demokrasi ve adalet isteyenler; daha mutlu, sağlıklı ve daha yüksek gönenç (refah) sağlayan ve adilce paylaşan bir ekonomik düzen arzulayanlardan yanadır. Bunun kanıtı da devletler üstü bir hukuk güvencesi oluşturan Evrensel İnsan Hakları Bildirgesidir. Yine uluslar üstu din ve vicdan özgürlüğü güvencesidir.

  • Aklın, bilimin ve çağın gereklerine uymak koşuluyla, kötümser olmaya gerek yoktur.
  • Aklın ve bilimin gereklerine uymak insan olmanın gereklerine uymaktır.
  • Aklı olmayanın dini de olmaz.

Barajları oluşturan setler ne denli yüksek olursa olsun, barajlar yine dolar, ırmaklar bu setleri mutlaka aşarlar. Sular, yerçekimine aykırı olarak tersine akamaz.
İnsanlık ve gerçek demokrasi idealleri de kendi kutup yıldızının rotasından ayrılamaz.

Enseyi karartmayalım..

OTORİTER ve TOTALİTER REJİMLERDE OLASI TOPLUMSAL ÇÜRÜME BELİRTİLERİ

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

OTORİTER ve TOTALİTER REJİMLERDE OLASI TOPLUMSAL ÇÜRÜME BELİRTİLERİ

EĞER:
– Özgür düşünce yasaklanırsa AKIL ÇÜRÜR.
– Korku kültürü yaygınlaşırsa SÖZ- SOHBET-İÇTENLİK ve İNSANA GÜVEN ÇÜRÜR.
– Özgürce yazmak yasaklanırsa MEDYA ÇÜRÜR.
– Kutsal din duyguları bireysel, ticari, ailevi, siyasi ve kurumsal çıkarlara alet edilirse İNANÇ ÇÜRÜR.
– Tencerede aş, sofrada ekmek… bulundurma sıkıntısı doğarsa AİLE ÇÜRÜR.
– Sağlık, eğitim, istihdam, iş ve gelir güvencesi zayıflarsa TOPLUM ÇÜRÜR.
– Evrensel insan hakları, din ve vicdan özgürlükleri kısıtlamışsa HUKUK ÇÜRÜR.
– Eğitimciler, akıl, bilim, özgür araştırma hakları, fırsat eşitlikleri ve olanaklarından yoksun bırakılırsa EĞİTİM SİSTEMİ, YANİ ZİHNİYET ÇÜRÜR.
– Haksızlık, yolsuzluk, liyakatsızlık ve hırsızlıklara göz yamulursa AHLAK ÇÜRÜR.
– Yurttaşlar arasında ırk, din, mezhep, siyasal kanı, bölge ve cinsiyet ayrımları yapılırsa VİCDAN VE TOPLUMSAL BÜTÜNLÜK ÇÜRÜR.
– Devletin varlığı, halk sağlığı ve toplum güvenliğine zarar vermeyen her konuda özgürce örgütlenme, parti kurma ve görüş bildirme olanakları kısıtlanmışsa DEMOKRASİ ÇÜRÜR.
– Yargıçların özgürce karar verme olanakları kısıtlanmış ya da baskılanmışsa YARGI ÇÜRÜR.
– Bir ülkedeki siyasal iktidarlar anayasal yetkilerinin dışına taşarak keyfi siyasal, ekonomik ve hukuksal kararlar üretebiliyorlarsa REJİM ÇÜRÜR.
– Siyasal iktidarı elinde bulunduranlar hak-hukuk-adalet ve liyakat ilkelerinden ayrılmışlarsa DEVLET ÇÜRÜR.

Çünkü devletin temeli de, ideolojisi de, ahlakı da adalet ve hukuktur.

Bu hukuk teokratik rejimlerde dinsel hukuk; laik, sivil ve çağdaş rejimlerde doğrudan toplum tarafından seçilen millet vekillerinin özgürce birlikte oluşturdukları laik ve sivil hukuktur.

Yani ulusal istenç ya da milli iradedir.

Keyfi hukuk ise Hitler, Mussolini ve Stalin gibi diktatörlerin yalnızca ve yalnızca kendilerine özgü olarak ürettikleri bir basķı ve sindirme hukuku(!) olabilir.
***
Atatürk bu ülkenin hem aklı, hem kalbi, hem hukuku, hem ahlakı, hem ruhu ve hem de ebedî geleceğidir.

O’na kötülükle uzanan eller ve kolları yöneten beyinler küflenmiştir, koftur.

Bu çağın aklı ve bilimini göremeyen ve geleceği olmayan cahil ve adi zihniyeti lanetliyorum.

Bir bilim insanı liderin ardından.. Merkel…

Orhan BursalıOrhan Bursalı
obursali@cumhuriyet.com.tr

Son Yazısı / Tüm Yazıları
Cumhuriyet, 13 Aralık 2021

 

Siyasette bir bilim insanının ülkeye liderlik yapması çok ender görülür. Hele bir de kadınsa, tarihte belki de tektir (Almanya’da ilk, liderlik derken ben bilimsel liderliğini de ekliyorum). Üst üste dört seçim kazanıp 16 yıl Almanya’yı yöneten, ülkeyi Avrupa Birliği’nin de temel direği ve kendini de lideri haline getiren, Sanayi 4.0’a geçişle sanayisine çağ atlatan ve ülkeyi bilimde de müthiş yerlere getiren Angela Dorothea Merkel’den bahsediyorum.

Üstelik parti koltuğunu da hiç tereddütsüz bı-raktığını, seçimlere artık girmeyeceğini aylar önceden ilan ederek partisini ve ülkesini hazır-layan bir liderden… Büyük bir askeri törenle ve en büyük askeri nişanları alarak, askeri bandonun çaldığı, sevdiği şarkıları dinleyerek, 16 yıl boyunca hükümetinde yer alan 52 bakanın da katıldığı törenle 30 yıllık siyaset yaşamını da noktaladı. Beethoven ve Frank Sinatra da vardı seçtiği müzikler arasında.
Az kişinin katıldığı toplantı, Savunma Bakanlığı avlusunda yapıldı. Burası 1944’te, bir grup Alman subayın, Hitler’e karşı düzenlediği başarısız suikast sonrası idam edildikleri yerdi.
ALMANLARA VASİYETİ: BİRBİRİNİZE GÜVENİN
Konuşması önemliydi. Pandemi sürecinde karşılaşılan bilim karşıtı her şeye tavır aldı. Özetle:
  • Demokrasi, gerçeklere olan güven de dahil olmak üzere dayanışma ve güvene bağlı-dır. Politika bilim ve toplumsal tartışmada güvenin ne kadar önemli ve aynı zamanda ne kadar kırılgan olduğunu gördük.. Bilimsel olguların reddedildiği her yerde, komplo kuramlarına ve yayılan nefrete karşı direnmeliyiz… Siyasal zorlama aracı olarak ortaya çıkan nefret ve şid-dete karşı demokrasimizi, hoşgörümüzü koruyarak karşı çıkmalıyız.. dedi.

Şu sözler de O’nun:

  • Demokrasimiz kritik tartışmalarla ve yanlışları düzeltmelerle yaşar. 

(Bizim iktidar söylemlerine ne denli uzak anlayış! Almanya-Türkiye farklılığının temeli.)

Ve: Artık önümüzde uzanan ve geleceğimizi biçimlendiren zorluklara yanıt bulmak, bir sonraki hükümetin görevi… Bunun için sana sevgili Olaf Scholz ve yöneteceğin hükümete, en iyisini, bol başarılar diliyorum.

KUVANTUM KİMYASINDA DOKTORA

Merkel, Leibzig’de Karl Marks Üniversitesi’nde fizik okudu. Sonra Berlin’de (Doğu) Bilimler Akademisi’nin Fiziksel Kimya Merkezi Enstitüsü’nde kuvantum kimyası üzerine doktorasını verdi. Ve siyasete girmeden önce, “Prag laboratuvarında gaz-parçacık çarpışmalarının ku-vantum mekaniği üzerinde” araştırmalara imza attı.

Çok önemli kararlara imza attı, atom santrallarının belirli bir sürede kapatılması, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelinmesi, bilimde liderlik, iklim değişikliğine karşı sert önlemler…

Merkel’in ardından bilim dünyasındaki hüznü görüyorum.


Kaynaklar:

Merkel’in konuşması, Almanca görüntülü: https://www.youtube.com/watch?v=7tGYAEabLpA 

Metin: www.bundeskanzler.de/bk-de/aktuelles/rede-von-bundeskanzlerin-merkel-anlaesslich-des-grossen-zapfenstreichs-am-2-dezember-2021-in-berlin-1987276 

Bilimsel veriler ve Merkel üzerine bir değerlendirme: www.nature.com/articles/d41586-021-02479-6

Merkel ve bilim üzerine Herkese Bilim Teknoloji Dergisi’nde yayımlanan iki makale: 1) Müfit Akyos “Merkel ve Bilim”, sayı 291, 21 Ekim 2021; Celal Şengör, “Doğayı tanıyan kişilerden lider seçme zamanı gelmedi mi?” Sayı 290, 14 Ekim 2021.

