Etiket arşivi: Karl Marx

Politika nedir?

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
04 Eylül 2023, Cumhuriyet

Politika teriminin kökeni antik Yunancadaki polis terimine dayanır. Polis, toplumsal yaşam alanı veya kent anlamına gelmektedir.

Antik Yunan filozofu Aristoteles, insanın doğası gereği toplumsal bir canlı olduğunu söyler. Politika, toplumsal yaşamın yapısıyla, düzenlenmesiyle, yönetilmesiyle ilgili bir kavramdır.

Aristoteles’in hocası olan antik Yunan filozofu Platon, filozofların yönetici olması gerektiğini savunur.

Çünkü filozof, akıl yürüterek, bilgelik için, doğrunun ve gerçeğin bilgisini edinmek için mücadele eden kişidir.

Felsefe teriminin kökeni, antik Yunancadaki philo-sophia terimine dayanır. Philo-sophia, bilgelik sevgisi anlamına gelir.

Filozof için bilgelik (sophia), bilgi (episteme), doğruluk/gerçeklik (aletheia) ve akıl yürütme/gerekçelendirme/temellendirme (logos) birbiriyle ilişkili ve bağlantılı kavramlardır.
***
Platon’a ve Aristoteles’e göre, yaşamın amacı (telos), iyi bir ruha sahip olmaktır (eudaimonia). İyi bir ruha sahip olmak erdemli olmakla (arete) olanaklıdır. Adalet (dikaiosune) en önemli erdemlerin arasında yer almaktadır.

Toplumsal bağlamın dışında kalarak erdemli bir yaşam sürülemez. Adalet kavramından bağımsız olarak toplumsal yaşamı yapılandırmak, düzenlemek, yönetmek de olanaklı değildir.

Adaletin ne olduğunu, adaletin özünü, adaletin anlamını kavramak, ancak felsefeyle olanaklı olduğu için de, filozofların yönetici olması çok önemlidir.

Platon’a ve Aristoteles’e göre, bir başka önemli erdem de cesarettir (andreia).

Felsefi çerçevede erdemli bir yol, yaşamsal önemde bir konudur. “Güçlü olan haklıdır” paradigması ancak böyle yıkılabilir; algılar üzerinden değil, gerçekler üzerinden politika ancak böyle geliştirilebilir; yöneticilerin yozlaşmalarını sorgulayan Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesi gibi adaletsizlikler, ancak böyle önlenebilir.

Platon ve Aristoteles, bu bakış açısıyla, teori ile pratik (kuram ile uygulama) arasındaki zorunlu bir bağlantıyı ve bütünlüğü de ortaya koyarlar.
***
Yüzyıllar sonra İngiliz filozof John Locke ve İsviçreli/Fransız filozof Jean-Jacques Rousseau, toplum sözleşmesi kavramını geliştirerek, adalet mücadelesi doğrultusunda, toplumu da bu sürecin içine etkin ve örgütlü bir biçimde katmışlardır.

  • Locke, güçler ayrılığı, emekçinin mülkiyet hakkı, laiklik gibi ilkeleri geliştirerek, monarşinin, feodalizmin ve teokrasinin yıkılması doğrultusunda çok önemli adımlar atmıştır.
  • Rousseau bu süreci, halk egemenliği ve yasalarla güvence altına alınan kamusal yarar ilkesiyle tamamlamıştır.
  • Alman filozof Karl Marx, sanayi devriminden sonra, mülkiyet sorununu yeniden ele alarak, değişen üretim biçimlerini de ve üretim araçlarını da dikkate alarak, kapitalist sömürünün önlenmesi için, sanayi tarzı üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılmasını savunmuştur.
    ***

Cumhuriyet Halk Partisi’nin kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk, bu felsefi ve tarihsel süreci, Türkiye’nin özel ve tarihsel koşullarını da dikkate alarak, teori ve pratik (kuram ve uygulama) bütünlüğü içinde, entelektüel bir bakış açısıyla, sentezlemiştir.

Atatürk;

  • Cumhuriyetçilikle monarşiyi yıkmıştır;
  • Halkçılıkla oligarşiyi yıkmıştır;
  • Devletçilikle/kamuculukla özelleştirmeciliği ve serbest piyasacılığı yıkmıştır;
  • Laiklikle teokrasiyi yıkmıştır;
  • Milliyetçilikle/ulusçulukla ümmetçiliği yıkmıştır;
  • Devrimcilikle muhafazakarlığı ve statükoculuğu yıkmıştır.

Sosyal demokrasi ve demokratik solculuk da, ekonomik ve sosyal adalet anlayışıyla, karma ekonomik model önermesiyle, Atatürk’ün halkçılık ve devletçilik ilkelerini olumlamıştır.
***
Politika aslında, felsefi bir eylemdir.

Ancak politikayı politika olmaktan çıkartan güç odakları ve sahte politikacılar, ne yazık ki, politikanın, başka bir deyişle siyasetin, kötü bir biçimde anılmasına neden olmuşlardır.

Atatürk’ün ilkelerinden ve ideolojik yaklaşımdan uzaklaşan bugünkü CHP yönetimi de, siyasetin yüzeyselleşmesinde büyük bir rol oynamıştır.

CHP’nin ve Türkiye’nin, yeniden felsefi bir eyleme ihtiyacı (gereksinimi) vardır.


Yazarın Son YazılarıTüm Yazıları

Politika nedir?4 Eylül 2023

Sosyal demokrasi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
11 Temmuz 2022, Cumhuriyet

 

İdeolojiler, belli bir ideolojiyi savunan kişilerin eylemleri üzerinden değil, kavramlar ve kuramlar üzerinden anlaşılmaya çalışılmalıdır. Örneğin, kendilerini komünist olarak tanımlayanların yapıp ettikleri üzerinden komünizm üzerine, kendilerini sosyal demokrat olarak tanımlayanların yapıp ettikleri üzerinden sosyal demokrasi üzerine bir değerlendirme yapılamaz.

