Etiket arşivi: Fevzi Çakmak

Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, askerin siyasetten uzak durmasını istemişti: Askerler ve Siyaset

Alev CoşkunAlev Coşkun
15 Ocak 2023, Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sakarya’da tank palet fabrikasındaki konuşmasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef aldı. Konuşmanın, Genelkurmay başkanı, Kara ve Hava Kuvvetleri komutanları tarafından alkışlanması tartışma yarattı. CHP sözcüleri, “Türk milletinin milli bir kuruluşunda, ana muhalefet partisi genel başkanını eleştiriyorsun, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutanları da seni alkışlıyorlar. Türkiye ne noktaya geldi. Siz Erdoğan’ın değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin komutanlarısınız. Siz bir siyasi partinin mensupları değilsiniz.” diyerek sert eleştiride bulundular.

SİYASET ASKERİN İŞİ DEĞİLDİR

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da salı günkü grup toplantısında kendisini hedef alan Erdoğan’ın sözlerini alkışlayan askerlere karşılık vererek,

  • “Komuta kademesi haddini bilsin, siyaset askerin işi değildir. Siyaset mi yapmak istiyorlar, çıkarsınlar o kutsal üniformayı, Erdoğan’ın yanına hizalansınlar” dedi.

Bu konu asker-siyaset ilişkisini yeniden gündeme taşıdı. Cumhuriyetin kurucu babası Atatürk, yaşamı boyunca askerin, siyasetten uzak durmasını istemişti. İttihat ve Terakki’nin Selanik’te toplanan 2. kongresinde, daha yüzbaşı iken bu görüşünü açık ve net olarak ortaya koymuştu.

ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞÜ

Mustafa Kemal’in daha 22 Eylül 1909’da İttihat ve Terakki kongresinde yaptığı bu önemli konuşmanın arka planı (ardalanı) özetle şöyledir:

Padişah Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet’in ilanında İttihat ve Terakki en etkin rolü oynamıştı. İttihat ve Terakki’nin yönetim kadrosunda genç subaylar vardı. Bunlar arasında daha sonra yükselip askeri görevleri sürerken devlet yönetiminde etkili olan Enver Paşa ve Cemal Paşa gibi isimler ön sırada yer alıyordu.

II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra seçimler yapıldı ve İstanbul’da Millet Meclisi çalışmalarına başlandı. Ne var ki bu sırada, 31 Mart 1909’da İstanbul’da gerici bir ayaklanma, tam bir karşıdevrim hareketi başladı. Alaylı subayların etkisiyle Avcı Taburları harekete geçti. Bunlara medrese öğrencileri ve cami hocaları katıldı. Ellerinde yeşil bayraklarla yürüyüşe geçen ve “Din elden gidiyor”, “Şeriat isteriz” diye bağırarak ilerleyen bu gerici isyan genişledi ve Meclis’e dayandı.

Meclis’te Lazkiye Milletvekili Aslan Bey ve Adalet Bakanı Nazım Paşa’yı öldürdüler. Meclis kürsüsünü işgal ederek “Şeriat isteriz” nutukları söylemeye başladılar. Ertesi gün Yıldız Sarayı bahçesinde toplanan bu karşıdevrimciler, padişahın gözleri önünde Deniz Binbaşı Ali Kabuli Bey’i paramparça ettiler, ayrıca 36 sivil öldürüldü. Bu gerici isyanın üçüncü günü, 15 Nisan 1909’da Selanik’teki 3. Ordu harekete geçti. Hüseyin Hüsnü Paşa komutasında İstanbul’a doğru yönelen ordunun ilk aşamada kurmay başkanlığını Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal üstlenmişti.

Rumeli’den gelen ilerici ordu birlikleri tarafından, 31 Mart karşıdevrim hareketi bastırılmıştı. Ancak İttihat ve Terakki’nin “siyaset devinimi”, Orduya girmişti.

