Etiket arşivi: Platon

Politika nedir?

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
04 Eylül 2023, Cumhuriyet

Politika teriminin kökeni antik Yunancadaki polis terimine dayanır. Polis, toplumsal yaşam alanı veya kent anlamına gelmektedir.

Antik Yunan filozofu Aristoteles, insanın doğası gereği toplumsal bir canlı olduğunu söyler. Politika, toplumsal yaşamın yapısıyla, düzenlenmesiyle, yönetilmesiyle ilgili bir kavramdır.

Aristoteles’in hocası olan antik Yunan filozofu Platon, filozofların yönetici olması gerektiğini savunur.

Çünkü filozof, akıl yürüterek, bilgelik için, doğrunun ve gerçeğin bilgisini edinmek için mücadele eden kişidir.

Felsefe teriminin kökeni, antik Yunancadaki philo-sophia terimine dayanır. Philo-sophia, bilgelik sevgisi anlamına gelir.

Filozof için bilgelik (sophia), bilgi (episteme), doğruluk/gerçeklik (aletheia) ve akıl yürütme/gerekçelendirme/temellendirme (logos) birbiriyle ilişkili ve bağlantılı kavramlardır.
***
Platon’a ve Aristoteles’e göre, yaşamın amacı (telos), iyi bir ruha sahip olmaktır (eudaimonia). İyi bir ruha sahip olmak erdemli olmakla (arete) olanaklıdır. Adalet (dikaiosune) en önemli erdemlerin arasında yer almaktadır.

Toplumsal bağlamın dışında kalarak erdemli bir yaşam sürülemez. Adalet kavramından bağımsız olarak toplumsal yaşamı yapılandırmak, düzenlemek, yönetmek de olanaklı değildir.

Adaletin ne olduğunu, adaletin özünü, adaletin anlamını kavramak, ancak felsefeyle olanaklı olduğu için de, filozofların yönetici olması çok önemlidir.

Platon’a ve Aristoteles’e göre, bir başka önemli erdem de cesarettir (andreia).

Felsefi çerçevede erdemli bir yol, yaşamsal önemde bir konudur. “Güçlü olan haklıdır” paradigması ancak böyle yıkılabilir; algılar üzerinden değil, gerçekler üzerinden politika ancak böyle geliştirilebilir; yöneticilerin yozlaşmalarını sorgulayan Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesi gibi adaletsizlikler, ancak böyle önlenebilir.

Platon ve Aristoteles, bu bakış açısıyla, teori ile pratik (kuram ile uygulama) arasındaki zorunlu bir bağlantıyı ve bütünlüğü de ortaya koyarlar.
***
Yüzyıllar sonra İngiliz filozof John Locke ve İsviçreli/Fransız filozof Jean-Jacques Rousseau, toplum sözleşmesi kavramını geliştirerek, adalet mücadelesi doğrultusunda, toplumu da bu sürecin içine etkin ve örgütlü bir biçimde katmışlardır.

  • Locke, güçler ayrılığı, emekçinin mülkiyet hakkı, laiklik gibi ilkeleri geliştirerek, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması doğrultusunda çok önemli adımlar atmıştır.
  • Rousseau bu süreci, halk egemenliği ve yasalarla güvence altına alınan kamusal yarar ilkesiyle tamamlamıştır.
  • Alman filozof Karl Marx, sanayi devriminden sonra, mülkiyet sorununu yeniden ele alarak, değişen üretim biçimlerini de ve üretim araçlarını da dikkate alarak, kapitalist sömürünün önlenmesi için, sanayi tarzı üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını savunmuştur.
    ***

Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk, bu felsefi ve tarihsel süreci, Türkiye’nin özel ve tarihsel koşullarını da dikkate alarak, teori ve pratik (kuram ve uygulama) bütünlüğü içinde, entelektüel bir bakış açısıyla, sentezlemiştir.

Atatürk;

  • Cumhuriyetçilikle monarşiyi yıkmıştır;
  • Halkçılıkla oligarşiyi yıkmıştır;
  • Devletçilikle/kamuculukla özelleştirmeciliği ve serbest piyasacılığı yıkmıştır;
  • Laiklikle teokrasiyi yıkmıştır;
  • Milliyetçilikle/ulusçulukla ümmetçiliği yıkmıştır;
  • Devrimcilikle muhafazakarlığı ve statükoculuğu yıkmıştır.

Sosyal demokrasi ve demokratik solculuk da, ekonomik ve sosyal adalet anlayışıyla, karma ekonomik model önermesiyle, Atatürk’ün halkçılık ve devletçilik ilkelerini olumlamıştır.
***
Politika aslında, felsefi bir eylemdir.

Ancak politikayı politika olmaktan çıkartan güç odakları ve sahte politikacılar, ne yazık ki, politikanın, başka bir deyişle siyasetin, kötü bir biçimde anılmasına neden olmuşlardır.

Atatürk’ün ilkelerinden ve ideolojik yaklaşımdan uzaklaşan bugünkü CHP yönetimi de, siyasetin yüzeyselleşmesinde büyük bir rol oynamıştır.

CHP’nin ve Türkiye’nin, yeniden felsefi bir eyleme ihtiyacı (gereksinimi) vardır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Politika nedir?4 Eylül 2023

ÖNCE AHLAK

Yusuf Samim Lütfü

Avrupa’da “Dahiler Çağı” olarak anılan 17. yüzyılda yaşamış Fransız düşünür La Bruyere, çok konuşmak konusunda en doğru saptamayı yapan kişidir:

  • “Çok konuşmak gözden düşmenin en emin yoludur.”

Akıllı insan çok konuşmamalıdır, konuşacaksa da, ya susmaktan daha değerli bir şey söylemeli ya da susmalıdır.

La Bruyere’in bu öğüdünü 20. yüzyıl başında Wittgenstein,

  • “İnsan hakkında konuşamayacağı şeyler konusunda susmalıdır.”

diye dile getirmiştir. Yani atalarımızın söylediği gibi “Söz gümüşse sükut altındır”.

Özgürlükçülük adına bireyciliğin, öznelliğin ve özgüvenin tavan yaptırıldığı post-modern çağımızda maşallah ağzı olan konuşuyor; hemen herkesin her konuda bir fikri var ve herkes fikrini çekinmeden “özgürce” dile getiriyor!

Böyle olunca konuşmak ya da yazmak kadar, konuşulanı ya da yazılanı eleştirmek de herkesin harcı oluyor!

Bu post-modern özgürlük (negatif özgürlük) bana hiç uymuyor; insanın konuşması ya da konuşulana karşı konuşması için, konuştuğu konu hakkında suskun kalmasından daha değerli şeyler söyleyebilecek ölçüde bilgisi olması gerektiğini düşünüyorum.

Öğrenme amacı olan insanların sorma hakkına sonuna dek saygılıyım ama bilgi sahibi olmadan fikir tartışması yapılmamalı.

Aşağıdaki önermeleri yukarıdaki iki paragrafın ışığında okumalısınız :

  • Bir toplumda huzurun ve esenliğin olması yönetim biçiminden çok,
    halkın ahlak düzeyi ile ilintilidir.
  • Adalet duygusunu içselleştirebilmiş ahlaklı bireylerden ve yöneticilerden oluşan toplumlar, yönetim biçiminden bağımsız olarak huzurlu toplumlar olacaklardır.
  • Tersine adalet duygusundan uzak bireyler ve yöneticilerden oluşan toplumlar, hangi yönetim biçimini denerlerse denesinler, bir türlü huzuru bulamayacaklardır.
  • Farklılıklara karşın bir arada huzur (erinç) içinde yaşamak, ancak ahlaklı bireylerden oluşan adaletli toplumların harcıdır.
  • İnancınızın gereklerini yerine getirmek sizi inançlı yapar ama asla ahlaklı yapmaz.
  • Ahlaklı olmak için önce adaletli olmalısınız.
  • Ne denli inançlı olursanız olun adaletli değilseniz ahlaklı olamazsınız. Bir inancı olduğu için ahlaka gereksinimi olmadığını düşünmek, ahlaksal açıdan yapılacak en büyük hatadır.
  • İnançları konusunda en iddialı olan insanların tarihteki en büyük adaletsizliklere, yıkımlara neden olmaları bundandır.
  • Yağma, talan ve yalan hep bir adaletsizlikle ilintili olan, ahlaksal açıdan “kötü” davranışlardır.
  • Bu ahlaksızlıkların bir nedenle (örneğin iktidar adına) olumlandıkları toplumlar asla bir arada ve huzur içinde yaşayamazlar.
  • Gene cehalet ve sefalet size iktidarı sağlasa da asla toplumsal huzuru (erinci) sağlayamaz.
  • Toplumsal huzur ve refah (erinç ve gönenç) için adaletin içselletirildiği ahlaklı bir toplum eğitimle oluşturulmalıdır.
  • Ahlaksızlıkları ile yüzleş(e)meyen toplumların huzuru ve refahı (erinci ve gönenci) yakalamaları olanaklı değildir. (31.03.2023)

=====================================================
Dostlar,

Ekleyelim..

Ahlâk”; bir toplum içinde kişilerin uymak zorunda oldukları davranış biçimlerini düzenleyen toplumsal düzen kurallardır. Yereldir.

Etik; kişinin davranışlarına temel olan ahlâk ilkelerinin tümüdür. Başka bir anlatım ile Etik insanlara;

* “işlerin nasıl yapılması gerektiği”ni belirlemede yardımcı olan yol gösterici değerler, ilkeler ve standartlardır. Evrenseldir.

  • “Yaşamda göreceğiniz iş ne olursa olsun, Erdem olmayınca elde edeceğiniz her şeyin, yapacağınız her işin, sonunda utanç ve kötülük vardır.” Platon
  • Ahlaksızlık ile dinsizliği karıştırmamak gerekir. Din olmadan ahlaklılık olabilir ve
    ahlaksızlıkla din bir arada bulunabilir ve çoğunlukla da böyledir.. Denis DİDEROT

Meslektaşımız, Felsefeci, değerli “Yusuf Samim Lütfü” ye teşekkür ederiz bu özlü yazısı için.

Sevgi ve saygı ile. 01 Nisan 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

Güvercin kuş mudur, felsefe şart mıdır?

Üstün DökmenÜstün Dökmen
29 Ocak 2023, CumhuriyetPazar eki

Aşağıdaki üç cümleyi okumanızı ve “doğru/yanlış” diyerek bu cümlelerde bir mantık hatası olup olmadığına karar vermenizi rica ediyorum.