Vladimir İliç Lenin, Leon Troçki, Fidel Castro, Mao Zedong, Ho Chi Minh, Josef Stalin, Kim İl-Sung gibi siyasetçiler ve liderler kendilerini komünist olarak tanımlamış olsalar da, sık sık Karl Marx’ın ve Friedrich Engels’in geliştirdiği komünizm kuramından uzaklaşmışlardır. Komünizmi, söz konusu siyasetçilerin ve liderlerin uygulamaları üzerinden tanımlamak, komünizmi anlamamak demektir.

Hatta Engels’in kendisi bile, babasının sahibi olduğu ve işçilerin sömürüldüğü fabrikalarda uzun yıllar yönetim kademesinde çalışmak zorunda kalarak kendi savunduğu kuramlarla çelişki içine düşmüştür. Engels’in bu çelişkisi üzerinden, kendi geliştirdiği komünizm kuramı eleştirilemez. Kavramlara, kuramlara ve akıl yürütmelere karşı eleştiriler, yine kavramlar, kuramlar ve akıl yürütmeler üzerinden gerçekleştirilebilir.

Sosyal demokrasiye önemli kavramsal ve kuramsal katkılarda bulunan Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin önde gelen kuramcılarından Eduard Bernstein’ın ve Karl Kautsky’nin, bazı konularda aldıkları yanlış kararlar ve emperyalizm sorunu konusundaki hatalı analizleri üzerinden, sosyal demokrasi kuramı da toptan eleştirilemez.

Bu aynı zamanda mantık biliminin de temel ilkelerinden birisidir. Geliştirilen bir akıl yürütmeye karşı akıl yürütmek ve çıkarım yapmak yerine, o akıl yürütmeyi geliştiren kişiyi karalamak, damgalamak ve bunun üzerinden o kişinin akıl yürütmesini çürütmeye çalışmak, ad  hominem yanılsaması olarak bilinir.
***
İkinci Dünya Savaşı’ndan önce sosyal demokrasi, komünizm gibi sınıfsız toplumu hedefliyordu ve üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı çıkıyordu. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi, 1917 yılında Lenin’in öncülüğünde sosyalist-komünist devrimi gerçekleştirdi. Bu parti daha sonra Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne dönüştü.

Lenin devrimi savunurken, Bernstein evrimi ve çok partili parlamenter sistem aracılığıyla sınıfsız topluma geçilmesini savunuyordu. Bernstein, devrimin sancılı bir süreç olmasından dolayı karşıdevrim sürecine yol açacağını, bunun da işçi sınıfının çıkarlarına aykırı olduğunu, sosyalizme adım adım ilerlemenin daha gerçekçi bir yol olduğunu düşünüyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise sosyal demokrasi, sınıfsız toplum modeli yerine, sınıflar arası uçurumu asgari düzeye çekmek; üretim araçlarında özel mülkiyeti ortadan kaldırmak yerine, özel sektöre alternatif güçlü bir kamu sektörü oluşturmak, bu anlamda karma ekonomik modeli uygulamak; daha çok kazanandan daha fazla vergi almak, düşük gelirli kesimin vergi yükünü azaltmak; işçinin işveren karşısındaki haklarını koruyan sendikaları desteklemek ve güçlendirmek; herkese ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık hizmetleri vermek gibi yöntemleri benimsedi. Bu süreçte sosyal demokrasi, kapitalizm ile komünizmin bir sentezine dönüştü ve komünizmden daha da uzaklaştı.

İsveç Sosyal Demokrat Partisi’nin lideri Olof Palme ve Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin lideri Willy Brandt, bu ilkeleri Avrupa’da uygulamaya koyan önemli siyasetçiler arasında sayılabilirler.
***
1960’lı ve 1970’li yıllarda Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin savunduğu bu ilkeler, CHP’nin kurucusu ve ilk genel başkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün savunduğu ilkelerle büyük benzerlikler taşıyordu. Atatürk’ün, 1920’li ve 1930’lu yıllarda Halkçılık ve Devletçilik ilkeleriyle ve karma ekonomik model uygulamasıyla, Batı Avrupa’da 1960’larda ve 1970’lerde gelişen sosyal demokrasiyi öncelediği söylenebilir.

CHP’nin “Altı Ok” olarak da bilinen ilkelerini, 1970’lerden başlayarak demokratik solculuk ve sosyal demokrasi ile tamamlaması, yapay bir eklemleme değil, tarihsel süreçle gelişen organik bir bütünleşmedir.

Bunun aksini savunarak CHP’nin bölünmesine hizmet eden iki kesim ise “ikinci cumhuriyetçi” neoliberaller ve Batıfobik Avrasyacılardır!

Laiklik kavgası sınıf mücadelesidir!

authorMERDAN YANARDAĞ

İslamcıların ve bazı liberallerin ileri sürdüğü gibi laiklik bir orta sınıf fantezisi ve yaşam tarzı değildir. Tersine işçi sınıfı için yaşamsal öneme sahiptir. Siyasallaşan dinin eleştirisi yapılmadan sınıf mücadelesi yürütülemez.

İktidar açıkça yürürlükteki anayasayı – sahte/mühürsüz oyların geçerli sayıldığı bir referandumla, 16 Nisan 2017’de kendi yaptıkları anayasayı- bile çiğniyor.

Çünkü mevcut anayasaya göre bile adli yıl açılışları, hukuk düzenlemeleri, yasalar, yargılamalar dini kurallara göre yapılmaz. Kurumlar, dini kurallara göre yönetilmez. Ancak, ortada fiili bir durum ve fiili rejim var. Eski rejimi nasıl sinsi şekilde, cinlik yaparak, hile ve takiyye yoluyla yıktılarsa, aynı yöntemle yeni bir rejim kurmaya çalışıyorlar.

