Etiket arşivi: Thales

Trabzon ve Trabzonspor

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Cumhuriyet, 02 Mayıs 2022

 

Antikçağda, MÖ 7. ve 6. yüzyılda, felsefede ve bilimde dünyanın en gelişmiş kenti, Anadolu’nun batısında, Ege bölgesinde yer alan Miletos idi.

Miletoslu Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes, devrimci çalışmalar ortaya koyarak, felsefenin ve bilimin gelişmesine büyük bir katkı sunmuşlardı.

Miletos felsefenin doğduğu yerdir. Miletoslu filozoflar, hem evreni ve doğayı kavramaya çalıştıkları için, hem de doğada olup bitenleri doğaüstü güçlerle açıklamak yerine, doğayı doğanın içinde kalarak açıkladıkları için, doğa filozofları olarak da bilinirler.

Miletos kent devletinin bir özelliği de MÖ 8. yüzyılda Karadeniz kıyılarında koloni kentler kurarak, ekonomik ve siyasi etki alanlarını geliştirmiş olmasıdır. Sinope (Sinop) ve Trapezos (Trabzon) antikçağda Miletosluların kurduğu iki kenttir. Trabzon sadece Karadeniz’in değil, Anadolu’nun en köklü kentlerinden birisidir.

Trabzon antikçağdan sonra da önemini korumuştur, hem Bizans İmparatorluğu’nun hem de Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli ticaret ve liman kentlerinden ve kültürel merkezlerinden birisi olmuştur.

Venedik’teki Marciana Kütüphanesi’ni kuran ve bir dönem Bologna’nın valisi olarak görev yapan teolog ve felsefeci Bessarion Trabzonludur. Dönemin önemli teologlarından ve felsefecilerinden birisi olan Georgios da Trabzonludur.

Osmanlı’nın en önemli padişahlarından birisi olan Kanuni Sultan Süleyman aslen Trabzonlu olmasa da Trabzon’da doğmuş ve yetişmiştir.
***
Trabzon, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş yıllarında da Anadolu’nun öncü kentlerinden birisi olmayı sürdürmüştür. Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki ilk yurt seyahatlerinden birisini Trabzon’a gerçekleştirmiştir ve 1924 yılında Trabzon’a geldiğinde, Trabzonlular için, “Beş sene önce ilk kez Samsun’a ayak bastığım zaman bana kalp gücü veren yurttaşlarımın ilk safında Trabzonluların bulunduğunu asla unutmayacağım” demiştir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında, Trabzon Anadolu’da en fazla gazetenin, derginin ve kitabın basıldığı kentlerden birisiydi. Trabzon cumhuriyet döneminde, Faik Ahmet Barutçu, Hasan Saka, Hıfzırrahman Raşit Öymen, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Orhan Peker, Hasan İzzettin Dinamo, Bahriye Üçok gibi önemli aydınları, devrimcileri, sanatçıları, yazarları yetiştirmiş bir kent idi.

Futboldaki İstanbul tekelini ilk defa (kez) kıran takımın Trabzonspor olması da bir tesadüf değildir. Trabzonspor 1967 yılında kurulmuş olsa da futbolun Trabzon’daki tarihi daha eskilere uzanır. 1921 yılında kurulan Trabzon İdman Ocağı, futbolun Trabzon’daki kurumsal kökenidir. 1924’te kurulan Trabzon İdman Gücü de Trabzon’da futbolun gelişmesine katkı sağlayan diğer lokomotif kulüp idi. 1967 yılında Trabzon İdman Ocağı, Trabzon İdman Gücü, Karadeniz Gücü ve Martıspor’un birleşmesiyle Trabzonspor kuruldu.

Trabzonspor 1974 yılında 1. lige çıktı, 1976 yılında 1. ligde şampiyon oldu. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş gibi İstanbul takımları için bu şok etkisi yaratan bir gelişmeydi. Trabzonspor 1977, 1979, 1980, 1981 ve 1984 yılında da Türkiye şampiyonu oldu; günümüze kadar (dek) dokuz defa (kez) lig ikincisi oldu; yirmiyi aşkın ulusal kupa aldı; Liverpool, Barcelona, Inter Milan, Aston Villa, Olimpik Lyon gibi takımlara karşı maçlar kazandı.

