Etiket arşivi: pozitif bilim

Hayal etmenin büyüsü

Üstün Dökmen
Üstün Dökmen
05 Şubat 2023, Cumhuriyet Pazar eki

 

Merak etmek ve hayal etmek, insanı ve insanlık tarihini çok etkilemiştir. İnsanın kendisini ve dünyayı keşfetmesi merakla başladı, hayallerle sürdü. Bu ikisi olmadan ne bilim ortaya çıkardı ne teknoloji.

Aslında icatlara yol açmasa da günlük yaşamdaki tüm basit davranışlarımızın önünde merak, devamında hayallerimiz vardır. Az önce çay kaynadı mı diye merak ettiğiniz için mutfaktaydınız ve içinde ne yazdığını merak ettiğiniz için bu gazeteyi elinize aldınız. Biraz sonra gazeteyi sehpaya bırakmayı hayal edeceksiniz ve bırakacaksınız; hayal etmeden bırakamazsınız. Önce hayal ederiz, arkasından davranışta bulunuruz.

Hayallerimiz az sonraki davranışlarımızın taslağı, planıdır. Ancak söz konusu hayaller günlük yaşamda zihninizden öylesine hızlı geçer ki hayal ettiğinizi fark edemezsiniz. Hayaller yaşamınızın ayrılmaz bir parçasıdır; uyuduğunuzda bile rüya görerek hayal etmeye devam edersiniz.

BOYUTSALLIKTA HAYAL ETMENİN YERİ

Boyutsallık yaklaşımında merak etmek, sorgulamak ve ardından neler yapılabileceğini hayal etmek önemli yer tutar. Bu konuda çocuklarımıza sistematik eğitim vermek mümkündür. Şimdi yaklaşık iki ay önce ortaya attığım Boyutsallık yaklaşımı içinde hayal etmenin yerini ve işlevini tartışmak istiyorum.

Boyutsallık içinde bir “hayal dünyası”, bir de “varlık dünyası” kavramları var. Uyanıkken zihninizden geçen hayalleriniz ve uykuda gördüğünüz rüyalarınız, sizin ifade ettiğiniz şekliyle mevcuttur, henüz bunları gözleyebilecek bir teknoloji geliştirilmedi.

Şu an kahvaltı hazırlamayı düşünürseniz, bu düşünce sizin hayal dünyanızdadır, kahvaltıyı hazırlamaya başladığınızda ise hayal dünyanızdaki bir hayal varlık dünyasına geçmiş olur. Varlık dünyasını, gözlenebilen, somut, pozitif bilim kapsamındaki şeyler oluşturur.

Hayal dünyasının iki farklı bölümden oluştuğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi mitolojiye, geçmişe ilişkin açıklamalardır, ikincisi ise şu ana ve geleceğe ilişkin olarak zihinlerimizde oluşan hayallerdir. Tüm kadim kültürlerde dünyanın nasıl ortaya çıktığı konusunda birtakım açıklamalar var; örneğin bunlardan birisinde Dünya’nın bir öküzün boynuzları üzerinde durduğu, bir diğerinde ise dünyada avcıdan kaçan yedi kız kardeşin göğe çıkıp Ülker Takım Yıldızlarını oluşturdukları iddia edilir.

Bu gruba giren kadim hayallerin, yani mitolojik açıklamaların kanıtlanması mümkün (olanaklı) değildir. Bir de insanların şu ana ve geleceği ilişkin hayalleri vardır. İşte bu hayaller gerçekleşmiştir, gerçekleşecektir. Nasıl?

Bence insanlar yaşadıkları ana ve geleceğe ilişkin olarak ne hayal etmişlerse gerçekleşmiştir. İnsanlar önce bir şeyleri hayal ederler, sonra da binlerce insan, yüz yıllarca uğraşıp o şeyi gerçekleştirir, yani hayal dünyasındaki bir hayal varlık dünyasında somutlaşır. Bu konuda birkaç örnek:

Bir Eskimo masalındaki genç zıplayarak Ay’ı yeryüzüne indirmeye çalışır. İlk bakışta saçma olan bu istek, binlerce insanın yüzyıllar süren çalışmalarıyla gerçek oldu, dünyamızda artık Ay taşı var.