1. Bütün kuşlar uçar, güvercin de uçar, o halde güvercin bir kuştur.
2. Kapı açılırsa çıkacağım, pencere açıldı çıktım.
3. 6×6, 36 eder. Bu durum evrensel bir gerçektir, her ortamda, her durumda 6×6=36’dır.

Değerli dostlarım, eğer birinci ve üçüncü cümlelerdeki ifadelerin doğru, ikinci cümledeki ifadenin ise yanlış olduğunu düşünüyorsanız durumunuz vahimdir. Çünkü sırasıyla verdiğiniz “doğru, yanlış, doğru” cevapları doğru dürüst felsefe ve mantık okumadığınız, okuduysanız bile geçer not almayı hak etmediğiniz anlamına gelir. En iyi ihtimalle eğitim sistemimizin kurbanı olduğunuzu düşünebilirsiniz. Şimdi bu cümleleri tek tek ele alalım:

Birinci cümlede güvercinin kuş olduğu yolunda bir mantıksal çıkarım yapılmıştır, bu çıkarımın sonucu doğrudur ancak çıkarım şekli yanlıştır. Bazen yanlış bir yolla doğru sonuca ulaşabiliriz. Bu cümlede de öyle olmuştur. Bütün kuşlar uçar, ancak güvercinin de uçuyor olması onun kuş olmasını zorunlu kılmaz, çünkü kuş olmayan bazı (kimi) şeyler de, örneğin uçak da uçar. “Bütün kuşlar uçar, uçak da uçar, o halde uçak bir kuştur” diyemeyiz. Öyleyse ilk çıkarım yanlıştır.

İkinci cümlede ise herhangi bir hata yoktur. Açılması halinde kapıdan çıkacağımı söyledim ancak pencereden söz etmedim, bu durumda pencereden çıkmam bir çelişki değildir. Eğer kapı açıldığında çıkmasaydım yanlış davranmış olurdum. Olaydaki mantığı kavramamış bir kişi, ikinci cümlede hata olduğunu düşünecektir.

Gelelim üçüncü cümleye. 6×6, 36 eder ancak bu durum evrensel geçerlilik taşımaz. Çünkü 6×6 sadece ondalık sistemde 36 eder. Sonsuz sayı, dolayısıyla da sonsuz matematik sistemi vardır, tüm matematik sistemlerinde 6×6, 36 etmez. Ondalık sistem matematikteki tek sistem değildir, sadece (yalnızca) en tanınmış sistemdir. Dünyada ayak parmaklarını da işe katıp yirmilik sistem kullanan kabile var. Vigesimal denilen yirmilik sistemde 6×6, 36 etmez.

Eğitimde Düşünme Becerisi

Bir eğitim sistemi eğer ezber ağırlıklı ise o sistem, yeterince düşünemeyen, icatta bulunamayan ve birilerine tabi olan bağımlı insanlar yetiştirir. Öncelikle ezberden uzaklaşmak gereklidir ancak bu yeterli değildir, günümüz eğitim sistemlerinin düşünme becerisini (muhakeme becerisini) geliştirecek biçimde düzenlenmesi, anaokulundan itibaren (başlayarak) felsefenin ve mantığın tüm konuların içine sindirilmesi ve siyasetçilerin ve atanmış rektörlerin, “Bana cahil vatandaş gerekli” dememesi gereklidir. (Ay’a cahiller gitmedi.)

Çocuğun düşünerek, sorgulayarak doğru cevabı (yanıtı) keşfetmesini bekleyemeyen, “Doğrusunu söyleyeyim de öğrensin” telaşıyla doğruyu söyleyen öğretmen veya anne baba, hiç farkında olmadan çocuğun öğrenme sürecindeki ibresini ezbere kaydırır. Kekeme çocukları bekleyen önemli bir sıkıntı, bir kelimeye takıldıklarında yetişkinlerin o kelimeyi onların yerine söyleyivermeleridir. Bu engelleyici tavrı aşabilmek için Batı’da bazı (kimi) eğitimciler, kekeme çocuğun karşısına oturup sıkılmadan onu dinleyecek (daha doğrusu yüzüne bakacak) köpekler eğitmektedirler. Sonuçta çocukların sorgulayarak ve yaparak öğrenmelerine izin veren, müdahaleci olmayan, temelde bilimsel laikliğe önem veren, müfredatı (yetişek) bilim dışı görüşlerle biçimlendirmeyen bir eğitim sistemine ihtiyaç (gereksinim) vardır.

  • Felsefe, sorgulamayı ve merakı teşvik eder, bu yüzden müfredatta felsefenin yerinin azaltılmaması gerekir.

Ülkemizde uzun yıllar lisede “felsefe” adı altında okutulan felsefe ve mantık dersleri, geç kalınmış bir gayretin (çabanın) ürünüydü, öğrenciyi sadece (yalnızca) felsefe tarihini ezberlemeye itiyordu. Felsefe, anaokulundan itibaren (başlayarak) çocuklarımızın yaşantısına girmelidir. Felsefeye, sorgulamanın önemini vurgulayarak ve sorgulamaya izin vererek başlayabiliriz. Ortaya koyduğum adlı yaklaşım, her yaştaki insanın felsefi sorgulamayı ve pozitif bilimin mantığını bir yaşam tarzı haline (biçimi durumuna) getirmesini önermektedir.

Belki de yapılması gereken ilk iş müfredatların arkasındaki siyasilerin felsefeye, mantığa ve pozitif bilime ilişkin kaygılarının giderilmesi, bu konularla tanıştırılmalarıdır. Bir süre önce üst düzey bir devlet yetkilisi gençlerin satranç oynayabileceklerini ancak aşırı oynamamaları gerektiğini belirtti. Felsefeye, mantığa, satranca, Evrim kanununa (yasasına) ilişkin kaygı kokan birtakım temelsiz görüşleri, yani çağdaş eğitimi engelleyen tavrı (tutumu), yine eğitimle aşmak zorundayız.

Günlük Yaşamda Düşünme Becerisi

Düşünme becerisi sadece (yalnızca) bozulan bir arabayı tamir etmek (onarmak) için gerekmez, yaşamın her alanında işlevseldir. Küresel ısınmayı, düşünme becerisi gelişmemiş insanlarla önleyemeyiz.

Günlük yaşamda düşünme becerisi eksikliği, uzun yıllar basında mizah konusu olmuştur. Üniversite mezunu (bitiren) olan pek çok kişi, ehliyet için başvurduğunda ilkokul diploması ibraz edemediği için geri çevrilmiştir. Bir üniversite mezununun ilkokulu kesin olarak bitirmiş olacağını düşünebilmek, basit bir düşünme becerisidir, başvuru formunda yazıyor diye ille de ilkokul diploması istemek ise bir mantık hatasıdır.

Düşünme becerisi eksikliği daha pek çok yerde karşımıza çıkar. Örneğin nice apartman sakini, “Biliyorum bu yönetici iyi değil ama ne yapabiliriz başka aday yok, mecburen (zorunlu olarak) onu seçeceğiz.” der.  Bu ifadede (anlatımda) hem bir mantık hatası hem de öğrenilmiş çaresizlik vardır. Mantıklı düşünemeyen ve çaresizlik (çözümsüzlük) hisseden (duyumsayan) kişiler eleştirdikleri kişilere mahkûm olurlar. Bir dizi izleyicisinin oğlunu öldürttüğü için Kanuni hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunması ya da bir vatandaşın röportajda “Atatürk zeki değildi çünkü bilgisayar kullanmayı bilmiyordu” demesi birer düşünme becerisi eksikliğidir. Atatürk’ü eleştiren kişi satrançta iki hamle ötesini görememektir. Çünkü bilgisayar kullanmadı diye Atatürk’ün zeki olmadığını iddia ettiğinizde, O’nunla aynı durumda olan Fatih’in, Abdülhamit’in, Platon’un, Einstein’ın da zeki olmadıklarını iddia etmiş olursunuz.

Eğitim sisteminde eksiklikler olsa da anne babalar (anababalar) öncelikle kendi düşünme becerilerini geliştirerek çocuklarına örnek olabilirler, ardından da onların eline düşünme becerilerini, sorgulama tarzlarını (biçimlerini) geliştirecek kaynaklar verebilirler. Söz konusu kaynaklardan şimdilik iki tane önereceğim.*

* White, D. (2022). Çocuklar İçin Felsefe: Her şey hakkında merak uyandıracak 40 eğlenceli soru, ODTÜ Yayıncılık.
Piquemal, M. ve Bass, T. (2022). Pikolo ile Felsefe Öğreniyorum, ODTÜ Yayıncılık.

Her yer karanlık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
 
31 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kuruluşunun 99. yılı, yine hayal kırıklıklarıyla geçti.

Önce, TBMM’de AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı temsil eden en üst düzey yetkili olan AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal“Cumhuriyetin kültür devriminin, düşünce setlerimizi yok ettiği” yalanını ve safsatasını ortaya attı.

Mahir Ünal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçe’nin, Arapçanın ve Farsçanın kuşatması altına girdiğini; okuma – yazma oranının %10’un üzerinde olmadığını; Platon, Aristoteles, Augustinus, Aquinas, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Spinoza, Hobbes, Locke, Bacon, Hume, Rousseau, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche çapında önemli tek bir filozofun yetişmediğiniKopernik, Galilei, Kepler, Newton çapında önemli tek bir bilim insanının çıkmadığını; felsefe ve bilim alanında özgün ve devrimci hiçbir düşüncenin geliştirilmediğini halktan gizleyerek halkı kandırmaya çalıştı.
***
Arkasından, AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde düzenlenen “Türkiye Yüzyılı” toplantısında, Mahir Ünal’ın iddialarına paralel bir biçimde, Atatürk döneminin Cumhuriyeti, sanayi alanında yapılan yatırımlara indirgendi; bu yatırımlarla AKP iktidarındaki yatırımlar arasında bir süreklilik olduğu vurgusu yapıldı; Cumhuriyetin özü, esası, Aydınlanma devrimleri, kültür devrimi ve siyasi devrimler yok sayıldı.

Cumhuriyetin 99. yılında, “Türkiye Yüzyılı” adı altında, AKP’nin ve Erdoğan’ın 20 yılının anlatıldığı toplantıda, TBMM’nin kurulması; saltanatın ve hilafetin kaldırılması; Öğretim Birliği Yasası ve Medeni Kanun; kadınların çalışma ve eğitim yaşamına katılması ve hukuk önünde erkeklerle eşit haklara sahip olması; kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanması; üniversite reformu; bilime, felsefeye ve sanatın tüm dallarına yönelik gerçekleşen açılımlar; dil ve alfabe alanında gerçekleşen reformlar; dinin devlet, siyaset, hükümet, hukuk, eğitim işlerine müdahale etmesinin önlenmesi, laikliğin anayasa maddesi haline gelmesi gibi Cumhuriyet devrimleri görmezden gelindi.

