Etiket arşivi: Saidi Nursi

Her yer karanlık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
 
31 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kuruluşunun 99. yılı, yine hayal kırıklıklarıyla geçti.

Önce, TBMM’de AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı temsil eden en üst düzey yetkili olan AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal“Cumhuriyetin kültür devriminin, düşünce setlerimizi yok ettiği” yalanını ve safsatasını ortaya attı.

Mahir Ünal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçe’nin, Arapçanın ve Farsçanın kuşatması altına girdiğini; okuma – yazma oranının %10’un üzerinde olmadığını; Platon, Aristoteles, Augustinus, Aquinas, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Spinoza, Hobbes, Locke, Bacon, Hume, Rousseau, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche çapında önemli tek bir filozofun yetişmediğiniKopernik, Galilei, Kepler, Newton çapında önemli tek bir bilim insanının çıkmadığını; felsefe ve bilim alanında özgün ve devrimci hiçbir düşüncenin geliştirilmediğini halktan gizleyerek halkı kandırmaya çalıştı.
***
Arkasından, AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde düzenlenen “Türkiye Yüzyılı” toplantısında, Mahir Ünal’ın iddialarına paralel bir biçimde, Atatürk döneminin Cumhuriyeti, sanayi alanında yapılan yatırımlara indirgendi; bu yatırımlarla AKP iktidarındaki yatırımlar arasında bir süreklilik olduğu vurgusu yapıldı; Cumhuriyetin özü, esası, Aydınlanma devrimleri, kültür devrimi ve siyasi devrimler yok sayıldı.

Cumhuriyetin 99. yılında, “Türkiye Yüzyılı” adı altında, AKP’nin ve Erdoğan’ın 20 yılının anlatıldığı toplantıda, TBMM’nin kurulması; saltanatın ve hilafetin kaldırılması; Öğretim Birliği Yasası ve Medeni Kanun; kadınların çalışma ve eğitim yaşamına katılması ve hukuk önünde erkeklerle eşit haklara sahip olması; kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanması; üniversite reformu; bilime, felsefeye ve sanatın tüm dallarına yönelik gerçekleşen açılımlar; dil ve alfabe alanında gerçekleşen reformlar; dinin devlet, siyaset, hükümet, hukuk, eğitim işlerine müdahale etmesinin önlenmesi, laikliğin anayasa maddesi haline gelmesi gibi Cumhuriyet devrimleri görmezden gelindi.

Bütün bunlarla birlikte, söz konusu toplantının tanıtım afişlerinde, Atatürk’ün resmi yer almadı, Atatürk yok sayıldı, O’nun yerine Erdoğan’ın resimleri kullanıldı; ana başlıkta “Türkiye Yüzyılı” denilerek, cumhuriyet kavramı ve terimi de kullanılmadı!
***
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Mahir Ünal’ın açıklamalarını, “SADAT’çıların” ve “Asrikacılar”ın zihniyetine benzetmekle yetindi.

Oysa, SADAT’ın kurucusu ve bir dönem Erdoğan’ın danışmanı olan Adnan Tanrıverdi, Erdoğan tarafından cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan Kadir Mısıroğlu ve AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları, daha eskilere dayanan bir Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının, son yıllarda karşımıza çıkan sonuçlarıdır.

  • Mahir Ünal’ın, Adnan Tanrıverdi’nin ve Kadir Mısıroğlu’nun zihniyeti İskilipli Atıf, Mustafa Sabri, Şeyh Said, Necip Fazıl Kısakürek, Saidi Nursi ve Fethullah Gülen gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının zihniyetinin bir uzantısıdır.
  • Cumhuriyetin kuruluşundan beri, Cumhuriyeti yıkmaya çalışan ve emperyalizme hizmet eden bir örgütlenme her zaman var olmuştur. Bunu anlamadan ve buna karşı açık ve seçik bir tavır ortaya koymadan, Cumhuriyeti korumak olanaklı değildir.

***
Cumhuriyet bayramında, Atatürk’ün izinde olduğunu savunan ve AKP’ye muhalif olarak bilinen birçok yorumcu da televizyonlarda yaptıkları açıklamalarda, Cumhuriyetin anlamını ve Cumhuriyetin Aydınlanma devrimlerini anlatmayı beceremediler; saatlerce Kurtuluş Savaşı sürecini anlattılar; 19 Mayıs’ta ve 30 Ağustos’ta anlatmaları gereken şeyleri, 29 Ekim’de anlatarak AKP’nin değirmenine su taşıdılar!

Cumhuriyetin, halkın egemenliğine dayanan bir yönetim biçimi olduğu; bunun da cumhuriyetçilikle, halkçılıkla, devletçilikle, laiklikle, ulusçulukla ve devrimcilikle olanaklı olduğu; aksi halde halkın değil, yönetici sınıfın, ruhban sınıfının, sermaye sınıfının egemen olacağı; Cumhuriyetin yerine, monarşinin, oligarşinin, teokrasinin geçerli olacağı, bir türlü anlatılamadı.

Türkiye, hem iktidarıyla hem de muhalefetiyle bu kadar karanlık bir dönemi hiç yaşamamıştı!

CUMHURİYETİN KAZANILDIĞI TOPRAKLAR

portresiLütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Gn. Bşk. Başdanışmanı

Ulusal Kurtuluş Savaşımız göz yaşartıcı kahramanlıklarla doludur. Bu savaşı en iyi anlatan da Nazım Hikmet’tir. Memleketimden İnsan Manzaraları adlı yapıtında en önemli bölüm Kuvayı Milliye Destanı’dır. Bu destansı savaşı anlatanlar ne yazık ki “Vatan, Millet, Sakarya edebiyatı” yapmakla eleştirilir, Hatta alay edilir.

Ulusal Kurtuluş Savaşımız gerçekte büyük ölçüde Sakarya nehri ve kolları çevresinde gerçekleşir. Benim askerlik görev sürem de işte bu coğrafyada geçti. Yedeksubay Okulum Polatlı Topçu ve Füze Okuluydu. Üstelik tam da Sakarya Savaşının yıldönümüne rastlayan günlerde… Hem savaş alanlarını çok iyi tanıdık, hem de Taktik derslerinde savaş ile ilgili ilginç değerlendirmeler yaptık. 22 gün ve gece süren savaş sırasında 15 kez el değiştiren Karatepe, Mangal Dağı ve Haymana sınırlarına uzanan savaş alanını tanıdık. Acıkır denilen çorak alanda top atışları yaptık. Şimdi Ankara yolunun kenarına dikilen çok katlı binalar nedeniyle neredeyse hiç görünmeyen Sakarya anıtı ve şehitliğini, “subay savaşı” adı verilen bu kanlı savaştaki şehitler listesi ile bu listedeki azınlıklara mensup şehitlerin isimlerini okuduk. Silah yokluğunda elbise ve silahları ile kaçanların infaz edildiği “İnfaztepe”yi gördük.