Masallarda Alaattin’in sihirli lambası vardı hani, lambanın içinden çıkan cin uzak ülkelerden istediği şeyleri getiriyordu sahibine. O sihirli lamba internet oldu şimdilerde. Bir de uçan halı masalı vardı. Görünüşte tamamen (tümüyle) saçmaydı, halı uçmazdı, ancak uçaklarda halılar var şimdi. Çocukluğunuza ilişkin bir nostalji yaşamak isterseniz uçaktaki koltuğunuza küçük bir halı koyabilirsiniz.

Çağlar boyunca çocuklar görünmez olmak istediler. Görünmez kumaş yapıldı. İnsanlar altı parmaklı, beş bacaklı hayvanlar hayal ettiler. Ahlaki (ahlaksal) olup olmadığı tartışılsa da canlıların genetik yapılarıyla oynanarak bütün bunlar gerçekleştirilebilir. Canlılar klonlanıyor artık, yakında nesneler, hatta insanlar ışınlanacaktır. Julis Verne’nin gerçekleşmeyen hayali kalmadı. O’nun çağında Dünya’yı 80 günde dolaşmak inanılmaz bir şeydi, şimdi Uluslararası Uzay İstasyonu, Dünya’nın çevresinde günde birkaç defa (kez) dönüyor.

Sonuçta insanlık önce hayal etmiş sonra gerçekleştirmiştir. Belki de insanlar dört boyutlu bir evrende hayal edilebilecek şeyleri hayal etmektedirler. Böyle olsa bile, gelişmek için, yarına kalmak için hayal etmek şarttır (koşuldur). İnsanlar hayal etmeden uzaya çıkamazlardı. Bu yüzden çocuklarımızın hayallerini ketlememeliyiz, küçümsememeliyiz. (Boyutsallık yaklaşımında bunun önemi vurgulanır.)

Beyin fırtınası sırasında yetişkinlerin ortaya attıkları hiçbir fikir, saçma olarak nitelenmez. Aslında saçma fikir yoktur. Saçma olarak gözüken tüm fikirler üzerinde düşünmekte, onlara geleceğin gözleriyle bakmakta yarar vardır. Hiçbir tohum saçma değildir, önemli olan o tohumun gelecekte neye dönüşebileceğini hayal edebilmektir. Ancak hayallerin gerçekleşme olasılığını düşünürken bir hakeme ihtiyacımız vardır, bu hakem ihtiyar bilge değil, pozitif bilimdir.

HAYALLERİMİZİN NOTERİ

Bir hayalin somut hale gelebilmesi için dünyanın fiziksel gerçeklerine uygun pek çok bilimsel dokunuşa ihtiyaç (gereksinim) vardır. Yani

  • Hayallerin somutlaştırılabilmesi için pozitif bilim ve onun uzantısı teknoloji gereklidir.
  • Bir hayalin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine, eğer gerçekleşecekse nasıl gerçekleşeceğine bilim karar verir.

Mimarların çizdikleri projeleri inşaat mühendisleri her zaman yaşama geçiremezler. Bu noktada, biraz edebi bir ifadeye başvurarak “Hayallerimizin noteri bilimdir” demek istiyorum. Hayallerin gerçekleşme sürecinde bilim büyük bir işleve sahiptir. Bu yüzden Boyutsallık içinde, bilime özel önem vermek isteriz.

AKIL, DİL, DEMOKRASİ ve ÇAĞDAŞLAŞMA ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

İnsan ancak akıl, dil ve düşünce yeteneği ile hayvanlardan ayrılır ve insanlaşır. Bu nedenle, aklın ve dilin görece özgür olduğu rejimlere demokrasi, aklın ve düşüncenin büyük oranda kısıtlandığı ya da tutsaklaştırıldığı rejimlere de   denir.