ORDU SİYASETTEN ÇEKİLMELİDİR

İttihat ve Terakki’nin 2. büyük kongresi, Hareket Ordusu’nun İstanbul operasyonundan yedi ay sonra 22 Eylül 1909’da Selanik’te toplandı. Bu kongreye Bingazi (Libya) delegesi olarak katılan Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’nin önde gelen liderlerinin hiç de beğenmediği bir öneriyi dile getirdi. Genç Kurmay Subay Mustafa Kemal konuşmasında şöyle diyordu:

  • “Ordumuzun içinde bulunan cemiyet arkadaşlarımız politikada devam etmek istiyorlarsa, Ordudan ayrılmalıdır ve cemiyetimizin halk içindeki teşkilatı arasına girmelidirler. Bu suretle bir gün kaybına bile meydan vermeyerek ordumuz politikadan uzaklaşmalıdır. Ve Ordu içinde kalacak dostlarımız da artık politika ile ilişkisini kesmeli, politikayla meşgul olmamalı ve bütün gayretlerini Ordumuzun kuvvetlenmesine çevirmelidirler. Cemiyetimiz de bir an önce, teşkilatımızı halkın içinde genişleterek milletimize dayanan siyasi bir parti haline gelmelidir.”

‘YA POLİTİKA YA ORDU’ DİYEN MUSTAFA KEMAL’E SUİKAST GİRİŞİMİ

22 Eylül 1909’da Selanik’te İttihat ve Terakki’nin 2. kongresinde konuşan Mustafa Kemal, cemiyet üyesi subaylara, “Ya politika ya ordu” tercihini yapmalarını cesurca öneriyordu. Başta Fethi Okyar olmak üzere kimi delegeler askerlikle politikanın birlikte olamayacağını belirterek O’nun görüşünü desteklediler. İttihat ve Terakki’nin Enver ve Cemal gibi asker olan liderleri bu öneriye hiç de sıcak bakmıyorlardı.

Mustafa Kemal’in kongredeki bu görüşünü içlerine sindiremeyen ve Orduyu bırakmak istemeyen lider takımı, O’nu öldürmeye karar verdi. İlk teklif Yüzbaşı Yakup Cemil ve Yüzbaşı Hüsrev Sami’ye yapılmıştır. İkisi de Mustafa Kemal’i sevdikleri için O’nu “infaz” etmeyi reddettiler. Yakup Cemil, üstelik Mustafa Kemal’e tedbirli olmasını söyledi. Ondan sonra aynı görevi Enver’in amcası Halil Kut’a (sonradan ordu komutanı) ve Abdülkadir’e (Ankara valisi ve İzmir Suikastı nedeniyle idam edilen kişi) verdiler. Mustafa Kemal, geceleri parmağı silahının tetiğinde, köşeleri açıktan dolaşarak her an vurulacakmış gibi evine giderdi. Bir gidişinde evin ileri köşesinde ikisinin de gölgesini görmüş ve hemen silahına davranmıştı. Bu anlattığımız olay, ordu-siyaset ilişkisinin ne derece tehlikeli düzeylere çıktığını göstermesi yönünden ibret vericidir.

MİLLİ MÜCADELE’DE DURUM

Milli Mücadele, işgal kuvvetlerine karşı vatanı kurtarmak amacını taşıdığı için disiplinli bir Milli Mücadele ordusunun kurulması ilk aşamada temel hedefti. Topyekûn savaş esastı. Ordu ve kolordu komutanlarının milletvekili olarak Meclis’te bulunmaları gerekli görülmüştü. Bu nedenle başta Mustafa Kemal olmak üzere Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Fahrettin Altay, Refet Bele, Kazım Özalp Meclis’e girmişlerdi. Milli Mücadele’nin zaferinden sonraki gelişmeler ise şöyledir:

Cumhuriyetin ilanı, saltanat ve halifeliğin kaldırılışından sonra Mustafa Kemal, milletvekili olan komutanların askerliği ya da politikayı seçmeleri için bir çağrıda bulundu. Bu çağrıya uyan Fevzi Çakmak, İzzettin Çalışlar, Şükrü N. Gökberk, A. Hikmet Ayerdem, Fahrettin Altay ve Cevat Çobanlı milletvekilliğinden istifa ettiler, askerlikte kalmayı yeğlediler. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele ise milletvekilliğini tercih ettiler. Nitekim bir süre sonra Karabekir, Cebesoy, Bele ve Rauf Orbay Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ni kurdular.

  • Özetle 1923-1950 arasında Atatürk ve ardından İnönü döneminde ordunun politika dışında tutulması temel strateji olarak titizlikle izlendi.

27 MAYIS 1960 ve SONRASI

Türk siyasal yaşamında 1960-1980 arası, askerin siyasete yoğun karıştığı yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemde 27 Mayıs 1960, 1962-1963 Aydemir olayları 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 adını taşıyan müdahaleler yapıldı.