Yedeksubaylık görevimi ise Sakarya Nehrinin denize kavuştuğu Adapazarı’nda yaptım. Adapazarı olayının anlatacaklarımla pek ilgisi görünmeyebilir. Başkomutanlık Meydan Muharebesi adını verdiğimiz savaşın geçtiği alanı görenler, savaş alanının çevresindeki tepelerde taşlarla yazılmış sayılar görecektir. Bu sayılar savaşa katılan birliklerin numaralarıdır. Bu savaş alanında yakın zamanlara dek yapılmayan müthiş 30 Ağustos Zafer bayramı törenleri yapılırdı. Bu törenlere tepelerde taşlarla yazılı birliklerin sancakları ile birlik komutanları katılır, esas tören birliklerini ise savaş alanına en yakın birlikten gelen Alay düzeyindeki birlik oluştururdu. İşte savaş alanına en yakın ve savaşa katılmış birlik de bizim Adapazarı’ndaki Alayımızdı. Törenlere yaklaşık bir ay kala birliğimiz (Bir piyade alayı, bizim topçu taburumuz ve mekanize bölüğümüz) tören alanına giderek yaklaşık 1 ay bu tarihsel topraklarda çadırlarda tören hazırlıkları ile geçirdik.

İlginçtir, üniversite yıllarımda ilk stajımı da yine aynı zaman dilimine rastlayan günlerde Afyon’da yapmış ve savaş alanlarını tanımıştım. Çadırlı ordugahta kaldığımız günlerde törene katılacak bütün araçlarımızın bakımı (yeniden tümüyle boyanması dahil) tören geçiş hazırlıkları, günlük eğitimler yanında savaş alanlarını tek tek tanıdık. Savaş alanına yakın bir pınardan akmaya başlayan derecik Sakarya Nehrinin öbür kolu Porsuk nehrinin başlangıç noktasıydı. Gediz Nehri ile Küçük Menderes Nehri de bu bölgeden doğuyordu. Şimdi baraj suları altında kalan bölgeye Dumlupınar adı verilmesi de bu su kaynakları nedeniyledir. Ancak bizim ordugah bölgemizde içme suyu olmadığı için Çalköy ilerisindeki cılız bir çeşmeden kağnıları seyrederek su doldururduk.

Savaş alanı Kütahya, Uşak, Afyon illerinin kesim noktasında, ancak ıssız bir alandaydı. Her yan şehitliklerle doluydu. Kent Sancaktar Mehmetçik Anıtı, Yüzbaşı Şekip Efendi Anıtı, eski adı Küçükköy olan Yıldırım Kemal şehitliği, Çalköy müzesi, Zafertepe’deki Atatürk’ün Savaş İdare yeri ve Zafertepe anıtı, Dumlupınar’daki Atatürk müze evi. Dumlupınar meydanında “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir İleri Anıtı (İTÜ Öğretim Üyesi Heykeltraş Prof. Dr Yavuz Görey yapmış), Büyükkalecik Köyündeki Yüzbaşı Agah Efendi Şehitliği, Tınaztepe, Kocatepe, Çiğiltepe ve sonradan yapılan Dumlupınatr şehitliği…

Çadırlı ordugahta bulunduğumuz süre içinde çevre köylüler tarlalarda buldukları savaş kalıntılarını getirip teslim ederler biz de postal, çarık, matara, kemer tokası, mermi kalıntısı kemik vb. kalıntıları Dumlupınar müzesine teslim ederdik.

Çadırlı ordugahta bulunduğumuz bir aya yakın sürede bu kuş uçmaz kervan geçmez yere neden geldiğimizi pek kavrayamamıştık. Taa ki 30 Ağustos sabahına dek. 29 Ağustos akşam üzeri savaş alanının yanındaki boş yere önce kamyonlarla satıcılar gelip satış yapacakları çadırları kurmaya başladılar. Tam bir panayır oluştu. Müthiş bir Pazar yeri kuruldu. 30 Ağustos sabahı çok erken saatlerde yoğun bir uğultuyla uyanarak çadırlarımızdan çıktık. Ortalık kamyon, kamyonet, minibüs, kağnı, at, eşek, minibüs ve otomobil kaynıyor hepsinin kasalarından adeta insan fışkırıyordu. Belki yüz bin kişi bir anda töreni en iyi seyredecek tepeleri doldurdu. Bir bölümü çadırlarımızın bulunduğu bölgeye gelip bize hediyeler veriyordu. Önemli bir kesiminin babası – dedesi savaşı yaşamış, dinlemişlerdi. Hiç bu denli coşkulu bir bayram kutlaması görmemiştim. Törene katılan kalabalık, tören geçişinin sona ermesinden sonra panayır bölgesini de gezerek saatlerce bölgeden ayrılmadı.

Aynı günün akşamı kurulan alçakgönüllü sofrada o gün rütbe alan subaylar yıldızlar altında yeni yıldızlarını omuzlarına takarak kutlamaları kabul ediyorlardı. Bu olayı yaşamadan Kurtuluş Savaşımızın kutsallığını kavramak acaba olası mıdır? Bölgeyi çok iyi tanıdığım için, yıllarca her 26 Ağustos ya da Zafer Bayramı öncesi bölgeye yapılan gezilere rehberlik yaptım. Pek çok ziyaretçi geziyi gözyaşları ile sürdürdü.

Her gezide şunu söylemişimdir: Halkımız her yıl milyonlarca Doları kilometrelerce uzaktaki “Kutsal Toprakları” ziyaret ederek “hacı” oluyor. Acaba Anadolu’nun bağrındaki bu kutsal toprakları gezip görmeden bu ülkeye sahip çıkılabilir mi?

Bir başka acı olayı da not etmeden geçemeyeceğim : Yakın yıllara dek kanlı savaşların geçtiği bu bölge, görkemli bir buğday ekim alanıydı. Tarımda ürün yerine tapuya destek verilmesi politikaları nedeniyle, artık, kanla sulanan bu kutsal topraklar verimsizliğe ve kimsesizliğe terk edilmiş durumda.