IRKÇILIK – MİLLİYETÇİLİK ve ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Okurlarım ve izleyicilerim bana, “Hocam ırkçılık ve milliyetçilik üzerine niçin hiç yazmıyorsunuz?” diye soruyorlar. Önce bir konunun altını önemle çizmem gerekir. Milliyetçilik öğretisi 2 yanı keskin bir bıçak gibidir. İyiye de, kötüye de yani birleştiriciliğe de, bölücülüğe de neden olabilir.

Milliyetçiliğin iyi yanı ve doğru olanı savunmacı milliyetçiliktir.
Ulusun bütün paydaşlarını bir bütün olarak sarıp sarmalar. Ortak tarih, ortak dil ve ortak kültür gibi değerlerle toplumsal bütünlüğü güçlendirir. Yine ortak ulusal geleceği, tüm paydaşları ve bileşenleri ile birlikte, hiçbir etnisiteyi dışlamadan, adalet içinde, kafa kafaya, el ele ve gönül gönüle vererek birlikte oluşturmaya çalışır.

Eğer milliyetçilik yanlış uygulanırsa, yurt içinde ırkçılığa ve dinciliğe bürünerek, ötekileştirmelere, dışlamalara, düşmanlaştırmalara ve etnik temizliğe (AS: etnik kırım!) neden olabilir. Toplumsal istikrarı bozar. Dış politikada da fetih ve cihat gibi feodal ve teokratik değerleri kullanarak saldırgan bir yapıya ve hatta ırkçılığa dönüşebilir.
Şimdi konumuzu çok özet olarak açıklamaya çalışalım :

A- Irkçılık ya da Biyolojik Irkçılık Nedir?

İnsanların kültürel ve toplumsal özelliklerini biyolojik ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren ideoloji ya da öğretidir. Derinin rengi, yaşadığı coğrafya bölgesi ve kafatası özellikleri vb. nedenlerle bu ideolojide, kimi ırklar üstün görülür.
Bu yaklaşım gericidir, çağdışıdır; akıl, bilim ve çağdaş insancıl değerlerle bağdaşmaz.

B- Kültürel Irkçılık Nedir?

Kültürel ırkçılık ise, kimi ırkların, örneğin bir bütün olarak beyaz ırkın öbür ırklardan daha çok gelişmiş, daha akıllı ve daha yetenekli olduğu yanlış ve kasıtlı çıkarsamasına dayanır.
Bu yanlış ve çağdışı yaklaşım, siyah Afrika halklarının köleleştirilmesi, ülke kaynaklarının da emperyalist Batı’nın beyaz ırklarınca kolonileştirilip (AS: sömürgeleştirilip) sömürülmelerine neden olmuştur. Hatta bu yanlış ırkçı yaklaşıma göre, beyaz ırklar siyah ırklara uygarlık (!) götürmektedir. Emperyalizmin siyah ırkları sömürü yolu böyle açılmıştır.

Günümüzün evrensel hukuk anlayışına göre herkes haklar ve özgürlükler bakımından eşit doğar (AS: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, md. 1). Hiçbir ırkın öbürlerine üstünlüğü ya da aşağı olması söz konusu değildir.

C- MİLLİYETÇİLİK (Ulusalcılık) nedir?

Maddi, manevi, ekonomik, kültürel, sosyal ve sanatsal …her açıdan kendi halkı, ülkesi ve devletinin bütün çıkarlarını her şeyin üstünde tutma ideolojisi ya da öğretisidir.
Milliyetçilik ideolojisi de ırkçı milliyetçilik ve kültür milliyetçiliği diye ikiye ayrılır.

1- Irkçı Milliyetçilik

Kendi ırkının her açıdan başka ırklar ve toplumlardan daha üstün olduğu inancına dayanır. Başka uluslara düşman olur. Kafatasçılık olarak da tanımlanabilir. Akıl ve bilim dışı bir saplantıdır. Hem içerde ve hem de dışarıda istikrarsızlık kaynağı olur .

2- Kültür Milliyetçiliği

Dil, tarih, kültür, gelenek, görenek ve birlikte yaşama açısından ortak bir geçmişe sahip olan etnik ve azınlık kesimlerin oluşturduğu toplumsal yapının yine ortak gelecekte birlikte var olma savaşımında fikir ve davranış birliği içinde olabilme bilinci ve istencine dayalı bir öğretidir.
Saldırgan ve savunmacı milliyetçilik olarak ikiye ayrılır.

a- Saldırgan Milliyetçilik

Saldırgan milliyetçilik başka toplumların ve ülkelerin varlığını kendisi için sürekli tehlike ve düşmanlık olarak algılayan milliyetçiliktir. Başka uluslarla uzlaşmaya ve barış içinde yaşamaya karşıdır. Örneğin Hitler dönemindeki Alman Ulusunun iç ve dış saldırgan milliyetçiliktir. Yurt içindeki farklı kültür ve azınlıklara karşı etnik temizlik ve asimlasyon, yurt dışında ise başka toplumların düşman olarak görülmesi ve yok edene kadar savaş stratejisine dayanır.

b- Savunmacı ve Korumacı Milliyetçilik.

Dağılmış ulusal birliği yeniden toparlamak, halk arasında farklı etnik ve azınlıklarla birlikte ortak yaşam ilkelerini sağlamlaştırmak; toplam ulusal bilinci güçlendirerek korumak, yurt içinde ulusal birliği ve barışı kalıcılaştırmak. Yurt dışında ise başka ulusların yaşama hakkına saygı duymak, ancak her türlü iç ve dış tehditlere karşı uyanık olmak…

D- Atatürk Milliyetçiliği Nedir?

Atatürk Miliyetçiliği :
– Irkçı değildir, kültür odaklı ve kültür tabanlıdır,
– Saldırgan, fetihçi ve cihatçı değildir,
– Tüm yurttaşların eşitliğine dayanır,
– Bölücü değil birleştiricidir,
– Başka ulusların hak ve hukukuna saygılıdır,
– Emperyalizme karşı büyük bir kurtuluş savaşını birlikte kazanmış tüm paydaşların ortaklaşa birlikte yaşama ve çağdaş ortak geleceği birlikte kurabilme inancına dayanır.

Atatürk diyor ki:

  • Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.
  • Cumhuriyetin temeli kültürdür, (ırk değil)
  • Yurtta barış, dünyada barış.
  • Türkiye Cumhuriyetini kuran TÜRĶİYE HALKINA TÜRK MİLLETİ (ULUSU) DENİR.

YÖNETİM ve SİYASET AÇISINDAN SALDIRGAN ve YIKICI KİŞİLİK ÖZELLİKLERİ ÜZERİNE KISA NOTLAR…

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Tarihten günümüze dek, her devirde, her toplumda ve her kültürde; ırklar, inançlar, dinler, ahlak ve hukuk örüntülerinden bağımsız olarak görülen saldırgan, yıkıcı ve kıyıcı kişilik özelliklerinin yönetimleri üzerine yapılan otoriter ve totaliter nitelikli psiko-sosyo-kültürel ve siyasal davranışlar için yapılan başlıca saptamalar şöyle özetlenebili(×) :

1- İktidar Olmak İçin Her Şeyi Araçsallaştırma

Elde edilecek temel final iktidar amacı için, yalan, iftira, karalama, öldürme, asıl amacını gizleme (takiyye), kargaşa (kaos) çıkarma, kandırma, ikna, rüşvet, zina, korkutma… benzeri araçları kullanarak ve her türlü dinsel, ahlaksal, hukuksal, insancıl.. değerleri hiçe saymak ve çiğnemek. Bir tümce (cümle) ile söylemek gerekirse, son amaca ulaşmak için her türlü ahlaksal, hukuksal ve insansal değerleri yok saymak. Amacını kutsallaştırıp öbür tüm kötü ve ahlak dışı araçları aklamak (meşrulaştırmak). Bir çeşit Makyavelizm..

2- Baskı ve Üstünlük Kurma

Kimi insanlara ve liderlere göre İktidar olmak; güç devşirmek, güç kullanma tekeline sahip olmak demektir. Kişi ne denli etkin ve yaygın güç sahibi ise o ölçüde güçlü bir iktidar sahibi olduğuna inanır. Bu gücün kullanım alanı da genelde haksız, ahlaksız, adaletsiz ve hukuksuzlukla mücadele etmek değildir. Kendisinin şimdiki ve gelecekti rakiplerini basķı altında tutmak, korkutmak ve iktidarını bu yolla sürdürmek içindir.

3- Öç Alma (intikam) Duygusu İle Yaşama

Bir toplumdaki açık, gizli cinayetler, yapanı bilinmeyen bombalamalar, kıyımlar, kuşkulu intiharlar, işkenceler ve bu yolla toplumdaki korku iklimini yaygınlaştırmak ve özgürlükleri kısmak. Bir çeşit, geçmişten intikam alma, rövanşizm ya da kısasa kısas… korku kültürünü yayarak halkı sindirme.

4- Özseverlik – Sadistlik

Kendi bedensel varlığını, düşünsel ve kültürel kapasitesini, inancını, mesleksel, teknik ve kültürel birikimini herkesten üstün görmek. Kendisine hayran olmak. Başkaları ile eşitliğe karşı çıkmak. Ukala ve kibir yüklü olmak. Bu nedenle kendisini sürekli olarak her türlü iktidarın doğal sahibi olarak algılamak. (AS: Narsisizm – Özsevicilik!)