27 Mayıs 1960 bir emir komuta zincirinin değil, Ordunun yüzbaşıdan generale kadar çeşitli rütbelerini kapsayan bir oluşumun ürünüdür. 27 Mayıs öncesi, Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun, DP hükümetine çok yakındı. Kurulan Milli Birlik Komitesi’nde genç subayların etkinliği vardı. 27 Mayıs’ta oluşan Milli Birlik Komitesi’nde (MBK) 5 general, 15 albay ve yarbay, 18 binbaşı ve yüzbaşı yer almıştı.

  • 27 Mayıs 1960 hareketi bütün yurtta halkın katılımı ile alkışlarla desteklenmişti.

27 Mayıs 1960 hareketini yürüten 38 kişilik MBK, daha sonra kendi içinde bölündü ve 14 üye komiteden alınarak dış görevlere gönderildi. Bu arada, seçimle oluşan Meclis Güçler Ayrılığı ilkesine dayalı, insan hak ve özgürlüklerini koruyan ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştiren 1961 Anayasası’nı yarattı. Halkoyalaması ile kabul edilen 1961 Anayasası’nın, Türk tarihinin en ilerici, demokratik, evrensel anayasa kurallarına bağlı olduğu gerçeği tüm dünya anayasa hukukçuları tarafından kabul edilmiştir. Ne yazık ki, DP’nin üç ileri geleninin (Menderes, Zorlu, Polatkan) idamları engellenememiştir. Bunun nedeni de o sırada Ordunun yoğun olarak siyasete karışmasıdır. Kuşkusuz bu duyarlı konu, bir başka yazının konusudur.

Albay Talat Aydemir

KANLI İHTİLAL GİRİŞİMLERİ

Yukarıda belirtildiği gibi, 27 Mayıs 1960’tan hemen sonra, Ordu içinde siyasetle uğraşma önemli bir düzeye çıktı. Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) adını taşıyan bir cunta oluştu. SKB, görünüşte MBK’nin aldığı kararları ve yasaları desteklemek amacını taşıyordu ve üst rütbeli subaylar tarafından kurulmuştu. Generaller çoğunlukta olsa bile TSK girişiminin asıl lideri Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir’di.

Aydemir, MBK’ye giremediği için eski arkadaşlarından intikam almak isteyen bir ruh yapısına sahipti. 1961 seçimlerinden sonra İnönü’nün başbakanlığında CHP, Adalet Partisi koalisyonu kuruldu. 1961-63 arasında iki kez kanlı ihtilal girişimi oldu. Bunlar Albay Talat Aydemir’in liderliğinde yürütülen 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleridir. Silah, tank, uçakların ve Harp Okulu öğrencilerinin kullanıldığı bu akıldışı darbe girişimleri, Milli Mücadele’nin Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa sayesinde engellenebilmiştir.

En üst komutandan en alt rütbeye dek birçok askerin dahil olduğu bu hareketler başarılı olsaydı, Türkiye sabah erken kalkanın darbe yaptığı bir Ortadoğu devleti durumuna gelecekti.

12 MART 1971 ve 12 EYLÜL 1980

Milli Mücadele’den gelen, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı, devlet adamı, 12 yıl cumhurbaşkanlığı yapan (1938-50), o sırada da Başbakan olan İnönü, Ordu içindeki “cunta” girişimlerine karşı çıkıyor ve 18 Ocak 1962’de şunları söylüyordu:

“Demokratik sistemden vazgeçen kapalı sisteme her ne şekil altında olursa olsun asla müsaade etmeyeceğim. Onun karşısında mücadele edeceğim.”

Aydemir ve cuntasının birinci hareketi 22 Şubat 1962’de başta Ankara ve tüm Türkiye’de başladı. Çok zor saatler yaşandı. Harp Okulu öğrencileri kullanılarak Ankara’nın stratejik noktaları tutulmuştu. Bu hareketin kansız olarak sona erdirilmesi karşılığında, ihtilale katılanların affedileceğini öne sürerek kanlı ihtilalin sona ermesini İnönü sağladı. İnönü, Ordu içindeki cuntalara karşı savaş açmıştı. Ancak affedilen Talat Aydemir, 21 Mayıs 1963’te ikinci darbe girişiminde bulundu. Bu girişim zorlukla bastırıldı. Başta Talat Aydemir olmak üzere yedi subay idam edildi. İsmet İnönü, koalisyon başbakanı olarak bu ihtilal hareketlerine karşı etkinliği ve krizi başarıyla yönetmesiyle de tarihe geçmiştir.