Demokrasiler, halkın istekleri doğrultusunda, yetkisini halktan alan temsilciler eliyle; teokrasiler dışında kalan diktatörlükler ise, bireysel keyfi buyruklarla yönetilir. Teokrasilerde ise, kuramsal olarak kral, sultan, padişah, emir ya da halifelerin dogmatik, dinsel kısıtlamalara uyduğu varsayılır. Ancak uygulamalar bu kurama çok uymaz. İstisnalar hariç (ayrıklar dışında), teokrasi ile yönetilen ülkelerin yöneticileri de diktatör olabilirler.

Bir toplumdaki özgürlükler, yani düşünmeyi dışa vurma alanları ne denli genişse o toplumun demokrasisi –özgürlük yelpazesi– o denli geniştir. Demokrasiler, başkalarının özgürlüklerine saygılı kalarak, insanların aklını, dilini ve düşüncesini özgürce kullanabildiği, fikirlerini de korkmadan açıklayabildiği, doğruları söyleyebildiği özgürlükçü rejimlerdir.

Diktatörler, her koşulda, akılcı ve özgür düşünceleri kendi iktidarları için tehlike olarak görür ve her türlü devlet gücünü ve toplumsal kutsalları (ekonomi, para, makam, kolluk güçleri, yargı, medya, din, mezhep, ırk, dil, vatan ve bayrak sevgisi …) kötüye kullanarak özgürlükleri bastırmaya çalışırlar. Ancak özgürlüklerin kısıtlandığı oranda hoşnutsuzluklar ve direnmeler de çoğalır. Muhalefet yeraltına inebilir.

Tarihsel gelişme sürecine göre, özellikle de son dört yüzyıllık zaman dilimi içinde, devlet adına iktidar gücünü kullananların, yani siyasal iktidar olanların, özgürlük alanları giderek daha daralmış, buna karşın, bireylerin ve halkın özgürlük alanları ise giderek daha genişlemiştir. Tarihsel gelişme trendi (eğilimi) akıl, bilim, hak, hukuk, adalet, özgürlük ve demokrasiden yana olmuştur.

Bu tarihsel gelişmeye ve eğilime uymayan durumun istisnaları (ayrıkları) ise, çoğu İslam ülkeleridir. İslam ülkelerindeki demokrasi zihniyetinin (anlayışının) gelişimi Batı toplumları ile karşılaştırılamayacak ölçüde yavaş ve geridir. Hatta bu ülkelerde çok sık olarak, demokrasilerden geriye dönüşler de vardır. İran, Afganistan, Pakistan… gibi.

Demokratik, hukuksal, siyasal, sosyal ve kültürel (ekinsel) gelişmeler bakımından, halkının büyük çoğunluğu müslüman olsa bile, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk toplumundaki gelişmeler öbür İslam devletlerine uymaz. Türk toplumunun genel rotası, çağdaş dünya ve çağdaş toplumlara yöneliktir.

M.K. Atatürk‘ün kurduğu laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve gelişmesi, kimi zaman bazı sapmalar geçirse bile, akıl, bilim, özgürleşme ve demokratikleşmenin dünyadaki tarihsel gelişme eğilimine uygundur.

Atatürk dönemini demokrasi olarak adlandırmayanlar olabilir. Ancak böyle düşünmek kanımca eksik ve yanlıştır. Demokrasi “pat” diye gökten inmez. Demokrasilerin yerleşik olabilmesi için toplumda, mutlaka bir zihinsel, davranışsal, düşünsel, kültürel, hukuksal ve siyasal altyapı değişimi gerekir.