Bütün bunlarla birlikte, söz konusu toplantının tanıtım afişlerinde, Atatürk’ün resmi yer almadı, Atatürk yok sayıldı, O’nun yerine Erdoğan’ın resimleri kullanıldı; ana başlıkta “Türkiye Yüzyılı” denilerek, cumhuriyet kavramı ve terimi de kullanılmadı!
***
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Mahir Ünal’ın açıklamalarını, “SADAT’çıların” ve “Asrikacılar”ın zihniyetine benzetmekle yetindi.

Oysa, SADAT’ın kurucusu ve bir dönem Erdoğan’ın danışmanı olan Adnan Tanrıverdi, Erdoğan tarafından cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan Kadir Mısıroğlu ve AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları, daha eskilere dayanan bir Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının, son yıllarda karşımıza çıkan sonuçlarıdır.

  • Mahir Ünal’ın, Adnan Tanrıverdi’nin ve Kadir Mısıroğlu’nun zihniyeti İskilipli Atıf, Mustafa Sabri, Şeyh Said, Necip Fazıl Kısakürek, Saidi Nursi ve Fethullah Gülen gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının zihniyetinin bir uzantısıdır.
  • Cumhuriyetin kuruluşundan beri, Cumhuriyeti yıkmaya çalışan ve emperyalizme hizmet eden bir örgütlenme her zaman var olmuştur. Bunu anlamadan ve buna karşı açık ve seçik bir tavır ortaya koymadan, Cumhuriyeti korumak olanaklı değildir.

***
Cumhuriyet bayramında, Atatürk’ün izinde olduğunu savunan ve AKP’ye muhalif olarak bilinen birçok yorumcu da televizyonlarda yaptıkları açıklamalarda, Cumhuriyetin anlamını ve Cumhuriyetin Aydınlanma devrimlerini anlatmayı beceremediler; saatlerce Kurtuluş Savaşı sürecini anlattılar; 19 Mayıs’ta ve 30 Ağustos’ta anlatmaları gereken şeyleri, 29 Ekim’de anlatarak AKP’nin değirmenine su taşıdılar!

Cumhuriyetin, halkın egemenliğine dayanan bir yönetim biçimi olduğu; bunun da cumhuriyetçilikle, halkçılıkla, devletçilikle, laiklikle, ulusçulukla ve devrimcilikle olanaklı olduğu; aksi halde halkın değil, yönetici sınıfın, ruhban sınıfının, sermaye sınıfının egemen olacağı; Cumhuriyetin yerine, monarşinin, oligarşinin, teokrasinin geçerli olacağı, bir türlü anlatılamadı.

Türkiye, hem iktidarıyla hem de muhalefetiyle bu kadar karanlık bir dönemi hiç yaşamamıştı!

Assos’ta kültür katliamı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
19 Eylül 2022, Cumhuriyet

 

Felsefe ve bilim tarihinin en önemli düşünürlerinden birisi olan Aristoteles’in, Çanakkale ilinde yer alan Assos Antik Kenti’nde yaşamış olması, Assos’u önemli kılan özelliklerin başında gelir.

Aristoteles, MÖ 384 yılında Makedonya bölgesinde, bugünkü Selanik kentinin yakınlarında bulunan Stagira’da doğmuştur; Platon’un Atina’da kurduğu Akademeia adlı okulda eğitim görmüştür.

Aristoteles, Platon’un ölümünden sonra, Atina’da yaşadığı çeşitli baskılar sonucunda Anadolu’ya sığınmıştır ve MÖ yaklaşık 347-344 yılları arasında Assos’ta yaşamıştır. Aristoteles, Assos’un hükümdarı Hermias’ın yeğeni Pythias ile evlenmiştir, bu evlilikten bir çocuğu olmuştur.

Aristoteles, Assos’tan ayrıldıktan sonra Makedonya’da Büyük İskender’in hocası olmuştur, daha sonraki yıllarda Atina’ya geri dönerek Lykeion adlı okulu kurmuştur. MÖ 322 yılında Euboia (Eğriboz) adasında Halkis’te ölen Aristoteles, epistemoloji, mantık, ontoloji, metafizik, etik, siyaset felsefesi, estetik, fizik, astronomi, biyoloji, zooloji alanlarında birçok önemli eser yazmıştır.
***
Antik tiyatrosuyla, tapınağıyla, agorasıyla, nekropolisiyle ve surlarıyla mimari açıdan da çok önemli bir kültür mirası olan Assos, Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 30 Ekim 2013 tarihli ve 1205 sayılı kararıyla, 1. derece arkeolojik sit alanı olarak belirlendi.

İçişleri Bakanlığı, Çanakkale Valiliği ve AFAD ise 2020 yılında, Assos’taki falezlerden kayaların düşmesi tehlikesi olduğunu tespit ederek bu tehlikenin önlenmesine yönelik bir çalışma başlattı.

Bu alanda uzman jeologlar ve mühendisler, kayaların düşme tehlikesinin, tarihi ve arkeolojik bölgeye zarar verilmeden lokal (AS: yerel) bir işlemle giderilebileceğini açıkladıkları halde, hükümet bölgeye kepçeyle, hafriyat kamyonuyla, dinamitle, iş makineleriyle girerek tarihi ve arkeolojik bir alanda olan tepeleri ve falezleri, bir taşocağı manzarasına yol açacak biçimde oydu ve ortadan kaldırdı!

Bölgede arkeolojik kazı yapan üst düzey yetkililere göre, bu esnada, toprak altında veya üstünde yer alan birçok arkeolojik eser yok oldu veya zarar gördü, bazıları kurtarıldı, bazıları kurtarılamadı!

İşin en korkunç yanı, kültürü ve tarihi koruması gereken Kültür ve Turizm Bakanlığı bu konuda İçişleri Bakanlığı ile işbirliği yaptı, Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, 16 Aralık 2020 tarihli ve 6603 sayılı kararıyla, söz konusu projeyi onayladı!

İçişleri Bakanlığı’na, Kültür ve Turizm Bakanlığı’na ve yürütülen hukuk dışı işleme karşı dava açanlar bu davayı kazandılar. Çanakkale 2. İdare Mahkemesi, 24 Mayıs 2022 tarihli 2022/423 sayılı kararı ile Assos’ta gerçekleşen işlemin, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 5 Kasım 1999 tarihli ve 658 sayılı kararına ve Kültür Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu’nun 7 Nisan 2016 tarihli ve 562 sayılı kararına aykırı olduğunu; Çanakkale Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 6603 sayılı kararının hukuka aykırı olduğunu; dava konusu olan işlemin, 1. derece arkeolojik sit alanı olan bir bölgede yapılaşmayı içerdiğini ve afetle ilgili olarak alana müdahalenin, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından oluşturulması gereken bir bilim kurulunun denetiminde gerçekleşmediğini, oybirliğiyle karara bağladı.
***
Assos’ta bir kültür katliamı gerçekleştiren Kültür ve Turizm Bakanlığı bu hafta, “Troya Kültür Yolu” oluşumu, Çanakkale Kültür, Sanat ve Yaşam Derneği, Trakya Üniversitesi ve Nadas Otel ile birlikte bölgede, “Assos Felsefe Okulu” adlı bir etkinlik düzenliyor!

AKP hükümeti ve onun peşinden sürüklenenler, Felsefe Sanat Bilim Derneği bünyesinde zaten gerçekleşen ve 22 yıldır düzenlenen “Assos’ta Felsefe /Assos Felsefe Akademisi” etkinliğini yok sayarak, yıllarca verilen emeğe saygısızlık yaparak, mevcut ve başarılı bir projeyi taklit etmeye çalışarak, erdemsizlik yolunda ilerlemeye devam ediyor!

Bu aynı zamanda, Aristoteles’in ahlak, erdem, adalet ve cesaret konusundaki düşüncelerine ihanetin de bir fotoğrafıdır!

Heidegger, felsefe ve üniversite

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 26 Temmuz 2021
Tarihteki acı olaylardan ders çıkaranlar, geleceklerini daha sağlam temeller üzerine inşa edebilirler. Türkiye’nin de, Almanya’da 1932 ve 1933 yılında yaşananlardan alacağı çok önemli dersler var.

1932 yılının kasım ayında yapılan serbest seçimlerde, Adolf Hitler’in Nazi partisi, oyların %33’ünü alarak 1. parti çıktı. Aynı seçimde Sosyal Demokrat Parti %20, Komünist Parti %17, Merkez Parti % 12, Alman Ulusal Halk Partisi %8 oy aldı. Kalan oylar da oy tabanları düşük olan küçük partilerin arasında dağıldı.

Ancak Nazi partisinin aldığı oy oranı, ülkeyi yönetebilmek için gerekli parlamento çoğunluğunu sağlayamadığı için, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg, seçimlerin yenilenmesi koşuluyla hükümeti kurma görevini Hitler’e verdi.

Hitler, 1933 yılının ocak ayında başbakan olarak atandıktan birkaç hafta sonra, şubat ayında, Alman Parlamentosu’nda bir yangın felaketi yaşandı, parlamento binası yandı. Hitler bu yangının, komünistler tarafından gerçekleştirilmiş bir sabotaj olduğunu iddia etti ve Cumhurbaşkanı’nın da desteğiyle ülkede olağanüstü hal ilan etti.

1933 yılının mart ayında, muhalefete yönelik olağanüstü hal baskısı altında yenilenen seçimlerde, Nazi partisinin oyları “%44” olarak açıklandı. Hitler, bu aşamadan sonra diktatörlüğünü pekiştirdi; devlet kurumlarındaki kadrolara parti üyelerini yerleştirdi; sosyalistleri, komünistleri, Musevileri tutuklattı; muhalif sendikaları, dernekleri, vakıfları ve muhalefet partilerini kapattı, medyayı tamamıyla kontrolü (AS: tümüyle denetimi) altına aldı.

Siyasal çizgisini antikomünizm, anti-Marksizm ve antisemitizm üzerine inşa eden Hitler ve Nazi partisi, çok partili serbest seçimleri bir araç olarak kullanarak, faşist bir diktatörlük rejimi kurdu.
***
Bu süreçte Hitler ve Nazi partisi, üniversitelere de müdahale etti, üniversitelere Nazi partisi yandaşı rektörleri, dekanları ve akademisyenleri yerleştirdi. Bunlardan birisi de filozof Martin Heidegger idi. Heidegger, 1933 yılında Freiburg Üniversitesi rektörü oldu.