12 MART 1971 HAREKETİ

Talat Aydemir hareketlerinden sonra ortalık bir süre duruldu. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler nedeniyle işçi hareketi yükseliyor, sendikal hareket güçleniyordu. Bu durum, ticaret-sanayi ve finans burjuvazisini ve özellikle dış güçleri rahatsız etmeye başladı. Zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a göre “toplumsal gelişme, ekonomik gelişmenin üzerine” çıkmıştı. İki süper gücün kozlarını Ortadoğu’da paylaşmaya başlamaları NATO’nun Türkiye’yi bu politikada etkin biçimde kullanma isteklerini gündeme getirdi.

İÇ ÇATIŞMA ve ÇELİŞKİ

12 Mart 1971, bir başka yönden ilerici asker-sivil bürokrat ve aydınlarla, tutucu asker-sivil bürokrat ve onları destekleyen ticaret ve finans burjuvazisinin bir iç savaşı olarak da nitelendirilmelidir. Bu durum sosyolojik olarak anayasanın getirdiği demokratik özgürlükleri çok bulan, kapitalist ekonomiyi benimseyen bir görüşle; ilerici, Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerinin sürmesini isteyen, planlı ekonomiyi ve stratejik sektörlerde devletçi ekonomiyi savunan, dış politikada bağımsızlık isteyen ulusalcı görüşün bir savaşıydı. 9 Mart ile 12 Mart kadrolarının çatışması bu noktalarda yoğunlaşıyordu. Sonunda dış etkilerin de yardımıyla “tutucular” kazandılar. 12 Mart 1971 askeri hareketi emir-komuta zinciri içinde Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının girişimiyle gerçekleşti. Sonuç ne oldu? 

  • 12 Mart hareketi, bütün ilerici güçlerin üzerinden buldozer gibi geçti.
  • Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildiler.
  • İstanbul’da Ziverbey Köşkü diye bilinen bina, kontrgerillanın işkence merkezi olarak hizmet gördü. İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü adlı yapıtı, o dönemin ve işkencelerin bir belgeselidir.

12 Mart döneminin işkence ve baskılarını burada uzun uzun anlatmamız olanaksızdır. Aydınlar, yazarlar tutuklandı, işkence gördü. Sol düşünce tasfiye edilme noktasına geldi. Zaten bu işkenceler, davalar, baskılar, idamlar 12 Mart darbesinin faşist niteliğini ortaya koymaya yeterlidir. 12 Mart 1971 darbesi, 27 Mayıs’ın getirdiği 1961 Anayasası’ndaki sosyal devlet ve özgürlükler ilkelerine karşı yapılmıştı. 12 Mart konusu çok yazılmıştır. Özeti, dış etkilerin yönlendirmesiyle asker, askerin 1961’de yaptığını bozuyordu.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ

12 Mart’tan 9.5 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül ise 12 Mart uygulamalarını da geride bırakan bir noktada “karşıdevrim”ci NATO’ya bağlı bir askeri harekettir. 1980 yaz ve sonbahar günlerinde Meclis’te Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılıyor ama sonuç bir türlü alınamıyordu. Terör başını alıp gitmişti. Her gün sağ-sol çatışması nedeniyle gençler ölüyordu. Türkiye’nin büyük illerinde sıkıyönetim ilan edilmiş, yönetim ve denetim askerlerin elinde olduğu halde terör can almayı sürdürüyordu. Sağ-sol çatışması adeta bir merkezden körükleniyordu.

Sonraları anlaşıldı ki, darbe tarihi birkaç kez ertelenmişti. Devlet başkanı olduktan sonra Kenan Evren, bu ertelemeleri ortamın daha olgun duruma gelmesini bekleme olarak açıkladı. Bunun yalın anlamı, masum insanların ve gençlerin daha çok ölmesinin istenmesidir. CIA şeflerinden birisi olan ve Türkiye’de görev yapmış olan Paul Henze, darbeyi Beyaz Saray’a “Bizim çocuklar başardı” biçiminde duyurmuştur.