Atatürk‘ün getirdiği devrimler, ilkeler ve yarattığı çok önemli zihniyet dönüşümleri, Türkiye için, çağdaş demokrasinin kültürel, sanatsal ve kurumsal altyapısının temel taşlarını oluşturduğunu unutmamak gerekir.

Kanımca Atatürk dönemi, başta parlamenter sistemin gelişimi olmak üzere, her türlü, siyasal, hukuksal, yönetsel ve başta akıl, bilim temelli çağdaş eğitim sistemi olmak üzere, yeni bir zihniyet yapısı ve çağdaş kurumları ile DEMOKRASİYE HAZIRLIK dönemidir.

Dünyada kısa dönemli Hitler, Musolini vb. faşist diktatörlükler vb. ibret verici, kötü, tersine gelişmeler dikkate alınmazsa tarihsel genel eğilim demokrasi ve özgürlüklerden yanadır. Her canlı ışığa, aydınlığa yönelerek büyür, gelişir.

  • İnsan soyu da, özgür aklın ve pozitif bilim ve teknolojinin ışığı ile büyüyüp gelişmeyi südürmektedir ve gelecekte de sürdürecektir.
  • Çağdaşlaşma ve demokratikleşmenin en önemli itici ve sürükleyici gücü ise,
    aklın özgürleşmesi, pozitif bilim ve teknolojinin başat duruma geçmesi,
    laik ve özgürlükçü demokrasilerdir.

Sanayileşme, sekülerleşme ile kentleşme ve doğru bireyselleşmedir.

Çünkü özgür akıl, pozitif bilim, ekonomik gelişme, sanayileşme, kentleşme ve özgür birey olmadan sekülerleşme, laikleşme ve demokrasi gereksinimi doğup gelişmez.

Kıssadan hisse (özce) :

Dünyadaki tüm koşullar ve beklentiler akıl, bilim, hukuk devleti, demokrasi ve adalet isteyenler; daha mutlu, sağlıklı ve daha yüksek gönenç (refah) sağlayan ve adilce paylaşan bir ekonomik düzen arzulayanlardan yanadır. Bunun kanıtı da devletler üstü bir hukuk güvencesi oluşturan Evrensel İnsan Hakları Bildirgesidir. Yine uluslar üstu din ve vicdan özgürlüğü güvencesidir.

  • Aklın, bilimin ve çağın gereklerine uymak koşuluyla, kötümser olmaya gerek yoktur.
  • Aklın ve bilimin gereklerine uymak insan olmanın gereklerine uymaktır.
  • Aklı olmayanın dini de olmaz.

Barajları oluşturan setler ne denli yüksek olursa olsun, barajlar yine dolar, ırmaklar bu setleri mutlaka aşarlar. Sular, yerçekimine aykırı olarak tersine akamaz.
İnsanlık ve gerçek demokrasi idealleri de kendi kutup yıldızının rotasından ayrılamaz.

Enseyi karartmayalım..

Her ölüm acıdır ancak…

Üstün Dökmen
Üstün DÖKMEN
06 Kasım 2022, Cumhuriyet

Dört gün sonra 10 Kasım. Yukarıdaki başlığı nasıl tamamlamak istersiniz? “Her ölüm acıdır ancak bazıları daha acıdır” şeklinde mi, yoksa “Her ölüm acıdır ancak bazı ölümler gerçek bir ölüm değildir” şeklinde mi?

Bence her ikisi de geçerli. Bütün ölümler acıdır, kaybedilen bütün yakınlar için yas tutulasıdır, bütün değerli insanların, iz bırakanların, insanlara hizmet etmişlerin ölümleri acıdır ancak tarihimiz açısından Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü kayıplarımızın en acısıdır ve aynı zamanda bazı ölümler, bu arada onun ölümü de gerçek anlamda bir yok oluş değildir.