Ankara ve İzmir gibi milyonlarca insanın ve Adana, Bursa, İzmit, Samsun, Eskişehir, Gaziantep gibi bir milyonu aşkın veya bir milyona yakın insanın yaşadığı kentlerden, İstanbul takımlarını bu kadar uzun yıllar zorlayacak bir takımın çıkmamış olmasının, Trabzon gibi yaklaşık 300 bin kişinin yaşadığı bir kentten (AS: TÜİK verilerine göre ise Trabzonun 2021 nüfusu 816.684; salt merkez ilçe nüfusu 335 bin) böyle bir takımın çıkmış olmasının nedenleri, başlı başına bir araştırma konusudur.

Geçen hafta Trabzonspor’un yıllar sonra yeniden şampiyon olması, bütün bunlar dikkate alındığında, tarihsel önemde bir olaydır.

Trabzonspor’un şampiyonluğu, siyasetin baskısıyla (AS: 2018 seçimlerinde 6 vekilden 4’ü, oyların da %69,6’sı Cumhur ittifakının…  Siyasetin baskısı??) Trabzon’un son yıllarda yaşadığı kültürel çöküşün önüne geçilmesinin de yolunu açarsa, daha da anlamlı bir hale gelecektir.

Doğu-batı karşıtlığı kurgusu

Örsan K. Öymen

Doğu-batı karşıtlığı kurgusu

Türkiye aslında, uygarlık tarihini “doğu” ve “batı” karşıtlığı üzerine kurmanın sancılarını yaşamaktadır. “Batı” düşmanlığı ve “doğu” hayranlığı ve buna bağlı olarak geliştirilen kurgular, sadece İslamcı kesimde değil, laik olduğunu savunan kesimlerde de oldukça yaygındır.

Oysa uygarlık, belli bir dönemin, coğrafyanın ve etnik topluluğun tekelinde olan bir şey değildir. Uygarlık sürekli hareket halinde olan bir şeydir ve insana özgü bir oluşumdur.

Uygarlığın doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi olmaz. Antik Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin uygarlıklarını ve İslam dünyasındaki uygarlığı, antik Yunan, Roma ve Avrupa uygarlıklarıyla yarıştırmak saçmadır. Söz konusu uygarlıkların hepsi, bilim, felsefe, kültür, sanat, siyaset gibi alanlarda, insanlık tarihine önemli katkılarda bulunmuşlardır.
***
Söz konusu “batı” düşmanlığının ve “doğu” hayranlığının altında yatan şey, bir eziklik ve kompleks duygusundan başka bir şey değildir. İleri uygarlık seviyesi adına somut bir eser ortaya koyamayan topluluklar, bunu başaranları, yarattıkları kurgularla veya geçmişe yönelik hayallerle, küçümsemeye kalkmaktadırlar.

Oysa yapılması gereken şey, batı, doğu, kuzey, güney fark etmeksizin, bütün uygarlıkların insanlığa katkılarını nesnel bir biçimde ortaya çıkarmak ve onun üzerinden ilerlemektir.

Dünyanın neresinde olursa olsun, bir topluluk, bilim, felsefe, sanat, kültür, siyaset, hukuk, demokrasi adına insanlık ve toplum için yararlı bir eser ortaya koyuyorsa, bunun hakkını vermek, bunu takdir etmek, buna saygı duymak ve olanaklıysa ortaya konan eseri aşmaya çalışmak gerekir. Dedikoduyla, söylentiyle, yalanla, kurgularla, din, mezhep ve etnik kimlik üzerine dayalı şovenist yaklaşımlarla uygarlık konusunda bir ilerleme sağlanamaz.
***
İslam dünyasında 9. ve 12. yüzyıllar arasında bilim ve felsefe alanında yaşanan gelişmeler de bu ilkel yaklaşımların aşılmasıyla olanaklı olmuştur. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Razi, Harezmi gibi önemli bilim insanları ve filozoflar, antik Yunan felsefesinden ve biliminden etkilenmişler, antik Yunan dönemindeki kazanımları yok saymamışlar, aksine, onları anlamaya çalışmışlardır.

