Her ölüm acıdır ancak…

Üstün Dökmen
Üstün DÖKMEN
06 Kasım 2022, Cumhuriyet

Dört gün sonra 10 Kasım. Yukarıdaki başlığı nasıl tamamlamak istersiniz? “Her ölüm acıdır ancak bazıları daha acıdır” şeklinde mi, yoksa “Her ölüm acıdır ancak bazı ölümler gerçek bir ölüm değildir” şeklinde mi?

Bence her ikisi de geçerli. Bütün ölümler acıdır, kaybedilen bütün yakınlar için yas tutulasıdır, bütün değerli insanların, iz bırakanların, insanlara hizmet etmişlerin ölümleri acıdır ancak tarihimiz açısından Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümü kayıplarımızın en acısıdır ve aynı zamanda bazı ölümler, bu arada onun ölümü de gerçek anlamda bir yok oluş değildir.

EMSALİ OLMAYAN BİR KAYIP

Olaya amatör tarihçi gözüyle baktığımda, bir anlamda öznel (sübjektif) bir değerlendirme yaptığımda, tarihimizde çağdaşlarını ve daha sonra yaşayacakları derinden etkilemiş pek çok ölüm vardır. Kanımca Oğuz Kağan’ın ölümü acıydı, İlteriş Kağan’ın, Kapağan/Kapgan Kağan’ın, Bumin, İstemi, Bilge kağanların, Attila’nın (Atlı Han’ın), milyonluk Haçlı ordularına az sayıdaki askerleriyle karşı çıkan, bir direk gibi Anadolu çadırını ayakta tutan Selçuklu hükümdarlarının, Selahaddin Eyyubi’nin, Sultan Alparslan’ın, Mevlana’nın, Fatih’in, Mimar Sinan’ın, Süyümbike’nin, daha nicelerinin ve Atatürk’ün ölümleri acıydı. Ancak sanırım içlerinde en acısı Atatürk’ün ölümüydü. Onun ölümü üzerinden henüz kısa süre geçti, bu yüzden üzerimizdeki etkisi nedeniyle yeterince nesnel (objektif) değerlendirme yapamıyor olabiliriz. Onun ölümüne ilişkin yargımızın ne ölçüde doğru olduğunu torunlarımız söyleyecekler ve torunlarına ileteceklerdir.

Atatürk’ün kaybının emsali olmayan bir kayıp olduğu görüşü sadece bizlere ait değil, bu konuda bir anekdot da var. 10 Kasım 1938’de öğle saatlerine doğru Atatürk’ün öldüğünü ülkedeki herkes duymuştu. O sırada öğrenci olan annemden ve daha pek çok kişiden dinlediğime göre İstanbul Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olan bir Alman profesör koşup ağlamakta olan dekana gider ve “Atatürk ölmüş, derse gireyim mi, girmeyeyim mi” diye sorar. Dekan ona, “Bu konuda bir kural yok, nasıl isterseniz öyle yapın, sizin ülkenizde böyle birisi öldüğünde ne yapılıyorsa öyle yapın” diye cevap verir. Alman Hoca ise “Benim ülkemde bugüne kadar böyle birisi hiç ölmedi” der.

Dedem, babam doğmadan önce şehit olmuş. Babam, Atatürk’ün naaşının Dolmabahçe’den alınıp Yavuz Zırhlısı’na bindirildiği film televizyonda ne zaman gösterilse ağlardı. Babam, bir de Ayşecik filmlerinde Ayşecik, haksız yere hapse düşen babasının yanağını tel örgüler arkasından öpünce ağlardı ve her defasında çocuksu bir safiyetle, “Yahu böyle şeyleri niçin gösteriyorlar?” diye kızardı. Galiba Atatürk, bütün milletin olduğu gibi babasız büyümüş babamın da atasıydı. Anzaklı (AS: Anzak olacak) anneler, Gelibolu’da ölen oğullarının anısını kucaklayan Atatürk’e yazdıkları cevabi mektupta, “Artık siz bizim de atamızsınız” demişlerdi. Galiba Atatürk’ün ölümü, dünyadaki bütün güzel yürekli insanların bir kaybıydı ve galiba babamın hiç tanımadığı Anzaklı (AS: Anzak bir yer adı değil, bir kabile, Anzak olmalı) kız kardeşleri vardı.