Heidegger’in rektörlük görevi kısa sürmüş olsa da, aynı yıl Nazi partisine üye olan Heidegger, 1945 yılına kadar, yani Almanya İkinci Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğrayıp Nazi rejimi sona erene kadar, Nazi partisi üyesi olmaya devam etti. Heidegger’in Nazi partisi (NSDAP) üyelik kaydı bölgesi Bau Gaden, üyelik numarası ise 312589 idi.

Heidegger rektörlük döneminde, Hitler’i ve Nazi partisinin siyasetini destekleyen birçok konuşma yaptı. 26 Mayıs 1933’te Freiburg Üniversitesi’ndeki “Schlageter”, 30 Haziran 1933’te Heidelberg Üniversitesi Öğrenci Derneği’ndeki “Yeni İmparatorlukta Üniversite”, 3 Kasım 1933’te Freiburg Üniversitesi’ndeki “Alman Öğrenciler”, 11 Kasım 1933’te Leipzig’deki “Adolf Hitler’e Destek Deklarasyonu”, 22 Ocak 1934’te Freiburg Üniversitesi’ndeki “Nasyonal Sosyalist Eğitim” konulu konuşmalar bunlara dair bazı örnekler olarak sayılabilir.

Heidegger, 1931 yılından itibaren tuttuğu ve “Kara Defterler” adı altında yayımlanan notlarında da, birçok antisemitist ve Nazi siyasetini destekleyen ifadeler kullandı.
***
Bu süreçte Nazi yönetimine karşı çıkan ve Heidegger’in hem siyasi hem de felsefi olarak eleştirdiği mantıkçı pozitivist (mantıkçı deneyimci) birçok akademisyen, bilim insanı ve felsefeci, üniversiteden atıldı, sürgün edildi, öldürüldü.

Fizikçi, filozof Moritz Schlick, öğrencisi Johann Nelböck tarafından öldürüldü; Nelböck, Naziler tarafından iki yıl sonra serbest bırakıldı ve Nazi partisine üye oldu. Fizikçi, filozof Rudolf Carnap, fizikçi, matematikçi, filozof Carl Hempel ABD’ye; iktisatçı, pedagog, filozof Otto Neurath Britanya’ya; fizikçi, matematikçi, filozof Hans Reichenbach önce Türkiye’ye, sonra ABD’ye göç etmek zorunda kaldı.

Mantıkçı pozitivistler, Nazilere karşı ahlaklı ve erdemli bir duruş sergileyip bunun bedelini öderken Heidegger, faşist Nazi yönetimiyle işbirliği yaptı.

Antik Yunan filozofları Sokrates’in, Platon’un ve Aristoteles’in söyledikleri gibi, filozof olmak, bilgeliği sevmek için, ahlaklı ve erdemli de olmak gerekiyor.

Onuır Hamzaoğlu : “Toplama kampı gibi bir yerdi..”

Serbest bırakılan Prof. Onuır Hamzaoğlu;

“Toplama kampı gibi bir yerdi..”

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Barış talep eden basın açıklaması nedeniyle 17 Şubat 2018’de tutuklanan ve 5.5 ayın ardından geçen hafta tahliye edilen HDK Eş Sözcüsü, akademisyen Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, cezaevindeyken 80 yaşındaki annesi Saliha Hamzaoğlu’nu yitirmenin acısını yaşadı. Hamzaoğlu, akademik çalışmalarına cezaevinden de devam etti, TTB’nin Toplum ve Hekim Dergisi’nin editörlüğünü sürdürdü. Aynı koğuşu paylaştığı, Türkçe ve okuma-yazma bilmeyen gençlere hem Türkçe öğretti, konuşma dersleri yaptı, hem de okuma yazma öğretti. Hamzaoğlu ile tahliyeardından Taksim’de bir araya geldik ve cezaevine uzanan yolculuğunu konuştuk.

Gözaltına alınmayı ve tutuklanmayı bekliyor muydunuz?

3-4 Şubat’ta Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) 2 gün süren konferansı vardı. 3 Şubat’takine katıldım, 4’ündekine katılamamıştım. Burada bir basın açıklaması yapılacağı, savaş karşıtlığı, barış talebi içereceğini konuşmuştuk. 9 Şubat Cuma günü sabah 6 gibi Salacak’taki evimde, apartmanda bir bağırış çağırışla, kapının vurulmasıyla uyandım. Vatan’daki Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüm. İki gün burada kaldım. Sonra Ankara’ya Söğütözü’nde Spor Salonu’nda, toplama merkezi gibi bir yere götürüldüm. Gözaltı sürecinde hiçbir ulusal, uluslararası mevzuatda yeri olmayan, insan sağlığı için çok büyük riskleri barındıran çok kötü bir yerde tutuldum.

O nezarethane tam bir kimliksizleştirme yeri

Ne muayene koşulları, ne avukatla görüşme koşulları vardı. Buranın Terörle Mücadele’nin Gölbaşı’ndaki alanı bombalandığı için kullanılan bir yer olduğunu öğrendim. Bu spor salonunun bir ucunda yataklar, battaniyeler ve yastıklar yığılmış durumdaydı. Akşamları içinden bir tane seçiyorsunuz, 2 yıllık battaniye, yastık ve yataktan bahsediyorum. Sabah bırakıyorsunuz, akşama başka yastık, battaniye alıyorsunuz.

  • Diş fırçası yasak, diş fırçalamak yasak.
  • 50 kişi tuvalet bölgesine geçmek için sıra bekliyor.
  • İçeri girildiğinde duşların hiçbirinde kapı yok, birkaçına çöp torbaları asılmış mahremiyetleri için.Her yerde insan saçı, kılı var. Duşa girenler için su bir anda yükseliyor ve her yer su altında kalıyor.
  • 24 saat aydınlık bir alandasınız, günün hangi saatindeyiz, bunu bilmiyorsunuz.
  • Tam bir kimliksizleştirme yeri.
  • Sözlü ve fiziki şiddet çok yoğun.
  • Hekimler muayeneye geliyor, hekimlik mahremiyetine dair hiçbir şey yok.

[Haber görseli]

2. Dünya Savaşı’nı andıran koşullar

Size de kötü muamele oldu mu?

Ben her gelen hekim arkadaşa yalnızca darp muayenesi değil, yaşam koşullarımızı değerlendirmeleri gerektiğini anımsatıp rapora yazdırdığımda hep gerilim yaşadım. Benden kısa süre sonra Halkevleri üyesi gençleri de gözaltına aldıklarında orada ayaklarından kelepçe uygulaması ile karşılaştıklarını ve darp edildiklerini öğrendik. Burada gerçekten 2. Dünya Savaşı’nı anımsatan koşullar vardı.

Mahkeme günü bahsettiğiniz nezarethanede ‘insan dışkıları vardı’ dediğiniz yer spor salonu muydu?

Hayır… 19 Temmuz sabahı Ankara Adliyesi’ne getirildiğimde yaşadığım şeylerdi. Orada bir nezarethaneye tek başıma konulmuştum. Yerde iki öbek gaita (dışkı) vardı. Uyardım, genç jandarma erler kısa sürede ilgilendiler. Bir de sabah yaşadığım kravat meselesi oldu. Normalde 35 yıldır mesai saatlerinde hep kravatlı oldum. Mahkeme günü koğuşa kravatımı takıp, ceketimi giyinip çıktım. Hapishane çıkışı sırasında bir yetkili kravatla mahkemeye çıkamayacağımı, bunun iyi hal göstergesi olduğu için Ankara Cumhuriyet Başsavcısı tarafından yasaklandığını söyledi. Eşini öldürenler kravatıyla mahkemeye çıkabilir ama siyasi alanda iktidarın kendi doğrularını ‘bunlar hakikati yansıtmıyor’ diye deşifre ediyorsanız sanıyorum sorun oluyor.

Ben Vatan’daki Emniyet Müdürlüğünü, spor salonunundaki nezareti, Sincan ve annemin cenazesi için iki gece kaldığım İzmir Buca’daki F Tipi Cezaevini gördüm. Bu kurumları art arda izlediğimde kamuoyundaki genel kanıdan farklı olarak şunu söylemek isterim:

  • Halen yüreğindeki insan sıcaklığını kaybetmemiş insanlar var. Bunu ben en azından kendime çok moral ve motivasyon kaynağı olarak görüyorum. Bu bana umut verdi.

Cezaevinde de çalıştı

Cezaevinde koğuşta tek mi kalıyordunuz?

3 kişilik koğuşta 4 kişi kaldık. Biri Türkiye vatandaşı, 2’si Arap kökenli Suriyeli göçmen. Gençlerden bir tanesi beni yaşlı gördüğü için yatağını boşalttı. Yer yatağında yattı. Koğuşumdaki iki arkadaşın bir tanesi Türkçe biliyordu ama dil olarak Arapçaydı. Arapçada Türkçe ö’ler, o’lar çok karışır. Onunla konuşma çalışması yapıyorduk. Bir diğerinin okuma – yazması yoktu. Onunla da okuma yazma çalışıyorduk. Tahliye olunca da onları unutmamamı ve mektup yazmamı istediler.

 Cezaevine ilk girdiğinizde günler nasıl geçti peki?

Cezaevindeki günlerin kurgusu birbirinden kopuk. Her sabah yeni bir güne başlıyorsunuz, ertesi güne devredeceğiniz hiçbir şey yok. Onun üzerine, dışarıdaki hayatıma devam etmenin zihinsel olarak nasıl gerçekleşeceğini düşündüm. Avukat arkadaşlarımın aracılığıyla özellikle TTB’deki arkadaşlarıma ‘Ben burada Toplum Hekimliği Dergisi editörlüğüne devam edeceğim’ notumu ilettim. Cezaevindeyken de hummalı bir çalışma oldu. Onun yazılarını yazdım.

  • Çalışmalarıma normal hayattaki gibi devam ettim, yalnızca mekân farklılığı yaşamış oldum.