Özellikle Platon ve Aristoteles, İslam dünyasındaki felsefenin ve bilimin esin kaynağı olmuştur. Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Razi, Harezmi, antik Yunan filozoflarını ve bilim insanlarını, “Bunlar Pers, Arap, Türkmen değil, bunlar Müslüman da değil, o zaman bunları bir kenara atalım” dememişlerdir. Platon’un ve Aristoteles’in eserleri Arapçaya ve Farsçaya çevrilmiş, İslam dünyasındaki filozoflar ve bilim insanları da bu eserler üzerinden çalışmalarını geliştirmişlerdir.

13. yüzyıldan itibaren İslam dünyasını esir alan, “Müslüman olmayan batılı gâvurdan uzak duralım” biçimindeki ilkel anlayış ve kendi kabuğuna çekilme tavrı, İslam dünyasının sonunu getirmiştir. O dönemden itibaren İslam dünyasında, bilim ve felsefe alanında hiçbir olumlu gelişme yaşanmamıştır. Bu nedenle İslam dünyası siyasi olarak da geri kalmıştır.

Avrupa ise antik Yunan felsefesini ve bilimini, 15. yüzyıldan itibaren geliştirmeye başlamıştır. Thales, Anaksimandros, Anaksimenes, Herakleitos, Pitagoras, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikuros, Hippokrates, Herodotos, Eukleidos, Arkhimedes, Aristarkhos Hıristiyan değillerdi, Alman, Fransız, İngiliz de değillerdi, ancak Avrupalı aydınlar için yine de esin kaynağı oldular. Avrupa’daki Rönesans ve aydınlanma devrimleri bu sayede gerçekleşti.

Felsefe ve bilim açısından bakıldığında, İslam dünyası ve Avrupa aynı kaynaktan beslenmiştir. O kaynak da ağırlıklı olarak antik Yunan’dır.

Din açısından bakıldığında da, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam aynı coğrafyada, yani Ortadoğu’da ortaya çıkmışlardır. Ayrıca üç din de aynı Tanrı’ya inanmaktadır ve üç din de kozmoloji ve ahlak bağlamında aynı ilkeleri savunmaktadır.

Buna rağmen doğu ve batı arasında bir karşıtlık yaratmak cehaletten kaynaklandığı gibi, emperyalizme hizmet etmektedir. Bunu anlamak için, yaşananlara bakmak yeterlidir.

ALLAH VAR MIDIR ??


ALLAH VAR MIDIR ??

PORTRESİ

Örsan K. Öymen
orsanoymen@gmail.com
AYDINLIK, 1.2.15

 

Felsefe, sorgulayıcı düşünce demektir. Bilgi Felsefesi (Epistemoloji), Zihin Felsefesi,
Ahlak Felsefesi (Etik), Siyaset Felsefesi, Varlık Felsefesi (Ontoloji), Bilim Felsefesi,
Dil Felsefesi, Sanat Felsefesi ve Din Felsefesi gibi Felsefe’nin çeşitli alt dallarında,
analitik kavram çözümlemeleri ve sorgulamalar yürütülür, çeşitli kuramlar geliştirilir.

“Allah / Tanrı var mıdır?” sorusu da, Din Felsefesi’nin temel sorularından bir tanesidir.
Bu soru aynı zamanda, Epistemoloji ve Ontoloji ile de kesişir. Felsefe tarihinde, bu konuda, – Teizm,
– Deizm,
– Fideizm,
– Ateizm,
– Agnostisizm,
– Panteizm gibi birçok farklı açılım ortaya konmuştur.

Thales, Herakleitos, Anaksagoras, Parmenides, Demokritos, Sokrates, Platon, Aristoteles, Epikuros gibi filozofların yaşadığı Antik Yunan döneminde tektanrıcılık egemen olmadığı için, Allah / Tanrı kavramı Felsefe’nin gündeminde zaten olmamıştır.
Ancak Hristiyanlık ve İslam dinlerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, Allah / Tanrı konusu da Felsefe’nin gündemine girmiştir.

Bu bağlamda Augustinus, Aquinas, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Locke, Berkeley gibi filozoflar Tanrı’nın varlığını savunmuşlar, farklı boyutlarda Teist yani Tanrıcı kuramlar ortaya atmışlar, ayrıca dini de reddetmemişlerdir.

Öte yanda Hume, Nietzsche, Marx, Sartre, Russell gibi filozoflar ateist ve/veya agnostik kuramlar geliştirerek, Tanrı kavramını ve dini reddetmişlerdir.