5- İdeolojik Takıntı Sahibi Olmak

Kendi ideolojisini her türlü eleştiriye kapatarak kutsal ve dokunulmaz yapmak. Öbür tüm ideolojileri aşağılamak, değersizleştirmek. Yok saymak. Başka ideoloji sahibi olanları düşman olarak görmek. Onlara yaşam hakkı tanımamak. Kendi gibi düşünmeyenlere “Ya sev ya terk et” demek.

6- Bireysellikten – Özgürlükten Uzaklaştırmak

İnsanların bireysel (AS: ama toplumcu!), akılcı ve özgürlükçü kimliklerini yok etmek. Halkı olabildiğince sürüleştirmek, robotlaştırmak, ağzı olup dili olmayan, aklını kullan(a)mayan otomatik itaat, sadakat ve itirazsız görev makinelerine dönüştürmek. Örneğin Hitler Nazileri ve Mussolini Faşistleri buna örnek olarak gösterilebilir.

7- Rakipleri ve Hedef Grupları İsanlıktan Çıkarma

Kültürel, etnik, dinsel, ideolojik…rakipleri ötekileştirip aşağılayarak insanlıktan çıkarma. Onları insan saymama ve yaşama hakkı tanımama. Örneğin Hitler tarafından Yahudilerin, Çingenelerin (Romanların), engelli ve genetik rahatsızlığı olanların gaz odalarında boğulup fırınlarda yakılmaları! 1965 yılları öncesi ABD’de zencilerin yaşadıkları ya da kölelik rejimlerindeki kölelerin insan değil, mal olarak kabul edilmesi. Sahiplerinin köleleri ve cariyeleri istedikleri gibi.kullanabilmeleri, tıpkı bir mal gibi alıp satabilmeleri…

8- İktidar Sahiplerine Kesin ve Sorgusuz İtaat İsteği

Tarihsel, kültürel alışkanlıklar, ayrıca çarpıtılmış hatalı ve yanlış dinsel öğretilerin etkisi ile de insanların, halkların ya da toplumların sınırsız, koşulsuz, sorgusuz ve itirazsız biata, sadakata, kanaata zorlanmalarıdır. Ortaçağ kral ve sultanlarının temel davranış kalıpları böyledir. Günümüzde, despotik Ortadoğu İslam ülkelerindeki iktidar sahipleri kendi halklarından sorgusuz ve sürekli olarak, “Ul’ul Emre İtaat” bekledikleri görülmektedir.

9- İktidar ya da Grup Kimliği ile Özdeşleştirme

İnsanları, halkı ya da toplumu iktidardakilerin etnik, dinsel, siyasal ve ideolojik iktidar kimlikleri ile özdeşleştirme (aynılaşmasını sağlama). Mevcut iktidarın temsil ettiği kimlik şablonu içinde olmayan dinsel, etnik ideolojik kümeler ya da bu şablona girmek istemeyenleri ötekileştirme, ayrıştırma, düşmanlaştırma ve yok sayma. Laik, sivil, çağdaş, çoğulcu ve demokratik yapıyı engelleme. Dikensiz tek renk ve tek tip bir gül bahçesi (!) oluşturma.

10- İktidara mutlak uyum sağlamaya zorlama

Dinsel, siyasal, kültürel, medyatik, ekonomik, sanatsal … seçkinler (AS: yandaş) yaratarak onları mülkiyet sahipliği ve finansal açıdan desteklemek, iktidarla uyum içinde çalışabilecek fırsat ve rant kollayanlara (oportünislere) bürokratik, akademik, siyasal unvanlar ve kadrolar dağıtmak. Devlet kapılarını ve olanaklarını onlara açmak. Çünkü mevcut (AS: varolan) siyasal iktidarların sürekliliği açısından iktidarlar bu tür “sadık köleler“e sürekli gereksinim duyarlar.

Son söz                                  :

Yukarıdaki 10 Kıssadan hisse kapabilmek herkesin kültürel ve entellektüel derinliği ve gereksinmesi kadardır.

Demokratik, laik, hukukun üstünlüğüne çağdaş, tüm insanların eşitliğine dayalı, ulusal istence ve temel insan haklarına bağlı yönetimler her zaman vazgeçilemez olmalıdır.

(×). Michael Shermer, AHLAKIN YAYI.
Çev. Erhan Güzel. Phoenix Yayınları, ss.47-48 ve 295-325

İktidar, Neron gibi Roma’yı da yakarım moduna geçmiş

İktidar, Neron gibi Roma’yı da yakarım moduna geçmiş

NEVŞİN MENGÜ
@nevsinmengu
http://www.diken.com.tr/iktidar-neron-gibi-romayi-da-yakarim-moduna-gecmis-durumda/

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Alman meslektaşlarla konuşurken kafamın epey karıştığı meselelerden biri Almanya’daki konut sorunu. Özellikle Münih ve Berlin’de konut fiyatları ve kiralar uçmuş durumda. Bu kentler hem Almanya’nın içinden hem de dışından göç alıyor ama yeterli konut yok. Bir Türk olduğum için bu soruna kafam basmıyor. Yav kardeşim her yer boş, boş alanlara diksinler apartmanları işte diye düşünüyorum. Gerçekten de öyle, bir Türk gözüyle bu kentlerde o kadar çok boş alan var ki. Üstelik kentler fazla büyük de değil, etrafları da bomboş.

Fakat Almanya’da öyle kolay olmuyormuş. İnsanlar kentin dokusu değişmesin, yeşil alanları azalmasın, ormanla bağlantıları kesilmesin istiyor. Yeni inşaat yapılmasına direniyorlar. Tabii dev inşaat firmaları da inşaat yapmak için izin koparmaya çalışıyor. Bu konuda bir çekişme var. Kentlerin göbeğinde kocaman kocaman parklar olması, şehrin hemen dışına çıkar çıkmaz ormana dalabilmek gerçekten çok güzel bir şey. İyi zaman geçirmek, spor yapmak orta sınıf, orta alt sınıf insanlar için bir lüks olmaktan çıkıyor. Bahçeli apartmanlar, kent içindeki yeşil alanlar insanlara nefes aldırıyor.

Öte yandan Almanya akın akın yazılımcı, mühendis, doktor göçmen alıyor. Almak zorunda. Zira nüfusu yaşlı, hastanede çalışacak doktora, teknoloji şirketlerinde çalışacak insanlara ihtiyacı var. Almanya’ya göç eden bu yeni orta sınıfın da konuta ihtiyacı var. Trump seçildikten sonra ABD’den Berlin’e ufak bir göç dalgası gözlenmiş mesela. Kendi ülkelerinden ümidi kesen orta sınıf Amerikalılar kendilerine Avrupa’da bir gelecek aramaya gelmiş.

Konut az olunca kira fiyatları alıp başını gidiyor. Berlin’de solcu belediye kiralarda bir tavan fiyat uygulamasına gidiyor. Buna gerekçe olarak anayasal barınma  hakkını gösteriyor. Ancak tabii bu karara serbest piyasaya ve rekabete aykırı diye itiraz edenler var. Öte yandan kentlere büyük paralarla konut almaya gelenler de dengeleri bazen alt üst edebiliyor. Londra buna bir örnek. Londra’daki konutların büyük kısmı Londra’da doğmuş, Londra’da çalışan kişilere değil, göçmenlere, yatırımcılara ait. Arap yatırımcıların büyük payı olduğu söyleniyor. Hatta Londra Belediye Başkanı Sadiq Khan’ın seçim kampanyasını yürütürken verdiği sözlerden biri de konut piyasasını düzenleme ve Londralıların da ev sahibi olmasını sağlamaktı.

Gelelim Kanal İstanbul meselesine. Proje Arap ülkelerinde tanıtılmış, belli ki Arap yatırımcılar hedef alınmış vb. haberleri hepimiz okuduk. Kanal İstanbul çevresinde yeni kurulacak bu bölgede serbest bölgeler planlandığı da iddia ediliyor. Pek çok kişi de Arap kolonisi mi kurulacak endişesini dile getirmeye başladı. Paranın bol olduğu yerden yatırım çekmek Türkiye için kötü bir şey değil. Bu ister Arap sermayesi olsun, ister Rus, ister Avrupa. İnsanların ev sahibi olmak isteyeceği yeni bir merkez yaratmak, ekonomiyi canlandırır, yeni iş kolları yaratır. Fakat burada temel sorunlardan biri projenin İstanbul gibi artık bir ucube durumuna gelmiş megakenti daha da büyütmek, daha da karmaşık hale getirmek üzerine kurulmuş olması.

Madem yabancı yatırımcının da parasını getireceği, gelip yaşamak isteyeceği bir cazibe (AS: çekim) merkezi oluşturmak isteniyor, bu uçsuz bucaksız Anadolu’nun başka bir noktasına yapılabilir. Uzun zamandır göç veren, insan kalmayan bir küçük Anadolu kenti kurtulmuş olur. Hem İstanbul hem İzmir’e yakın Balıkesir neden olmasın örneğin. Hem yeşil alanlara hem Ege Denizi’ne erişimi var, halihazırda otoban ağlarına bağlı. Ya da Bilecik… Hem Bursa’ya yakın, ulaşımı kolay. Kentin hemen dışında çok güzel doğası var. Benzer pek çok küçük kent sayılabilir.