Cezaevinde annenizi yitirdiniz…

Evet. (gözleri doldu) Her insanın hayatında annesi önemlidir. Konuşacağınız, soracağınız pek çok şey olabilir. Ama en azından benim istediğim anneme teşekkür etmekti. Bir zamanlar düşünmüştüm, ‘annem hastayken ne yaparım, ölüm döşeğindeyken ne derim’ diye. Ona teşekkür etmek isterdim. Annemin 80. yaşını kardeşlerimle birlikte 15 Ocak’ta kutlamıştık. İyi ki onu yapabilmişiz. Sonra benim tutukluluğum oldu ve yoğun strese ve üzüntüye bağlı bir hastalık başladı: Zona. Bu hastalık üzüntüden oluyor biliyorsunuz. Ölüm nedeni o değil ama aracılık ediyor. Dolayısıyla benim yaşadıklarımın üzüntüsüyle başladı. 85 günlük hastanede yoğun bakım sürecinde, ne hazırlık savcısı ne de Ankara 6 ve 7 No’lu Sulh Ceza hâkimleri bu insani durumu görmek istemedi. Bir basın açıklamasında propaganda suçlamasından tutuklu bir kişinin hayatıyla iligli karar verirken bunu yarattılar. Eğer tanıdıklarım olmasaydı, hem Adalet, hem İçişleri Bakanlığı’na ulaşmasaydı annemin cenazesine de gidemeyecektim. Benimle beraber gitmesi gerektiğini ifade ettikleri 9 tane görevlinin yol masraflarını karşılayamasaydım gidemeyecektim. Yani cezaevindeyken bile bir hak var ve bu hakkı kullanabilmeniz için tanıdıklar ve para gerekiyor. Beni en çok üzen kısım budur. Hak ve hukuklar yine sınıfsal farka göre değişiyor. Başta savcı reddetmişti. Disiplin heyeti, ‘terör örgütü üyesi olduğum ve terör örgütüyle ilişkim devam ettiği’ gerekçesiyle cenazeye gitmemin uygun olmadığı raporu vermişti. Evet bütün bunlar yaşandı.

Cezaevindeyken annenizle hiç görüşebildiniz mi? 

Telefonda görüşeceğiniz kişinin Sincan’a kadar gelerek evrakları elden teslim etmesi gerekiyor. Avukatları bile kabul etmiyorlar. 80 yaşındaydı ve tutuklandığımda hiç gelemedi. Hiç görüşmedik. Hiç haber alamadım. Bu acı bile bir ibret. Hukuktan söz edemeyiz. İddianamenin ne hukuki bir içeriği, ne de adli bir içeriği var. Çünkü imzası bulunan 9 kurum var, eşbaşkanlarıyla birlikte 16 kişi ancak 12 kişi ile ilgili işlem yapıyorsunuz. Nasıl buna karar verdiniz? İki kişi neden tutuklu? Bir gerekçesi yok. Suç aleti bir bıçak, tabanca olsa alınır el konur ama Hamzaoğlu’nun dahil olduğu suç aleti halen dolaşımda aynı web sayfasında.

 Araştırma fonu kesildi

Kamuoyu sizi Dilovası’nda yapmış olduğunuz çalışmalardan tanıdı. Hakkınızda soruşturmalar açıldı. 

Özellikle sanayinin insana ve doğaya olan etkisini görünür kılmak gerektiğini düşünüyordum. Dilovası’nda 10 yıldan fazla yaşayanların kansere yakalanma riskinin yaşamayanlara göre 4.4 kat fazla olduğunu tespit ettik. 2006’da TBMM’de Dilovası Araştırma Komisyonu kuruldu. Daha sonra ise doğum yapan kadınların anne sütünü ve bebeklerin ilk kakasını araştırdık ve her ikisinde de hava kirliliğine neden olan ağır metalleri saptadık. 2011 Ocak ayında bu gündeme gelince başka bir hayat başladı. Bu tartışmalar ışığında bir daha araştırma fonu verilmedi, asistanları kongrelere gönderilmeyen bir boyut yaşandı.

 Dayanışma akademisi

Son olarak KHK ile akademideki görevinize son verildi. Şimdi çalışmalarınıza nerede devam edeceksiniz? 

2016’da KHK ile Kocaeli Üniversitesinden 19 akademisyen ile birlikte ihraç edildik. 1 ay sonra da Kocaeli Dayanışma Akademisini kurduk. Toplumun içinde, toplum için eğitim ve bilim nedir onu deneyimliyoruz. Bir yandan üniversiteye yeniden dönmek adına hukuksal mücadele sürerken bir yandan da akademide çalışmalar sürüyor. Çalışmalarımıza da burada devam edeceğiz.

İşini yaptı, yargılandı

1961 yılında Ordu’da dünyaya gelen Hamzaoğlu, Gülhane Askeri Tıp Fakültesi’nden mezun oldu. Hacettepe Üniversitesi’nde Epidemiyoloji alanında yan dal uzmanlığını tamamladı, GATA’da Epidemiyoloji yardımcı doçentliğini ve Halk Sağlığı doçentliğini aldı. 2002-2016 arasında ise Kocaeli Üniversitesi’nde halk sağlığı profesörü olarak görev yapan Hamzaoğlu, Kocaeli Dilovası bölgesinde sanayinin çevre ve insan sağlığı üzerine yürüttüğü araştırmalarıyla kamuoyunun yakından tanıdığı bir ad oldu, hakkında çok sayıda soruşturma ve dava açıldı. 2016 yılında ‘Bu suça ortak olmayacağız’ bildirisine imza attığı için KHK ile ihraç edildi. Çalışmalarına Kocaeli Dayanışma Akademisi’nde devam etti. Son olarak 17 Şubat 2018’de aralarında HDK’nin de bulunduğu 9 kurumun imzasının olduğu Afrin’e ilişkin basın açıklaması nedeniyle gözaltına alınarak tutuklandı. 5.5 aydır Sincan F Tipi 2 No’lu Cezaevi’nde tutuklu olan Prof. Hamzaoğlu, 19 Temmuz günü çıkarıldığı ilk duruşmada tahliye edildi.

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/1036296/Tahliye_olan_Hamzaoglu__Toplama_kampi_gibi_yerlerdi.html, 24.7.18

=====================================================
Dostlar,
Hani derler ya, “ibret için” ya da “ibretlik”.. işte öyle bir şey sevgili meslektaşımız Prof. Onur Hamzaoğlu’nun yaşadıkları.. Daha doğrusu “O’na yaşatılanlar..”
Biraz da ya da epeyi bir kurgu payı da olabilir başımıza gelenlerin / getirilenlerin..
Hani, “ayağınızı denk alın..”
“Kimsenin gözünün yaşına bakmayız..”
“Profesör şu bu vız gelir..”
……
dedirtmek, bu yargıları zihinlere çakmak için:.
Platon‘dan 2500 yıl sonra, “Devlet”, hala kendisini kuran – yaratan insanını en haşin biçimde “terbiye etmeyi” sürdürmekte:. Thomas Hobbes kına yakabilir.. “Leviathan” modeli 3-4 yy sonra Türkiye’de tüm hışmıyla görev başında..
*****
Acı ironi bir yana, Dr. Hamzaoğlu’nun anlatımlatırı dehşet vericidir, asla kabul edilemez.
Türkiye’nin gözaltı, tutukluluk – hükümlülük – yargılama – infaz alanlarında temel insan haklarını hızla ve eksiksiz olarak sağlama yükümlülüğü var..
Bu tablo onur kırıcıdır ve Türkiye’ye yakışmamaktadır.
Devletin yöneticilerinin olup bitenden habersiz olması düşünülemez.
Şimdi bir kez daha her şey apaçık ortadadır.
İnsan hakları ayaklar altındadır.
Bu durum sürdürülemez, sürdürülmemelidir
İktidar derhal ve hızla duruma müdahale etmelidir.

TBMM’de muhalefet partileri, iktidardan vekiller de dahil, birlikte, Anayasa md. 98’de yer alan 4 aracı etkin olarak kullanmalı ve bu kanayan yarayı iyileştirmelidir :

1. Soru
2. Meclis araştırması
3. Genel görüşme
4. Meclis soruşturması
Yasama organı, demokrasilerde yürütmenin siyasal denetiminin yapıldığı kurumlardır.
Türkiye’de her şey ama her şey de çürüyüp kokmadı her halde!?

Sevgi ve saygı ile. 26 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ALLAH VAR MIDIR ??


ALLAH VAR MIDIR ??

PORTRESİ

Örsan K. Öymen
orsanoymen@gmail.com
AYDINLIK, 1.2.15

 

Felsefe, sorgulayıcı düşünce demektir. Bilgi Felsefesi (Epistemoloji), Zihin Felsefesi,
Ahlak Felsefesi (Etik), Siyaset Felsefesi, Varlık Felsefesi (Ontoloji), Bilim Felsefesi,
Dil Felsefesi, Sanat Felsefesi ve Din Felsefesi gibi Felsefe’nin çeşitli alt dallarında,
analitik kavram çözümlemeleri ve sorgulamalar yürütülür, çeşitli kuramlar geliştirilir.

“Allah / Tanrı var mıdır?” sorusu da, Din Felsefesi’nin temel sorularından bir tanesidir.
Bu soru aynı zamanda, Epistemoloji ve Ontoloji ile de kesişir. Felsefe tarihinde, bu konuda, – Teizm,
– Deizm,
– Fideizm,
– Ateizm,
– Agnostisizm,
– Panteizm gibi birçok farklı açılım ortaya konmuştur.

Thales, Herakleitos, Anaksagoras, Parmenides, Demokritos, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikuros gibi filozofların yaşadığı Antik Yunan döneminde tektanrıcılık egemen olmadığı için, Allah / Tanrı kavramı Felsefe’nin gündeminde zaten olmamıştır.
Ancak Hristiyanlık ve İslam dinlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, Allah / Tanrı konusu da Felsefe’nin gündemine girmiştir.

Bu bağlamda Augustinus, Aquinas, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Locke, Berkeley gibi filozoflar Tanrı’nın varlığını savunmuşlar, farklı boyutlarda Teist yani Tanrıcı kuramlar ortaya atmışlar, ayrıca dini de reddetmemişlerdir.

Öte yanda Hume, Nietzsche, Marx, Sartre, Russell gibi filozoflar ateist ve/veya agnostik kuramlar geliştirerek, Tanrı kavramını ve dini reddetmişlerdir.

Felsefe’nin önemi de bu çoğulculuğundan ve diyalektik yapısından kaynaklanmaktadır.

Felsefe kendisini Tevrat’ın, İncil’in, Kur’an’ın ayetlerine sıkıştırmaz.

Bırakın ateist ve agnostik filozofları, teist filozoflar bile bunu yapmazlar;
ayetlerin ötesine geçerek, kendi akıl yürütmelerini gerçekleştirirler.

Çünkü din kitapları referans alınarak Felsefe yapılmaz.

Filozof, hahamdan, papazdan ve imamdan farklı konumda bir kişidir.
Felsefe açısından, bir şeyin gerçekliği, onun Tevrat’ta, İncil’de, Kur’an’da
yazılmış olmasından kaynaklanamaz.

Dinci despotizm ve dogmatizm vesayetinin yaşandığı Türkiye’de,
din derslerinin neredeyse her yıl zorunlu olması,
Felsefe derslerinin ise yalnızca bir yıl zorunlu olmasının nedeni de budur.