Felsefe’nin önemi de bu çoğulculuğundan ve diyalektik yapısından kaynaklanmaktadır.

Felsefe kendisini Tevrat’ın, İncil’in, Kur’an’ın ayetlerine sıkıştırmaz.

Bırakın ateist ve agnostik filozofları, teist filozoflar bile bunu yapmazlar;
ayetlerin ötesine geçerek, kendi akıl yürütmelerini gerçekleştirirler.

Çünkü din kitapları referans alınarak Felsefe yapılmaz.

Filozof, hahamdan, papazdan ve imamdan farklı konumda bir kişidir.
Felsefe açısından, bir şeyin gerçekliği, onun Tevrat’ta, İncil’de, Kur’an’da
yazılmış olmasından kaynaklanamaz.

Dinci despotizm ve dogmatizm vesayetinin yaşandığı Türkiye’de,
din derslerinin neredeyse her yıl zorunlu olması,
Felsefe derslerinin ise yalnızca bir yıl zorunlu olmasının nedeni de budur.

Çünkü iktidarlar her zaman Felsefe’den ve sorgulanmaktan korkmuşlardır.

Bu çarpık eğitim sistemine bağlı olarak, Türkiye’deki sözde aydınlar da Felsefe ile ilgilenmedikleri için, Allah / Tanrı ve din konusu sözde entelektüel ortamlarda bile adeta bir tabu haline dönüşmüştür.

Sözde aydınların bu korkaklığı nedeniyle de,
dinci despotizm ve dogmatizm Türkiye’de mutlak egemenliğini ilan etmiştir.

Örneğin, Türkiye’de medyadaki ve akademideki sözde aydınlar, Hume, Nietzsche ve Marx’ın din konusundaki kuramlarını biliyorlar mı? Bilmiyorlarsa öğrenmeye çalışıyorlar mı? Öğreniyorlarsa bu konuda ne düşünüyorlar?

Hume, deneyimlerden bağımsız olarak bilgi ve varlık adına bir şeyin ortaya konamayacağını,
bu bağlamda nedensellik ilkesinin de Teoloji’de ve dinde geçerli olamayacağını,
çünkü nedensellik ilkesinin zihinde, belli olayların ardışıklığının sürekli deneyim edilmesiyle oluştuğunu, bir ilk neden olarak sözde Tanrı’nın ise deneyim kapsamının dışında olduğunu, Tanrı’nın var olduğunun ve her şeyin nedeni olduğunun söylenemeyeceğini, Tanrı’nın var olup olmadığının bilinemeyeceğini, bilginin matematiksel ve olgusal önermelerle sınırlı olduğunu, Tanrı’nın antropomorfik bir kurgu olduğunu, Tanrı’ya yönelik iman temelli bir inanç geliştirilebileceğini, ancak imanın da akla ve deneyime aykırı olduğunu, bilge bir insanın da akla ve deneyime uygun inançlar geliştirmesi gerektiğini söyler.

Nietzsche, bazı insanların güç, iktidar, güvenlik, mutluluk gibi istençler ve dürtüler nedeniyle “Tanrı” adı verilen bir kurgu oluşturduklarını, ancak bunun özgür ruh anlayışına aykırı olduğunu, dinlerin dayattığı ahlak ve yaşam anlayışının sürü ahlakı ve yaşamı olduğunu, özgür ve güçlü bir ruhun, kendi değerlerini kendisinin yaratması gerektiğini,
tektanrıcı ve mutlakçı dinlerin bir çöküşün ve yozlaşmanın göstergesi olduğunu,
dinlerin aşılması gerektiğini söyler.

Marx, dinin halkın afyonu olduğunu, dinin bir mutluluk vaadiyle ve kalpsiz dünyanın duygusu, ruhsuz koşulların ruhu olarak ortaya çıktığını, ancak bu mutluluğun hayali bir mutluluk olduğunu, dinin, metafizik yapısı nedeniyle eşitsizliklerin ekonomik temellerini çözümleyemediğini, din özgürlüğü elde etmek değil, dinden özgürleşmek gerektiğini, kapitalizmin komünizm, dinin de ateizm ile aşılması gerektiğini söyler.

Yalnızca iktidarların değil, sahte-aydınların da korktuğu düşünceler işte bunlardır!