Evet, işler iyi gitmiyor, çarklar dönmüyor. Zira kimse yatırım yapacak cesareti bulamıyor, piyasa şu anda sopayla regüle ediliyor. Bunu da herkes biliyor. İktidar, çarkları yeniden döndürecek, milleti yeniden heyecanladıracak, umut verecek yeni bir şeye, yeni bir hikayeye gerek duyuyor. Yerli ve milli araba, Kanal İstanbul gibi projeler yeni öykü yazmaya dönük, bunu anlıyoruz.

  • Ancak iktidar, Neron gibi Roma’yı da yakarım moduna geçmiş durumda.

Madem çılgınca bir şeyler yapmak gerek, elimizdekileri yok etmeyecek, pirince giderken bizi bulgurdan etmeyecek bir şeyler yapmaya kafa yorsak ya da aslında yorsalar. Ben yaptım oldu, illa da olacak inadı sonuçta kimse için iyi sonuçlar doğurmuyor. Tarih bu konuda hep tekerrür ediyor.
=====================================
Dostlar,

2020’de AKP = ERDOĞAN’DAN İVEDİ BEKLENTİLER..

2020’ye gireli 12 dakika olmuş biz bu dizeleri yazalı.. Öncelikle;

ATATÜRK’ün Türkiye Cumhuriyeti’ne ve tüm insanlığa barış, sağlık, gönenç, adalet.. dolu bir 2020 yılı diliyoruz.. 

Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün de katıldığı, aşağıdaki fotoğraftaki Türkiye’yi özlüyoruz..

Image result for Atatürk + yeni yıl kutlama mesajları

Günümüzde İslamiyeti tekellerine almaya çabalayan iktidar çevreleri, dünyada hiçbir İslam ülkesinde görülmeyen tesettür örnekleri  sergiliyorlar.. Hemen alttaki fotoğrafta R.T. Erdoğan ve eşi Emine Erdoğan’ı görüyoruz. Tarih 2019’lar.

Image result for Emine Erdoğan

Alttaki fotoğrafta da Katar emiri ve eşi Şeyha Moza’yı..

Image result for katar emiresi şeyha

Nasıl açıklayacağız bu tabloyu 2020’nin ilk dakikalarında?
Türkiye 1930’larda nerede idi, gerici iktidarlarla nereye çekildi.
Müslüman ülkeler giderek Batı tipi modern giysilere evrilir ve kadınlar başlarını açarken, Türkiye’ye Tayyipgiller anlayışı dayatılıyor. Bu ne biçim bir İslamiyet yorumudur ve dayanakları nelerdir? Kaç tür İslam yorumu vardır, kimler buna yetkilidir ve “GERÇEK İSLAM” hangisidir?

Bir başka İslam ülkesi Malezya’nın başbakanının eşi Emine Erdoğan ile..

Image result for Malezya başbakanının eşi

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ve eşi Reina aşağıda..

Image result for Mısır başbakanının eşi

BAE Başbakanı'nın eşi Almanya'ya kaçtı

 

Birleşik Arap Emirlikeri Şeyhi ve karısı sol yanda..

 

 

 

 

 

 

Emine Erdoğan, Özbekistan Cumhurbaşkanı Mirziyoyev’in eşi ile aşağıda..

Örnekleri çoğaltmak olanaklı..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bağırıyorum, Kuran kadına vücudunuzu örtün demiyor

Prof. Dr. Zekeriya Beyaz imam, vaiz ve müftü olarak çalıştı. Sosyoloji dalında yüksek lisans ve doktora yaptı. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı. Bir laf etti, ortalık birbirine girdi. Hem TV ekranında hem de İslam ve Giyim Kuşam – Başörtüsü Sorununa Dini Çözüm
adlı kitabında, Kuran’da örtünmeyle ilgili hüküm olmadığını söyledi.

Kitaba kelime soktular! 

…. Nur Suresi, … 30 ve 31’inci ayetler önceki ayetlerle birlikte bir bütünlük içinde sorunlara çözüm getiriyor. Ayet diyor ki :

  • ‘Örtünüzü veya başörtünüzü –iki anlama da gelir– göğüs değil, bu yakaların üzerine örtün’, ziynetinizi kapatsın, gerdanlığı kapatsın, kimse görmesin. Ancak bu ziynetlerinizden görünenler müstesna, yüzük gibi küpe gibi. Bunun dışında ziynetlerinizi göstermeyin.Nur Suresi 30 ve 31‘inci ayetlerin tesettürle ilgisi olmadığı halde, daha önceki ayetlerden ve iftira olayından bağımsız gibi ele alınıyor ve kelimelerin anlamları kaydırılarak yanlış yorum yapılıyor. Ziynetinizi, yani gerdanlığınızı örtün’ anlamı yanına yerleri‘ kelimesini ilave ettiler.
  • Allah’ın kitabına bir parantez içinde soktular.Sokunca da ‘ziynet yeri‘ oldu. Böylece de ‘ziynet yerini örtün‘ dendi. O zaman da ziynet yeri, ne oldu? Başı, bedeni oldu. Halbuki kastedilen tamamen ziynet, gerdanlık, takılar, altın ve gümüştü. Bu ayette “baş” kelimesi hiç yok. Örtünün ziyneti örtmesi söz konusu. (Hürriyet, 09.12.2000, İslamiyet Gerçekleri Anasayfası ve Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, İSLAM VE GİYİM KUŞAM, Sancak yay. 1999, önsözden önceki çizimli 6 sayfa vd.)
  • Bu açıklama ile bir ilahiyat profesörü bile, Kuran’ın değiştirildiğini kabul-itiraf etmiş oluyor.
    ****
    21. yy’ın şafağında, önceleri Türbanı salt Üniversitede okuyacak kızlar için (!) isteyen AKP, tüm ülkenin başına Türbanı geçirdi deyim yerinde ise. 4-5 yaşlarındaki ana okulu kız çocukları dahil!

2020’de, AKP = Erdoğan‘ın bu akıl ve gerçekte din dışı İhvan / çöl şeriatı anlayışını toplumda dayatmaktan vazgeçmesini diliyoruz. Toplumsal barışın temelinde Laik devleti düzeni olduğunun çok iyi anlaşılması ve uygulanması zorunludur.

Halkımızın da bu gerçekleri iyi anlaması ve aldatılmasına izin vermemesini bekleriz..

Diyanet İşleri Başkanlığı başlıbaşına bir “sorun” durumuna gelmiştir. Adeta militanca davranmakta, İslamın Hanefi yorumunu / mezhebini tüm Türkiye’ye dayatmaktadır. Bu politika ve uygulama kabul edilemez ve sürdürülemez. Kuşkusuz dayanağı AKP iktidarıdır. “Hanefi” mezhebi İslamın yorumlarından / mezheplerinden yalnızca biridir. Dahası, 57 İslam ülkesinin hiçbirinde İslamın yorumu / yaşanışı aynı değildir, ciddi ayrışmalar vardır. Bunların hangisi Kuran’ın doğru yorumudur? Bu sorunun yanıtı yoktur. Dolayısıyla, herkes dini kendi anlayışınca yorumlar ve yaşar; kamusal alanda hiçbir dinsel inanç egemen olamaz. Din – mezhep – inanç çatışmaları geçmişte yüzlerce yıl sürmüş ve çooook kanlı olmuştur. Batı, bu sorunu LAİKLİK – SEKÜLARİTE ile çözmüştür son birkaç yüzyıldır. İslam dünyası için de başka hiç-bir ama hiç-bir seçenek yok tur…

  • İslamda reform ve dinci faşizmi, emperyalizme alet olmayı artık kesinkes bırakmak!

Öncelikle Cumhuriyetin LAİK yapısının korunması, toplumsal barış için olmazsa olmazdır.

Ardından öbür sorunların çözümü için uzlaşıcı yöntemler çoğulcu toplumda bulunabilir. Bunun da yolu yeniden Parlamenter Demokratik yönetime dönüş ve net bir Güçler Ayrılığı rejimidir.

Ülkemizin olağanüstü ağırlaşan sorunlarının çözümü için atılacak ilk 2 ivedi adım, yukarıda sunulmuştur.

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının, açıkça yapamıyorsa bile, AKP ve Erdoğan’ı uygun bir yöntemle uyarması Anayasal ve artık kaçınılamaz, ertelenemez görevidir (Anayasa md. 69).

AKP = Erdoğan toplumla çatışmayı bir yana bırakmalıdır. Çatışmacı ve ayrıştırıcı bir dil belki kısa erimde konjonktürel politik kazanç (OY!) sağlayabilir ancak orta – uzun erimde bu olanak yoktur, geri teper hatta. Örn. Kanal İstanbul projesi konusunda “Siz ne derseniz deyin, bu kanal yapılacak” söylemi, demokratik bir rejimde hiçbir devlet başkanının söyleyebileceği bir söz değildir, olamaz. Böylesi bir dayatma ancak mutlak monarklar döneminde belki olabilir; o rejimlerin de dünyada sonlanmasının üzerinden çooook uzun onyıllar hatta birkaç yüzyıl geçti.