EMSALİ OLMAYAN BİR KAYIP

Olaya amatör tarihçi gözüyle baktığımda, bir anlamda öznel (sübjektif) bir değerlendirme yaptığımda, tarihimizde çağdaşlarını ve daha sonra yaşayacakları derinden etkilemiş pek çok ölüm vardır. Kanımca Oğuz Kağan’ın ölümü acıydı, İlteriş Kağan’ın, Kapağan/Kapgan Kağan’ın, Bumin, İstemi, Bilge kağanların, Attila’nın (Atlı Han’ın), milyonluk Haçlı ordularına az sayıdaki askerleriyle karşı çıkan, bir direk gibi Anadolu çadırını ayakta tutan Selçuklu hükümdarlarının, Selahaddin Eyyubi’nin, Sultan Alparslan’ın, Mevlana’nın, Fatih’in, Mimar Sinan’ın, Süyümbike’nin, daha nicelerinin ve Atatürk’ün ölümleri acıydı. Ancak sanırım içlerinde en acısı Atatürk’ün ölümüydü. Onun ölümü üzerinden henüz kısa süre geçti, bu yüzden üzerimizdeki etkisi nedeniyle yeterince nesnel (objektif) değerlendirme yapamıyor olabiliriz. Onun ölümüne ilişkin yargımızın ne ölçüde doğru olduğunu torunlarımız söyleyecekler ve torunlarına ileteceklerdir.

Atatürk’ün kaybının emsali olmayan bir kayıp olduğu görüşü sadece bizlere ait değil, bu konuda bir anekdot da var. 10 Kasım 1938’de öğle saatlerine doğru Atatürk’ün öldüğünü ülkedeki herkes duymuştu. O sırada öğrenci olan annemden ve daha pek çok kişiden dinlediğime göre İstanbul Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olan bir Alman profesör koşup ağlamakta olan dekana gider ve “Atatürk ölmüş, derse gireyim mi, girmeyeyim mi” diye sorar. Dekan ona, “Bu konuda bir kural yok, nasıl isterseniz öyle yapın, sizin ülkenizde böyle birisi öldüğünde ne yapılıyorsa öyle yapın” diye cevap verir. Alman Hoca ise “Benim ülkemde bugüne kadar böyle birisi hiç ölmedi” der.

Dedem, babam doğmadan önce şehit olmuş. Babam, Atatürk’ün naaşının Dolmabahçe’den alınıp Yavuz Zırhlısı’na bindirildiği film televizyonda ne zaman gösterilse ağlardı. Babam, bir de Ayşecik filmlerinde Ayşecik, haksız yere hapse düşen babasının yanağını tel örgüler arkasından öpünce ağlardı ve her defasında çocuksu bir safiyetle, “Yahu böyle şeyleri niçin gösteriyorlar?” diye kızardı. Galiba Atatürk, bütün milletin olduğu gibi babasız büyümüş babamın da atasıydı. Anzaklı (AS: Anzak olacak) anneler, Gelibolu’da ölen oğullarının anısını kucaklayan Atatürk’e yazdıkları cevabi mektupta, “Artık siz bizim de atamızsınız” demişlerdi. Galiba Atatürk’ün ölümü, dünyadaki bütün güzel yürekli insanların bir kaybıydı ve galiba babamın hiç tanımadığı Anzaklı (AS: Anzak bir yer adı değil, bir kabile, Anzak olmalı) kız kardeşleri vardı.

KAYIP SAYILMAYAN BİR KAYIP

Atatürk artık fiziksel olarak yaşamıyor ancak ülkemiz insanı üzerindeki etkisi hâlâ sürüyor. “Bir insanın gerçek ölümü hiç kimse tarafından anılmadığında gerçekleşir” diye bir görüş vardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan liderlerden hangisi milletinin zihninde ve dilinde onun kadar yaşıyor şimdi? Galiba o liderlerin hemen hepsi sonsuzluğa erişti fakat bir tek o, milletine verdiği sonsuz güzelliklerden ötürü hâlâ, beğeniyle, sevgiyle, teşekkürle anılıyor bugün.