Yakın zamanlara dek Afyon kent girişlerinde çok büyük tabelalarda “Cumhuriyetin Kazanıldığı Topraklardasınız” yazısı göze çarpardı. Son yıllarda bu tabelalar bakımsızlığa terk edildi. Buna karşılık Isparta ilinde Afyon’a gönderme olarak “Saidi Nursi’nin Yaşadığı Topraklardasınız” yazıları görülmeye başladı.

  • Cumhuriyetin Kazanıldığı Topraklara sahip çıkamayanlar, Cumhuriyete de sahip çıkamaz…

Büyük Zaferin YÜZÜNCÜ YILINDA bize bu utkuyu (zaferi) armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile dava ve silah arkadaşlarını, kahraman şehitlerimizi, merhum gazilerimizi saygıyla anıyorum.

İskilipli Atıf Efendi ve Siyasal İslam

İskilipli Atıf Efendi ve Siyasal İslam

Osman Selim KOCAHANOĞLU
ARAŞTIRMACI-YAZAR

27 Şubat 2021, Cumhuriyet

Çorum Valiliği, Belediye ve Hitit Üniversitesi yirmi gün önce İskilipli Atıf için bir anma toplantısı düzenlemiş, medyada buna eleştiriler gelmişti. Yeni bir habere göre konu bir önerge ile yeniden TBMM gündemine getirilmiş. Biz konunun siyaset yönünü bir yana bırakarak tarihsel ortamına şöyle bir bakalım.

Çorum / İskilip ilçesi Tophane köyünde doğan Muhammed Atıf Efendi (1876-1926), anne tarafından Arap kökenlidir. Annesi Nazlı Hanım, Mekke-i Mükerreme’den buraya göçmüş, Beni Hattab aşiretine mensup Arap Dede namıyla tanınan bir şeyhin torunudur. Arap Dede, halen Çorum’daki türbesinde gömülüdür.

Fatih Camii vaizi iken (1905), gayri meşru para topladığı için Şeyhül-İslamlık tarafından Bodrum’a sürülmüş, buradan Kırım’a kaçmıştır. Meşrutiyette dönmüş, ancak Mahmut Şevket Paşa suikastinde (1913) 5.5 yıl Sinop’a sürgün cezası almıştır…

Mustafa Sabri ve Saidi Nursi ile önce Cemiyet-i Müderrisin’i kurmuş, sonra da Teali-i İslam Cemiyeti reisi olmuştur (19 Şubat 1919). Mustafa Sabri Şeyhülislam olunca Ömer Fevzi Bursa, Hilmi Efendi Edirne, Ali Rıza Efendi Babaeski müftüsü yapılır. (Hilmi Efendi, Selimiye Camii’nde Venizelos için şükran duası eden, Ali Rıza Efendi de Müslüman halkı Yunan komutana ihbar eden müftüdür)…

AĞIR HAKARET VE DÜŞMANLIK

Teali-i İslam Cemiyeti, 17 şubesiyle “Allah’a, peygambere ve halifeye bağlı” politika izleyen bir siyasi fırka sayılır. Damat Ferit, Teali-i İslâm Cemiyeti, Said Molla, Papaz Frew ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti ile işbirliği içinde çalışmışlardır. Bursa müftüsü Ömer Fevzi’nin kurduğu Anadolu Cemiyeti, İzmir’de özerk bir İyonya devleti kurulması için, Yunan temsilci Trandifalos’la görüşüp Cenova Konferansına öneri göndermiştir.
Sultana dokunulmasın ama Ege’de bir Yunan devleti kurulmasına razıyız!”

  • İskilipli Atıf’ın asıl ortaya çıkışı, Teali-i İslam Cemiyeti reisi iken
  • halkı TBMM ve Kuvayi Milliye aleyhine kışkırtan iki beyannamesiyle başlar.

… Selanik dönmeleriyle aslı ve nesli, mezhep ve meşrebi belürsüz ecnas-ı muhtelife türedilerinden mürekkep bu cemiyet. (…) Bu defa da Anadolu’da Mustafa Kemal ve Kuvayi Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden namerdane kaçarken saf ahali ve askerden cem ettikleri kuvvetleri düşmanla harbe tutuşturarak ve ‘siz devam edin, biz şu taraftan onların arkasını çevireceğiz’ tarzında hilelerle savuşarak zavallı ahalimizi kırdırma usulünü takip ediyorlar.
(…)
Devletler bize, “Eğer Anadolu’da Kuvayi Milliye isyanını bastırmazsanız İstanbul’u da elinizden alacağız” diyorlar. Kuvayi Milliye eşkiyası ise İstanbul’u da elimizden çıkarıp son ihanetlerini yapıyorlar.

YARGILANMA SEBEBİ İHANET

  • (…) Elinize aldığınız fetva Allah’ın emridir. Okuduğunuz hatt-ı münif halifemizin fermanıdır. Siz Allah’ın emrine halifenin fermanına ittibaen bu katil sürülerini yaşatmamakla mükellefsiniz. Şu alçaklar ve hempaları bu cinayetleri hep sizin sayenizde yapıyor; bunların vücutlarını ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur.
  • Askerler! artık uyuduğunuz yeter, bu zalimlere alet olduğunuz kifayet eyler! Padişahımızın şefkat kucağı size açılmıştır. Hepiniz geliniz dünya ve ahiret saadetini ihraz ediniz: Size ihtar ediyoruz, Allah’ını, peygamberini ve padişahını seven bu tarafa gelsin!..”

Padişah, Allah ve Peygamber adına yayımlanan bu beyannamelerle TBMM’nin açılmasına karşı çıkılıyordu. Bu beyannameler, Eskişehir-Kütahya köyleri ve cephedeki asker üzerine Yunan uçakları tarafından atıldı. Bazı askerler silahıyla cepheden kaçtılar. (Fevzi Çakmak anılar) 5 Nisan 1920 tarihli Vahdeddin’in hattı hümayunu, Dürrizade fetvaları ve Teali-i İslam Cemiyeti beyannameleri bir broşür içinde yayımlandı…

  • 17 Kasım 1922’de Vahdeddin kaçıp, Mustafa Sabri de çarşaf içinde İngiliz temsilciliğine sığınınca Atıf Hoca desteksiz kaldı.

Saltanat, Hilafet kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat’la medreseler lağv edilmiş, Hoca boşta kalmıştır.

Şapka devrimi henüz ortada yokken 1924 Temmuz’unda “Frenk Mukallitliği ve Şapka” risalesini yayımlar. Bu risaleyi yazma amacı, dinsiz Cumhuriyete şapka simgesi ile yumruk indirmekti.