YENİ DÜNYA KAPİTALİST DÜZENİ

12 Eylül darbesi aynı zamanda Türkiye’de acımasız bir kapitalist düzeni sağlamak yönünde kararlar almıştır. Tüm aydınlar, işçiler, üniversite gençleri baskılar altında yaşamlarını sürdürdüler. Turgut Özal da Dünya Bankası’ndan ithal ettiği “ekonomik liberalizasyon programı”nı uygulamaya koymuştu. KİT’lerin satışı böyle başladı. 12 Eylül darbesi aynı zamanda 1961 Anayasası’nın özgürlükçü, insan haklarına saygılı ilkelerini ortadan kaldıran 1982 Anayasası’nı getirdi. 12 Eylül, sonunda uygulamalarıyla tümüyle gerici bir nitelik kazanmıştır. “Muhafazakâr” değil, karşıdevrimcidir.

Beş general (Genelkurmay başkanı ve 4 Kuvvet Komutanı) tarafından oluşturulan “Milli Güvenlik Konseyi”, yönetimi tek elde toplamıştı. Yasama ve Yürütme yetkileri, bu 5 kişilik Konsey üzerine kalmıştı. Temel insan hakları ve demokratik süreçlerin askıya alınması, TBMM’nin ve siyasal partilerin kapatılması, liderlerin tutuklanması, milletvekilleri, önde gelen sendikacı ve meslek örgütleri başkanlarının gözaltına alınması, ilk önlemlerdi. Siyasal parti yöneticilerine 10 yıl siyasetten alıkoyma yasağı getirildi.

12 EYLÜL’ÜN ATATÜRKÇÜLÜĞÜ

12 Eylül’ün sözde Atatürkçülüğü, içi boş bir şekil Atatürkçülüğüdür. Her kasabaya, Atatürk büstleri koyarak Atatürkçülük yaptıklarını sanıyorlardı. İmam hatiplere, Kuran kurslarına verilen destek, ortaöğretimde din derslerinin anayasaya konulan bir madde ile zorunlu duruma getirilmesi, din eğitimi gören insanlardan terörist olmaz önyargısının sonuçlarıydı.

TÜRK-İSLAM SENTEZİ

Bu dönem (1980-90) Soğuk Savaş’ın yoğun olarak yaşandığı yıllardır. ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden çembere almak için “Yeşil Kuşak” kuramını uyguluyordu. İslamiyet referansı NATO’ nun ve 12 Eylül’ü yapan generallerin bağlandıkları en önemli olguydu. “Türk-İslam” sentezinin uygulamaya konmasına başlandı. 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “Türk-İslam” sentezini temel alan bir kültürün bütün millete kabul ettirilmesine yönelik” bir raporu kabul etti.

Öğretimde Birlik (Tevhid-i Tedrisat) Yasası delindi. Kendisini Atatürkçü olarak ilan eden Evren, eline Kuran’ı alıp mitingler yapıyor, dini politikaya alet ediyordu. Dört generalden oluşan dört komite, NATO’nun gladyo sistemine bağlılığını her vesileyle gösteriyordu. Özetle, 12 Eylül yönetimi “muhafazakâr” değil, “reaksiyoner” (tepkisel) Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerini budayan “karşıdevrimci”dir.

FETÖ OLAYI

12 Eylül 1980’den sonra en büyük ihtilal girişimi 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen kanlı FETÖ darbe girişimidir. FETÖ hareketi temelde, kamu yönetiminin, güvenlik güçlerinin ve özellikle TSK’nin ele geçirilmesi, yönlendirilmesi ve denetlenmesi hareketidir. Polis Koleji ve Kuleli Askeri Lisesi giriş sınavları FETÖ’nün en etkin olduğu konulardı. Yargının ele geçirilmesi de aynı derecede önemliydi.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ ELE GEÇİRME HAREKETİ

Gülen hareketi bir yandan Ordu içinde örgütlenirken öte yandan Atatürkçülerin Ordudan tasfiye edilmesini gerçekleştirdi. Bunun için kumpas davalar açılmıştı. FETÖ’nün gelişmesinde iktidarların koruyucu ve destekleyici politikaları hiçbir zaman unutulmamalıdır.

  • 15 Temmuz 2016 darbe girişimi emperyalist devletlerin katkılarıyla hazırlanmış
    hain bir tuzak, casusluk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni ele geçirme hareketidir.