Anayasasız, liderin ve kendisine mutlak bir itaatle bağlı olan ekibinin siyasal ve felsefi tercihlerine göre yönetilen dinci-faşizan bir rejim var artık. Diğer bir ifade ile ‘neo-patrimonyal sultanizm’ diye tanımlayabileceğimiz, Ortaçağ değerler dünyasına da yaslanan dinci totaliter bir düzen bu.

Yeni adili yılın açılışının yanı sıra Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi subay ve astsubay mezuniyet töreninin de dualarla yapılması, artık yeni bir rejimin yürürlükte olduğunun göstergesidir. İletişim Başkanı Fahrettun Altun’un Mustafa Kemal’in, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunda/açılışında dua ederken çekilen fotoğraflıyla, Erdoğan’ın Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş ile adli yıl açılışında dua ederken çekilen fotoğraflarını yan yana koyarak, İngilizce, “Nasıl başladıysak, öyle devam ediyoruz” mesajını sosyal medyada paylaşması ve sabitlemesi, simgesel olarak yeni bir döneme girildiğinin de ilanıdır.

Ancak devletin dinselleştirilmesine dayanak yapılmak istenen 23 Nisan 1920’de Meclis’in kuruluş/açılış töreninin dualarla yapılmasına ilişkin fotoğrafın tarihsel bağlamı çok başkadır. O Meclis’i kuranlar Sultana, Hilafete ve emperyalizme karşı savaştılar. O Meclis, 1922’de saltanatı, 1924’te hilafeti, 1928’de de anayasadan “devletin dini İslam’dır” ifadesini kaldırdı. Daha önemlisi, 1923’te Cumhuriyet’i ilan ederek, yönetme iradesini, kendisini Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi sayanlardan alarak millete verdi.

Diğer taraftan, ilk fotoğrafta duayı okuyan Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi, Halife Sultan Vahdettin ve Şeyh-ül İslam Sabri Efendi’nin İngiliz uçakları tarafından Kuva-ı Milliye siperlerine atılan fetva ve fermanlarına karşı fetva veren, işbirlikçilere karşı sıkı bir ideolojik mücadele yürüten, kurtuluş ve kuruluş mücadelesine katılan bir yurtseverdir. Diyanet İşleri Başkanlığının ilk ve kurucu başkanıdır. Dolayısıyla adli yıl açılışında dua eden ve Ayasofya’da ulusal kurtuluş mücadelesini verenlerin liderine lanet okuyan Ali Erbaş ile hiçbir ortak yanı yoktur.

İDEOLOJİK-KÜLTÜREL MÜCADELE

Türkiye’de son 70 yıldır izlenen sistematik dinselleştirme; Cumhuriyet’in modern, aydınlanmacı ve ilerici kazanımlarının adım adım tasfiye edilmesiyle sonuçlandı. AKP iktidarı bu sürecin hem hızlandırıcısı hem de sonucudur.

Bu süreç içinde, özellikle 12 Eylül 1980 Darbesi ve 1990 sonrasında yaşanan küresel gericileşme dalgasıyla (liberal demokratlık, piyasacılık, post-moderncilik) insanların sosyo-ekonomik konumları ile siyasal tercihleri arasındaki pozitif ilişki koparıldı. İnsanlar, sınıfsal konumlarından hareketle, akıl ve bilinçleriyle değil, inançlarıyla davranmaya başladı. Tercihi belirleyen temel etken din, geleneksel kültür ve etnik duyarlılıklar oldu.

Örneğin; AKP neredeyse bütün seçim kampanyalarını ekonomik-sınıfsal talepler etrafında değil, daha çok kültürel değerler ve ideolojik zeminin üzerinden yürüttü. Bu olgu gözden hep kaçtı. Özellikle solcuların gözünden… İslamcılar saldırılarını laiklik, Cumhuriyet ve Aydınlanmanın kazanımlarına yöneltti. Cumhuriyet’e karşı Osmanlılığı savundu. Böyle olması da sürecin doğasına son derece uygundu. Çünkü ortada esas olarak bir rejim tartışması ve çatışması vardı. Bu nedenle AKP, kampanyalarını din, milletin değerleri gibi ideolojik-kültürel temalar etrafında yürüttü.

Durum böyle olunca, ne Cumhuriyetin kazanımları ne de laiklik etkin bir şekilde savunuldu. Toplumun AKP’ye karşı olan %50’yi aşkın kesiminin, ilerici değerler etrafında birleştirilmesi için ciddi bir girişim de geliştirilemedi.

GÜNCEL SINIFSAL ÇATIŞMA EKSENİ

Türkiye tarihsel bir kavşakta duruyor. Ülke, ya insanlığın ilerici birikimini koruyup içererek bu tarihsel krizi aşıp geleceğini yeniden kuracak ya da bir önceki çağın değerler dünyasına iade edilecek. İkilem budur!

Bu çatışma ekseni kavranmadan, toplumsal güçler buna göre konumlanmadan Türkiye’de gerçek anlamda siyaset yapmak artık mümkün değildir. Solun geniş toplum kesimleriyle buluşmasının, kitleselleşmesinin ve gerçek anlamda bir güç olmasının yolu da bu gerçeği kavramaktan geçiyor. Bu çatışma ekseninin anahtar kavramı laikliktir.

Laiklik için amasız, fakatsız ve önüne-arkasına sıfatlar eklemeden, yani sulandırılmamış bir mücadeleyi esas almadan bu topraklarda artık ne solculuk ne de devrimcilik yapılabilir. Çünkü bugün, sınıf mücadelenin eksenini de laiklik karşısında alınacak tutum belirliyor. Çünkü laiklik, bir orta sınıf fantezisi ya da bir Kemalist saplantı değil, sınıf mücadelesinin de demokratikleşmenin de eşitlik kavgasının da üzerinde yükseleceği asıl zemini oluşturan, “olmazsa olmaz” kertesinde bir ön koşuldur.

Laiklik, çağımızda sermaye sınıfının terk ettiği bir ilke, kurum ve değerdir. Burjuvazinin, iktidarını sürdürmek için bir önceki çağın değerler dünyasına şu veya bu düzeyde iltica ederek sokakta bıraktığı bir ilkedir.

BÜTÜN ELEŞTİRİLERİN BAŞLANGICI

Bilinir, bir tarih ve siyaset dersidir; kendi devrimini yarım bırakanlar, kendi mezar kazıcılarını hazırlar. Cumhuriyet devrimini gerçekleştirenler bunu yaptı. Cumhuriyet’in kurucu ve taşıyıcı unsurlarının bir bölümü, yıktıkları Ortaçağ düzeninin değerleri ve güçleriyle uzlaştı. Sırf sol korkusu nedeniyle -özellikle NATO’ya girişle birlikte- kendi devrimlerine ihanet ederek, adeta kendi kendilerini zehirlediler.

Cumhuriyet’in solunu tasfiye edenler, ülkenin bütün dengelerini yitirmesine yol açtı. Dengesini koruyamayan ve ileriye gidemeyen Cumhuriyet sağa yatarak geriye savruldu ve yıkıldı. Yaşadıklarımızın dramatik özeti bundan ibarettir.

Dinin eleştirisini tamamlayamayan toplumlar, sistemik düzlemde güncel ve tarihsel hiçbir eleştiriye de gerçek anlamda başlayamıyor.

Karl Marx, daha 1845 yılında, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi” adlı kitabında*, “Almanya’da dinin eleştirisi tamamlanmıştır” diyor. Diğer bir anlatımla dinin, toplumsal / kamusal alandan çekildiği, siyasal yaşamın dışına çıkarılarak özel alana iade edildiğini, kamusal yaşamın dinden arındığını belirtir. Marx daha sonra, “Dinin eleştirisinin tamamlanması, bütün eleştirilerin başlangıcıdır” diye, çok önemli, bizim bugün yaşadığımız neredeyse bütün sorunların temelini de açıklayan dahice bir tespit yapar.

Evet, dinin eleştirisinin tamamlanması çağımızda bütün eleştirilerin başlangıcıdır. Marx, kapitalizme yönelik bütün itirazlarını ve eleştirilerini bu saptama üzerine kurar. Belirttiğim gibi, Marksist laiklik anlayışının da temelini oluşturan bu saptama yaşamsal öneme sahiptir. Dahası, bugünün dünyası ve Türkiye’si için de çok önemli, kritik ve yoğunlaştırılmış bir devrimci çözümlemedir. Çünkü Marx, dinin eleştirisini tamamlamadan kapitalizmin eleştirisini başlayamazsınız demektedir. (K. Marx, Hegelin Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev.: Kenan Somer, Sol Yayınları, Ankara 2009, syf.191 vd.)

Bu nedenle Türkiye’de işçi sınıfının önemli bir bölümü, yoksulların çoğunluğu işte yıllardır cellatlarına, kendilerini iliklerine kadar sömüren efendilerine oy veriyor. AKP yoksulların sosyo-ekonomik konumuyla seçmen davranışı arasındaki pozitif ilişkiyi kopardı. Anlı secdeye değiyor diye bu partiye oy veren milyonlarca yoksul var. Çünkü Türkiye’de dinin eleştirisi tamamlanamadı. Aydınlanma atılımı yarım kaldı. Burjuvazi kendi devrimine ihanet ederek, Cumhuriyet’i cami avlusunda terk etti.

O nedenle İslamcıların ve bazı alık liberallerin ileri sürdüğü gibi, laiklik bir orta sınıf fantezisi, seçkinlere ait bir kavram ve yaşam tarzı değil, halk için, emekçiler için, işçi sınıfı için yaşamsal öneme sahip bir ilke ve kamusal düzendir.

Dolayısıyla bugün laiklik eksenli bir ideolojik ve kültürel mücadeleyi yükseltmeden, laikliği yeniden kazanmadan ya da Marx’ın ifadesiyle dinin eleştirisini tamamlamadan gerçek anlamda bir sınıf mücadelesi yürütmek de imkansızdır.

Atatürk ve sosyal demokrasi

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Atatürk ve sosyal demokrasi

28 Eylül 2020, Cumhuriyet
Karl Marx’ın temellerini attığı ve sosyalizmin bir türü olan komünizm, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kalkmasını ve sınıfsız toplumu hedefler. Sermaye sınıfının, üretimi yapan emekçi sınıfı sömürdüğü düzenin adı kapitalizmdir. Bu sömürünün temel nedeni de üretim araçlarının özel mülkiyette, yani sermaye sınıfının elinde olmasıdır. Üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kalkmasının sonucunda sınıflar da ortadan kalkacak ve emekçilerin emeklerine, ürettiklerine ve kendilerine yönelik yaşadıkları yabancılaşma son bulacaktır.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce sosyal demokrasi de sınıfsız toplumu hedefliyordu, ancak sınıfsız topluma geçme yöntemiyle ilgili farklı görüşlere sahipti. Örneğin, sosyal demokrasinin en önemli teorisyenlerinden birisi olan Eduard Bernstein, devrim yerine evrimi, sosyalizme adım adım geçilmesini savunuyordu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sosyal demokrasi, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin kaldırılması ve sınıfsız toplum hedefinden vazgeçti, sınıflar arasındaki uçurumu dengelemek yolunu seçti. Sosyal demokrasi, üretim ve hizmet araçlarındaki özel mülkiyeti, yani özel sektörü ortadan kaldırmak yerine, güçlü bir kamu sektörüyle, ücretsiz ve nitelikli eğitim ve sağlık sistemiyle, emekçiden yana vergi politikalarıyla, sendikal hareketlerin desteklenmesiyle, özel sektörün yol açacağı sömürüleri asgari düzeye çekmeyi öncelikli hedef haline getirdi. Sosyal demokrat, demokratik sol ve demokratik sosyalist siyasi partilerin üye olduğu Sosyalist Enternasyonel, “karma ekonomi” adını verdiği modeli benimsedi. Olof Palme ve Willy Brandt gibi dönemin sosyal demokrat liderleri, bu modelin geliştirilmesine öncülük ettiler. Sosyal demokrasi bu anlamda, komünizm ile kapitalizmin bir sentezidir.

***

Mustafa Kemal Atatürk ile sosyal demokrasiyi karşı karşıya getirmek çelişkili bir saçmalıktır.

Çünkü karma ekonomik model Atatürk’ün savunduğu bir modeldi.

Atatürk komünist olmadığı gibi, serbest piyasacı ve özel sektörcü de değildi;

Atatürk günümüzde neo-liberal olarak tanımlanan politikaları hiçbir zaman savunmadı.

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet Halk Partisi’nin 6 temel ilkesinden ikisinin devletçilik ve halkçılık olması da bir tesadüf değildir. Atatürk bir taraftan özel sektörün gelişmesinin yolunu açmış, bir yandan da devletçi ve halkçı ilkelerle, üretimin ve hizmetin, serbest piyasa ekonomisine ve özel sektöre terk edilmesini engellemişti.

Atatürk’ün kendisini sosyal demokrat olarak tanımlamaması son derece doğaldı. Çünkü, Atatürk’ün yaşadığı yıllarda sosyal demokrasi, komünizme oldukça yakın bir yerde duruyordu. Ancak sosyal demokrasi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geçirdiği dönüşüm üzerinden tanımlanacak olursa, Atatürk bir sosyal demokrattı.

***

1990’lı yıllardan itibaren, Sosyalist Enternasyonel’in içinde, sosyal demokrasiyi özelleştirmeci neo-liberal politikalarla ve emperyalist dış politikalarla sulandırmaya çalışanlar, gerçekten sosyal demokrat değildi. Tony Blair ve Gerhard Schröder bu liderlere dair örnek olarak verilebilir. Oskar Lafontaine, Lionel Jospin ve Jeremy Corbyn gibi siyasetçiler buna direndiler. Bu mücadelenin Sosyalist Enternasyonel içinde hâlâ sürdüğü, ancak Blair-Schröder çizgisinin büyük ölçüde zayıfladığı söylenebilir. “Liberal” ifadesiyle serbest piyasacı, özelleştirmeci neo-liberal çizgi kastediliyorsa, “sol liberal” ifadesi çelişki içerir.

  • Solcu olan neo-liberal olamaz.

Devletçilik ve halkçılık, sosyal demokrasinin özünde olan ilkeler olduğu gibi, CHP’nin cumhuriyetçilik, ulusçuluk, laiklik ve devrimcilik ilkeleri de sosyal demokrasi ile çelişen ilkeler değildir. Cumhuriyetin yerine monarşinin, ulusun yerine ümmetin, laikliğin yerine teokrasinin, devrimciliğin yerine muhafazakârlığın olduğu bir yerde sosyal demokrasinin yaşayamayacağı açıktır.

Sosyal demokrasi, din, mezhep ve etnik kimlik üzerinden siyaset yapılmasını da kabul etmez. Sosyal demokrasinin temelinde sınıf mücadelesi vardır.

Özetle, Atatürk ile sosyal demokrasiyi karşı karşıya getirmeye çalışan kesimlerin bir kısmı neo-liberallerdir, bir kısmı da okumuş cahillerdir. Bu kesimler de sadece, CHP’yi bölmeye hizmet etmektedir!

Venezüella’nın anlamı

Venezüella’nın anlamı

Örsan K. Öymen
31.01.2019, Cumhuriyet

1776 yılı uygarlık tarihi açısından önemli bir yıldır. 4 Temmuz 1776 tarihinde Amerika’da Philadelphia kentinde imzalanan Bağımsızlık Bildirgesi ile Britanya Krallığı’nın Amerika kıtasında oluşturduğu koloniler, Britanya Krallığı’ndan bağımsızlıklarını ilan ettiler. Böylece Amerika Birleşik Devletleri’nin temeli atıldı.

Ancak Thomas JeffersonBenjamin FranklinThomas Paine ve George Washington gibi devrimcilerin öncülük ettiği bu hareket bir bağımsızlık ilanından ibaret değildi. Bu hareket, yeni kurulan bağımsız devletin, yani Amerika Birleşik Devletleri’nin, Britanya Krallığı’nın siyasal yapısından farklı olacağını da ana hatlarıyla ilan etmişti.

Söz konusu yeni yapıya göre ABD’de, Britanya Krallığı’ndan farklı olarak, monarşik, teokratik ve feodal bir yapının olmaması öngörülmüştü. Yetkileri tek elde toplayan despotik bir kralın ve kraliçenin yerine; yasama, yürütme, yargı arasında güçler ayrılığı ilkesi bağlamında hareket eden bir devlet başkanı; yürütmeyi etki altına alan bir kilise yerine dinin, devlet, siyaset ve hukuk işlerine müdahale etmediği ve bu koşulla dini inanç ve ibadet özgürlüğünün sağlandığı laik bir düzen; toprak mülkiyetinin devletin ve toprak ağalarının tekelinde olduğu bir düzen yerine, tüm vatandaşların doğal mülkiyet hakkının olduğu bir yapı öngörülmüştü.

Bu devrimlerin temelinde, 17. yüzyılda yaşamış olan John Locke ve 18. yüzyılda yaşamış olan David HumeAdam SmithCharles-Louis Montesquieu ve Jean-Jacques Rousseau gibi filozofların ve düşünürlerin kuramları yatmaktadır.

  • 1776 Amerikan devrimi, monarşiyi, teokrasiyi ve feodalizmi yıkan ilk büyük devrimdir.

Bu devrimin Avrupa’daki ilk yansıması da Amerika’dan 13 yıl sonra, 1789 yılında Fransa’da yaşanmıştır. Genel sanının aksine monarşinin, teokrasinin ve feodalizmin yıkılma süreci ilk kez 1789 Fransız devrimiyle değil, 1776 Amerikan devrimiyle birlikte başlamıştır. Ancak 1789 Fransız devrimi de Amerikan devrimini tamamlamış ve önce Avrupa’da, sonra da dünyanın diğer bölgelerinde büyük bir etki yaratmıştır.

18. yüzyılda, bir yandan aydınlanma ideallerinin üzerine inşa edilen, bir yandan da Britanya Krallığı’nın sömürgeci yapısına bir tepki olarak kurulan ABD, 20. ve 21. yüzyılda kendi sömürgelerini kurmanın peşine düşmüştür.

Neden? Çünkü ABD, aydınlanma devrimlerini bir adım daha ileriye götüremedi, 19. yüzyılda Alman filozof Karl Marx ile Avrupa’da gelişen sosyalist ve diğer sol akımları kendi içine taşıyamadı. Avrupa, belli bir ölçüde de olsa, Fransız devriminin üzerine sosyalist veya sosyal demokrat bir örgütlenme oluştururken, ABD yerinde saydı, kendisini geliştiremedi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD yönetimleri bu nedenle de darbe ve/veya işgal yoluyla Guatemala, Küba, Şili, Nikaragua, El Salvador, Vietnam, Irak, Suriye gibi birçok ülkeye müdahalede bulundu. Son yıllarda benzer bir senaryo Venezüella için hazırlanmış durumda.
Venezüella eski Devlet Başkanı Hugo Chavez’in ülkesinde sosyalist politikaları uygulamaya başlamasından itibaren Venezüella ABD’nin hedefi oldu.

ABD’nin 1950’lerde, 1960’larda, 1970’lerde ve 1980’lerde Guatemala’da, Küba’da, Şili’de, Vietnam’da, Nikaragua’da, El Salvador’da sosyalist hareketlere karşı gerçekleştirdiği müdahalelerin bir benzeri, şimdi Venezüella için devreye girdi. ABD, Chavez’in politikalarını sürdürmeye çalışan Nicolas Maduro’yu devirmek için kukla siyasetçi Juan Guaido’yu devlet başkanı olarak tanıdığını ilan etti.

Büyük resim dikkate alındığında, Maduro’nun ekonomi ve hukuk alanlarındaki yönetim beceriksizlikleri bir ayrıntı olarak kalmaktadır. İşin özü şudur:

  • Kapitalizm emperyalizmi, emperyalizm de kapitalizmi beslemektedir. 

O nedenle Rusya’da Putin ve Türkiye’de Erdoğan gibi liderlerin kapitalizmi ve emperyalizmi eleştirmeden Venezüella’ya sahip çıkmalarının da hiçbir anlamı yoktur.

Kapitalizm ve dincilik

Kapitalizm ve dincilik

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet
, 22.11.18
Günümüzde insanlığın başında iki büyük bela bulunmaktadır: Kapitalizm ve dincilik. Kapitalizm, yani sermayecilik, sermaye fetişizmi üzerine kurulu bir düzendir. Dincilik de, din fetişizmine dayanan yapıdır.
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika 1776 ve 1789 devrimleri sayesinde, feodalizmle birlikte dinciliği de aşmıştır. Feodalizmi herkese özel mülkiyet hakkıyla, dinciliği laiklik ilkesiyle bertaraf etmiştir.
Ancak, 19. yüzyılda yaşamış olan Alman filozof ve sosyolog Karl Marx’ın doğru bir biçimde tespit ettiği gibi, Sanayi Devrimiyle birlikte üretim araçları ve biçimleri değişince, feodal düzeni ortadan kaldıran özel mülkiyet hakkı, adına kapitalizm denilen yeni bir sömürü düzenine yol açmıştır.
Tarımsal üretim biçimlerinin geçerli olduğu dönemde, toprak ağası, toprak üzerindeki mülkiyet tekeli üzerinden çiftçiyi sömürmüştür. Sanayi tarzı üretim biçimlerinin geçerli olduğu dönemde de, sermaye sahibi, üretim araçlarının, yani üretimin yapıldığı merkezlerin, örneğin fabrikaların özel mülkiyeti üzerinden işçiyi sömürmüştür.
Üretimi gerçekleştirdiği halde, üretilen ürünün ticareti sonucunda oluşan artı değerden bir pay alamayan ve düşük ücretle çalışan işçi, sermaye sınıfının sömürü aracına dönüşmüştür. Bunun sonucunda, sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasında büyük bir uçurum oluşmuş, işçi sınıfı kendi emeğine ve ürününe yabancılaşmıştır.
Marx, sürdürülemez olan bu düzenin, kaçınılmaz olarak işçilerin devrimiyle sonuçlanacağını, üretim araçlarında özel mülkiyetin ortadan kalktığı sınıfsız bir toplum modeline, yani komünizme geçileceğini savunmuştu.
1917’de Rusya, 1949’da Çin, 1959’da Küba gibi ülkeler, Marx’ın öndeyilemesine aykırı olarak, sanayi devrimi yaşanmadan komünist devrimi gerçekleştirmeye çalıştılar. Sanayileşmenin daha yaygın olduğu Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka gibi bazı Batı Avrupa ülkeleri de, kapitalizm ile komünizmi sentezleyerek, sınıfları ortadan kaldırmak yerine, sosyal demokrasi ve demokratik sosyalizm yoluyla, sınıflar arası uçurumu gidermeyi tercih ettiler.
Marx’ın komünizme geçiş süreciyle ilgili öndeyilemeleri henüz gerçekleşmemiştir. Ayrıca sanayi tarzı üretim yaygınlaşmakla birlikte, tarımsal üretim sona ermemiştir. Buna ek olarak teknoloji devrimi gerçekleşmiş ve yaygın bir hizmet sektörü ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda işçi sınıfı kavramı revizyona uğramıştır.
Ancak bunlara rağmen, Marx’ın doğumunun 200. yılı olan 2018 yılında dünyaya ve insanlığa baktığımızda, Marx’ın kapitalizm eleştirisinin ana hatlarıyla geçerliliğini koruduğunu, günümüzde sermaye sınıfının, çalışan, üreten ve hizmet veren sınıfı sömürdüğünü söyleyebiliriz.
* Oxfam International adlı araştırma kurumunun 2018 yılı raporuna göre, dünyadaki toplam refahın %82’sine, dünya nüfusunun %1’i sahiptir!
Gelir dağılımındaki küresel dengesizlik, sosyal ve ekonomik adaletsizlik sorunu, hâlâ çözülmemiştir.
****
Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde, kapitalizm sorununa ek olarak, dincilik sorunu da devam etmektedir.
* Bu ülkelerde halk bir yandan kapitalizmin, bir yandan da dinciliğin cehaleti altında ezilmektedir.
Avrupa’da gerçekleşen dinde reform, Rönesans ve Aydınlanma hareketlerinin, uygulanan ekonomik adalet ve ileri eğitim modellerinin, “İslam dünyasında” yaşama geçmemiş olması, dinciliğin sürmesinin temel nedenleridir.
Laiklik ilkesini benimseyen dindarlıktan farklı olarak, laiklik karşıtı bir hareket olan dincilik, bilimi, felsefeyi, sanatı, sosyal yaşamı, eğitimi, kültürü, siyaseti ve demokrasiyi, teokratik bir despotizm ve dogmatizm ile baskı altına almıştır. 
* Türkiye’de, kapitalizm dinciliği, dincilik de kapitalizmi beslemektedir.
Kapitalizm nedeniyle bu dünyadan umudu kesen kitleler, umutlarını öte dünyaya” ertelemişlerdir. “Öte dünyaya” ertelenen umutlar da, bu dünyadaki sorunların çözümünü olanaksız kılmıştır.
Bu bozuk ve çarpık düzende, Marx’ın dediği gibi, din uyuşturucu işlevini yerine getirmektedir.
* AKP, kapitalizmi ve dinciliği bu nedenle birlikte teşvik etmektedir. Çünkü iktidarını bu sayede sürdürmektedir!

SEN ÇÜRÜMENİN RESMİNİ YAPABİLİR MİSİN ABİDİN ?

SEN ÇÜRÜMENİN RESMİNİ
YAPABİLİR MİSİN ABİDİN ?

Av. Hüseyin Özbek
İstanbul Barosu Önceki Gn. Sekr.

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır.)

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Mütareke İstanbul’undaki çürümeyi Sodom ve Gomore romanında işler. İstanbul sokaklarında İngiliz, Fransız askerleri devriye gezmekte, işgalci çizmeleri her gün Arnavut kaldırımlarıyla birlikte halkın onurunu da çiğnemektedir. Yenilginin utancı ve umutsuzluk bir karabasan gibi Dersaadet’e çökmüşken, vatansız elitler hiç vakit kaybetmeden işgali kazanca dönüştürecek işbirliğine başlamışlardır!

Mütareke İstanbul’unda Boğaz’ın iki yakasındaki yalıların, kasırların, köşklerin ayrıcalıklı sakinleri için uğruna ölünecek bir vatan yoktur. Sadece her dönem tabi olunacak velinimet,  kazanılacak servet, edinilecek makamlar vardır. İstanbul’un vatansız kreması, işgalci subayları yalılarında ağırlamak, onur konuğu olarak başköşeye oturtmak, bırakın selamlığı, haremlerini de açmak için birbirleriyle kıyasıya rekabet halindedirler. İşgalcilere sunulan hizmet, yapılan işbirliği, siyasi ve ahlaki düşkünlük karşılıksız kalmamakta, kendilerine servet olarak geri dönmektedir.

Ahlaksızlık, düşkünlük, geleceğe güvensizlik, toplumsal çöküşü, manevi yıkımı inanılmaz ölçüde artırmakta, ihanet, işbirliği, karaborsa, rüşvet, fuhuş, uyuşturucu, her türlü sefahat  İstanbul’u geçmişin Sodom ve Gomore’sine dönüştürmektedir. Bütün bu olumsuzluklar içinde vicdan sahibi, vatan duygusunu ve onurunu yitirmemiş, Esir Şehir’ de kurtuluşun kıvılcımını yakmaya çalışan bir avuç insan, zifiri karanlıkta boğulan toplumun umut ışıklarıdır.

Yazarlar, yaşadıkları dönemlerin sosyolojik, psiko-kültürel fotoğrafçıları gibidirler. Yaşanılan sürecin bireysel ve toplumsal tomografisini gelecek kuşaklara sanat prizmasından aktaran soylu insanlardır. Kalemini ve yeteneğini dönemin efendilerinin buyruğuna verenler elbette ki bu tanımın dışındadırlar. Onlar, sermayenin dolma kalemliğine soyunarak iktidar sahiplerinin mızrağı olmayı tercih etmişlerdir. Biz, mazlumların savunma kalkanı olan erdemli insanlardan bahsediyoruz.