Erdoğan BM’de sıklıkla Güvenlik Konseyi’nin 5 sürekli üyesinin ayrıcalıklı konumunu, veto hakkını haklı olarak eleştirmekte ve “Dünya 5’ten büyüktür söylemini dillendirmektedir. Buradan esinle, Kanal İstanbul projesini Erdoğan’ın Türkiye’ye dayatması karşısında diyoruz ki;

  • Türkiye 1’den çooook büyüktür!

Erdoğan Makyavelist dönemini çoktaaaan geride bırakmıştır.
Kesin ve net olarak narsisistik döneminin doruklarındadır.
Bir sonraki adım, Neronist – Hitlerci adımdır!
Ne var ki; Roma ve Almanya, Neron ve Hitler’e karşın hala ayaktadırlar.
Ancak bu 2 prototip, tarihte nereye konmuştur??

ATATÜRK’ün Türkiye Cumhuriyeti’ne ve tüm insanlığa barış, sağlık, gönenç, adalet.. dolu bir 2020 yılı diliyoruz..

Sevgi, saygı ve ümit ile. 01 Ocak 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Siyaset Bilimci, Mülkiyeliler Birliği Üyesi
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER YENİDEN KURULMALIDIR

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER
YENİDEN KURULMALIDIR

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Dünyada her geçen gün; küresel sermayenin yeryüzü imparatorluğu oluşturma doğrultusundaki zorlamalar, baskılar, saldırılar, tehditler ve işgaller yüzünden sıcak çatışmalara hızla sürüklenirken, evrensel barış ortamı giderek ortadan kalkmakta ve insanlık 2 büyük dünya savaşı macerasından sonra 3. bir büyük savaş tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. 1. Dünya Savaşı’nın çok kanlı geçmesi nedeniyle, insanlığı temsil eden büyük devletlerin öncülüğünde 21. yy’ın başlarında Milletler Cemiyeti adı altında bir uluslararası örgüt kurulmuş ve bu doğrultuda ikinci bir dünya savaşı çıkmasını engellemek üzere insanlık seferber olmuştur. Ne var ki, bütün çabalara karşın Milletler Cemiyeti zayıf kalmış ve Hitler üzerinden geliştirilen yeni bir proje ile dünya 2. Dünya Savaşına sürüklenmiştir. İki büyük dünya savaşı Avrupa topraklarında cereyan edince Batılılar, 3. kez bir dünya savaşı ile karşılaşmamak üzere, Milletler Cemiyeti deneyinden yararlanarak daha ciddi ve güçlü bir uluslararası örgüt olarak BM’i kurmuşlardır. ABD 2. Dünya Savaşı sonrasında dünya jandarmalığına soyunurken, bu konumunu bütün devletlere kabul ettirebilmek üzere BM örgütlenmesini kullanmış ve bu uluslararası kuruluş üzerinden dünyayı yönlendirme politikalarını geliştirmeYe başlamıştır. Böylesine bir evrensel örgütün kurulmasına giden yolda, Hitler Almanya’sı öncülüğünde geliştirilen faşist cepheye karşı, bir Atlantik inisiyatifi, 2. Dünya Savaşı’nın tam ortalarında İngiltere ve ABD’nin biraraya gelerek Atlantik Bildirisini ilan etmeleri ilk adım olmuş daha sonra da Çin ve Rusya’nın öncülüğünde imzalanan Moskova Bildirisi, dünya uluslarının evrensel bir örgütün çatısı altında bir araya gelmelerini sağlayan 2. adımı oluşturmuştur.

  1. Dünya Savaşı’nın son yılında önce bir ABD kentinde daha sonra da Rusya’nın Kırım yarımadasında bir araya gelen büyük devletler, aralarında anlaşmaya vardıktan sonra 26 Haziran 1945’te BM örgütünü kuran, uluslararası antlaşmayı imzalayarak, insanlığın ortak bir çatı altında bir araya gelebilmelerini sağlayan resmi gelişmeyi tamamlamışlardır. Bu örgütün öncüsü 4 büyük ülke olarak ABD, İngiltere, Rusya ve Çin aralarına 5. büyük ülke olarak Fransa’yı da alarak BM örgütünün üst yönetim organı olan Güvenlik Konseyinin 5 sürekli üyesi olmuşlardır. BM, resmi adında ulusların birliği olarak adlandırılmasına karşılık, antlaşmanın giriş bölümünde halkların birliği olarak tanımlanmakta ama gerçek politik yaşamda bir devletler birliği olarak hareket etmekte ve her devleti de kendi hükümeti bu örgütün çatısı altında temsil etmektedir. Başlangıçta 50 ülkenin katılması ile kurulan bu uluslararası örgüt daha sonra bağımsızlığını elde eden eski sömürgelerin devlet olarak başvurmasıyla ve kimi devletlerin bölünmesiyle ortaya çıkan yeni devletlerin başvurmasıyla günümüzde 220 devletten oluşan bir uluslararası kuruluş konumuna gelmiştir. Avrupa sömürgelerinin bağımsız devletler olması, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ortaya çıkan yeni devletlerin de BM üyesi statüsü kazanmalarıyla birlikte bu örgüt neredeyse bütün dünyayı kucaklayan ve her devleti çatısı altında toplayarak bir anlamda dünya devletlerinin bağlı olduğu bir çeşit üst dünya devleti konumuna gelmiştir. Uluslararası alanda bir dünya düzenin kurulması, BM’e bağlı örgütler aracılığı ile çeşitli alanlarda düzenlemeler yapılarak ve uluslararası protokoller hazırlanarak evrensel bir hukuk düzeni yaratılmak istenmiştir. Örgütün genel kurulu, Güvenlik Konseyi ve bağlı kuruluşların üst yönetimlerinin aldığı kararlar üzerinden küresel bir dayanışma ortamı sağlanmaya çalışılmış ve bu doğrultuda uluslararası  inisiyatif geliştirilerek ülkeler ve milletler arasındaki çekişmelere ve sorunlara çözüm için çalışılmıştır.

      BM çatısı altında çeşitli uluslararası kuruluşlar oluşturulmuş ve BM öncülüğünde bu kuruluşların kendi alanlarında etkin çalışmalar yapmaları sağlanmıştır. Uluslararası çalışma örgütü, Uluslararası eğitim, bilim ve kültür örgütü, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), Uluslararası Kalkınma Birliği, Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası,  Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü, Uluslararası Atom Ajansı,  Dünya Posta Birliği,  Dünya Gıda Örgütü (FAO), Uluslararası Yerleşim Birimi, Çevre Sorunları Örgütü (UNEP), Uluslararası Kalkınma Programı, Mülteciler Yüksek Konseyi (RHC),  Uluslararası İnsan Hakları Yüksek Konseyi, Uluslararası Maliye Örgütü, Uluslararası Denizcilik Kurumu gibi kuruluşlar, BM’e bağlı olarak bu örgütün aldığı kararlar ve yönlendirmesi doğrultusunda çalışmalarını sürdürerek bir dünya düzeninin oluşumuna kendi alanlarındaki etkinlikleri ile katkıda bulunmağa çalışmaktadırlar. Uzmanlık kuruluşları aynı zamanda kendi alanlarının sorumlusu olarak da BM’in gereksinme duyduğu konularda çalışmalar yaparak örgütün etkinliğinin artmasına ciddi katkılarda bulunmaktadırlar. 30’dan çok uluslararası kuruluşu çatısı altında örgütleyen BM bir anlamda dünya devleti boşluğunu doldurmakta ve yerkürede yaşayan 7,7 milyar insan ile 220 devleti ortak bir yönetime doğru götürerek küresel barış ortamının istikrarlı bir doğrultuda sürdürülmesine sağlamaktadır. Çalışmalar sırasında kimi yeni alanlarda boşluk görülürse, BM örgütü genel kurul kararı ile kendisine bağlı olarak çalışacak yeni uluslararası kuruluşlar örgütleyebilmektedir.