Bugün güncel konuya gelirsek, Genelkurmay başkanı ve Kuvvet Komutanlarının Sakarya’daki tank palet fabrikasındaki törene katılmaları doğaldır. Cumhurbaşkanının tank palet fabrikasının faaliyetlerini anlattığı bölümlerin alkışlanması da doğaldır. Burada doğal olmayan temel nokta, partili cumhurbaşkanının ana muhalefet lideri hakkında yaptığı eleştirilerin alkışlanmasıdır. Komutanlar, adeta akıntıya kürek psikolojisi içinde hata yapmışlardır.

Orgeneral rütbesine gelmiş komutanlar, özgür iradelerini kullanarak böylesi utandırıcı bir duruma düşmemelidirler.

Bugün Türkiye’de uygulanan partili cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, dünyanın hiçbir yerinde yoktur. 150 yıldır demokrasi için mücadele veren Türk halkı, bu ucube sistemi er ya da geç değiştirecektir. TSK bir hükümetin veya bir partinin ordusu değildir. Komutanlar, özellikle TSK’yi böylesi bir görünümden korumak görek ve sorumluluğundadırlar. Yandaş basın bu konuda çarpıtıcı yayın yapıyor. Kılıçdaroğlu’nun komutanların alış hareketini kınaması, teröre karşı çıkış olarak değerlendiriliyor. Bu, tümüyle saptırmadır, tehlikeli bir “algı operasyonu”dur. Ortada bir terör konusu yoktur. Konu, partili cumhurbaşkanının muhalefet liderine karşı sert eleştirisini, komutanların gereksiz yere alkışlamalarıdır.

Ordunun siyasete karışması, Türkiye için en kötü durumdur. En karanlık yoldur. Bu kısa makalede belirtildiği gibi, TSK’ye vurulan darbelerin en tehlikeli sonucu Orduya siyasetin girmesidir. Bir Orduya siyasetin sokulması o Orduya yapılabilecek en büyük kötülüktür. Türk siyasal tarihi bunun acı örnekleriyle doludur.

Büyük Atatürk’ün daha yüzbaşı iken İttihat ve Terakki kongresinde söylediklerini unutmayalım:

  • Ordu siyasetten uzak durmalıdır.
  • Siyasette uğraşacak olanlar Ordudan ayrılmalıdırlar.

İskilipli Atıf Efendi ve Siyasal İslam

İskilipli Atıf Efendi ve Siyasal İslam

Osman Selim KOCAHANOĞLU
ARAŞTIRMACI-YAZAR

27 Şubat 2021, Cumhuriyet

Çorum Valiliği, Belediye ve Hitit Üniversitesi yirmi gün önce İskilipli Atıf için bir anma toplantısı düzenlemiş, medyada buna eleştiriler gelmişti. Yeni bir habere göre konu bir önerge ile yeniden TBMM gündemine getirilmiş. Biz konunun siyaset yönünü bir yana bırakarak tarihsel ortamına şöyle bir bakalım.

Çorum / İskilip ilçesi Tophane köyünde doğan Muhammed Atıf Efendi (1876-1926), anne tarafından Arap kökenlidir. Annesi Nazlı Hanım, Mekke-i Mükerreme’den buraya göçmüş, Beni Hattab aşiretine mensup Arap Dede namıyla tanınan bir şeyhin torunudur. Arap Dede, halen Çorum’daki türbesinde gömülüdür.

Fatih Camii vaizi iken (1905), gayri meşru para topladığı için Şeyhül-İslamlık tarafından Bodrum’a sürülmüş, buradan Kırım’a kaçmıştır. Meşrutiyette dönmüş, ancak Mahmut Şevket Paşa suikastinde (1913) 5.5 yıl Sinop’a sürgün cezası almıştır…

Mustafa Sabri ve Saidi Nursi ile önce Cemiyet-i Müderrisin’i kurmuş, sonra da Teali-i İslam Cemiyeti reisi olmuştur (19 Şubat 1919). Mustafa Sabri Şeyhülislam olunca Ömer Fevzi Bursa, Hilmi Efendi Edirne, Ali Rıza Efendi Babaeski müftüsü yapılır. (Hilmi Efendi, Selimiye Camii’nde Venizelos için şükran duası eden, Ali Rıza Efendi de Müslüman halkı Yunan komutana ihbar eden müftüdür)…

AĞIR HAKARET VE DÜŞMANLIK

Teali-i İslam Cemiyeti, 17 şubesiyle “Allah’a, peygambere ve halifeye bağlı” politika izleyen bir siyasi fırka sayılır. Damat Ferit, Teali-i İslâm Cemiyeti, Said Molla, Papaz Frew ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti ile işbirliği içinde çalışmışlardır. Bursa müftüsü Ömer Fevzi’nin kurduğu Anadolu Cemiyeti, İzmir’de özerk bir İyonya devleti kurulması için, Yunan temsilci Trandifalos’la görüşüp Cenova Konferansına öneri göndermiştir.
Sultana dokunulmasın ama Ege’de bir Yunan devleti kurulmasına razıyız!”