Çünkü iktidarlar her zaman Felsefe’den ve sorgulanmaktan korkmuşlardır.

Bu çarpık eğitim sistemine bağlı olarak, Türkiye’deki sözde aydınlar da Felsefe ile ilgilenmedikleri için, Allah / Tanrı ve din konusu sözde entelektüel ortamlarda bile adeta bir tabu haline dönüşmüştür.

Sözde aydınların bu korkaklığı nedeniyle de,
dinci despotizm ve dogmatizm Türkiye’de mutlak egemenliğini ilan etmiştir.

Örneğin, Türkiye’de medyadaki ve akademideki sözde aydınlar, Hume, Nietzsche ve Marx’ın din konusundaki kuramlarını biliyorlar mı? Bilmiyorlarsa öğrenmeye çalışıyorlar mı? Öğreniyorlarsa bu konuda ne düşünüyorlar?

Hume, deneyimlerden bağımsız olarak bilgi ve varlık adına bir şeyin ortaya konamayacağını,
bu bağlamda nedensellik ilkesinin de Teoloji’de ve dinde geçerli olamayacağını,
çünkü nedensellik ilkesinin zihinde, belli olayların ardışıklığının sürekli deneyim edilmesiyle oluştuğunu, bir ilk neden olarak sözde Tanrı’nın ise deneyim kapsamının dışında olduğunu, Tanrı’nın var olduğunun ve her şeyin nedeni olduğunun söylenemeyeceğini, Tanrı’nın var olup olmadığının bilinemeyeceğini, bilginin matematiksel ve olgusal önermelerle sınırlı olduğunu, Tanrı’nın antropomorfik bir kurgu olduğunu, Tanrı’ya yönelik iman temelli bir inanç geliştirilebileceğini, ancak imanın da akla ve deneyime aykırı olduğunu, bilge bir insanın da akla ve deneyime uygun inançlar geliştirmesi gerektiğini söyler.

Nietzsche, bazı insanların güç, iktidar, güvenlik, mutluluk gibi istençler ve dürtüler nedeniyle “Tanrı” adı verilen bir kurgu oluşturduklarını, ancak bunun özgür ruh anlayışına aykırı olduğunu, dinlerin dayattığı ahlak ve yaşam anlayışının sürü ahlakı ve yaşamı olduğunu, özgür ve güçlü bir ruhun, kendi değerlerini kendisinin yaratması gerektiğini,
tektanrıcı ve mutlakçı dinlerin bir çöküşün ve yozlaşmanın göstergesi olduğunu,
dinlerin aşılması gerektiğini söyler.

Marx, dinin halkın afyonu olduğunu, dinin bir mutluluk vaadiyle ve kalpsiz dünyanın duygusu, ruhsuz koşulların ruhu olarak ortaya çıktığını, ancak bu mutluluğun hayali bir mutluluk olduğunu, dinin, metafizik yapısı nedeniyle eşitsizliklerin ekonomik temellerini çözümleyemediğini, din özgürlüğü elde etmek değil, dinden özgürleşmek gerektiğini, kapitalizmin komünizm, dinin de ateizm ile aşılması gerektiğini söyler.

Yalnızca iktidarların değil, sahte-aydınların da korktuğu düşünceler işte bunlardır!

TOKATLI ZEKERİYA ve Çağrıştırdıkları…


TOKATLI ZEKERİYA ve Çağrıştırdıkları…

Dostlar,

Sayın Habip Hamza Erdem zehir zemberek bir yazı yazmış…

Dileriz DSP koalisyon hükümetinde (57. hükümet; DSP + ANAP Mesut Yılmaz ve MHP Devlet Bahçeli) Ecevit’in Maliye Bakanlığı yapmış olan ve “Nereden buldun?” yasası ile kara para sahiplerinin keyfini fena halde kaçıran Zekeriya Temizel‘e göndermeler, CHP’ye sert eleştiriler ilgililerin kulaklarına erişir..

Dost acı söylermiş..

Biz de kaç zamandır Y-CHP sefaletini bu sitede deyim yerinde ise
yerden yere vuruyoruz…

Kemal Kılıçdaroğlu bizim Tunceli’li hemşehrimiz ve arkadaşımız..
Fakat memleket yurt sorunları hatır  – gönül dinler mi??

1999’da Edirne’de iken, çağrı üzerine (Adıyaman Milletvekili Celal Topkan) katıldığımız CHP Bilim – Kültür – Yönetim Platformu‘ndan, ertesi yıl Deniz Baykal‘ın Genel Başkan olması ve Kemal Derviş‘in bu Kurulun başına getirilmesi nedeniyle hemen ayrılmıştık.

Öncesinde büyük emeklerle, yakın arkadaşımız – meslektaşımız Prof. Haluk Koç öncülüğünde CHP’ye Ulusal Sağlık Politikaları hazırlamış, Ürgüp’te MYK’ya bizzat sunmuş ve Altan Öymen‘in de desteğini almıştık. 6 ay boyuca klasörler dolusu rapor yazmıştık (halen arşivimizdedir); Haluk Koç‘un ricasıyla 1,5 sayfalık bir basın özetini de kaleme alarak Edirne’ye dönüşümüzde Partiye göndermiştik ve CHP Basın açıklaması yaparak Ulusalcı Sağlık Politikasını halka duyurmuştu.

Baykal Genel Başkan olunca da PM’de bu politikayı çalışma grubunun eylemli (fiili) sekreteri olarak Haluk Koç ile sunmuştuk. Kemal Kılıçdaroğlu ise bu ulusalcı politikalara karşı çıkarak ANAP – DYP politikalarını savunmuştu. Aramızda sert bir polemik yaşanmış ve

– “Kemal Kılıçdaroğlu bu işten anlamaz. Olsa olsa, bizim uzmanları olarak geliştirdiğimiz sağlık politikalarının finansmanı için destek verebilir..” demiştik..

Kemal bey GSS’yi (Genel Sağlık Sigortası) ve Aile Hekimliğini savunuyordu.
İkisi de çağ dışı ve IMF – DB dayatması idi.. Birkaç panelde de bu yüzden karşı karşıya gelmiştik..

Bugün Sayın Kılıçdaroğlu’nu tanımakta ve anlamakta zorluk çekiyoruz doğrusu..

Yüce Atatürk’ün kurduğu ve Türkiye’yi kuran CHP‘nin kuruluş yıldönümünü bir kez daha kutlarız..

  • CHP için tek yol Kuvay-ı Milliye köklerine dönmek ve “6 Ok” programını uygulamaktır.. 

Sevgi ve saygıyla.
9.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not   : Sayın Zekeriya Temizel ile ADD Genel Başkan yardımcılığımız döneminde, (2004-2006) kendisi de Bakanlık sonrasında Cumhuriyet’te çalışırken İlhan Selçuk‘un odasında tanışmış ve epey süre ülke sorunlarını konuşmuştuk.. 

==================================================

TOKATLI ZEKERİYA


Habip Hamza Erdem

On iki yıl aradan sonra Zekeriya Temizel aktif politikaya döndū.
Dersimli Kemal’in Partisi’nin ‘Parti Meclisi’ ūyesi oldu.
Zekeriya Temizel ‘Devlet geleneği’ni kavramıș bir ‘Cumhuriyet çocuğu’dur.
‘Teamūl’leri en ince ayrıntısına değin bilir. Zeki ve çalıșkandır.
Soyadı gibi ‘Temiz’.
Maliye mūfettiși iken, bilgi ve birikim sınavlarını geçmiș ‘mūfettiș adayları’nın önūne ‘mekanizması çözūlmūș’ bir çamașır mandalı koyarmıș.
Yazılı sınavlarda bașarılı olan aday, bakalım mandalı ‘monte’ edebilecek mi diye.

Çūnkū ‘zeki’ olmak ile ‘inekleme’ arasında çok önemli bir ayırım vardır.
Maliye Bakanlığı ile ilgili yasaları ‘ezberlemiș’ olmak yetmez.
‘Zekâ’sını ‘el becerisine’ yansıtıp yansıtamamak da önemlidir.
‘Pratik zekâlı’ olmak değil, ama ‘zekâyı pratiğe çevirebilmek’…

Antik filozoflara göre, zekâ, ‘ruh’un anlamaya olanak veren bölūmūnden önce gelen ‘kișilik öncesi’ bir ilkedir.

Platon’a göre duyumlar dūnyasının ötesine gidebilen, ‘ūtopya’lar kurabilendir.

Spinoza’da ‘ruhun en yūce çabası’dır; o nedenle kendi çalıșmasının bașlığı bile ‘Etik’tir.

Ancak 18. yy’dan sonra ‘zekâ’, ruhlar ve öteki dūnyalardan koparılarak ‘ayakları yere bastırılmıș’, bir anlamda ‘laikleștirilmiș’ oldu.

1912’den bu yana da ölçūlebilir: IQ

Oysa Descartes’la birlikte, insanların ‘zekâ’ları, doğal olarak, eșittir;
farkılık onu ‘kullanım biçimi’nden gelmektedir.

Hegel bile kafatasını ‘boș’ olarak nitelendirmemiș miydi?

Maharet onu  ‘doldurmak’ değil, içindeki ‘en az’ ile ‘çok iș’ yapabilmektir.

Sökūk çamașır mandalını ‘takabilmek’ de bir iștir.

‘Nereden buldun yasası’nı ‘keșfetmek’ de..

Zekeriye Temizel’i Zekeriya Temizel yapan ‘Nereden Buldun?’ yasasıdır.

Sıradan bir ‘ilkokul öğrencisi’nin bile ‘sorabileceği’ bir ‘soru’..

Ancak onu ‘yașama geçirmek’ ve hatta ‘pratiğini’ önermek Zekeriya Temizel’e değin ‘dūșūnūlememiș’ idi.

Diyelim, önceki dönmelerde ‘konjonktūr’ de elverișli değildi ve onuru Zekeriya Temizel’e kaldı.

Ancak bu ‘ad’ ve bu ‘onur’ ve on iki yıllık bir ‘suskunluk dönemi’nden sonra
‘aktif politika’ya dönūș, Zekeriya Temizel beye ‘būyūk sorumluluklar’ da yūklemektedir.

İlk onurlu tutum, ‘Dersimli Kemal’e, ‘Tokatlı Zekeriya’ olarak ilk ‘tokat’ı indirmek olmalıdır.

Dersimli Kemal’in ‘devlet deneyimi’, ‘teamūl gereği’ Zekeriya Temizel‘i ‘dinlemeyi’ gerektirir.

Bu ‘teamūl’ içinde ‘Dersimlilik’ yoktur.

Ancak Kemal Kılıçdaroğlu ‘zıvanasından çıkmıș’ bir durumdadır.