      Bütün üye devletlerin tek bir temsilci ve oy ile temsil edildiği genel kurul örgütün hem tartışma hem de karar organıdır. Dünya kamuoyunu ilgilendiren bütün konular ilgili devletler ya da uluslararası kuruluşlar aracılığı ile BM çatısı altına getirilerek her yönü ile tartışılmaktadır. Belirli gündem ile yapılan genel kurul toplantılarında dünya kamuoyunu yakından ilgilendiren bütün uluslararası sorunlarda tartışmalar yapılır ve ilgili yanların görüşleri alındıktan sonra sorunların çözümü doğrultusunda genel kurul kararları alınır. Normal koşullarda devletler için alınan kararlar tavsiye niteliğindedir ama kritik ve acil konularda BM genel kurulu kesin bağlayıcı kararlar alarak, tehlikeli ve zarar verebilecek durumların önlenebilmesi doğrultusunda hareket edebilir. Genel Sekreterliğe bağlı olarak görev yapan çeşitli komisyonlar uzman kişilerden oluşturularak sorunların incelenmesi ve komisyon raporları ile genel kurula getirilmeleri sağlanmağa çalışılır. Evrensel barışın korunması ve örgütün üst düzeyde yönetilmesini sağlayan BM Güvenlik Konseyidir. 15 üyeden oluşan bu Konseyin 5 sürekli üyesi, öncü 5 büyük devlet olarak belirlenmiş ve 10 üyelik de 2 yıl için seçilen geçici devlet temsilcilerinden oluşturulmuştur. 5 kurucu sürekli üyenin veto hakkının bulunması zaman zaman Güvenlik Konseyini karar veremez durumlara getirmiştir ama gene de örgütün ağırlığı sorunların çözüme kavuşturulmasında etkili olarak, uluslararası ihtilafların örgüt çatısı altında sonuçlandırılmaları sağlanabilmiştir. Sosyalist blok zamanında Sovyetler Birliği’nin sürekli veto mekanizmasını kullanması nedeniyle Güvenlik Konseyinden karar alınamaz gibi durumlar ortaya çıkmıştır. Soğuk savaş döneminin sona ermesinden sonra, Güvenlik Konseyi daha rahat çalışma olanağı bulmuştur ama gene de büyük devletlerin birbirlerinden ayrılan politikaları yüzünden konsey karar alamaz durumlara düşmüştür. Güvenlik konseyinden ayrı olarak vesayet yönetiminin yürütüldüğü ülkeler için bir vesayet konseyi ve dünya ülkelerinin gereksinmelerinin karşılanabilmesi için de Ekonomik ve Sosyal Konsey, BM çalışmalarında önde gelen hizmetler yapan ilgili birimlerdir. Uyuşmazlıkların ya da çeşitli ihtilafların barışçı çözüme kavuşturulması genel kurul ya da güvenlik konseyi kararları ile sağlanmaya çalışılmış, üye devletlerin dikkatli çalışmaları ve hoşgörülü tutumları sayesinde barışçı sonuçlar elde edilebilmiştir.

      Barışa karşı tehdit ya da normal barış ortamının bozulması gibi durumlarda BM otomatik olarak dereye girerek, Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda çeşitli önlemleri ya da yaptırımları devreye sokarak yeniden barış ortamına dönüşü sağlamağa çalışmaktadır. Konsey, uluslararası hukuka aykırı bir doğrultuda saldırı ya da tehdit durumlarını belirlerse o zaman devreye girerek taraflara önce tavsiyelerde bulunur, taraflar bunlara uymazsa o zaman çeşitli yaptırımlar gene konsey kararı doğrultusunda devreye sokulabilir. Gelişmekte olan ülkelere her türlü yardımın yapılması, bu ülkelerdeki devlet ve hükümet yapılanmalarının geliştirilmesi, bütün dünya ülkelerinin ortak insanlık ortamına kazanılabilmesi için BM örgütü üzerine düşen görevleri yerine getirmeğe çalışmaktadır. Özellikle insan hakları alanında çeşitli mağduriyetlerin giderilmesi için yetkili uzmanlar aracılığı ile hukuksal altyapının kurulabilmesi doğrultusunda hukuk yardımları da düzenli olarak yapılmaktadır. Her türlü sorunun aşılabilmesi ve çeşitli sorunlarda etkili çözümler üretilebilmesi için BM özel fonu kullanılmakta, BM kalkınma konferansları aracılığı ile de geri kalmış ülkelerin hızla dış dünyaya açılabilmeleri ve ileri ülkeler düzeyine gelebilmeleri için çeşitli uluslararası girişimler planlı ve düzenli olarak yürütülmektedir. Bu gibi çalışmaları ile BM bir anlamda bütün dünya ülkeleri için ve özellikle geri kalmış devletler açısından bir can idi ya da kurtarıcı konumundadır. 21. yy’da 7,7 milyarlık dünyada birçok sıcak sorun bulunmasına karşın, insanlığın yolunu gene de barış ortamında sürdürebilmesi BM’in varlığı sayesinde mümkün olabilmektedir. Dünyanın birçok yerinde sıcak çatışmaya dönüşen yerel ya da bölgesel sorunların bir büyük dünya savaşına dönüşmesi BM aracılığı ile önlenerek 3. dünya savaşına giden yolun önü şimdilik kesilebilmektedir. Ne var ki, büyük devletlerin ve güç merkezlerinin asılmaları ve de zorlamaları yüzünden zaman zaman BM’in gücü de sınırlı kalabilmekte ve bu uluslararası kuruluşun otoritesi güçler arası çekişmelerin çatışmalara dönüşmesini önlemekte yetersiz kalabilmektedir.

     BM, 2. Dünya Savaşı sonrasında kurulduktan sonra 20. yy içinde yarım yüzyıllık bir çalışma dönemini geride bırakarak üçüncü bin yıla girerken bir milenyum bildirisi yayınlamıştır. Daha zengin, barışçı ve adil bir dünya için açıklanan bu bildiride insan onuru, eşitlik ve haklılık ilkelerine sahip çıkılmış, daha adil bir dünyada sürekli barış ortamında ve bütün insanlığın refah ortamının getirdiği zenginliklerden yararlanabilmeleri açıkça bir dilek olarak ifade edilmiştir. Devletlerin eşit egemenliği, toprak bütünlüğü, sınırlarının dokunulmazlığı, bağımsız statüleri resmen tanınmış, insan haklarına saygı ile beraber devletlerin iç işlerine karışılmaması, uluslararası işbirliği çerçevesinde bütün sorunların adil çözümlere kavuşturulması kabul edilmiştir. İnsanlığın ortak geleceği için sürekli çaba göstermek gerektiği vurgulanırken, bütün dünya halklarının daha iyi bir durumda olabilmeleri için küreselleşmenin önemi üzerinde durulmuştur. Özgürlük, eşitlik, hoşgörü, dayanışma, doğaya saygı ilkeleri doğrultusunda bütün insanlığın ortak sorumluluğu bulunduğu ve bunun dünya devletleri tarafından paylaşılması gerektiği dile getirilmiştir. İnsan kitlelerinin yok edecek silahlardan kurtulmak, bu doğrultuda yürütülecek silahsızlanma girişimleri ile uluslararası barışın güvenlik altına alınması gerektiği belirtilmiştir. Anlaşmazlıkların barışçı yollardan önlenmesi, silahlı çatışmalara meydan verilmemesi, silahların denetimiyle birlikte silahsızlanmanın desteklenmesi; uluslararası terörizm, kaçakçılık ve uyuşturucu sorunlarının çözümü için güçlü bir işbirliği sağlanması önerilmiştir. Nükleer silahların sınırlandırılması, uluslararası kuruluşların denetimi altına alınması. BM’in bu konuda öncü girişimlerde bulunması gerektiği açıkça savunulmuştur. Yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlikle ciddi plan ve programlar doğrultusunda mücadele edilmesi gerektiği, kalkınma ve daha iyi bir yaşam düzenine sahip olmanın herkes için bir hak olduğu ifade edilirken, en az gelişmiş ülkeler için BM’in özel bir konferans örgütlenmesine gideceği ilan edilmiştir. Geri kalmış ülkelerin borçlarının silinmesi ya da uzun vadeli ödeme programlarına bağlanması, kalkınma yardımlarından olabildiğince fazla düzeyde yararlandırılmaları, kimi ülkeler için sahip oldukları özel koşullar nedeniyle farklı kalkınma programlarından yararlandırılmaları gerekliliği, herkese ulaşılabilir temiz su ve gıdalar ile ilaçların sağlanması, salgın hastalıklar ile uluslararası alanda güçlü programlar doğrultusunda mücadele edilmesi, iletişim ve teknoloji alanında meydana gelen hızlı değişimlerden halk kitlelerinin olabildiğince yararlandırılmaları, ortak çevrenin elbirliği ile korunması, ormanların ve yeşil alanların doğal yapılarının korunması, kuraklık ve çölleşme ile mücadele edilmesi, demokrasi ve insan haklarının her açıdan korunması ve desteklenmesi, her türlü ayırımcılığın önlenmesi, kadınların, çocukların ve zayıf insanların korunmaları, sivil toplum kuruluşlarıyla beraber halkların ve göçmenlerin de korunmaları,  Afrika kıtasının geri kalmış koşullarının dikkate alınarak Afrika ülkeleri için özel koruma ve destek programlarının geliştirilmeleri gerektiği 3. bin yılın başında genel kurul kararı ile ilan edilen Milenyum Bildirisinde açıkça ifade edilmiştir.