  • İskilipli Atıf’ın asıl ortaya çıkışı, Teali-i İslam Cemiyeti reisi iken
  • halkı TBMM ve Kuvayi Milliye aleyhine kışkırtan iki beyannamesiyle başlar.

… Selanik dönmeleriyle aslı ve nesli, mezhep ve meşrebi belürsüz ecnas-ı muhtelife türedilerinden mürekkep bu cemiyet. (…) Bu defa da Anadolu’da Mustafa Kemal ve Kuvayi Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden namerdane kaçarken saf ahali ve askerden cem ettikleri kuvvetleri düşmanla harbe tutuşturarak ve ‘siz devam edin, biz şu taraftan onların arkasını çevireceğiz’ tarzında hilelerle savuşarak zavallı ahalimizi kırdırma usulünü takip ediyorlar.
(…)
Devletler bize, “Eğer Anadolu’da Kuvayi Milliye isyanını bastırmazsanız İstanbul’u da elinizden alacağız” diyorlar. Kuvayi Milliye eşkiyası ise İstanbul’u da elimizden çıkarıp son ihanetlerini yapıyorlar.

YARGILANMA SEBEBİ İHANET

  • (…) Elinize aldığınız fetva Allah’ın emridir. Okuduğunuz hatt-ı münif halifemizin fermanıdır. Siz Allah’ın emrine halifenin fermanına ittibaen bu katil sürülerini yaşatmamakla mükellefsiniz. Şu alçaklar ve hempaları bu cinayetleri hep sizin sayenizde yapıyor; bunların vücutlarını ortadan kaldırmak Müslümanlık için farz olmuştur.
  • Askerler! artık uyuduğunuz yeter, bu zalimlere alet olduğunuz kifayet eyler! Padişahımızın şefkat kucağı size açılmıştır. Hepiniz geliniz dünya ve ahiret saadetini ihraz ediniz: Size ihtar ediyoruz, Allah’ını, peygamberini ve padişahını seven bu tarafa gelsin!..”

Padişah, Allah ve Peygamber adına yayımlanan bu beyannamelerle TBMM’nin açılmasına karşı çıkılıyordu. Bu beyannameler, Eskişehir-Kütahya köyleri ve cephedeki asker üzerine Yunan uçakları tarafından atıldı. Bazı askerler silahıyla cepheden kaçtılar. (Fevzi Çakmak anılar) 5 Nisan 1920 tarihli Vahdeddin’in hattı hümayunu, Dürrizade fetvaları ve Teali-i İslam Cemiyeti beyannameleri bir broşür içinde yayımlandı…

  • 17 Kasım 1922’de Vahdeddin kaçıp, Mustafa Sabri de çarşaf içinde İngiliz temsilciliğine sığınınca Atıf Hoca desteksiz kaldı.

Saltanat, Hilafet kaldırılmış, Tevhid-i Tedrisat’la medreseler lağv edilmiş, Hoca boşta kalmıştır.

Şapka devrimi henüz ortada yokken 1924 Temmuz’unda “Frenk Mukallitliği ve Şapka” risalesini yayımlar. Bu risaleyi yazma amacı, dinsiz Cumhuriyete şapka simgesi ile yumruk indirmekti.

İSYANLA DOĞRUDAN BAĞLANTI

Şapka Devrimiyle Anadolu’da gösteriler başlayınca (1925), İstiklal Mahkemesi olaya el koydu. Anlaşıldı ki Atıf Hoca’nın risalesi buralara ücretsiz gönderilmiştir. Giresun’da yapılan ilk sorgulamada (16-18 Aralık 1925) risalesi üzerinden işlem yapılmadı. Ankara’da yapılan yargılamada, otuzdan fazla kişi yargılandı, Ömer Rıza Doğrul, Hafız Osman ve Tahirül Mevlevi beraat ederken İskilipli Atıf için idam kararı verildi.