İSYANLA DOĞRUDAN BAĞLANTI

Şapka Devrimiyle Anadolu’da gösteriler başlayınca (1925), İstiklal Mahkemesi olaya el koydu. Anlaşıldı ki Atıf Hoca’nın risalesi buralara ücretsiz gönderilmiştir. Giresun’da yapılan ilk sorgulamada (16-18 Aralık 1925) risalesi üzerinden işlem yapılmadı. Ankara’da yapılan yargılamada, otuzdan fazla kişi yargılandı, Ömer Rıza Doğrul, Hafız Osman ve Tahirül Mevlevi beraat ederken İskilipli Atıf için idam kararı verildi.

Tüm yaptıkları belgeli Mahkemenin 3 Şubat 1926 tarihli karar gerekçesi şöyle: 

“… Halkı isyana teşvik kastıyla Frenk Mukallitliği ve Şapka risalesi yayımladığı, muhtelif mahallere ücretsiz dağıttığı sırada Polis Müdüriyetinin 24/8/1341 (1925) tarihli raporuyla Dahiliye Vekaletine ihbar edildiği, toplatılmasının İstanbul’a bildirildiği halde, isyandan evvel tekrar isyan mıntıkalarına dağıtıldığı ve isyanın çıkmasında en büyük amil olduğu…

(…) Milli Mücadele’nin en buhranlı zamanında işgal ordusuna mukavemet edilmemesi için Teali-i İslam Cemiyeti adına düzenlenen ve 20 bin adet basılan beyannamelerin Yunan tayyareleriyle Anadolu köylerine attırıldığı, inkılaplara ve Cumhuriyete daimi bir düşman vaziyeti almış olan bu adamın isyan hadisesi ile maddeten ve manen alakadar bulunduğu birçok delil ile anlaşılmıştır… ”

Görüleceği üzere Atıf Efendi Şapka risalesinden değil, halkı Kuvayi Milliye aleyhine kışkırtan ihanet beyannameleri ve fesat çıkarmaktan yargılandı. Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca da masum köylüleri Yunan idaresine ihbar ettiği için, ikisi birden Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ndan idama mahkûm oldular.

Zerzevat kültürü, Atıf Hoca’nın Şapka Kanunu’ndan bir buçuk yıl önce çıkan risalesi nedeniyle haksız idam edildiğini yazar. Halbuki O, Teali-i İslam Cemiyeti’nin Yunan ordusunu kurtarıcı sayan ihanet beyannameleri yüzünden hüküm giymiştir…

HURAFE BİLİNCİNİN YANSIMASI

Gelelim Hoca’nın zihin arkasına.. Frenk Mukallitliği ve Şapka” risalesinde şunları yazar: “… Batı taklitçiliği ve küfür alameti şapkayı giymekle, namazı terk etmek veya zina ve hırsızlık gibi şeyleri irtikap etmek arasında fark yoktur..”

Kuran’da fes hakkında tek kelime geçmediği halde, şapkayı değil, püskülü bile İslamın simgesi sayar.

Bu Risalenin zihinsel arkaplanı yalan ve riyaya gömülmüş hurafe bilincini yansıtır. Çatal-bıçağı bile gâvur icadı diye sofrasına koymayan Atıf Hocaya göre, “Şapka kanunu Türklerin dinden son bağlarını koparmıştı. Fes namazda alnın yere değmesini sağlıyor, şapka bunu engelliyordu, amaç namazı kaldırıp secdeyi önlemekti…”

Yaşar Nuri Öztürk’e göre … Bu zat sadece engizisyon mantığının zebunu değil, aynı zamanda ruhen hasta ve sapıktır. Birbirine ebediyyen mahrem olanların bile vücutlarının kol, bacak, diz, yüz gibi kısımlarına bakmasını şehvet kaydına bağlamak ruh sağlığı için facia sayılacak bir saplantıdır. Bu sapık mantığa göre, annenizin veya kızınızın bacağına, hatta yüzüne, saçına bakabilmek için bunun ‘şehvet dışında’ olduğunu tesbit etmeniz gerekir.”

SÜLEYMAN NAZİF’TEN TARİHİ TEPKİ

Atıf Hoca’nın zihinsel arka planı ve küflü fetişizmine kurşundan ağır eleştiriler Süleyman Nazif’ten gelir. “İmana Tasallut” risalesini bu zihin yapısı için yazmıştır:

… Frenk masası ve Frenk sandalyesinde oturup, Frenk marka kalemiyle, Frenk kâğıdına yazı yazmak, omuzdan ayağa Fenk libası giymek, çatal bıçakla yemek yemek, tramvay, otobüs, vapura, trene binmek günah değil sevap oluyor da; başımıza Rumlardan yüz sene evvel aldığımız şapka geçirmek küfür addediliyor… Uydurma hadislere benim imanım yoktur. Ben Allah’a, Kur’an’a ve Peygambere iman etmekle mükellefim… Atıf Efendi’den, fukahadan değil, Ebu Hanife’den böyle bir söz işitsemVallah’ül-azim derhal mezhebimi terk ederim…

Devrinin valisi işgalciler tarafından Malta’ya sürülen Süleyman Nazif, bu risalesinde Bedevi kültürünün taassup fetişizmine son noktayı şöyle koyar:

 Hiçbir kazma, İslam dinine bu Risaleyi yazan kalemden daha derin mezar kazamaz. Hatır ve para karşılığı fetvalar veren fukahamız, İslamda papazlardan daha mûziç bir ruhani müessese yarattılar. Ben bile bugün, 1200 senelik mezhebimin imamını oradan çıkarıp Peygamber ve Allahımla yalnız kalacağım…

İnsanlığın medeni tabakaları arasında ayakkabıların yerini bile işgal edemiyecek kadar aşağılara düşmemizin sebebi, taassubu dine musallat edenlerdir. Atıf Hoca’nın yazdıkları tam manasıyla halt etmektir. Esafa, her fes giyen Müslüman olmadığı gibi, her şapka giyen de kâfir değildir…”

HÜKÜM

Bu Atıf Hoca olayını günümüze nasıl bağlamak ve yorumlamak gerekir?..

Günümüz siyasal İslamcı iktidarının Atıf Hoca’ya sahip çıkması, güya mazlumiyet vermesi, hatta “iade-i itibar” bile istemesi” demokrasi falan değil teokrasi kafası olduğunu gösterir. Burada asıl amaç, din – iman aşkından ziyade, oy vermeyi demokrasi sayan kalabalıklara bir mesaj vermektir. İleriyi geride arayan bu siyasi kültürün, din sömürgenliği ve ahlak sürüngenliği günümüzde de Mütareke kafasından farklı değildir, beyin algısı aynen devam etmektedir.