‘Ȫzerklik șartını’, sözde ‘sol’ adına, dillendirmek bir yana, CHP kurultayına ‘önermiș’tir.
Ve ne yazık ki yuhalanmamıștır.

Bu CHP’den de ‘umut’ beklemenin olanağı kalmamıștır.

Bu CHP gitti gider.

Zekeriya Temizel ve kimi ‘aklı bașında’ yöneticilerden, hiç değilse CHP’nin ‘onurunu’ korumaları beklenir.

Yoksa ‘onursuz’ olarak gidecekler.

 

KADÜKLEŞEN “YENİ ANAYASA” TASARIMI ÜZERİNE SAPTAMA ve ANIMSATMALAR


KADÜKLEŞEN “YENİ ANAYASA” TASARIMI ÜZERİNE

SAPTAMA ve ANIMSATMALAR

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net 

“Elsiz ayaksız bir yeşil yılan,
yaptıklarını yıkıyor Kemal!”
Attila İlhan

Anayasalar, klasik olarak “Toplumsal Sözleşme” biçiminde tanımlanır

(JJ Rousseau; Du Contrat Social ou Principes du droit politique, 1762).

Sözleşmede tarafların özgür istençleriyle yer almaları vazgeçilmezdir.
Tersi durumda sözleşme yok hükmündedir.

Anayasa “yapılırken” taraflar kimlerdir? Devlet ve toplumdur.

Tarafların temsilcileri kimlerdir?
Devleti Hükümetin, halkı da TBMM’nin temsil ettiği söylenir.

Première édition, Amsterdam, 1762.

Ancak AKP Hükümetinin, TBMM üzerinde belirgin bir denetimi, yönlendirmesi açıktır.
Dahası, Prof. Ayman’a göre “TBMM, AKP Usulü Darbeyle Askıya Alınmıştır!”
(http://ahmetsaltik.net/tbmm-akp-usulu-darbeyle-askiya-alinmistir/, 8.7.13)

Yürürlükteki Anayasanın temel aldığı Güçler Ayrılığı ilkesi ayaklar altındadır. Başbakan RT Erdoğan, güçler ayrılığının kendisine “ayak bağı” olduğu kanısındadır (18.12.12, basın).

Öte yandan halkımızın TBMM’de adil temsili de söz konusu değildir!

“Geçerli” oyların % 49,83’ünü (toplam oyların ise yalnızca %40’ını) alan iktidar partisi AKP, Meclis’te 327 / 550 = % 60 temsil ağırlıklıdır. 10 oydan 4’ünü almış ama TBMM’de 10 sandalyeden 6’sını ele geçirmiştir. 3 Kasım 2002’de ise toplam 42,4 milyon seçmenden 10,808 milyon oy alarak, % 25,5 oranında oy yani 1/4 oy ile TBMM’de 363 / 550 vekille, %66 ya da 1/3 oranında temsil edilmiştir.

Bu durum, ağır temsil adaletsizliği üzerinden son derece sakıncalı bir meşruiyet sorunu doğurmaktadır. Platon‘dan bu yana geçen yaklaşık 2400 yılda (MÖ 427 –
MÖ 347) demokrasinin hala “doğrudan demokrasi“ye geçemeyişi bir yana,
temsili demokraside bile bu denli sorunlu oluşunun sürmesi acı bir ironidir.

Söz konusu sayısal tablo ile AKP, hiçbir uzlaşmaya girmeden, halkoylaması ile dilediği gibi Anayasal düzenleme yapabilecek durumdadır. Anayasa’nın 175. maddesi,
anayasa değişikliklerinin nasıl yapılacağını düzenlemektedir. Buna göre 3/5 oy,
-330 kabul- halk oylamasında da onanmak koşulu ile anayasa değişikliği için yeterlidir. AKP’nin 4 oy eksiği vardır ki, bu durum pek sorun olacağa benzememektedir.

Oysa bırakalım kökten “yeni Anayasa” yapmayı, sınırlı değişiklik için de meşru zemin yoktur. Basın susturulmuş, öncü aydınlar ve askerler yaygın olarak gözaltına alınmıştır. 4-6 yılı da aşan tutukluluk süresi (!) peşin cezaya dönüştürülmüştür. Bu insanlarımız “rehin, tutsak” alınmış, adeta canlı kalkan olarak tutulmaktadırlar. İkiyüzlü Batı, bunca insan hakları çiğnemine (ihlaline) suskundur. Ne hikmettir ki, 3 adet yargı paketi çıkarılmış ama azılı katiller sebest kaldıkları halde yurtsever asker – sivil aydınlar hala tutukludur. TBMM, ucube “özel yetkili mahkemelerin” bu tutsakları tutuksuz yargılamasını sağlayacak netlikte yasal düzenleme yapmaktan aciz midir?
(Son olarak Temmuz 2013 başında Anayasa Mahkemesi’nin yargılamada terör suçları için 10 yıllık tutukluluk süresini Anayasaya aykırı bulup iptal etmesi bile, 4-6 yıldır tutuklu yargılanan sanıkların serbest bırakılmasını ne hikmetse sağlayamamıştır!?)

AKP iktidarının Türkiye’yi içine sürüklediği açık dinci faşist iklim; özgürce, demokratik ortamda bir anayasa değişikliği yapılmasına asla ve asla elverişli değildir.

Bu asimetrik küresel oyuna gelinmemelidir.

Partiler Arası Uzlaşma Komisyonu’na eşit üye verilmesi aldatıcıdır. Bu Komisyon’da oybirliği yöntemi getirilmesi tuzaktır. Anayasa değişiklikleri kapsamı bakımından bir sınırlama yoktur. Dolayısıyla Komisyon’da uzlaşılamayan konular, asıl Komisyon olan Anayasa Komisyonu’nda, AKP’li üyelerin oylarıyla dikte edilebilecektir. Acı örnekleri yaşanmıştır.. Son olarak 4+4+4 ucube yasa teklifi ilgili TBMM Komisyonunda görüşülürken Başkan Nabi Avcı (şimdi Milli Eğitim Bakanı!) muhalefet milletvekilleri
fiilen salonda yok sayılarak, konuşturulmayarak, dahası kaba güçle salondan çıkarılarak, hatta darp edilerek geçirilmiştir!

Ayrıca, hükümetin Genel Kurul’da ezici bir çoğunluğu olduğundan, bu aşamada da
son söz pratik olarak AKP’nindir. 330 oy, halkoylamasına sunulmak koşuluyla
Anayasayı değiştirmeye yetmektedir.

Federasyon, yerel özerklik, vatandaşlık tanımı konularında BDP vd. ile pazarlık temelli açık / örtük işbirliği yapılabilecektir. Nitekim BDP, önceki tümcede değinilen istemleri karşılanırsa Başkanlık rejimi için AKP’ye destek verebileceğini açıklamıştır.
Bu partinin TBMM’de 30 üyesi vardır (+5 vekil de tutuklu).

Bu durumda, gizli oylamada MHP ve CHP’den örtük desteklerle 367 eşiği bile geçilebilir ve Cumhurbaşkanı götürmezse, halk oylamasına bile gidilmeksizin Anayasa,
dış merkezlerin de istediği ve hatta dayattığı yönde, kritik biçimde değiştirilebilir.

  • Ülkenin yazgısı asla tehlikeye atılamaz! 

12 Eylül Anayasası, 1982’den bu yana 3 onyılda Türkiye’yi küresel ekonomiye dönüşümsüz biçimde eklemlemiştir. Gerekli “yumuşatma” ekonomik – politik – düşünsel eksenlerde başarılmıştır.

Ulusal mevziler yeterince dövülmüştür. Artık tabanda (altyapıda) yabanıl (vahşi) piyasa ekonomisi, tepede ise (üstyapıda) yer yer kısık tonda bile olsa sosyal devletten
söz eden bir Anayasaya tahammül yok! Toptancı biçimde hem alt – üstyapı uyumu sağlanacak hem de BOP kapsamında Türkiye tekil – ulus devletten koparılacak, özerk bölge – federasyon üzerinden bölünmeye hazırlanacaktır. Muhalefet edebilecek asker – sivil güçler zindanlarda tutsak – rehindir yıllardır! Balyoz’da 16 -20 yıl ve yaşamboyu hapis cezaları yağdırılmıştır; Ergenekon’da ise karar duruşması 5 Ağustos’a 1 ay kala çıkan ve 1 haftadır hüküm doğurmamış olan yukarıda değindiğimiz Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı düşündürücüdür..

Bu bağlamda muhalefet partilerinin Uzlaşma Komisyonu’na üye vermeleri, demokratik ve hukuksal meşruiyeti olmayan Anayasa değişikliği sürecini meşrulaştırmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. CHP ve MHP masadan kalkan taraf olmayacaklarını kezlerce açıklamışlardır. BDP ise açık pazarlık içinde kritik dengelerde maksimum avantaj peşindedir. İstediği ödünler bellidir :

  •  Öcalan’a af, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi hatta özerklik,
    yeni vatandaşlık tanımı, 2. resmi dil ve giderek Kürdistan kurarak federasyona gitme ve Büyük Kürdisan ile de ülkemizden kopma..

AKP’nin de BOP Eşbaşkanlığı kapsamında benzer misyonlara atandığı apaçıktır.
MHP ve CHP, AKP’nin Başkanlık isteminden vazgeçmesini, Anayasa Değişkikliği Partilerarası Komisyonu’nun sürmesi için yeterli bulmaktadırlar. Peki BDP istekleri
ne olacaktır? Onlara bir itirazları yok mudur? Aşağıdaki BOP haritası günümüze dek yalanlanmamıştır, anlamı nedir?

BOP_haritasi

İdeolojisiz Anayasa ne demektir? Yeryüzünde böyle bir anaysa var mıdır?
Açıkçası ATATÜRK’ün ve ideolojisi 6 Ok’un ilkelerinin yadsınması mıdır?
Böyle bir Anayasa’ya CHP ve MHP “evet” diyecekler midir?

1982 Anayasası 17 kez değişiklik geçirmiş ve neredeyse 2/3’ü değiştirilmiştir. Dolayısıyla, “Darbe Anayasası” polemiğine artık yer yoktur. Kaldı ki, asıl anayasal darbe, 12 Eylül 2010 halkoylaması ile yapılmış, 26 madde değiştirilerek yargı bağımsızlığı yok edilmiş ve 3 ana erkten biri olan yargı, büyük ölçüde siyasal iktidarın yönlendirmesine açılmıştır. Öte yandan İktidarın başı, geçen yıl değiştirilen
26 maddeye “dokundurtmayacağını” belirtmektedir. Elde 1’dir.