      BM’nin, gerektiği gibi çalışabilmesi ve kendisinden beklenen kamu hizmetlerini yerine getirebilmesi için güçlendirilmesi gerektiği Milenyum Bildirisinin son bölümünde dile getirilmiştir. BM genel kurulu kararı ile bu bildiri dünyaya açıklanırken örgütün amaçları ve işlevlerinin gerçekleşebilmesi doğrultusunda her türlü çabanın gösterileceği ve hiçbir özveriden çekinilmeyeceği insanlığa bir söz verilme biçiminde açıklanmıştır. Merkezi organ olarak genel kurulu daha güçlü bir konuma getirmek, Güvenlik Konseyinde her açıdan kapsamlı bir reformun yapılması, Ekonomik ve Sosyal Konseyin ana sözleşmede belirtilen görevlerini yerine getirebilmesi için güçlendirilmesi ve uluslararası işlerde adaleti ve yasa egemenliğini sağlayabilmek için Uluslararası Adalet Divanı’nın konumunun güçlendirilmesi, görev ve sorumlulukların daha etkili yerine getirilebilmesi için BM’nin temel organlarında danışma ve eşgüdüm yöntemlerinin geliştirilmesi ve bütünüyle BM örgütünün güçlendirilmesi için gerekli olan maddi kaynakların bütün üye ülkelerin katkıları ile sağlanması zorunluluğu, sekreterlik makamının bütün örgütün işleyişini sağlayacak düzeyde güçlendirilmesi ve BM’e bağlı olan uzmanlık kuruluşlarıyla beraber diğer uluslararası kuruluşlar arasında daha düzenli ve etkili bir çalışma düzeninin kurulması gerektiği, bütün uluslararası kuruluşlar arasında barış ve güvenliğe dayanan daha istikrarlı bir çalışma ortamının yaratılmasının yararlı olacağı, insanlık ailesinin gelecekte daha gelişmiş ve insan onuruna yaraşan bir yaşam düzenine sahip olabilmesi için ve evrensel barış ile işbirliğinin süreklilik kazanabilmesi açısından BM’in vazgeçilemez bir uluslararası örgüt olduğu ve bu bildiride geleceğe dönük olarak belirtilen hedefler doğrultusunda örgütün çalışıp çalışmadığının genel sekreter raporları ve genel kurul kararları ile belirlenmesi gerektiği,  üçüncü binyıl bildirisinin son kısmında belirtilerek,  genel kurul üyelerinin bu bildiride dile getirilen bütün yenilikler için kesintisiz destek vereceği dünya kamuoyuna karşı bir söz olarak verilmiştir.   8 Eylül 2000’de resmen ilan edilen 3. Bin Yıl Bildirgesi doğrultusunda BM örgütü ele alındığında, bu uluslararası örgütün geleceği açısından çok ciddi bir reform gereksinmesi bulunduğu bizzat örgütün üyeleri ve yönetim organları tarafından resmen ilan edilmiştir. Ne var ki aradan on yıldan çok zaman geçmesine karşın BM’de Milenyum Bildirisinde belirtilen hedefler doğrultusunda yeniden yapılanmaya dönük olarak herhangi bir adımın atılamadığı anlaşılmıştır. Bu büyük uluslararası örgütün hem ana yapısında hem de çalışma düzeninde köklü reformlar gerekirken, üye devletlerin özellikle de Güvenlik Konseyinin sürekli üyesi olan öncü 5 büyük devletin aralarında anlaşamamaları yüzünden BM’de reform girişimleri bir türlü sonuç vermemiştir. Her geçen gün artan çalışma temposunun getirdiği gereksinmeler giderek tırmanırken, bir türlü yeniden yapılanmaya yönelik yeni adımların atılamadığı görülmüştür. 200′ aşkın üye devletin temsilcileri genel kurul salonunda çeşitli dünya sorunları için bir araya gelebilmelerine karşın, bu birlikteliklerden ya da genel kurul toplantılarından BM örgütünü yeniden yapılandıracak yenilikçi girişimlerin, güvenlik konseyi üyesi büyük devletlerin bir türlü anlaşamamaları nedeniyle gerçekleşemediği anlaşılmaktadır. Ayrıca geçen zaman içerisinde bazı ülkelerin güçlenerek öne çıkmaları, diğerlerinin güç yitirerek gerilemeleri dünya dengelerini değiştirdiği için gelinen yeni aşamada farklı bir uluslararası konjonktür BM’i etkilemekte ve bu örgütün çalışmalarının yetersiz kalmasına neden olmaktadır. Yıllardır yaşanan sorunların çözümsüz kalması ve zaman içinde bunlara yenilerinin eklenmesiyle kimi kez BM gibi büyük bir örgütten istenen çalışmaların ya da kararların çıkmadığı görülmekte ve bu durumdan da bütün dünya ülkeleri zarar görmektedir.

       BM örgütü soğuk savaş döneminde canla başla çalışarak 3. dünya savaşını engellemekte başarılı olmuştur. Ne var ki, küreselleşme dönemine geçilmesiyle birlikte Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) adı altında yeni bir uluslararası kuruluşun ABD öncülüğünde küresel sermaye ve bu yapıya bağlı uluslararası tekelci şirketlerin desteği ile devreye girmesi üzerine BM’in çalışma düzeni bozulmuş ve özellikle ekonomik ve sosyal açıdan engellenmiştir. GATT adı altında eskiden çalışmalarını sürdüren Dünya Gümrük Tarifeleri Birliği, Uruguay Round’u görüşmelerinin sonunda Merakeş Bildirgesinin ilanı üzerine kurulmuş olan DTÖ, ekonomiye ticaret üzerinden el koyarak BM’in ekonomik ve sosyal işlevine karşı çıkan ve bunu sınırlayan bir karşı mekanizmayı devreye sokmuştur. 2. dünya savaşı sonrasında ABD merkezli yenidünya düzeni içinde IMF ile DB Bretton – Woods Antlaşması doğrultusunda ABD’ye bağlı bir çalışma düzeni içinde olmuşlar ve Amerikan devleti bu kendine bağlı uluslararası kuruluşlar aracılığı ile ekonomik ilişkiler üzerinden bir dünya hegemonya düzeni oluşturabilmiştir. BM’in hem öncüsü hem de kurucusu olan ABD’nin bu uluslararası kuruluşun dışında ve kendi denetimi altında böylesine emperyal bir uygulamaya girmesinden hem bütün dünya ülkeleri hem de evrensel bir dünya devleti boşluğunu doldurmaya çaba harcayan BM örgütü çok ciddi boyutlarda zarar görmüştür. ABD Uluslararası Para Fonu (IMF) aracılığı ile dünya ülkelerini borç batağına sürükleyerek ve düşürerek bunların çökmesine ve iflas etmesine yol açmış ve ondan sonraki aşamada sömürgeciliğe yönelerek yeni bir tür süper emperyalizmi küreselleşme görünümü altında beş kıtaya yaymağa çalışmıştır. Dünya Bankası programlarını da IMF reçeteleri ile birlikte devreye sokan ABD, İsrail destekli Siyonist lobiler aracılığı ile bir tür süper emperyalizmi örgütlerken BM’i görmezden gelmiş ve bu büyük uluslararası kuruluşun kararlarını hiçe sayabilmiştir. Soğuk savaş sonrasında ABD’nin öncülüğünde ve dayatmasıyla küreselleşme aşamasına geçilirken, küresel sermaye ABD’nin koruması altında bütün dünyaya egemen olabilmenin yollarını arıyordu. Ticaret ve ekonomi üzerinden DTÖ yeni dönemde dünyanın merkezi konumuna getirilirken, BM by-pas ediliyordu. Uzun yıllar dünyanın ekonomik sorunları BM çatısı altında ele alınmıştır. Bu örgüt özel olarak kendi çatısı altında ekonomik ve sosyal konseyi kurarak her türlü ekonomik soruna sosyal boyutları ile yaklaşım geliştirmeğe çalışırken, DTÖ, uluslararası tekelci şirketlerin oluşturduğu bir finans kapital yapılanması doğrultusunda öne çıkıyor ve küresel alanda yeni bir örgütlenmeyi kapitalist enternasyonal olarak yapıyordu. Böylesine bir süreçte ABD, Amerikan halkının insiyatifinin dışına çıkarak, Federal Rezerv denilen küresel sermayenin denetimi altına giriyor ve finans kapitalin çıkar düzenini bütün dünya ülkelerine askeri, siyasi ve ekonomik gücü ile dayatıyordu. BM çatısı altında eşitlikçi ve dengeli bir dünya devleti arayan halk kitleleri ve devletler, DTÖ üzerinden böylesine büyük bir emperyal kıskaç ve saldırı ile karşı karşıya kalınca ne yapacaklarını şaşırıyorlardı.