Görüyoruz ki kasa – masa edebiyatı ve toplumu Allah ile aldatma siyaseti devam etmekte, tarih ve siyaset yalanlarını bile kutsallar üzerine oturmaktadır. Çünkü bu kültürün dillerinde kemik yoktur.

Bu görgüsüz taşra kültürünün sunturlu yalan ve yorumlarına verilecek en somut örnek, Süper Mürşidleri Necip Fazıl’dır. O bile şehadet şerbetini Sakarya’nın Mehmetçiğine değil de bu softaya içirir. Şu cümle O’nun:

“… Atıf Hoca’nın saffet dolu yüzüne, meğer mahkeme reisi tüküresi, O da gece rüyasında Fahri Kainat Efendimizi görerek savunmadan vazgeçesiymiş…”

Son olarak belirtelim ki;

  • Mmedrese öğretisinin İskilipli Atıf Hocası; Mütarekenin koyu bir İngiliz işbirlikçisi, bir Cumhuriyet düşmanı, beyannameleri ile de katıksız bir haindir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 07 Ekim 2020

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 07 Ekim 2020

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

HASTA / VAKA

Sağlık Bakanı salgınla ilgili açıklanan sayıların gerçeği yansıtmadığının ısrarla vurgulanması üzerine testi pozitif çıkan ancak hastalık belirtileri göstermeyen vakaları hasta sayılarına dahil etmediklerini, bunun ulusal çıkarımız için yapıldığını söylemek zorunda kaldı.

Etik hastalığı…

KARANTİNA

İngiltere Türkiye’den gelen yolculara 14 gün karantina koşulu koydu.
Japonya vizesiz girişi kaldırdı.
Vaka ile hastayı ayırırsan itibarını ayırırlar…

ÖDEME

ABD Büyükelçisi yabancı ilaç şirketlerinin paralarının ödenmediği için yakında Türkiye’ye ilaç vermeyecekleri tehdidini savurmuştu.

Yerli medikal üreticileri de devletten paralarını alamadıkları için eylem yaptı.
Devlet ihalelerinin gedikli firmaları araç-hasta-yolcu garantili paralarını alsın gerisi önemli değil…

AYM

Bahçeli’nin yeni kafa pası, AYM’nin mevcut hükümet sistemine uygun hale getirilmesi.
RTE, “AYM ile ilgili adıma seve seve katılırım” diyerek voleyi çaktı.
Paslaşma iyi, savunma sağlam, gol atmaları zor…

TEST

CHP Ordu Milletvekili Dr. Adıgüzel, COVID-19 test kitlerinin Sağlık Bakanlığı’nda etkili bir cemaate ait firmadan, piyasa değerinin 4-5 katı fazlasına alındığı iddiasını Meclise taşıdı.

Milletin anasını test ediyorlar…

ERİŞİLEMEZ

Gaziantep’in İslahiye ilçesine bağlı Koccağız Mahallesi’nde yaşayan bir grup öğrenci, Eğitim Bilişim Ağı’na (EBA) bağlanarak eğitim almak için, her gün internete erişimin sağlandığı tek yer olan mahalle camisinin terasına çıkıyor.

İstanbul’da bir öğrenci çatıdan düşüp yaşamını yitirdi.

Bakan sevinir, ilgi var,

DİB sevinir, camiler dolar…

NURCU

Saidi Nursi’nin öğrencisi, Nur Cemaatinin ileri gelenlerinden biri öldü. Ölümü Cumhurbaşkanlığı duyurdu. RTE, cenazenin Eyüp Sultan Camisine defnedilmesini buyurdu.

Laik T.C.  …

OR

Doğu Perinçek TV programında E. Korg. İ. H. Pekin’e “Korgeneral olmuşsunuz ama askerliği öğrenememişsiniz.” dedi.

Kardak kahramanı E. Alb. Ali Türkşen’e de “İyi asker değilsin” demişti.

Bilen var mı, D. Perinçek orgenerallikten mi oramirallikten mi emekli olmuştu?…

HARAMZEDE

“Faiz haramdır” diyen DİB geçen yıl 2.1 milyon TL faiz almış.

Haram pamuk tıkıyorlar…

EŞKIYA

Eski Bayındırlık ve İskan Bakanı Zeki Ergezen’in Hacı Bayram-ı Veli Camii’nde kılınan cenaze namazı öncesi MHP’li vekil Erkan Haberal’ın özel makam aracı trafik polisi ve özel güvenlik görevlileri tarafından araç girişinin yasak olduğu bölgeye alınmadı. Bu sırada gaza basan makam aracı şoförü, aracın önünde bekleyen güvenlik görevlisini ezdi. Olayın ardından MHP’li Baki Ersoy, Mansur Yavaş’ı ‘ezer, geçeriz’ sözleriyle hedef aldı.

Eşkıya ülkeye hükümdar olmaz…

MENZİL

Eski adıyla GATA, yeni adıyla Sağlık Bilimleri Üniversitesi Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin başhekim yardımcılığı görevini yürüten Dr. Ali Edizer, sosyal medya hesaplarından.”Boşanmayın, ikinci eş alın” vb. laiklik karşıtı paylaşımlar yaptı.

AKP ile menzile doğru…

ENGELLİ

Sayıştay’ın Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı 2019 Yılı Denetim Raporuna göre, Sağlık Bakanlığı Engelli Sağlık Kurulu Raporu olmayan 40 bin 746 kişi engelli evde bakım ödemesi aldı. Yine engelli raporu olmayan ancak engelli aylığı alan kişi sayısı ise 95 bin 917 oldu. Sayıştay’ın tespitine göre 2677 engellinin ölümünden sonra yakınları ödeme almaya devam etti.

Bakanlık engelli…

DEVLET

Halk TV Programcısı Levent Gültekin,

“ Bir kere Azerbaycan devlet mi?  Azerbaycan bir aşiret, Demokrasisi yok. Hukuku yok” dedi.

Bir söze, bir de söyleyene bakalım…

LANET

LANET

Suay Karaman 

1991 yılından beri ibadete açık olan Ayasofya, Lozan Barış Antlaşması’nın 97. yıl dönümü olan 24 Temmuz tarihinde yeniden ibadete açıldı. Devletin üst düzey yöneticilerinin katıldığı bu yeniden açılışta büyük gösteriş yapıldı ve yaklaşık 400 bin kişilik irtica destekçisi grubun, hilafet yanlısı gösterilerine sahne oldu.
(AS: Korona salgınının başkaldırmasında önemli bir etken oldu!)