KAYIP SAYILMAYAN BİR KAYIP

Atatürk artık fiziksel olarak yaşamıyor ancak ülkemiz insanı üzerindeki etkisi hâlâ sürüyor. “Bir insanın gerçek ölümü hiç kimse tarafından anılmadığında gerçekleşir” diye bir görüş vardır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan liderlerden hangisi milletinin zihninde ve dilinde onun kadar yaşıyor şimdi? Galiba o liderlerin hemen hepsi sonsuzluğa erişti fakat bir tek o, milletine verdiği sonsuz güzelliklerden ötürü hâlâ, beğeniyle, sevgiyle, teşekkürle anılıyor bugün.

Çünkü O milletine ;

– bağımsız olmayı,
– onurlu yaşamayı,
– kendini değerli hissetmeyi,
– Cumhuriyetle yaşamayı,
– pozitif bilimle yaşamayı,
– kadın-erkek eşitliği dahil eşitlik içinde,
– tebaa olmadan yaşamayı hediye etti.

O, sadece küçük Ülkü’nün elinden tutup yürümedi, yaşamakta olan ve yaşayacak tüm küçük kızların elinden, Türk kadının elinden tuttu. Kadınlarımız ve onların çocukları bu eli bırakmayacaklardır.

Her 10 Kasım’da aklıma gelen bir olay var. Atatürk, ölümünden önceki son Cumhuriyet Bayramı’nda Dolmabahçe’de hasta yatağındaydı, törenlere katılamamıştı. Törene katılan Kuleli Askeri Lisesi öğrencileri gemiyle okullarına dönüyorlardı, sarayın önünde gemiyi durdurdular, “Atamızı görmek istiyoruz!” diye bağırmaya başladılar. Pencereye çıkan bir hekim eliyle, bağırmayın, yolunuza devam edin işareti yaptı. Gençler susmadılar, Atatürk onları işitti, ne olduğunu sordu. Söylediler. “Beni pencereye götürün” dedi. Artık yürüyemiyordu, kucaklayıp pencere önündeki koltuğa oturttular, eliyle genç askerlerini selamladı. Onu görünce gençler adeta çıldırdılar, o an bazı öğrencilerin postallarını çıkarıp üniformalarıyla suya atladıkları, ona doğru yüzdükleri görüldü. O, yaşarken de öldükten sonra da bir çekim merkeziydi. (Bu olayı yaşayanlardan hayatta olanlar varsa onları bulmak, yoksa bile o günü onlardan dinlemiş çocuklarına, torunlarına ulaşmak çok ilginç olsa gerek.)

ENVER PAŞA’YA ELEŞTİRİ VE ATATÜRK

Enver Paşa’nın ölümünü izleyen aylardan birinde Çankaya’daki akşam sofrasında bir kişi onun ülkeye verdiği zararları saymaya başladı. Enver Paşa’nın hatası gerçekten çoktu. Şimdiki değerlendirmemize göre Enver Paşa yaptığı onca hatanın yanı sıra bir de Mustafa Kemal Paşa’ya büyük ihtimalle bezdiri (mobbing) uygulamıştı ancak buna rağmen Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa aleyhine konuşulmasını istemedi ve “Enver bir güneş gibi tuluğ etmiş (doğmuş), bir güneş gibi de gurup etmiştir (batmıştır). İkisinin arasını tarihe bırakalım.” dedi. Çünkü Enver Paşa, Balkanlar’da “Hürriyet Kahramanı” olarak ortaya çıkmış, Türkmenistan’ın hürriyeti için savaşırken de Bolşevikler tarafından şehit edilmişti. O günün dünyasında çok sevilirdi; pek çok çocuğa, bu arada Enver Sedat’a onun adı verilmişti.

Atatürk’ün Enver Paşa’ya ilişkin yukarıdaki sözü onun yüce gönüllüğünün bir ifadesiydi. Enver Paşa bir güneş gibi doğmuş, bir güneş gibi batmıştı, ikisinin arası tarihe bırakılmalıydı. Bence benzer şekilde Mustafa Kemal Atatürk de bir güneş gibi ancak defalarca doğmuştur, Anafartalar’da doğmuştur, Samsun’da doğmuştur, Sakarya’da, Dumlupınar’da doğmuştur ve ülkesine Cumhuriyeti, özgürlüğü, eşitliği, çağdaşlığı getirdikten sonra bir güneş gibi batmıştır. Enver Paşa olayından farklı olarak bugün bizler Atatürk’ün doğuşuyla batışı arasında yaptıklarını sadece tarihçilere bırakmayacağız, tarihçi olmayan bizler de telaffuz edeceğiz ve yazacağız.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir