Etiket arşivi: Güney Amerika ülkeleri Çin Hindistan.. Büyük Atatürk’ün ekonomi politikalarının benzerini izliyor

AKP Türkiye’yi Batağa Çekiyor

Dostlar,

Sayın Onur Öymen, Leyla Tavşanoğlu’na verdiği ve 4.8.13 günlü
Cumhuriyet‘te yayınlanan görüşmenin metnini bize de ulaştırdı.

Gayya kuyusu Ortadoğu’da tam bir karmaşa…
Türkiye’nin yaşamsal ulusal çıkarlarını uzun erimli istikrarlı politikalarla korumak için, çok deneyimli diplomat Sn. Öymen önerilerde de bulunuyor..

Unutulmasın, Büyük ATATÜRK ne demişti :

  • YURTTA BARIŞ DÜNYADA BARIŞ!

Paylaşalım ve “AKP, Türkiye’yi batağa çekiyor!” saptaması karşısında
somut politik eylem planları geliştirelim..

Sevgi ve saygı ile.
Pertek – Tunceli, 10.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

AKP, Türkiye’yi batağa çekiyor!

  • Onur Öymen İstanbul 1940 doğumlu. Ortaöğrenimini Galatasaray Lisesi’nde, yükseköğrenimini A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yaptı. Aynı fakültede savunma politikaları konusunda doktora yaptı. 1964’te Dışişleri Bakanlığı’na girdi. Bakanlığın yurtiçi çeşitli kademelerinde ve yurtdışı misyonlarında görev yaptı. 1988-1990 arası Kopenhag Büyükelçiliği yaptıktan sonra 1995-1997 döneminde Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı oldu. 1997-2001 arası Türkiye’nin NATO Daimi Temsilciliği görevinde bulundu. 2002 ve 2007 genel seçimlerinde CHP’den
    Bursa milletvekili seçildi. 
    Bir Süre CHP Genel Başkan Yardımcılığı’nı yürüttü. Temmuz 2011 seçimlerinde milletvekili adayı olmadı.

Dışişleri Bakanlığı’nın eski müsteşarlarından emekli büyükelçi Onur Öymen,

  • “Nüfusu Müslüman olan ülkelerde laiklik olmadan
    gerçek demokrasi yerleşmez!”
    diyor.

Ortadoğu’nun kaynayan bir kazanken artık patlamaya hazır hale geldiğine
işaret eden Öymen, Arap Baharı’nın gittiği ülkelerde demokrasi bekleyen halkın Müslüman Kardeşler’in otokratik yönetim anlayışına çok ciddi tepkiler verdiğini vurguluyor. Buna son örnek olarak Mısır’ı gösteriyor. Libya, Tunus ve
öteki Ortadoğu ülkelerinde de çok ciddi rahatsızlıklar olduğunun altını çiziyor.
Bizim hükümete de şu çağırıyı yapıyor:

  • “Türkiye insan hakları,özgürlükler ve demokrasi alanında bu kadar geriye gitmeseydi birinci sınıf bir demokrasiye öncülük yapabilirdi.”

Ortadoğu tam bir kaynayan kazan. Mısır’da Batı’nın darbe diyemediği,
Müslüman Kardeşler kökenli Cumhurbaşkanı Mursi’nin devrilmesine yol açan
askeri müdahale, Tunus’ta altı aydır laik muhalif siyasi liderlerin suikastlara
kurban gitmesi, bizim Suriye sınırında süren savaş bölgeyi nerelere götürür? Bunun Türkiye’ye yansımaları ne olur?

O.Ö.- Başlangıçta Arap Baharı diye başlayan olayların amacı bölgeye demokrasi getirmekti. Bu hareketin öncüleri diğer bütün ülkelerde demokrasi gelişirken Ortadoğu’da gelişmemesinin sıkıntısını yaşıyorlardı.
Hedefleri gerçek demokrasiydi.

Ama bir süre sonra görüldü ki, bu bölgede öteden beri var olan bazı siyasetçiler, başta da Müslüman Kardeşler grubu değişim ortamından yararlanarak bölge ülkelerinde eski liderlerin yerine otoriter din devletleri kurmayı hedeflediler.
Bunlar çok örgütlüler. Yaknızca Mısır’da 600 bin üyeleri var. Tüm bölgede iki milyon üyeleri olduğu söyleniyor. Mısır’ın eski Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra yönetimi devralan askerlerin yaptığı ilk iş, 1954’ten beri yasaklı olan Müslüman Kardeşler’i meşrulaştırmak oldu. Onlara ve onlardan daha da radikal olan Selefiler’e de siyasi parti kurdurdular. İlk seçimde anlaşıldı ki,
bunlar büyük bir siyasi güç sahibi.

Müslüman Kardeşler ve Selefiler’in toplam oyu %70 dolayında.
Sonuçta Cumhurbaşkanlığı seçiminde de Müslüman Kardeşler’in adayını seçtirdiler. Bu seçim ortamını yine Mısır’da askerler sağladı. Yani bir taraftan Müslüman Kardeşler’i meşrulaştırdılar, öbür yandan da Müslüman Kardeşler’in adayının seçilmesini sağlayacak koşulları yarattılar.

– Hatta askerler o seçim öncesi kimi adayları veto etmediler mi?

O.Ö.- Ettiler. Şimdi Cumhurbaşkanı Yardımcısı olan El Baradey,
“Bu kadar antidemokratik seçim olmaz” diye adaylıktan çekildi. O seçimde yurtdışından çok paralar geldiği, bazı Mısırlılara zorla oy verdirildiği söylendi.

Şimdi demokratik seçim diye bugün atıfta bulunulan o seçimin ne kadar demokratik olduğu da ayrıca tartışmaya değer. Bundan sonra gelen rejim ve hükümet de demokratik mi oldu? Bu da ayrıca tartışılır. Hatta Müslüman Kardeşler,

  • “Mısır’da hiçbir kadın Cumhurbaşkanı olamaz.” diye de ifadeler kullandı.

Kadın-erkek eşitliğine bu kadar uzak olan bir partiden demokrat bir parti diye
söz etmek mümkün olabilir mi?

Müslüman Kardeşler’in çıkardığı anayasada yargının denetim altına alınmak istenmesi ve daha çeşitli girişimler büyük tepkilere yol açtı. Ekonominin kötüye gitmesi tepkileri daha da arttırdı. Askerler müdahale etmeden demokrasi içinde yumuşak geçiş yapılabilseydi çok daha iyi olurdu. İşin içine askerler girince
ortaya çıkan tablonun başka sakıncaları da oluyor.

– İyi de şimdi bizimkiler Sisi’nin darbesine büyük tepkiler gösteriyorlar.
Ama Mübarek’i deviren o dönemin Genelkurmay Başkanı Tantavi’nin
askeri darbesine acaba neden ses çıkarmadılar?

O.Ö.- Darbeyle siyasal çözüm bulmak yanlış bir iş. Ama bu politikayı izliyorsanız başından beri buna karşı çıkacaksınız. Tantavi iktidara gelince bizim Sayın Başbakan 13 Eylül 2011’de Mısır’ı ziyaret etti. Tantavi ve Savunma Bakanı’yla görüştü ve Mısır Hükümeti’yle stratejik işbirliği anlaşması imzaladı.

Askeri darbelere karşıysanız o zaman hepsine karşı koyacaksınız.
Ama Tantavi’ninki Müslüman Kardeşler’i meşrulaştırdı diye bize göre olumlu bir müdahaledir, ama şimdi askerler Müslüman Kardeşler’i devre dışı bıraktığı için suçludur, gibi bir ayrımcılık yaparsanız o zaman ilkeli bir yaklaşım sergilememiş olursunuz.

Her halükârda Mısır’da durum son derece karmaşıktır. Yabancı ülkelerin olaya bakışında da çok farklılıklar var. ABD gibi büyük devletler kim iktidarda sorusundan daha çok, iktidarda olan bizim politikalarımıza ne kadar hizmet eder, ne kadar yardımcı olur, sorusuna cevap arıyorlar. Müslüman Kardeşler’i bir ölçüde himaye ettiler. ABD Başkanı Obama Müslüman Kardeşler iktidar olur olmaz 450 milyon dolarlık yardım vaadinde bulundu. Ardından askeri yardım da vaat ettiler.

– Peki, neden?

O.Ö.- Çünkü onlar Ortadoğu dengelerinde Mısır’ın çok önemli rol oynadığını biliyorlar. İster Müslüman Kardeşler, ister başkası olsun, kendi beklentileri doğrultusunda adımlar atarsa bundan memnunluk duyuyorlar. O nedenle de Mursi’den memnundular. Örneğin Mursi Suriye konusunda ABD’nin her istediğini yaptı. Hamas’ın İsrail’le ateşkes yapmasına yardımcı oldu. O yüzden de Mursi’den şikâyet etmiyorlardı.

Ama Mısır halkı başka türlü düşünüyordu. Mısır halkı Mursi yönetiminden memnun mu, halkın demokratik, ekonomik beklentilerini karşılıyor mu, sorusunu hiç kimse sormadı. Ama milyonlarca insanın sokağa dökülmesi gösterdi ki, Mısır halkı
çok tepkili. Aynı göstericiler bir süre önce Tahrir Meydanı’nda, “Ordu kışlasına çekilsin” diye gösteri yapıyordu. Karşısındaki Müslüman Kardeşler gayet örgütlü bir güç. Bu iki gücün çatışması Mısır’ı yeni bir Suriye ortamına götürebilir.
Bütün sıkıntılar da buradan kaynaklanıyor.

– Sözüm ona demokrasi götürülmek istenen Libya ve Tunus’ta da siyaset sahnesi durulmuyor…

O.Ö.- Evet. Libya’da hükümet değişikliği gündeme geldi. Aşırı İslamcılara karşı olan bazı muhalif liderler öldürüldü. O nedenle de Müslüman Kardeşler’e karşı büyük bir tepki oluştu. Tunus’ta da son altı ay içinde İslamcı yönetime karşı olan siyasi liderler öldürüldü. Bu olaylar üzerine orada da Müslüman Kardeşler’e karşı tepkiler oluştu.

Bölge genelinde bütün bu olaylara bakacak olursak, bunları çok önemli gelişmeler olarak görüyoruz. Başka ülkelerde de Müslüman Kardeşler’e çok sert tepkiler var. Örneğin Ürdün de onlardan çok şikâyetçi. Kral Abdullah Türkiye’yi ziyaretinden sonra ABD basınına verdiği demeçte, Türkiye’yle Mısır’daki Müslüman Kardeşler Örgütü’nün bölgede adeta bir hilal oluşturduklarını söyledi.

  • Türkiye’nin hedefi de Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) aracılığıyla
    Suriye’de Müslüman Kardeşler’i iktidar yapmak.

Bunu çok kısa sürede gerçekleştireceklerini sandılar. Gerçekleştiremedikleri gibi Mısır’da bizimkilerin bel bağladığı Müslüman Kardeşler iktidardan uzaklaştırıldı. Böylece bizim hükümetin beklentilerinin tersine gelişmeler oldu.

– Bütün bu olanlar Türkiye açısından çok ciddi bir güvenlik riski demek değil mi?

O.Ö.- Türkiye eskisinden çok daha büyük bir güvenlik riskine girdi.
Suriye’yle bin km’ye yakın bir sınırımız var. Bu sınırın güneyi silahlı grupların denetiminde. Bu sınırın güvenliğini sağlamak sadece Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) ait.

Irak’la 384 km sınırımız var. O sınırda Irak devletinin tek bir askeri yok.
Bu sınırlarda bir çatışma olduğu zaman normal koşullarda ilgili hükümete çağrıda bulunulur. Ama bugün Suriye’yle ilişki yok. Kime çağrı yapacaksınız?

Yani

  • Suriye Hükümeti’ne karşı silahlı grupları desteklemenin bir bedeli var.
  • Siz Suriye’deki iç çatışmalarda taraf haline geleceğinize ilkeleri savunup oradaki iç çatışmaların dışında kalsaydınız daha doğru bir politika
    uygulamış olurdunuz.
  • Ama ne yazık ki bugün orada çatışan grupların karargâhı Türkiye’dir.

Suriye Ulusal Konseyi dedikleri silahlı grupların yönetimini üstlenen örgütün merkezi İstanbul’da. Sadece Suriye Ulusal Konseyi değil, PKK’nin bir uzantısı olan PYD denilen bir örgüt ve daha başkaları da var. Sınırımızın büyük kısmını
PYD denetliyor. El Kaide’nin uzantısı El Nusra’yla PYD çarpışıyor.

Tam bir kaos ortamı. Türkiye’yi böyle bir kaosun parçası haline getirmek
bence siyasal açıdan çok vahim bir hatadır. Bizimkiler neredeyse yeni bir Osmanlı kurma hayaliyle yola çıktılar. Ama şimdiki durum Osmanlı’nın son zamanlarından daha da sıkıntılı görünüyor.

– Suriye’de bizimkiler Esad rejiminin devrilmesi için var güçleriyle çalışırken ABD ve büyük güçler Suriye’deki sözüm ona muhalif silahlı grupları terorist ilan etmedi mi?

O.Ö.- Bizimkilerin hedefi Türkiye, Suriye, Hamas, Mısır üzerinden Atlantik’e kadar uzanan bir Müslüman Kardeşler kuşağı kurmaktı. Bu kuşak şimdi kırıldı. Libya’da Müslüman Kardeşler iktidar ortağı ikinci parti. Onların da iktidardan çekilmesi söz konusu.

Tunus’ta Müslüman Kardeşler ağırlıklı, Gannuşi’nin Ennahda partisi sallanıyor. Bölge böyle bir kaos ortamı içine girdi. Bütün mesele sadece eleştirmek değil, durumu tespit edip çıkış yolu göstermek. Bence Ortadoğu’da bütün bu badireden çıkış yolu o ülkelerde gerçek demokrasiyi yerleştirmektir.

  • Halkı Müslüman olan ülkelerde demokrasi olabilmesi için laiklik şart.
    Laiklik olmazsa demokrasi de olmaz.

Ortadoğu’ya demokrasi önerenlerden hiçbiri laiklikten söz etmiyor.
Bir zamanlar bizim Başbakan Mısır’ı ziyaret ettiğinde laiklikten söz edecek oldu, Müslüman Kardeşler’den büyük tepki geldi. Bir daha da laikliği ağzına almadı.
Ama esas olan Batılı ülkelerin hiçbiri laik bir demokrasi olsun istemiyor.

  • Herkes, kendi çıkarına yardım edecek Müslümanlar istiyor.

Yani halkın özlemlerine cevap verecek gerçek, birinci sınıf bir demokrasiyi kimse istemiyor.

  • Türkiye, özgürlükler, insan hakları ve demokrasi alanında bu kadar geri gitmeseydi böyle birinci sınıf bir demokrasiye öncülük yapabilirdi.
  • Türkiye bugün dünya demokrasileri arasında 89. sıraya indi.
  • Basın özgürlüğü konusunda Mısır’la aramızdaki fark dört puan.
    Mursi’nin bu otoriter rejimi ve kaos ortamına rağmen basın özgürlüğünde
    Mısır 158., Türkiye 154. sıradaydı. Böyle bir ülke demokrasi alanında başkalarına esin kaynağı olabilir mi?

– Yani Türkiye bölgede etkili olmak istiyorsa önce gerçek demokrasinin ilkelerini mi yerli yerine oturtmalı?

O.Ö.- Türkiye öncelikle kendine çeki düzen vermeli ve demokratik standartları ve özgürlüklerini çağdaş normlara uyarlamalıdır. Ondan sonra da Doğu için değil, birinci sınıf demokratik yönetimlerin işbaşına gelmesine çalışmalıdır.
Bence çıkış yolu budur; istikrar da buradan geçer.

Bölgeye gerçek demokrasi yerleşmeden bölge ülkelerinin istikrara kavuşmalarını beklemek bence hayaldir. Bir de ayrım yapmayacaksınız. Mısır’da 72 kişi öldü. Başbakan haklı olarak tepki gösterdi. Bahreyn’de 86 kişi öldü. Ama bizden
ses çıkmadı. Yemen’de iki bin kişi öldü. Oralarda ölenler insan değil mi?

Aynı ilkeleri, aynı yaklaşımı her yerde savunacak ve sergileyeceksiniz.
Yani, Mübarek’i deviren askerler iyi, Mursi’yi deviren askerler kötüdür, diyemezsiniz. Askeri müdahale her yerde yanlıştır, diyorsanız o zaman da askerlere mesafe koyacaksınız. O bakımdan bu meseleleri serinkanlı düşünüp iç politika malzemesi yapmamak lazım.

KADÜKLEŞEN “YENİ ANAYASA” TASARIMI ÜZERİNE SAPTAMA ve ANIMSATMALAR


KADÜKLEŞEN “YENİ ANAYASA” TASARIMI ÜZERİNE

SAPTAMA ve ANIMSATMALAR

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net 

“Elsiz ayaksız bir yeşil yılan,
yaptıklarını yıkıyor Kemal!”
Attila İlhan

Anayasalar, klasik olarak “Toplumsal Sözleşme” biçiminde tanımlanır

(JJ Rousseau; Du Contrat Social ou Principes du droit politique, 1762).

Sözleşmede tarafların özgür istençleriyle yer almaları vazgeçilmezdir.
Tersi durumda sözleşme yok hükmündedir.

Anayasa “yapılırken” taraflar kimlerdir? Devlet ve toplumdur.

Tarafların temsilcileri kimlerdir?
Devleti Hükümetin, halkı da TBMM’nin temsil ettiği söylenir.

Première édition, Amsterdam, 1762.

Ancak AKP Hükümetinin, TBMM üzerinde belirgin bir denetimi, yönlendirmesi açıktır.
Dahası, Prof. Ayman’a göre “TBMM, AKP Usulü Darbeyle Askıya Alınmıştır!”
(http://ahmetsaltik.net/tbmm-akp-usulu-darbeyle-askiya-alinmistir/, 8.7.13)

Yürürlükteki Anayasanın temel aldığı Güçler Ayrılığı ilkesi ayaklar altındadır. Başbakan RT Erdoğan, güçler ayrılığının kendisine “ayak bağı” olduğu kanısındadır (18.12.12, basın).

Öte yandan halkımızın TBMM’de adil temsili de söz konusu değildir!

“Geçerli” oyların % 49,83’ünü (toplam oyların ise yalnızca %40’ını) alan iktidar partisi AKP, Meclis’te 327 / 550 = % 60 temsil ağırlıklıdır. 10 oydan 4’ünü almış ama TBMM’de 10 sandalyeden 6’sını ele geçirmiştir. 3 Kasım 2002’de ise toplam 42,4 milyon seçmenden 10,808 milyon oy alarak, % 25,5 oranında oy yani 1/4 oy ile TBMM’de 363 / 550 vekille, %66 ya da 1/3 oranında temsil edilmiştir.

Bu durum, ağır temsil adaletsizliği üzerinden son derece sakıncalı bir meşruiyet sorunu doğurmaktadır. Platon‘dan bu yana geçen yaklaşık 2400 yılda (MÖ 427 –
MÖ 347) demokrasinin hala “doğrudan demokrasi“ye geçemeyişi bir yana,
temsili demokraside bile bu denli sorunlu oluşunun sürmesi acı bir ironidir.

Söz konusu sayısal tablo ile AKP, hiçbir uzlaşmaya girmeden, halkoylaması ile dilediği gibi Anayasal düzenleme yapabilecek durumdadır. Anayasa’nın 175. maddesi,
anayasa değişikliklerinin nasıl yapılacağını düzenlemektedir. Buna göre 3/5 oy,
-330 kabul- halk oylamasında da onanmak koşulu ile anayasa değişikliği için yeterlidir. AKP’nin 4 oy eksiği vardır ki, bu durum pek sorun olacağa benzememektedir.

Oysa bırakalım kökten “yeni Anayasa” yapmayı, sınırlı değişiklik için de meşru zemin yoktur. Basın susturulmuş, öncü aydınlar ve askerler yaygın olarak gözaltına alınmıştır. 4-6 yılı da aşan tutukluluk süresi (!) peşin cezaya dönüştürülmüştür. Bu insanlarımız “rehin, tutsak” alınmış, adeta canlı kalkan olarak tutulmaktadırlar. İkiyüzlü Batı, bunca insan hakları çiğnemine (ihlaline) suskundur. Ne hikmettir ki, 3 adet yargı paketi çıkarılmış ama azılı katiller sebest kaldıkları halde yurtsever asker – sivil aydınlar hala tutukludur. TBMM, ucube “özel yetkili mahkemelerin” bu tutsakları tutuksuz yargılamasını sağlayacak netlikte yasal düzenleme yapmaktan aciz midir?
(Son olarak Temmuz 2013 başında Anayasa Mahkemesi’nin yargılamada terör suçları için 10 yıllık tutukluluk süresini Anayasaya aykırı bulup iptal etmesi bile, 4-6 yıldır tutuklu yargılanan sanıkların serbest bırakılmasını ne hikmetse sağlayamamıştır!?)

AKP iktidarının Türkiye’yi içine sürüklediği açık dinci faşist iklim; özgürce, demokratik ortamda bir anayasa değişikliği yapılmasına asla ve asla elverişli değildir.

Bu asimetrik küresel oyuna gelinmemelidir.

Partiler Arası Uzlaşma Komisyonu’na eşit üye verilmesi aldatıcıdır. Bu Komisyon’da oybirliği yöntemi getirilmesi tuzaktır. Anayasa değişiklikleri kapsamı bakımından bir sınırlama yoktur. Dolayısıyla Komisyon’da uzlaşılamayan konular, asıl Komisyon olan Anayasa Komisyonu’nda, AKP’li üyelerin oylarıyla dikte edilebilecektir. Acı örnekleri yaşanmıştır.. Son olarak 4+4+4 ucube yasa teklifi ilgili TBMM Komisyonunda görüşülürken Başkan Nabi Avcı (şimdi Milli Eğitim Bakanı!) muhalefet milletvekilleri
fiilen salonda yok sayılarak, konuşturulmayarak, dahası kaba güçle salondan çıkarılarak, hatta darp edilerek geçirilmiştir!

Ayrıca, hükümetin Genel Kurul’da ezici bir çoğunluğu olduğundan, bu aşamada da
son söz pratik olarak AKP’nindir. 330 oy, halkoylamasına sunulmak koşuluyla
Anayasayı değiştirmeye yetmektedir.

Federasyon, yerel özerklik, vatandaşlık tanımı konularında BDP vd. ile pazarlık temelli açık / örtük işbirliği yapılabilecektir. Nitekim BDP, önceki tümcede değinilen istemleri karşılanırsa Başkanlık rejimi için AKP’ye destek verebileceğini açıklamıştır.
Bu partinin TBMM’de 30 üyesi vardır (+5 vekil de tutuklu).

Bu durumda, gizli oylamada MHP ve CHP’den örtük desteklerle 367 eşiği bile geçilebilir ve Cumhurbaşkanı götürmezse, halk oylamasına bile gidilmeksizin Anayasa,
dış merkezlerin de istediği ve hatta dayattığı yönde, kritik biçimde değiştirilebilir.

  • Ülkenin yazgısı asla tehlikeye atılamaz! 

12 Eylül Anayasası, 1982’den bu yana 3 onyılda Türkiye’yi küresel ekonomiye dönüşümsüz biçimde eklemlemiştir. Gerekli “yumuşatma” ekonomik – politik – düşünsel eksenlerde başarılmıştır.

Ulusal mevziler yeterince dövülmüştür. Artık tabanda (altyapıda) yabanıl (vahşi) piyasa ekonomisi, tepede ise (üstyapıda) yer yer kısık tonda bile olsa sosyal devletten
söz eden bir Anayasaya tahammül yok! Toptancı biçimde hem alt – üstyapı uyumu sağlanacak hem de BOP kapsamında Türkiye tekil – ulus devletten koparılacak, özerk bölge – federasyon üzerinden bölünmeye hazırlanacaktır. Muhalefet edebilecek asker – sivil güçler zindanlarda tutsak – rehindir yıllardır! Balyoz’da 16 -20 yıl ve yaşamboyu hapis cezaları yağdırılmıştır; Ergenekon’da ise karar duruşması 5 Ağustos’a 1 ay kala çıkan ve 1 haftadır hüküm doğurmamış olan yukarıda değindiğimiz Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı düşündürücüdür..

Bu bağlamda muhalefet partilerinin Uzlaşma Komisyonu’na üye vermeleri, demokratik ve hukuksal meşruiyeti olmayan Anayasa değişikliği sürecini meşrulaştırmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır. CHP ve MHP masadan kalkan taraf olmayacaklarını kezlerce açıklamışlardır. BDP ise açık pazarlık içinde kritik dengelerde maksimum avantaj peşindedir. İstediği ödünler bellidir :

  •  Öcalan’a af, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi hatta özerklik,
    yeni vatandaşlık tanımı, 2. resmi dil ve giderek Kürdistan kurarak federasyona gitme ve Büyük Kürdisan ile de ülkemizden kopma..

AKP’nin de BOP Eşbaşkanlığı kapsamında benzer misyonlara atandığı apaçıktır.
MHP ve CHP, AKP’nin Başkanlık isteminden vazgeçmesini, Anayasa Değişkikliği Partilerarası Komisyonu’nun sürmesi için yeterli bulmaktadırlar. Peki BDP istekleri
ne olacaktır? Onlara bir itirazları yok mudur? Aşağıdaki BOP haritası günümüze dek yalanlanmamıştır, anlamı nedir?

BOP_haritasi

İdeolojisiz Anayasa ne demektir? Yeryüzünde böyle bir anaysa var mıdır?
Açıkçası ATATÜRK’ün ve ideolojisi 6 Ok’un ilkelerinin yadsınması mıdır?
Böyle bir Anayasa’ya CHP ve MHP “evet” diyecekler midir?

1982 Anayasası 17 kez değişiklik geçirmiş ve neredeyse 2/3’ü değiştirilmiştir. Dolayısıyla, “Darbe Anayasası” polemiğine artık yer yoktur. Kaldı ki, asıl anayasal darbe, 12 Eylül 2010 halkoylaması ile yapılmış, 26 madde değiştirilerek yargı bağımsızlığı yok edilmiş ve 3 ana erkten biri olan yargı, büyük ölçüde siyasal iktidarın yönlendirmesine açılmıştır. Öte yandan İktidarın başı, geçen yıl değiştirilen
26 maddeye “dokundurtmayacağını” belirtmektedir. Elde 1’dir.

Bu durumda girişimin “yeni anayasa” değil, “anayasa değişikliği” olacağı da netleşmiştir.

İktidarın niyeti bellidir; AB-ABD’ye verilen sözler, açık-gizli anlaşmalar doğrultusunda ülkemizin tekil (üniter) yapısı federasyona dönüştürülerek Başkanlık / Yarı Başkanlık rejimine geçilmesi, yurttaşlık tanımının değiştirilmesi, ilk 3 maddenin yeniden düzenlenmesi ile de Cumhuriyet’imizin değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek
temel niteliklerinin dokunulmazlığının kaldırılması,

AB Parlamentosu’nun kezlerce dayattığı üzere Atatürk’süz (ideolojisiz!?) bir anayasa yapılması (!).. (Yeryüzünde ideolojisi olmayan tek bir anayasa varmış gibi!?..)
AKP’nin başlıca görevlerdir. Batı’nın AKP’ye, BDP’ye havucu – sopası ise
Anadolu Federe İslam Devletidir.

Yeni anayasa yapılması ise “asli kurucu iktidar” gücü ve meşruiyeti gerektirmektedir.
Bu açık, yalın ve kesin siyasal ve hukuksal zorunluk karşısında herhangi bir ödün verilmesi düşünülemez. Kaldı ki, yukarıda da belirtildiği üzere AKP zaten 12 Eylül 2010 değişikliklerine “Dokundurtmam!” demektedir. Şimdilik, toptancı bir girişimle “yeni bir anayasa” yapılması gündemde değildir. Rejimi parça parça başkalaştırma,
izlenen başlıca yol olarak gözükmektedir.

A Planı, bize göre, AKP ile masaya oturmamaktı. Bu taktik hata yapılmıştır.
Ancak yine de, dokunulmaz ilk 4 madde, bölünme riski doğuracak maddeler,
yerel özerklik, federasyon, başkanlık rejimi, tek resmi dil, vatandaşlık tanımı, laiklik, Devrim Yasaları gibi maddeler gündeme getirildiğinde, muhalefet partilerinin masadan kalkması kesin zorunluktur.

Fakat bunlar yapılmayacaksa, geri kalan da AKP – BDP – BOP süreci için asla “doyurucu” olmayacaktır. Dolayısıyla muhalefetin, Uzlaşma Komisyonu’na katılmasının hiçbir tutarlı yanı bulunmamaktadır.

Yine de yukarıda sayılan, Atatürk Türkiye’sinin sonu anlamına gelebilecek içeriklerin dayatılması durumunda muhalefetin gecikmeksizin durumu kamuoyu ile paylaşarak görüşmelerden tümüyle çekilmesi ve halkımızla birlikte meşru direnme hattı örmesi kaçınılmaz olacaktır.

AKP’nin kimi “oltalama” tuzaklarına kesinkes düşülmemelidir. Sıkı durulması durumunda, asıl örtük niyetini gerçekleştiremeyeceğini gören iktidar partisinin
yüz geri çekilmesi bile olasıdır!

B planı bağlamında, büyük iyi niyetle (açıkçası ham hayalcilikle!) 1982 Anayasası’nda 12 Eylül’ün izlerini silme ve daha çağdaş bir içerik yaratma olanağı yakalanabilirse -ki bunun ilk koşulu, 12 Eylül 2010 değişikliği ile yok edilen
yargı bağımsızlığı başta olmak üzere yitirilenlerin geri alınmasıdır-  kimi temel önermelerde bulunulabilir.

Örn. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, “akla ve bilime dayalı” bir devlet olarak da tanımlanarak yeni bir nitem (sıfat) daha kazandırılabilir. Dahası; Yasama, Yürütme, Yargı’ya ek olarak 4. bir erk olarak “Bilimsel akılcılık” gündeme getirilebilir. Anımsayalım, Büyük Atatürk bize tinsel (manevi) kalıt (miras) olarak akıl ve bilimi bırakmıştı.

Ayrıca tüm yurttaşlara insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlayacak siyasal – sosyal – ekonomik – kültürel hakları güvenceleme gündeme getirilebilir. Somut örnek vermek gerekirse, sağlık-sosyal güvenlik-eğitim hizmetleri herkese hak; Devlete yüküm olarak tanımlanabilir ve Sağlık Bakanlığı bütçesinin merkezi yönetim bütçesinin 1/10’undan
az olamayacağı kurallaştırılabilir (DSÖ önerisi).

AKP iktidarının “Hedef 2023” sloganının içeriği nedir, çok dikkatle sorgulanmalıdır…
TBMM’de bu konuda Başbakan RT Erdoğan’a soru önergesi verilerek, “bağlayıcı” açıklama istenmelidir.

Türkiye’nin yakıcı ve son derece kritik, potansiyel tehlike ve tehditler içeren bir gündemi vardır. Ekonomik bunalım; ulusal gelirin %10’unu bulan çok tehlikeli cari açık,
süregen ve yüksek oranlı işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımı uçurumu,
derin bölgesel kalkınma ayrımları, ayrılıkçı Kürt isyan hareketi, 23 Ekim 2011’den bu yana Van depremi sorunu.. AKP 2002 Kasım’ında hükümet olduğunda cari açık yalnızca 0,6 milyar $ idi (<1Bn $!) ; 2013 başında 100 (yüz!) katına ulaşarak 60 milyar $’ı aşmıştır! Toplam borçlar 221 milyar $ iken 700 milyar $’a dayanmıştır. IMF borcunun ödendiği safsatası ile nereye varılabilir? IMF borçları yabancı bankalardan alınan yeni döviz borçlarıyla kapatılmıştır. AKP 2005’te IMF’den 10 (on) milyar $ kendisi borçlanmıştır.

Dış politikada emperyalizme uyduluk, taşeronluk yapılarak, Ülkemiz, kadim komşularıyla savaşa sürüklenmektedir.

Tarihte sayısız örneği vardır; iç sorunlarla baş edemeyen iktidarlar gündem oyunlarına başvurmakta, faşizme kaymakta, hatta ülkeyi savaşa sürüklemektedirler. AKP de benzer yoldadır iktidarının 11. yılında. Öte yandan AB ve ABD eski gücünde değildir, ciddi sorunlarla boğuşmaktadırlar. Bu durumları bizim için hem lehte hem de aleyhte sonuçlar doğurabilir.

AKP’yi sürgit kullanma olanakları ve güçleri kalmamıştır. Duvara dayanılmıştır.
Sıra yaşamsal ödünlere gelmiştir. Bunlar da sözde Anayasa değişiklikleri ile
“ileri demokrasi” sanrıları (hezeyanları) içinde toplumu kandırarak  ve / veya dayatma ile kotarılmak istenmektedir.

BOP eşbaşkanı sadakat ve vefa borcunu eda edecek, Ortadoğu’da-Kuzey Afrika’da sınırları değişerek küçülen ülkelerden biri de Türkiye olacaktır. Çırılçıplak söyleyelim :

Vatan ve ulus bölücülüğü misyonu yerine getirilecektir. Ödülü (!), ANADOLU FEDERE İSLAM DEVLETİ olacaktır. Bu konjektür de iyi değerlendirilerek, içeride yükselen
halk muhalefeti akıllıca örülmeli ve yaratılacak sinerji  ile

  • AKP hükümeti erken seçime / istifaya zorlanmalıdır.

Son kamuoyu yoklamalarında AKP iktidarının oyları azınlık hükümeti düzeyine inmiştir.
Politik terminolojide geçtiği üzere RT Erdoğan “topal ördek” tir (lame duck).

Milyonlarca insan 40 gündür sokaklardadır ve “Hükümet istifa!” diye haykırmaktadır.
İktidarı geçelim, muhalefet 3 maymunları oynamayı daha ne denli sürdürebilir?

Muhalefetin, 27 Mayıs’tan bu yana çok ağır bedeller ödenmesine karşın 40. gününe giren halk isyanını gereğince değerlendir(e)memesi çok ama çok düşündürücüdür.

İyi saatte olsunlar, bir yerlerden “sinyal” mi beklenmektedir?? Nereden ve ne??

Anayasa değiştirilecekse; ilk 4 madde, devrim yasaları (174. md.), laiklik (24. md.) ve vatandaşlık tanımı (Anayasa md. 66 : Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.) gibi Cumhuriyet’in vazgeçilmez temel niteliklerine dokunmamak koşuluyla bir anayasa yapmak üzere kamuoyundan yetki istenerek bu amaçla seçime gidilebilir ve temsil adaletine dayalı olarak %5’ten küçük seçim barajı, siyasal partilerde iç demokrasi, seçim ittifakı olanağı, sağlıklı seçmen kütükleri, oyların elle güvenilir sayımı.. sağlanarak oluşturulacak yeni TBMM
bunu yapabilir.

  • Gerçekte Türkiye, 2023’e, 100 yaşına varmadan bitirilip
    teslim alınmak istenmektedir.
  • Hedef Lozan’ın rövanşı ile yeni Sevr’in yaşama geçirilmesidir.

Etnik ve inanç temelli ayrışma çatışma toplumda tohumlanmaktadır ve fay hatları
kritik düzeyde derinleşmiştir. Türkiye hızla bir derlenme – toparlanma – rehabilitasyon sürecine girmek zorundadır.

Bu bağlamda tüm ulusalcı güçlerin bir büyük siyasal koalisyonu zorunludur.

Ülke ve ulus bütünlüğünü, iç ve dış barışı korumak en ivedi gündemdir.
Bunun dışında, Anayasa değişikliği / yeni anayasa yapımı,
Türkiye’yi bilerek oyalamaktan başka bir işlev görmez.

Sonuç                                    :

Anayasa değişikliği / yapımı güncel sorun değil, net bir gündem oyunudur.
Bu çok tehlikeli gidiş, AKP’nin ateşle dansı halkımıza yaygın olarak açıklıkla anlatılmalı ve bir ulusal muhalefet, güçbirliği hareketi yükseltilmelidir.
Yakıcı ve acil olan gündem ve gereksinim budur, gerisi sanaldır, oyalamadır,
gaflet (aymazlık) ve dalalettir (sapkınlık) ve hatta ihanettir..

MİLLİ MERKEZ olanağı,
ATATÜRK’te BİRLEŞTİK sloganı eşliğinde çok iyi değerlendirrilmelidir.

  • Atatürk’ün partisi CHP ve Türkeş’in partisi MHP, bu bağışlanmaz cürüme ortak olamaz, olmamalıdır! Bölücü anayasa tuzağına düşmemeli;
    dahası ülkemizi ve ulusumuzu bu görünür yıkımdam korumalıdır!

Prof. Dr. Ahmet SALTIK
ADD Bilim-Danışma Kurulu Yazmanı
Ankara Üniv. Tıp Fak.
www.ahmetsaltik.net

“Sessiz çığlık” Eylemlerinin Anlamı ??


“Sessiz çığlık” Eylemlerinin Anlamı ??

Dr. Ahmet Saltık
Ankara Üniv. Tıp Fak.
ADD Bilim-Danışma Kurulu Üyesi
www.ahmetsaltik.net, 05.05.2013

Bu 2 sözcük üzerinde iç düşündünüz mü? İnsanlar topluca “çığlık atacak” ama bu eylem üstelik “sessiz” olacak!? “İnsan” olanın uygar vicdanı zaten bu 2 sözcük altında ezilir..

2 masum sözcük 2 dev soru doğuruyor :

1. Türkiye insanı neden topluca “çığlık” atmak zorunda bırakılıyor?
2. Çığlık; doğasına aykırı olarak neden “sessiz” ??

Vurgulayalım ki; Ruhsal davranış bozukluklarının özneleri her zaman tekil kişiler değildir.
Kimi kez toplu (kolektif) özneler, örgütlü – örgütsüz psikopatolojik dışavurumların öznesidirler.

Baskı altında kalan, yoksullaştırılan, yaşam hak ve alanlarına örneğin Vatanlarına dönük
tehdit algılayan kitleler, kimi “sosyal tepki” davranışları sergilerler. “İnsan ve davranışı”nı öngörebilmek, öteden beri birçok bilim alanının ilgisindedir. Özellikle siyaset bilimciler yararcı (pragmatik) bağlamda seçmen kitlelerinin olası eğilimlerini bilmek isterler. Piyasada mal ve hizmet pazarlayanların da dayanılmaz “öngörü” gereksinimlidirler. Bu bakımdan özellikle Sosyal Psikoloji, Siyaset Bilimi ve İşletme Bilimleri alanında epey varsıl bir yöntem kümesi eldedir ve kamuoyu yoklamaları ile oldukça isabetli sayısal kestirimler yapılabilmektedir.

Bunlara kitlelerin algı yönetimi, mis-enformasyon, dez-enformasyon, reklam – propaganda  teknikleri.. gibi zihin denetimi (mind control) yöntemlerini de eklemek gerek. Böylece bilimin kötüye kullanılışına çok üzücü -immoral- örnekler görmüş oluyoruz..

*****

Türkiye’de 5-6 yıldır, dış güdümlü Ergenekon tertiplerine dayalı olarak açılan bir dizi “dava”da yüzlerce yurtsever insan, en temel evrensel hukuk kuralları çiğnenerek sözde yargılanmakta! Üstelik tutuklu olarak. “Balyoz” davasında, -dosya Yargıtay’da- adeta müebbet hapis yağdırıldı. Halk, tam örgütlü sayılamayacak tepkisini “SESSİZ ÇIĞLIK” eylemi ile yaklaşık 1 yıldır dışa vurmakta.

Herkesi bu yerden göğe haklı ve meşru “SESSİZ ÇIĞLIK” eylemine destek vermeye çağırıyoruz.. Zerrece duygudaş (empatik; diğerkâm; hemhal) davranabilenler de algılasın diye..

“Duysun” diyemiyoruz, çünkü eylem-feryat “sessiz” ! Görünürde kulağa dönük değil.. Peki neye dönük ? İnsanı insan yapan “akılcı vicdan”a dönük.. Dikkat buyurulsun salt “vicdan” diyemedik.. “Beşer” sayısınca vicdan türevi var çünkü..
Biz ise beşerin öznel -zavallı- vicdanına” değil, insanı insan yapan
nesnel (nesnelleşmiş olması gereken!) “akılcı, uygar vicdan”a duyurmak istiyoruz –bir tür zoraki-“sessiz çığlıklarımızı”..

Duymasanız da algılıyor musunuz ??

Her Cumartesi saat 13:00 – 14:00 arası; Ankara, İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya, Kocaeli’de..

– ANKARA – SAKARYA CADDESİ TAŞ ANKARA HEYKELİ önünde,

– İZMİR – ALSANCAK KIBRIS ŞEHİTLERİ CADDESİ SEVİNÇ PASTANESİ önünde,
– KOCAELİ – DEĞİRMENDERE ÇINARLIK MEYDANI’nda,
– BURSA – ŞEHREKÜSTÜ MEYDANI’nda ve
– ANTALYA – KAPALI YOL, BÜYÜK HAVUZ YANI’ndayız.. diyorlar..

“Vardiya Bizde” diye nöbeti tutsak askerlerimizden devralan aileleri ve onlarla bütünleşerek dayanışan tüm yurtseverlerle omuz omuza.. Her Cumartesi..
Karda kışta, yakıcı güneşte..

Sessizce haykırmayı -aşkolsun ki- başarabilen yüreklerle..
Tutsaklar özgür bırakılana dek..

*****
Gözünü sevdiğimin Türkiye’si..

Devr-i AKP“de, Ülkemizi bölme amacıyla terörü araç olarak kullanan emperyalizmin ;
taşeron örgütünün silahlı ve katil militanlarına elini kolunu sallaya sallaya başka ülkelere
(gerçekte Barzanistan’ın Kandil üssüne!) gitme (yığınak yapma!) olanağını tülü planlarla tanıyacaksın:

Öte yandan bu bölücü emperyal plana geçit vermeyecek yurtseverleri
yıllarca kodeste tutacaksın..

  • Devletin kurumlarının adının başından “T.C.” yi kaldıracaksın!?
  • “Akiller” in zoraki toplantılarına yurttaşın Türk Bayrağı ile girmesini yasaklayacaksın!?

Meşru direniş hakkını kullanan halka da en ağır lafları söyleyeceksin..
“Akil” sakillerin, halk İstiklal Marşı’nı söylerken ayağa bile kalkmayacak..
Devletin ve Milletin manevi değerlerine en açık ve en ağır hakaret değil midir bunlar???

Dahası, halkı apaçık isyana tahrik etmek değil midir?

Yasalarımızda bu eylemin karşılığı bir yaptırım yok mudur?
Örn. Türk Ceza Yasası’nın 302. maddesi ne günedir?
Cumhuriyet’in Savcıları nerelerdedir??

Bu zulüm artık sürdürülemez kerteye gelmiştir.

Bir “Toplum Hekimliği (Halk Sağlığı) Uzmanı” öğretim üyesi hekim olarak
profesyonel yetki ve sorumlulukla kaydetmek zorundayız ki;

  • Türk Toplumu ağır bir “Sosyal şizofreni” ye sürüklenmektedir!

Bu gidişin, kurgulayıcılarınca, özellikle yabancı danışmanlarca öngörülmediğini sanmak saflıktır.

Ancak, “sosyal şizofrenik” davranışlar sergileyen bir toplumun yönetiminin ciddi sorun doğuracağı ve kurgulayıcılara da ağır faturalar ödetebileceği akıldan çıkarılmamalıdır.

  • Demokrasi – insan hakları şampiyonu AB ve
    Atlantik ötesi “stratejik müttefik” niçin yitiktir?
  • Elbette içişlerimize karışmasınlar ama, bunca da 3 maymun olunabilir mi??

Kanımızca bu 2 eylem, Siyasal iktidarın maskesini bütünüyle düşürmüştür :

  • Devletin kurumlarının adının başından “T.C.” yi kaldıracaksın!?
  • “Akiller” in zoraki toplantılarına yurttaşın Türk Bayrağı ile girmesini yasaklayacaksın!?

Siyasal iktidar artık eğik düzlemdedir ve düşüşü durdurma olanağı kalmamıştır.

Bu yüzden olağanüstü gergin, hırçın hatta saldırgandır.

Siyasal iktidar, bu “gergin” psikoloji ile 1 Mayıs’ta (2013) tarihe geçecek kapsam, ağırlık ve nitelikte insanlık suçu işlemiştir. Kendi halkına ölçüsüz ve hukuksuz zulüm uygulamıştır.

SESSİZ ÇIĞLIK, bir bakıma tarihsel – sosyolojik bir politik alarmdır..

Anlayana..

Ancak hiç kuşku duyulmasın, SEVR gibi, binlerce yıllık anayurdunun da işgal edilerek
harem-i ismetine tecavüz edildiğini gören, böylesine ağır bir örselenmeyi (travmayı) deneyimleyen bu Halk; 1920’lerin en ağır, çökkün koşullarında bile önderini çıkarmış ve tarihte örneği görülmemiş biçimde emperyalizmin 7 düvelini (Müttefikleri!) sıcak savaşla kovmuştur.

Bir kez daha kesinlikle başaracaktır;

Türkiye Cumhuriyeti’miz, sonsuza dek bağımsız, onurlu, başı dik yaşayacak ve mazlum uluslara öncü ve örnek olmayı sürdürecektir! Türkiye aydınları, Ulusumuza gerekli öncülüğü üstlenmiştir. Emperyalistler ve işbirlikçileri bir kez daha yenilecek ve
Büyük Atatürk’ün tam doğru tanımıyla, hiç kimseyi dışarıda bırakmayan
kapsayıcı sosyolojik ve reel-politik tanımıyla

  • Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.”

barışçı – birleştirici, asla ırkçı olmayan ve emperyalizme karşı temel güvence olan ULUS DEVLETİ ile yoluna devam edecektir.

Tarihin diyalektiği, -üstelik deterministik olarak- bu yöndedir..

Sevgi ve saygı ile.
5.5.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

DİL YANLIŞLARI

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

portresi

DİL YANLIŞLARI

Değerli arkadaşlar,

Son zamanlardaki ateşli, heyecanlı toplantılarda,  yurtsever aydınlarımızın ağızlarından duyduğum 2 yanlış ifade biçimine değinmek ve bu konuda  uyarmak istiyorum. Biliyorsunuz, “İnsanlar nasıl düşünürlerse öyle konuşurlar..” denir. Ama bunun tersi de doğrudur; yani
“Yalnızca düşünce dili değil, dil de düşünceyi etkiler..”.

Dış görünüşü bakımından, Dil Bilgisi kurallarına göre yanlışsız, hatta gönül alıcı ve kulağa çok hoş gelen söylem biçimleri aslında çok kurnazca kurgulanmış tuzaklara düşmemize neden olabilir. Aydınlarımızın
semantik (dil mantığı) yanlışlarından önemli 2’sini seçiyorum :

1. “Türkiye-li” tuzağı

Yabancı Ülkelerin Yurttaşlarının karşılığı Türkçemize zamanında bilerek ya da bilmeyerek (?) yanlış  deyimlerle sokulmuş. Şöyle ki: ABD vatandaşına “Amerika-lı” Norveç vatandaşına “Norveç-li” Çin vatandaşına “Çin-li”…vb. diyoruz. Öte yandan Rusya, Almanya, İngiltere, İtalya için aynı yanlışı yapmıyor; Alman, Rus, İngiliz, İtalyan, Yunan, Bulgar, Romen kelimelerini kullanıyoruz ki, doğrusu da budur.

Siz Amerika-lı, İsveç-li, Norveç-li, Polonya-lı vb… derseniz, birileri de kalkıp
“Türkiye-li demekte ne sakınca var?” sorusunu sorar haklı olarak ve yanıtlayamazsınız. Kimi kez  telaffuzları zor da olsa, olabildiğince,
her ülkenin yurttaşını kendi dilinde olduğu biçimiyle ifade etmeliyiz.

Değerli arkadaşlar,

ABD vatandaşı “Amerikan”, İsveç vatandaşı “Svenska”, Polonya vatandaşı “Polska” dır… Ne yazık ki Dil Kurumu bu konuda duyarlı değil, alışılmış yanlışları sürdürüyor sözlüklerinde. Ama Yurtsever, ulusalcı aydınlarımızın aynı yanlışa düşmelerini kabul edemiyorum. Ulus-Devlet yapılanmalarında Ülke, Dil ve Yurttaş kavramları aynı kök sözcükle ilintilidir. 

Büyük Atatürk,

  • “Türk demek Türkçe demektir; Ne mutlu Türk’üm diyene!”

vecizesiyle bu ilintiye işaret etmek istemiştir… Hangi etnik kökenden gelirse gelsin,
(ya da öyle olduğunu sansın) Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşının adı “Türk” tür.

 2. “Kürt-Türk” tuzağı

İkinci tehlikeli yanlış barış ve kardeşlik çağrılarının sloganı haline getirilmiş “Kürt-Türk kardeştir,..” ifadesindeki gizli tuzaktır.

“Kürt”, ülkemizde bulunan (veya bulunduğu varsayılan) etnik kümelerden birine verilen addır.

“Türk” ise bir halk kümenin, bir Etnisitenin adı değil,  tüm bu etnik kümelerin birleşiminden oluşan Ulusun adıdır.

Büyük Atatürk,

  • “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.”
    tanımında bunu açıkça ifade etmiştir.

O halde aynı tümce (cümle) içinde yan yana Kürt ve Türk sözcüklerini eşdeğer anlamda kullanmak (yani her ikisi de ayrı birer milletin adıdır, veya her ikisi de ayrı birer halkın adıdır, anlamına) Tekil (Üniter) Devlet yapımıza yöneltilmiş tuzak anlatımlardan  biridir.

“İzmirliler ve Karşıyakalılar kardeştir” tümcesi dil mantığı (Semantik) açısından ne denli saçma ise (Çünkü “İzmirli” dendiğinde İzmir’in bir bölümü olan Karşayaka semtinde yaşayanlar da otomatik kast edilir zaten) “Kürt-Türk kardeştir..” anlatımı da o denli yanlış; birleştirici olmayan, ayrıştırıcı ve saçma bir anlatım biçimidir.
Örneğin bu anlatım yerine “Kürtler de kardeşimizdir” dense çok daha doğru olurdu.

Dil, Dil, Dil…. Anlaşabilmenin temeli doğru kullanılan Dildir.

Sevgilerimle. æ
1 Nisan 2013

 

Kitap tanıtımı : BİR VENEZUELA ve CHAVEZ ROMANI, Dr. Noyan Umruk

UZAK DİYARLARDA ATATÜRKÇÜ GELİŞME MODELİ UYGULAMASI

BİR VENEZUELA VE CHAVEZ ROMANI

CHAVEZ BİZİ BIRAKMA! CHAVEZ NO NOS DEJES!

Venezuela’da Başkanlık seçimleri sonbaharda…
Chavez emperyalizm ve kanserle mücadelede…
L.Amerika ve Venezuela Halklarının çığlığı:

CHAVEZ BİZİ BIRAKMA!

Dr.Noyan UMRUK

*Duyurulması ricası, selam ve sevgilerle…

Yazarın Son Sözü

Zaman zaman amansız karşıtlarınca “diktatör” ya da “popülist” olmakla suçlanıyor Chavez…

Oysa 1999’da iktidara geldiğinde her ikisinden biri yoksulluk eşiğinde bulunan, her üçünden ikisi hayatında doktor görmemiş olan Venezuela halkı için, eğitimden sağlığa, beslenmeden sınıfsal ve ulusal bilinç oluşturulmasına kadar başardıkları…

Ya henüz ekonomik ve politik alanlarda kat etmesi gereken uzun bir mesafe olmasına ve daha önemlisi yoğun, ciddi küresel tehditlere ve de (nihayet hastalığına) rağmen, başta Morales olmak Latin Amerika halklarına ve önderlerine açtığı onurlu yol…

Ya iyice kötümserleşmiş yerküremiz, yoksul ülkeler halkları için başka bir dünya,
kader ya da gelecek olabileceğine ilişkin açmakta olduğu umut kapıları…

Bu umuda o kadar ihtiyaç var ki… Adil ve barış içinde yaşanabilir bir dünyaya kavuşana değin bu onurlu çabaların, tüm yoksul ülke ve halklarının yolu ve bahtı açık olsun…

Öteyandan, acaba başka ülkelerde,“başka dillerde, başka toprakların başka halkları için yazılmış kitaplardan öğrenilebilir” (mi) nasıl isyan edileceği?

Kuşkusuz, bir ülkenin kurtuluşunun nasıl yeniden örgütlenebileceğini o ülke halkının kendisi bilir…

Aydın denen insanların böyle (namuslu) bir derdi varsa eğer, bu dert, o söylemi, üzerine bastırılıp kangren edilmiş o dili bulmak olmalıdır. Unutulmuş bir lugatı, kangren edilmiş bir muhalif damarı olmalı her ülkenin. O lugatı öğrenmek ve o sözcükleri hatırlatmak her (namuslu) aydının derdinin çaresi olmalı…

Bir ülkenin yoksullarının birbirleri ile değil, kendilerini yoksul kılan düzenle didişmeleri, (hesaplaşmaları) nasıl sağlanır. Bir ülke halkı, hayatı değiştirebilecek güce sahip olduğuna nasıl inandırılıp, ikna edilebilir? … Şimdilerde, dünyanın tüm yoksul ya da vicdan sahibi insanları oturmuş bunu düşünüyorlar…

Venezuelayı bu yüzden görmek gerekiyor. Uzaktan bakmak değil, devrimi yoksulları tarafından yapılan bu ülkeyi yakından hissederek görmek, bilmek gerekiyor. Tam anlamı ile burnunun dibindeki bir ülkede hegemonik güce nasıl meydan okunulduğunu, bir halkın uluslar arası finans ve petrol şirketlerince çizilmiş kaderini nasıl değiştirebildiğini anlamak gerekiyor.

“%1” in refah mutluluğu için tüm insanlığın içine çekilmek istendiği karanlık ve iğrenç bataklık yerine, onları güzel günlerin “umudu” olarak aydınlatmak varken çağın amansız hastalığı ile mücadele zorunda kalmak ne yaman bir çelişkidir.

Yaşamını ülkesi, halkı ve tüm insanlık için “kısa zamanda büyük işler” başarmaya
feda eden, çağına ve çağlar ötesine damgasını vuran insanlar için bu bir kader midir?

Olmamalıdır. Dünyanın özgürlük, adalet ve eşitlikten yana olan tüm insanları bütün yürekleri ile kaderin bu kez kendilerinden yana olmasını dilemelidirler…

==================================================

Güney Amerika ülkeleri, Çin, Hindistan.. Büyük Atatürk’ün izlediği ekonomi politikalarının benzerini izliyorlar..

Vahşi kapitalizmin dünyayı felakete sürüklediği ortada..

Viva Chavez! Viva Venezuela!

Sevgi ve saygı ile.
29.7.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net