FETÖ’nün baş imamı Adil Öksüz’ün doktora tezinde jüri üyesi olan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş, 24 Temmuz 2020’de Ayasofya’da elinde kılıç ile konuşma yaptı (AS: hutbe verdi). Ali Erbaş’ın konuşmasında “vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar” ifadesi ile adını anmasa bile doğrudan büyük kurtarıcımız Atatürk’e yönelik hakaret vardır. Bu konuşmada Atatürk’e lanet okunurken, Kadir Mısıroğlu gibi yeminli cumhuriyet düşmanlarına selam yollandı. Türk Milletinin gözü önünde, ülkemizin kurucusuna yapılan ve büyük öfke ile tepkiye neden olan bu ağır hakaret, genellikle sosyal medyada kınandı. 24 Kasım 1934’te Ayasofya’nın müze yapılmasını “tarihe ihanet” olarak niteleyenlerden sonra, eşsiz liderimiz Atatürk’e “lanet” nitelemesi yapan Diyanet İşleri Başkanı da gelecekte yaptığı hıyanetlerle anılacaktır.

Keşke Yunan galip gelseydi, ne hilafet yıkılırdı ne şeriat”, “Atatürk’le zerre muhabbeti olan kim varsa benim cenazeme gelmesin” diyen Kadir Mısıroğlu’nun destekçisi olan, Fethullah Gülen sevicisi Ali Erbaş, Mustafa Sabri, İskilipli Atıf ve Mustafa Kemal’e idam fetvası veren Dürrizade Abdullah gibi hainlerin peşinden gitmektedir.

Ayasofya’nın yeniden ibadete açılmasında İstanbul’u emperyalist güçlerin işgalinden kurtararak, Türk Milletine armağan eden Atatürk’ten söz edilmemesi, geldiğimiz durumu özetlemektedir.

  • 24 Temmuz 2020’de Lozan Kutlamaları için koronavirüs salgını bahanesiyle Anıtkabir’e giriş yasaklandı,

İzmir, Eskişehir, Muğla başta olmak üzere kimi kentlerde anma etkinliklerine izin verilmedi ama 400 bin hilafet yanlısı, ortaçağ artığı, sefil bir güruhun Ayasofya’ya yürümesine ses çıkarılmadı. Tekbirlerle İstanbul sokaklarında yürüyüşe geçen takkeli, cüppeli, çarşaflı kalabalığın mesajını iyi okumak gerekir: Atatürk’le hesaplaşmak

Ayasofya’daki namaza resmi üniformalarıyla gelen Türk Ordusunun komuta kademesi için söylenecek söz yoktur. Genelkurmay Başkanı Yaşar Güler, Nur Cemaati’nin kurucusu Saidi Nursi denen akıl hastasının öğrencisi nurcu Hüsnü Bayramoğlu ile Ayasofya’da fotoğraf çektirdi. 29 Ekim 2016 Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar da Hüsnü Bayramoğlu ile sohbet edip, fotoğraf çektirmişti. Bu komutanların Mustafa Kemal’in askeri olduğu söylenemez.

  • Atatürk’ün giydiği üniformayı giyip, Atatürk’e küfredenlerin önünde eğilen, tarikatlara kucak açan sahte Atatürkçü generaller Türk Ordusuna yakışmamaktadır.

Lanet” sözünün yarattığı öfke üzerine gereksiz açıklamalar yapan siyasal iktidar yanlıları ve Diyanet İşleri Başkanı, esas amaçlarını gizlemektedir. Açıklamalarında hiç inandırıcılık yoktur,

  • “Hilafeti kaldırdığı için biz Atatürk’ten nefret ediyoruz.
  • Yeniden din devleti kurup, hilafeti geri getirmek için çalışıyoruz”

diyemedikleri için, sahte sözlerle Atatürk’e sahip çıkmaktadırlar.

Ancak Ortaçağ kafası ile Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetilemediği görülmektedir.

Bu konuşmada sadece Atatürk’e lanet okunmadı; Atatürk’ün kişiliğinde, Türkiye Cumhuriyeti’ nin bağımsızlığı ve Türk Ulusunun Anadolu’daki egemen varlığı da hedef alındı. Bütün bu ihanetlere karşı yılmadan, kararlılıkla mücadele edilmelidir. “Dindarları küstürmeyelim” aymazlığı sonunda, geldiğimiz nokta bellidir: hilafete doğru yol almaktayız.

Ülkemizin kurucusuna lanet okuyanları, dil uzatanları, ihanet edenleri, eserlerini yok edenleri Türk Milleti de, tarih de bağışlamayacaktır. Bu böyle bilinmelidir.

Mülkiye nasıl “The Mülkiye” oldu??


Mülkiye nasıl “The Mülkiye” oldu?? 

PORTRESİ

Doç. Dr. Barış DOSTER

 

 

 

Devletin çöktüğünü, çözüldüğünü, çürüdüğünü söylüyorlar. Sadece yargının değil, bürokrasinin, başta içişleri, milli eğitim, maliye olmak üzere devlet aygıtının, kamu yönetiminin ile tutar tarafının kalmadığını dillendiriyor pek çokları. Doğal bir sonuçtur. Mekteb-i Mülkiye’nin, Mülkiye ruhunu taşıyan hocalarından, soyadı gibi ışık saçan hocamız, Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, fakültesindeki gidişatı esprili bir dille şöyle özetlerdi:

“Mülkiye, ‘The Mülkiye oldu’.”

Işıklar içinde yatsın…

Biraz gerilere gidelim. Mülkiye’nin Mülkiye olduğu, Mülkiye Marşı söylenirken, insanların gözünün dolduğu, boğazının düğümlendiği yıllara… Meraklıları bilir, ülkemizde kamu yönetimi bir bilim olarak, İkinci Cihan Harbi sonrasında gelişmiştir. Dönemin değişen koşulları, ülkenin gelişen ihtiyaçları, emperyalizmin talepleri söz konusudur. Ve Engels’in dediği gibi; “İhtiyaçlar keşiflerin anasıdır”. Nasıl, sonraki yıllarda gelişecek olan uluslararası ilişkiler disiplini, ABD’nin dünya politikalarını yaygınlaştırmanın araçlarından biri olarak temellendirilmiş, Türkiye dahil pek çok ülkede bu disiplin, tarihten, hukuktan, toplumsal gerçeklikten, sınıf çatışmalarından, siyasal – iktisattan koparılarak, emperyalizm terimi dışlanarak okutuluyorsa, bizde de kamu yönetimi eğitiminde, benzer bir anlayış öne çıkarılmak istenmiştir. Zira Türkiye’ye bu konuda akıl verenler ABD’li uzmanlardır, BM’nin görevlendirdiği kişilerdir. O kadar ki, amme idaresi (sonradan kamu yönetimi) bölümünde okutulacak müfredatı bile büyük ölçüde bunlar belirlemiştir. Bu da, kaçınılmaz olarak, Türk kamu yönetiminde nakilcilik, taklitçilik, aktarmacılık gibi kötü hastalıklara neden olmuştur.

Hele o raporlar yok mu, Truman Doktrini, Marshall Yardımı kapsamında “anlamını bulan, işlevini yerine getiren” o raporlar… BM’nin, ABD Uluslararası Gelişme Ajansı’nın (USAID) desteklediği o raporlar… Thornburg Raporu, Hills Raporu, Barker Rapor.. pek çokturlar. Cumhuriyet’in sanayileşme hamlesinden, demiryolları yapımından vazgeçmesini, karayollarına yönelmesini, kendi vagonunu, uçağını yapmamasını, merkezi devletin gücünü yerele dağıtmasını, Ortadoğu’nun meyve sebze deposu olmasını öneren o raporlar… Başımıza açtıkları bela büyüktür. Kamu yönetiminin, yani devletin beyninin kendisi için düşünmemesini, kendisi için üretmemesini, kendisine özgü olmayan bir anlayışı benimsemesini dayatan o raporlar… Cumhuriyetçi, kamucu, toplumcu duyarlılığı yüksek, yerli ve milli düşünen çok yetkin uzmanlara, bilim insanlarına sahip olmamıza rağmen, onların görüşlerine, önerilerine itibar edilmemesi, ne vahim sonuçlar doğurmuştur. Oysa Türkiye, iktisatçılarıyla, planlamacılarıyla, hesap uzmanlarıyla (eskiden ülkemizde hesap uzmanları ve planlamacıların özel, seçkin bir konumu vardı), anayasa ve idare hukukçularıyla kendi planlarını yapacak, kendi raporlarını yazacak, kendi önlemlerini alacak birikime sahipti. Ama yabancı uzmanları, teknik heyetleri yeğlemiştir. Bilimsel olarak onlardan yararlanmaya kimsenin itirazı yok, ama onların yazdıklarını siyasal bir süzgeçten, kuşkucu bir mercekten geçirmeden benimsemiştir.

KAMU, KAMUCULUK, KAMUSALCILIK ÇÖKERKEN,
SÜREKLİ KAMU YÖNETİMİ BÖLÜMÜ AÇILDI 

Yurttaş bilinciyle, kamusal alan, kamuculuk arasında yakın bağ vardır. Yurttaş, rengi, ırkı, alt kimliği, feodal aidiyeti, aşiret, tarikat, cemaat, mezhep mensubiyeti olmayan özgür, bilinçli bireydir. Demokrasi ve özgürlükten yararlanır, hak ve sorumluluklarının ayırdındadır. Cumhuriyet konusunda kıskançtır. Emperyalist merkezlerin azgelişmiş ülkelerde görmek istediği yoz bir entel, alaturka bir Batı taklitçisi, demokrasiyi tüketim özgürlüğü olarak gören müşteri değildir. Özgürlüğün, eşitlikle birlikte anlamlı olduğunu bilir. Örgütlü toplumdan, toplumcu demokrasiden yanadır. Sermaye tahakkümüne karşıdır. Daima “hangi” sorusunu sorar, soru sormayı sever. “Cici demokrasinin”, bireyci, kapitalizme mecbur, liberalizmi özgürlük sanan cehaletine teslim olmaz. Egemen ideolojinin küreselleştiremediği, tüketimin köleleştiremediği, medyanın aptallaştıramadığı vatandaştır. O nedenle sayısı azdır.

Mesela, dilinden “yönetişim” terimini düşürmeyen liberallere, sosyal demokratlara, kamu hizmetlerinin özel sektöre devredilmesinin getirdiği yüksek maliyeti, temel kamu hizmetlerine erişmede, piyasa koşullarının yarattığı eşitsizliği sorar. Sağlık ve eğitimde, hasta ve öğrencinin müşteri; doktor ve öğretmenin pazarlama elemanı; hastane ve okulun işletme; başhekim ve okul müdürünün ise moda deyimle “CEO” olmasının doğurduğu sakıncaları hatırlatır. Dünyaya küreselleşme dayatan batılı, merkez, kapitalist ülkelerin, kendi aralarında bölgeselleştiğini vurgular. Bu ülkelerin, kendi sınırlarını göçmenlere kapatırken, azgelişmiş ülkelerde alt kimlikleri, yerel kimlikleri birer iç çatışma aracı olarak kullandıklarını, kaşıdıklarını, kışkırttıklarını belirtir. Yerel, alt, etnik, dinsel, bölgesel kimlikler üzerinden siyaset yapılmasına izin vermeyen Fransa’nın, “en iyi entegrasyon, asimilasyondur” diyen Almanya’nın, Türkiye’de ne dolaplar çevirdiğini, teröre nasıl arka çıktığını, hangi mezheple, hangi tarikatla al takke ver külah olduğunu anımsatır. Belçika’nın bölünmeye doğru gittiğini, İspanya’nın bu konuda endişeli olduğunu söyler. Kapitalizm ve küreselleşmeyle, bölgeselleşme ve yerelleşme arasındaki bağları saptar.

ELE VERİR TALKIMI… 

Tarihi doğru okumak gerekir. Günümüzde batı burjuvazisi, 1789 İhtilal-i Kebiri’ni, Fransız Devrimi’ni yapan burjuvazi değildir. Devrimci, ilerici karakterini yitirmiştir. Tersine, gerici, feodal güçlerle işbirliği yapmaktadır. Gelişmiş, merkez, kapitalist ülkelerde emperyalisttir. Azgelişmişlerde ise komprador, işbirlikçi, montaj sanayisidir. Fason, tapon üretim yapar. Ağır sanayiyle değil, inşaatla, alışveriş merkezi işletmekle meşguldür. Gözünü devlet kaynaklarının talanına dikmiştir, özelleştirmeden vurgun vurmuştur. Siyasi partileri, bürokrasiyi, yargıyı, üniversiteyi, medyayı, sendikaları kendisine uygun olarak şekillendirmiştir.