      Soğuk savaş sonrasında küresel sermayenin küreselleşmeyi bir süper emperyalizm olarak bütün dünya ülkelerine dayatması üzerine BM’nin yeniden güçlendirilerek devreye girmesi, bozulan dengelerin eskisinden güçlü olarak yeniden kurulması için ivedi ve zorunlu görünmektedir. DTÖ’nü küresel sermaye ve tekelci şirketlerin denetimi altına alan para babaları ne BM’i ne de uluslararası hukuku takmakta yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda bir küresel imparatorluğu bir an önce oluşturabilme doğrultusunda Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonunu da DTÖ ile kullanmaktadırlar. Dünya kıtalarının altındaki yer altı zenginliklerini ele geçirmeyi kafalarına koyan para babaları, dünya devletleri ile halklarını devre dışı bırakırken, bunların BM çatısı altında bir araya gelerek oluşturdukları uluslararası hukuku tanımayarak, küresel emperyalizmin gündeme getirdiği emperyal ekonomik kuralları dünya uluslarına karşı dayatabilmektedirler. Neredeyse iki bin yıldır insanlığın sahip olduğu uygarlık birikimi ile BM örgütünün yarım yüzyılı aşkın bir süredir yeryüzünde uyguladığı uluslararası hukuku hiçe sayan bir emperyal saldırganlık, giderek hukuk tanımayan bir yüzsüzlük olarak insanlığa saldırmaktadır. Küresel sermayenin ferman dinlemeyen saldırganlığı, Amerikan devletinin öncüsü ve kurucusu olduğu uluslararası hukuk düzenini dinlemeyerek hukuk kurallarını açıkça çiğnemeye doğru yönlendirdiği açıkça görülmektedir. Asgari maliyet ile azami kazanç peşinde koşan uluslararası tekelci şirketler, DTÖ çatısı altında bir araya gelerek tüm insanlığa karşı saldırgan bir emperyalizme geçerlerken, BM’nin 3. binyıl bildirisinde dile getirdiği insancıl hedefleri, insan onurunu ve daha adil ve eşitlikçi kalkınma sorununu görmezden gelebilmektedirler. ABD ile ordusu da dolar milyarderlerinin emrinde bir sömürge düzenine yönelmekte ve bütün dünya devletleri ile karşı karşıya gelerek evrensel barışı tehdit eden bir olumsuz durum yaratmaktadır.

      Yeni gelinen bu aşamada öncelikle yapılması gereken iş, Bileşmiş milletlerin daha güçlü bir yapıda yeniden kurulması olacaktır. Milenyum bildirisinde ifade edildiği gibi daha adil, daha eşitlikçi, güvenli ve barışçı bir dünya düzenine kavuşabilmek için, yokluğu hissedilen dünya devleti yapılanmasının yeniden BM örgütü çatısı altında örgütlenmesi gerekliliği her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda daha güçlü bir BM yaratılabilmesi için örgüte üye olan dünya devletlerinin olabildiğince fazla bir maddi kaynağı bu örgüte aktarabilmesi gerekmektedir. Para babalarının aşırı zenginliğini tırmandırarak her ülkeden dolar milyarderleri çıkartan DTÖ’nün yerine, uluslararası ekonomi ve kalkınma işlerinin yeniden BM Ekonomik ve Sosyal Konseyi’nin yönetimine bırakılması, daha adil ve eşitlikçi bir kalkınma ve refah düzenine bütün dünya ülkelerinin sahip olabilmesi açısından zorunlu görünmektedir. Özgürlükçülük görünümü altında palazlanan ve pazarlanan ekonomik liberalizm tam anlamıyla sömürgeci bir düzenin kurulmasına yol açmıştır. DB ve IMF programları da bu doğrultuda ABD zorlamalarıyla uygulamaya aktarılınca küresel şirketler devleşmiş, dünya ülkeleri ise iflas ederek dağılma ve parçalanma sürecine sürüklenmişlerdir. Böylesine sömürgeci ve istismarcı bir çıkmazdan dünya ülkelerini ancak BM gibi bir uluslararası kuruluş kurtarabilir. BM genel kurulu bu aşamada kesin bir karar alarak DTÖ ile Dünya Bankası ve IMF’yi kendisine bağlamalı ve böylece Amerikan devleti üzerinden küresel sermayenin bu uluslararası kuruluşları dünya ülkelerini sömürmek üzere kullanmalarına bir son vermelidir. Öbür uluslararası kuruluşlar gibi BM’ye bağlanacak bu kuruluşları artık Amerika’da yuvalanmış olan para babaları ya da finans kapitalin patronları değil ama dünya ülkelerinin ve uluslarının temsilcilerinin eşit koşullarda yer aldığı BM genel kurulu yönlendirecektir. BM çatısı altında kabul edilen ve uluslararası alanda bütün devletler tarafından resmen benimsenen protokoller doğrultusunda çalışacak bu 3 ekonomik kuruluş, artık dünya sömürgeciliğinin ana örgütleri olmaktan çıkarak BM amaç ve hedefleri doğrultusunda dünya halklarının eşit kalkınmalarını sağlayacak kuruluşlar olacaklardır. Son zamanlarda küresel sermayenin jandarması konumuna getirilen NATO örgütü bir güvenlik kuruluşu olmaktan çıkarak, küresel sermayenin bekçiliğine soyunmuştur. Tekelci şirketlerin yer altı kaynaklarına göz koyduğu ülkelere saldırı için kullanılan bu askeri örgüt, bir güvenlik kuruluşu olmaktan çıkarak, tekelci şirketlerin çıkarları doğrultusunda dünya ülkelerine saldıran bir lejyoner birliğine dönüşmüştür. Bu durumun da acilen önlenebilmesi için NATO örgütünün BM’e bağlanması ve acilen bir Dünya Ordusuna dönüştürülmesi gerekmektedir. Ancak bu yoldan bu büyük güvenlik örgütünün emperyalist sömürü doğrultusunda işgal ordusuna dönüşmesi önlenebilecek ve BM’in dünya barışı hedefleri doğrultusunda görev yapacak bir acil müdahale birliği misyonu ile dünya ordusu olarak evrensel barışın sağlanmasını gerçekleştirecektir. NATO’nun ABD üzerinden küresel sermaye ve Siyonist lobilerin çıkarları doğrultusunda kullanılmasının önlenebilmesi ancak BM çatısı altında alınacak kararlar ve uygulamalar sayesinde mümkün olabilecektir.

       BM’in milenyum bildirisinde belirtildiği gibi güçlenebilmesi için genel kurulunun, Güvenlik Konseyinin ve genel sekreterliğin yeniden düzenlenmesi zorunlu görünmektedir. Genel sekreterlik yürütmenin başı olarak daha güçlü yetkiler ile donatılmalıdır. Genel kurul başkanlığı ise daha güçlü bir temsil ve denetim organı konumuna sahip kılınmalıdır. Genel kurula katılım zorunla hale getirilmeli, kurul karalarının bağlayıcılığı ise artırılarak yaptırıma bağlanmalıdır. Örgütün öncüsü olan ABD ile BM kararı ile kurulmuş olan İsrail gibi ülkelerin sürekli olarak BM kararlarına uymaması dikkate alınarak, kararlara uymayan ülkelere karşı daha büyük ve etkili yaptırımların devreye sokulması gerekmektedir. Kararlara üç kez uymayan üye devletlerin örgütten ihraç edilmesi ve yalnız bırakılması ya da ambargo gibi olumsuz uygulamalar ile karşı karşıya bırakılması genel kurul kararlarının hem ağırlığını hem de bağlayıcılığını artıracaktır. Ayrıca, Güvenlik Konseyinin de yeniden düzenlenmesi değişen koşullar dikkate alındığında zorunlu görünmektedir. 2. dünya savaşı sonrası durumun getirdiği konjonktür doğrultusunda belirlenen Güvenlik Konseyinin yapısının hemen değiştirilerek, çok kutuplu dünyanın yeni kutup merkezlerinin de bu üst organda sürekli üyelik statüsünde temsil edilmeleri sağlanmalıdır. 2. dünya savaşının iki karşı ülkesi olan Almanya ve Japonya dünyanın en büyük ekonomik güçleri olarak sürekli üye olma hakkına sahip görünmektedirler. Ayrıca Hindistan, Brezilya, Avustralya, Nijerya, Güney Afrika, Mısır, Türkiye, İran gibi ülkelere sürekli üyelik hakkı verilerek, Güvenlik Konseyindeki sürekli üye sayısı 15’e çıkarılmalı, geçici üye sayısı da 15’e çıkarılarak bu üst organ da yeni bir denge oluşturulmalıdır. ABD’nin G-20 ülkeleri arasına alarak Rusya ve Çin 2 büyük dev ülkeyi çokluk içinde denetleme girişimi de bu 10 ülkenin Güvenlik Konseyinde sürekli üye olarak yer almaları gerektiğini ortaya koymaktadır. G-20 ülkeleri kümelemesiyle yeni kutup başı ülkeleri denetleyemeyen ABD, bu gibi geçici uygulamaları bir yana bırakarak, Güvenlik Konseyinde 10 sürekli üyeliği G-20 arasına aldığı büyük ülkelere verebilirse, o zaman çokluk içinde denge ve denetimi BM çatısı altında yapabilecek ve böylece Güvenlik Konseyinin yeni yapılanmasıyla daha etkili bir güvenlik üretimi söz konusu olabilecektir. Güvenlik Konseyi ile genel kurulu da güçlenecek bir BM, gerçek anlamda uluslararası hukuka uygun bir küreselleşmenin merkezi olabilecek ve bu uluslararası örgüt zaman içinde gerçek bir Dünya Devletine dönüşme şansına sahip olabilecektir. O zaman da DTÖ üzerinden emperyalist ve sömürücü bir yanlış küreselleşme süreci sona erecek, yerine daha adil ve eşitlikçi bir dayanışmacı küreselleşme bütün dünya devletlerinin ve uluslarının bir araya gelmeleriyle mümkün olabilecektir. Merkezi coğrafyada batılı gizli servislerin başlattığı, terör ve karışıklıkların bir üçüncü dünya savaşına dönüşmesi tehlikesi ancak böylesine güçlü bir BM örgütünün duruma müdahale etmesiyle olanaklı olabilecektir.