Çünkü O milletine ;

– bağımsız olmayı,
– onurlu yaşamayı,
– kendini değerli hissetmeyi,
– Cumhuriyetle yaşamayı,
– pozitif bilimle yaşamayı,
– kadın-erkek eşitliği dahil eşitlik içinde,
– tebaa olmadan yaşamayı hediye etti.

O, sadece küçük Ülkü’nün elinden tutup yürümedi, yaşamakta olan ve yaşayacak tüm küçük kızların elinden, Türk kadının elinden tuttu. Kadınlarımız ve onların çocukları bu eli bırakmayacaklardır.

Her 10 Kasım’da aklıma gelen bir olay var. Atatürk, ölümünden önceki son Cumhuriyet Bayramı’nda Dolmabahçe’de hasta yatağındaydı, törenlere katılamamıştı. Törene katılan Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri gemiyle okullarına dönüyorlardı, sarayın önünde gemiyi durdurdular, “Atamızı görmek istiyoruz!” diye bağırmaya başladılar. Pencereye çıkan bir hekim eliyle, bağırmayın, yolunuza devam edin işareti yaptı. Gençler susmadılar, Atatürk onları işitti, ne olduğunu sordu. Söylediler. “Beni pencereye götürün” dedi. Artık yürüyemiyordu, kucaklayıp pencere önündeki koltuğa oturttular, eliyle genç askerlerini selamladı. Onu görünce gençler adeta çıldırdılar, o an bazı öğrencilerin postallarını çıkarıp üniformalarıyla suya atladıkları, ona doğru yüzdükleri görüldü. O, yaşarken de öldükten sonra da bir çekim merkeziydi. (Bu olayı yaşayanlardan hayatta olanlar varsa onları bulmak, yoksa bile o günü onlardan dinlemiş çocuklarına, torunlarına ulaşmak çok ilginç olsa gerek.)

ENVER PAŞA’YA ELEŞTİRİ VE ATATÜRK

Enver Paşa’nın ölümünü izleyen aylardan birinde Çankaya’daki akşam sofrasında bir kişi onun ülkeye verdiği zararları saymaya başladı. Enver Paşa’nın hatası gerçekten çoktu. Şimdiki değerlendirmemize göre Enver Paşa yaptığı onca hatanın yanı sıra bir de Mustafa Kemal Paşa’ya büyük ihtimalle bezdiri (mobbing) uygulamıştı ancak buna rağmen Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa aleyhine konuşulmasını istemedi ve “Enver bir güneş gibi tuluğ etmiş (doğmuş), bir güneş gibi de gurup etmiştir (batmıştır). İkisinin arasını tarihe bırakalım.” dedi. Çünkü Enver Paşa, Balkanlar’da “Hürriyet Kahramanı” olarak ortaya çıkmış, Türkmenistan’ın hürriyeti için savaşırken de Bolşevikler tarafından şehit edilmişti. O günün dünyasında çok sevilirdi; pek çok çocuğa, bu arada Enver Sedat’a onun adı verilmişti.

Atatürk’ün Enver Paşa’ya ilişkin yukarıdaki sözü onun yüce gönüllüğünün bir ifadesiydi. Enver Paşa bir güneş gibi doğmuş, bir güneş gibi batmıştı, ikisinin arası tarihe bırakılmalıydı. Bence benzer şekilde Mustafa Kemal Atatürk de bir güneş gibi ancak defalarca doğmuştur, Anafartalar’da doğmuştur, Samsun’da doğmuştur, Sakarya’da, Dumlupınar’da doğmuştur ve ülkesine Cumhuriyeti, özgürlüğü, eşitliği, çağdaşlığı getirdikten sonra bir güneş gibi batmıştır. Enver Paşa olayından farklı olarak bugün bizler Atatürk’ün doğuşuyla batışı arasında yaptıklarını sadece tarihçilere bırakmayacağız, tarihçi olmayan bizler de telaffuz edeceğiz ve yazacağız.