Karl Marx, emeğin sömürüsüne işçinin ürettiği artık değere el koymaya dayalı kapitalist sistemde her şeyin meta olduğunu söylemişti. Ürettiğine yabancılaşan işçinin yarattığı artık değerin kapitalistin sermayesine dönüşmesi, üretim araçlarının mülkiyetinin üretenin değil sermayedarın elinde bulunması Marksist Kuramın temelini oluşturur. Kurama göre kar dürtüsü, her türlü insani ve ahlaki zenginliği yok etmekte,
kapitalist sistemin değerleri insanlığın evrensel değerlerini ortadan kaldırmaktadır.

Asr-ı Saadet, Hz.Muhammed döneminde yaşanan İslam anlamında kullanılır. Mutluluk Çağı olarak tanımlanan bu zaman kesitinde toplumsal düzenin iman, inanç, hak ve hakkaniyet üzerinde seyrettiği kabul edilir. İslam’ın tebliğ ve kurumsallaşma dönemi uygulaması her zaman ve dönem için değişmez model olarak düşünülür. Özlem duyulan ve değişmez yönetim sistemi olarak kabul gören Asr-ı Saadet günümüzde sıkça gündeme getirilmekte ve tüm sorunların bu modelin esas alınmasıyla çözümlenebileceği hararetle savunulmaktadır.

Sözün burasında işin esasına dönüp sormanın zamanıdır: İktidara ve güce ulaşmak için dinin metalaştırıldığı bir dönemi Asr-ı Saadet olarak kabul etmek doğru mudur? Günümüz Türkiye’si, bu sorunun 15 yıllık uygulamasının test edilmesi ve somut sonuçlarının ortaya çıkması  açısından çarpıcı verilere sahiptir. Türkiye, dinin siyasal ve ekonomik gücün kaldıracına, dönemsel çıkarların zırhına dönüştürülmesi halinde ortaya Asr-ı  Saadet yerine Asr-ı Rezaletten başka bir şeyin çıkmayacağını göstermesi açısından araştırmacılar için laboratuvar ülke özelliğini taşımaktadır.

Teolojik alandan, ideolojik alana geçişle birlikte metalaştırılan din, egemenlerin belirlediği yoz sistemin sorunsuz sürdürülebilmesinin dayanağına dönüşmektedir. Bir başka söylemle ezilenlerin ezenlere, yönetilenlerin yönetenlere itaat etmesinin teolojik dayanağına dönüştürülen bir din algısıyla sömürünün sonsuza kadar sorunsuz sürdürülebilmesi mümkün hale gelmektedir. Kısacası dinin bireylerin inanç ve iman dünyasının dışına çıkarılarak, siyasi iktidarın çıkarları doğrultusunda  ekonomik  ilişkilerin, toplumsal hayatın yeniden tanziminin payandası yapılması durumunda yozlaşma ve çürümenin kaçınılmaz hale geldiği görülmektedir.

Ekonomik ve toplumsal sistemin dümeninde bulunan iktidar sahiplerince yeniden kurgulanan biçimiyle dinselleşme, çürüme ve yozlaşmadan başka bir sonuç vermemektedir. Evlerde bulunan para sayma makinelerinin, ayakkabı kutularının, izah edilemeyen servet patlamalarının, kaynağı belirsiz Karunlaşmanın tetiklediği çürüme, ahlaki çöküşü baş döndürücü hale getirmektedir.

Bu durumda ortaya mutluluğun resmi yerine çürümenin altı dokuzluk fotoğrafı çıkmaktadır. Sokulduğumuz post-modern Sodom ve Gomore girdabından bir an önce kurtulamazsak, tarih her zaman olduğu gibi  yine tekerrür edecektir.
===============================
Dostlar,

Sn. Av. Hüseyin Özbek, İstanbul Barosu’nun önceki genel yazmanıdır (sekreter).
Başkan Sn. Ümit Kocasakal ile çalışmış ve son derece üretken, başarılı olmuştur.

Sn. Özbek çok nitelikli bir aydındır, yazardır. Makalelerinin tadına doyum olmaz. Sitemizde daha önce de pek çok yazısını yayımladık. Bu da öncekiler gibi öğretici:

  • … ezilenlerin ezenlere, yönetilenlerin yönetenlere itaat etmesinin teolojik dayanağına dönüştürülen bir din algısı..

AKP – RTE ile 15 yılda gelinen yer burası ve dur – durak da yoktur..
“Dininizi ve kininizi eksik etmeyin” talimatı bizzat Erdoğan’ındır..

Türkiye insanı, “tek adam” rejiminin dinci faşizme koşan rap raplarını duymaktadır.
16 Nisan 2017 halkoylaması bu bağlamda kritik bir kırılma noktasıdır. İktidarın cebir ve hilesi ile dayatılan, YSK verisiyle sözde resmileştirilen % 49 ama gerçekte dünya alemin çok iyi bildiği gibi en az %55 düzeyinde insanımız egemenliği tek adama devretmeye karşıdır. 25 milyonu aşkın “hayır” cı bu kitle, “evet” çi kitleden çok daha eğitimlidir, kentsel bölge insanlarıdır. AKP, az eğitimli ve yoksul bırakılmış, mütedeyyin insanlarımızı istismar ederek ayakta kalmaya çabalamaktadır. Görünen o ki, AKP – RTE’nin ayağının altından zemin artık kaymaktadır. Zaman aleyhe akmaktadır. Bir de %15 dolayında, 8 milyonu bulan kitle vardır ki halkoylamasında oy kullanmayan; bunların da büyük kesimi AKP – RTE yandaşı değildir.

Şimdi temel sorun, bu “HAYIR Bileşenlerini” canlı ve bir arada tutarak, hatta büyüterek seçime hazırlamaktır. Bu siyaset mühendisliğini Türkiye başaracak birikime sahiptir. CHP, eleştirileri dikkate alacak ve bu süreçte akıllıca “beyin – omurga” işlevi görecektir.

Sevgi ve saygı ile. 09 Mayıs 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com