Tarihin belli bir aşamasında, siyasi, iktisadi, ideolojik, idari bir proje olarak ulus devletin kurulmasına öncülük eden, ulusal birliği, ulusal pazarı, ulusal dili (bu üçü, vatanı oluşturan temel unsurlar arasındadır) savunan burjuvazi, o dönemde, halkın, yoksulların da desteğini almak için, yurttaşların kamu hizmetlerinden eşit, hakkaniyet ilkesince, ulusal ölçekte yararlanmasını savunmuştur. Güçlü merkezi yönetimi, etkin devleti, nitelikli kamu hizmetini benimsemiştir. Zamanla emekçilerin mücadelesi etkisini gösterince, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde egemen ideoloji, hem bu mücadelenin gücü karşısında gerilemiş, hem de emekçilerin sistem içinde kalmalarını sağlamak, devrimci siyasetlere yönelmelerini engellemek için, dış talandan elde ettiğinin bir kısmını emekçilere sus payı olarak vermiştir. Böylelikle ulusal bütünleşme pekişirken, sınıflar arası uçurumun daralması, sermayenin elini güçlendirmiştir. Siyaseti, bürokrasiyi, hukuku, sendikaları buna göre kurgulamıştır. Merkezi devlet örgütlenmesinde sıkı hiyerarşi, buna bağlı alt birimler, merkeze bağlı kollar öne çıkmıştır. Geri kalmışlara plansızlık ve kuralsızlık dayatılsa da, özellikle Avrupa’da planlama, ulusal kalkınmada temel bir işlev görmüştür. Örneğin sanayisi gelişmiş Almanya, ulusal ve bütüncül kalkınma anlayışının, planlamanın, örgütlenme yeteneğinin, etkin devlet aygıtının ileri olduğu bir ülkedir. Kamu hizmetlerinin yaygınlığı, sosyal devletin (günümüzde hayli hırpalansa da) gücü, bunun kanıtıdır. Sanayileşmesinde, üretken ve verimli çalışmasında, kaynak israfını, zaman kaybını önlemesinde, bürokrasinin niteliğinin ve disiplininin katkısı yüksektir. Bölge bazındaki planlar da, ulusal çapta eşitlik ve bütünlük gözetilerek yapılmıştır. Oradaki yurttaş bürokrasinin devleti temsil ettiğini, siyasi kadroların geçici olduğunu bilir. Bürokrasi, müsteşarından çaycısına, genel müdüründen makam şoförüne kadar bakanla birlikte değişmez. Devlette devamlılık esastır.

KLASİK DENKLEM: BÜROKRASİ + BURJUVAZİ= İKTİDAR  

ABD destekli 12 Eylül cuntası, toplumu siyaset dışına atarken, zaten siyasallaşmaya başlamış olan bürokrasiyi daha da siyasallaştırmıştır. Devlet memuru gitmiş, hükümetin, partinin, bakanın, milletvekilinin memuru gelmiştir. Özal’ın prensleri, ithal bürokratlar, teknokratlar belleklerdedir. Özal’ın başlangıçtaki gözdelerinden biri, sonraki yıllarda başbakan olanı, Mesut Yılmaz, ki Mülkiyelidir, henüz çiçeği burnunda genç bir bakanken, şu sözü etmiştir: “Biz toplumu apolitize edeceğiz”…

Toplumsal uyanış, siyasal bilinçlenme, örgütlü emek tasfiye edilirken, siyaset büyük sermayeye, siyaset esnafı kasaba politikacılarına, tarikatlara kalmıştır. Sınıf kimliğinin yerini etnik, dinsel, mezhepsel kimlik almıştır. Şeyh Sait, Saidi Nursi, Seyit Rıza gibi feodal unsurlar öne çıkmıştır. Emek – sermaye çelişkisine, üretim, mülkiyet, bölüşüm ilişkilerine yönelik tartışmalar yerini ayetlere; parti örgütleri, örgüt emekçileri yerlerini reklam, tanıtım, halkla ilişkiler şirketlerine bırakmıştır. Liderler pop yıldızı gibi inmiştir büyük kurultaylarda kürsülere. Parti mitingleri öncesinde konserler verilmiştir. Bedavaya alıştırılmış seçmene köfte ekmek, eski kaşar, pide, ayran, meyve suyu dağıtılmaktadır artık. Seçmene para veren de vardır, tencereyi verip, kapağını seçim sonrasına bırakan da.

Darbe destekçisi, siyasi yasak savunucusu, örgütlü toplum karşıtı, Nakşibendi Turgut Özal, devlette liberalizmin; mason üstadı ve YÖK kurucusu İhsan Doğramacı ise üniversitede Türk İslam sentezinin ve kadrolaşmasının öncüsü, sözcüsü, koruyucusu olarak öne çıkmışlardır. Kenan Evren’e saygıları büyük, ABD’ye sadakatleri tamdır. Emperyalizm destekli siyasi hareketlerin, dini örgütlenmelerin, sermayenin, sivil ve askeri bürokrasinin, sendikaların desteğini almışlardır. 12 Eylül’ün en az dokunduğu siyasal yapıların, İslamcı gruplar olduğu unutulmamalıdır. Yıllarca siyasi mağduriyet konusu yapılan türbanın, YÖK’ün ürettiği bir sorun olduğunu, Evren, Özal ve Doğramacı’dan hayır dualarını eksik etmeyenlere anımsatmak gerekir. O nedenle darbe ve YÖK karşıtlıkları hiç inandırıcı değildir. Tersine, devletteki kadrolaşmalarını, toplumdaki örgütlenmelerini, siyasetteki varlıklarını darbeye ve YÖK’e borçludurlar.

Sözün özü                   :

Mafyalaşan siyasette, şirketleşen tarikatta, holdingleşen cemaatte, yoksullaşan halkta, hukuksuzlaşan devlette, yozlaşan bürokraside, medreseleşen üniversitede, belleksizleşen toplumda kabahatleri büyüktür. Türkiye’nin
son dönemde yaşadıklarını, devletteki yozlaşmayı ve kavgayı,
bu tarihsel süreçte ve yukarıdaki ara başlıkta verilen denklemle birlikte düşünmek gerekir.

http://www.odatv.com/n.php?n=mulkiye-nasil-the-mulkiye-oldu-2701141200, 27.1.2014

Sizin için seçtik: 4+4+4 = Ümmet Projesi. Prof.Dr.Nur Serter / 4+4+4 = Ummet-Tebaa Project by JDP

4+4+4=Ummet_Projesi_Nur_Serter