Bu durumda girişimin “yeni anayasa” değil, “anayasa değişikliği” olacağı da netleşmiştir.

İktidarın niyeti bellidir; AB-ABD’ye verilen sözler, açık-gizli anlaşmalar doğrultusunda ülkemizin tekil (üniter) yapısı federasyona dönüştürülerek Başkanlık / Yarı Başkanlık rejimine geçilmesi, yurttaşlık tanımının değiştirilmesi, ilk 3 maddenin yeniden düzenlenmesi ile de Cumhuriyet’imizin değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek
temel niteliklerinin dokunulmazlığının kaldırılması,

AB Parlamentosu’nun kezlerce dayattığı üzere Atatürk’süz (ideolojisiz!?) bir anayasa yapılması (!).. (Yeryüzünde ideolojisi olmayan tek bir anayasa varmış gibi!?..)
AKP’nin başlıca görevlerdir. Batı’nın AKP’ye, BDP’ye havucu – sopası ise
Anadolu Federe İslam Devletidir.

Yeni anayasa yapılması ise “asli kurucu iktidar” gücü ve meşruiyeti gerektirmektedir.
Bu açık, yalın ve kesin siyasal ve hukuksal zorunluk karşısında herhangi bir ödün verilmesi düşünülemez. Kaldı ki, yukarıda da belirtildiği üzere AKP zaten 12 Eylül 2010 değişikliklerine “Dokundurtmam!” demektedir. Şimdilik, toptancı bir girişimle “yeni bir anayasa” yapılması gündemde değildir. Rejimi parça parça başkalaştırma,
izlenen başlıca yol olarak gözükmektedir.

A Planı, bize göre, AKP ile masaya oturmamaktı. Bu taktik hata yapılmıştır.
Ancak yine de, dokunulmaz ilk 4 madde, bölünme riski doğuracak maddeler,
yerel özerklik, federasyon, başkanlık rejimi, tek resmi dil, vatandaşlık tanımı, laiklik, Devrim Yasaları gibi maddeler gündeme getirildiğinde, muhalefet partilerinin masadan kalkması kesin zorunluktur.

Fakat bunlar yapılmayacaksa, geri kalan da AKP – BDP – BOP süreci için asla “doyurucu” olmayacaktır. Dolayısıyla muhalefetin, Uzlaşma Komisyonu’na katılmasının hiçbir tutarlı yanı bulunmamaktadır.

Yine de yukarıda sayılan, Atatürk Türkiye’sinin sonu anlamına gelebilecek içeriklerin dayatılması durumunda muhalefetin gecikmeksizin durumu kamuoyu ile paylaşarak görüşmelerden tümüyle çekilmesi ve halkımızla birlikte meşru direnme hattı örmesi kaçınılmaz olacaktır.

AKP’nin kimi “oltalama” tuzaklarına kesinkes düşülmemelidir. Sıkı durulması durumunda, asıl örtük niyetini gerçekleştiremeyeceğini gören iktidar partisinin
yüz geri çekilmesi bile olasıdır!

B planı bağlamında, büyük iyi niyetle (açıkçası ham hayalcilikle!) 1982 Anayasası’nda 12 Eylül’ün izlerini silme ve daha çağdaş bir içerik yaratma olanağı yakalanabilirse -ki bunun ilk koşulu, 12 Eylül 2010 değişikliği ile yok edilen
yargı bağımsızlığı başta olmak üzere yitirilenlerin geri alınmasıdır-  kimi temel önermelerde bulunulabilir.

Örn. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “akla ve bilime dayalı” bir devlet olarak da tanımlanarak yeni bir nitem (sıfat) daha kazandırılabilir. Dahası; Yasama, Yürütme, Yargı’ya ek olarak 4. bir erk olarak “Bilimsel akılcılık” gündeme getirilebilir. Anımsayalım, Büyük Atatürk bize tinsel (manevi) kalıt (miras) olarak akıl ve bilimi bırakmıştı.

Ayrıca tüm yurttaşlara insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak siyasal – sosyal – ekonomik – kültürel hakları güvenceleme gündeme getirilebilir. Somut örnek vermek gerekirse, sağlık-sosyal güvenlik-eğitim hizmetleri herkese hak; Devlete yüküm olarak tanımlanabilir ve Sağlık Bakanlığı bütçesinin merkezi yönetim bütçesinin 1/10’undan
az olamayacağı kurallaştırılabilir (DSÖ önerisi).

AKP iktidarının “Hedef 2023” sloganının içeriği nedir, çok dikkatle sorgulanmalıdır…
TBMM’de bu konuda Başbakan RT Erdoğan’a soru önergesi verilerek, “bağlayıcı” açıklama istenmelidir.

Türkiye’nin yakıcı ve son derece kritik, potansiyel tehlike ve tehditler içeren bir gündemi vardır. Ekonomik bunalım; ulusal gelirin %10’unu bulan çok tehlikeli cari açık,
süregen ve yüksek oranlı işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımı uçurumu,
derin bölgesel kalkınma ayrımları, ayrılıkçı Kürt isyan hareketi, 23 Ekim 2011’den bu yana Van depremi sorunu.. AKP 2002 Kasım’ında hükümet olduğunda cari açık yalnızca 0,6 milyar $ idi (<1Bn $!) ; 2013 başında 100 (yüz!) katına ulaşarak 60 milyar $’ı aşmıştır! Toplam borçlar 221 milyar $ iken 700 milyar $’a dayanmıştır. IMF borcunun ödendiği safsatası ile nereye varılabilir? IMF borçları yabancı bankalardan alınan yeni döviz borçlarıyla kapatılmıştır. AKP 2005’te IMF’den 10 (on) milyar $ kendisi borçlanmıştır.

Dış politikada emperyalizme uyduluk, taşeronluk yapılarak, Ülkemiz, kadim komşularıyla savaşa sürüklenmektedir.

Tarihte sayısız örneği vardır; iç sorunlarla baş edemeyen iktidarlar gündem oyunlarına başvurmakta, faşizme kaymakta, hatta ülkeyi savaşa sürüklemektedirler. AKP de benzer yoldadır iktidarının 11. yılında. Öte yandan AB ve ABD eski gücünde değildir, ciddi sorunlarla boğuşmaktadırlar. Bu durumları bizim için hem lehte hem de aleyhte sonuçlar doğurabilir.

AKP’yi sürgit kullanma olanakları ve güçleri kalmamıştır. Duvara dayanılmıştır.
Sıra yaşamsal ödünlere gelmiştir. Bunlar da sözde Anayasa değişiklikleri ile
“ileri demokrasi” sanrıları (hezeyanları) içinde toplumu kandırarak  ve / veya dayatma ile kotarılmak istenmektedir.

BOP eşbaşkanı sadakat ve vefa borcunu eda edecek, Ortadoğu’da-Kuzey Afrika’da sınırları değişerek küçülen ülkelerden biri de Türkiye olacaktır. Çırılçıplak söyleyelim :

Vatan ve ulus bölücülüğü misyonu yerine getirilecektir. Ödülü (!), ANADOLU FEDERE İSLAM DEVLETİ olacaktır. Bu konjektür de iyi değerlendirilerek, içeride yükselen
halk muhalefeti akıllıca örülmeli ve yaratılacak sinerji  ile

  • AKP hükümeti erken seçime / istifaya zorlanmalıdır.

Son kamuoyu yoklamalarında AKP iktidarının oyları azınlık hükümeti düzeyine inmiştir.
Politik terminolojide geçtiği üzere RT Erdoğan “topal ördek” tir (lame duck).

Milyonlarca insan 40 gündür sokaklardadır ve “Hükümet istifa!” diye haykırmaktadır.
İktidarı geçelim, muhalefet 3 maymunları oynamayı daha ne denli sürdürebilir?

Muhalefetin, 27 Mayıs’tan bu yana çok ağır bedeller ödenmesine karşın 40. gününe giren halk isyanını gereğince değerlendir(e)memesi çok ama çok düşündürücüdür.

İyi saatte olsunlar, bir yerlerden “sinyal” mi beklenmektedir?? Nereden ve ne??

Anayasa değiştirilecekse; ilk 4 madde, devrim yasaları (174. md.), laiklik (24. md.) ve vatandaşlık tanımı (Anayasa md. 66 : Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.) gibi Cumhuriyet’in vazgeçilmez temel niteliklerine dokunmamak koşuluyla bir anayasa yapmak üzere kamuoyundan yetki istenerek bu amaçla seçime gidilebilir ve temsil adaletine dayalı olarak %5’ten küçük seçim barajı, siyasal partilerde iç demokrasi, seçim ittifakı olanağı, sağlıklı seçmen kütükleri, oyların elle güvenilir sayımı.. sağlanarak oluşturulacak yeni TBMM
bunu yapabilir.

  • Gerçekte Türkiye, 2023’e, 100 yaşına varmadan bitirilip
    teslim alınmak istenmektedir.
  • Hedef Lozan’ın rövanşı ile yeni Sevr’in yaşama geçirilmesidir.

Etnik ve inanç temelli ayrışma çatışma toplumda tohumlanmaktadır ve fay hatları
kritik düzeyde derinleşmiştir. Türkiye hızla bir derlenme – toparlanma – rehabilitasyon sürecine girmek zorundadır.

Bu bağlamda tüm ulusalcı güçlerin bir büyük siyasal koalisyonu zorunludur.

Ülke ve ulus bütünlüğünü, iç ve dış barışı korumak en ivedi gündemdir.
Bunun dışında, Anayasa değişikliği / yeni anayasa yapımı,
Türkiye’yi bilerek oyalamaktan başka bir işlev görmez.

Sonuç                                    :

Anayasa değişikliği / yapımı güncel sorun değil, net bir gündem oyunudur.
Bu çok tehlikeli gidiş, AKP’nin ateşle dansı halkımıza yaygın olarak açıklıkla anlatılmalı ve bir ulusal muhalefet, güçbirliği hareketi yükseltilmelidir.
Yakıcı ve acil olan gündem ve gereksinim budur, gerisi sanaldır, oyalamadır,
gaflet (aymazlık) ve dalalettir (sapkınlık) ve hatta ihanettir..

MİLLİ MERKEZ olanağı,
ATATÜRK’te BİRLEŞTİK sloganı eşliğinde çok iyi değerlendirrilmelidir.

  • Atatürk’ün partisi CHP ve Türkeş’in partisi MHP, bu bağışlanmaz cürüme ortak olamaz, olmamalıdır! Bölücü anayasa tuzağına düşmemeli;
    dahası ülkemizi ve ulusumuzu bu görünür yıkımdam korumalıdır!

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net