Tüm yaptıkları belgeli Mahkemenin 3 Şubat 1926 tarihli karar gerekçesi şöyle: 

“… Halkı isyana teşvik kastıyla Frenk Mukallitliği ve Şapka risalesi yayımladığı, muhtelif mahallere ücretsiz dağıttığı sırada Polis Müdüriyetinin 24/8/1341 (1925) tarihli raporuyla Dahiliye Vekaletine ihbar edildiği, toplatılmasının İstanbul’a bildirildiği halde, isyandan evvel tekrar isyan mıntıkalarına dağıtıldığı ve isyanın çıkmasında en büyük amil olduğu…

(…) Milli Mücadele’nin en buhranlı zamanında işgal ordusuna mukavemet edilmemesi için Teali-i İslam Cemiyeti adına düzenlenen ve 20 bin adet basılan beyannamelerin Yunan tayyareleriyle Anadolu köylerine attırıldığı, inkılaplara ve Cumhuriyete daimi bir düşman vaziyeti almış olan bu adamın isyan hadisesi ile maddeten ve manen alakadar bulunduğu birçok delil ile anlaşılmıştır… ”

Görüleceği üzere Atıf Efendi Şapka risalesinden değil, halkı Kuvayi Milliye aleyhine kışkırtan ihanet beyannameleri ve fesat çıkarmaktan yargılandı. Babaeski Müftüsü Ali Rıza Hoca da masum köylüleri Yunan idaresine ihbar ettiği için, ikisi birden Hıyanet-i Vataniye Kanunu’ndan idama mahkûm oldular.

Zerzevat kültürü, Atıf Hoca’nın Şapka Kanunu’ndan bir buçuk yıl önce çıkan risalesi nedeniyle haksız idam edildiğini yazar. Halbuki O, Teali-i İslam Cemiyeti’nin Yunan ordusunu kurtarıcı sayan ihanet beyannameleri yüzünden hüküm giymiştir…

HURAFE BİLİNCİNİN YANSIMASI

Gelelim Hoca’nın zihin arkasına.. Frenk Mukallitliği ve Şapka” risalesinde şunları yazar: “… Batı taklitçiliği ve küfür alameti şapkayı giymekle, namazı terk etmek veya zina ve hırsızlık gibi şeyleri irtikap etmek arasında fark yoktur..”

Kuran’da fes hakkında tek kelime geçmediği halde, şapkayı değil, püskülü bile İslamın simgesi sayar.

Bu Risalenin zihinsel arkaplanı yalan ve riyaya gömülmüş hurafe bilincini yansıtır. Çatal-bıçağı bile gâvur icadı diye sofrasına koymayan Atıf Hocaya göre, “Şapka kanunu Türklerin dinden son bağlarını koparmıştı. Fes namazda alnın yere değmesini sağlıyor, şapka bunu engelliyordu, amaç namazı kaldırıp secdeyi önlemekti…”

Yaşar Nuri Öztürk’e göre … Bu zat sadece engizisyon mantığının zebunu değil, aynı zamanda ruhen hasta ve sapıktır. Birbirine ebediyyen mahrem olanların bile vücutlarının kol, bacak, diz, yüz gibi kısımlarına bakmasını şehvet kaydına bağlamak ruh sağlığı için facia sayılacak bir saplantıdır. Bu sapık mantığa göre, annenizin veya kızınızın bacağına, hatta yüzüne, saçına bakabilmek için bunun ‘şehvet dışında’ olduğunu tesbit etmeniz gerekir.”

SÜLEYMAN NAZİF’TEN TARİHİ TEPKİ

Atıf Hoca’nın zihinsel arka planı ve küflü fetişizmine kurşundan ağır eleştiriler Süleyman Nazif’ten gelir. “İmana Tasallut” risalesini bu zihin yapısı için yazmıştır:

… Frenk masası ve Frenk sandalyesinde oturup, Frenk marka kalemiyle, Frenk kâğıdına yazı yazmak, omuzdan ayağa Fenk libası giymek, çatal bıçakla yemek yemek, tramvay, otobüs, vapura, trene binmek günah değil sevap oluyor da; başımıza Rumlardan yüz sene evvel aldığımız şapka geçirmek küfür addediliyor… Uydurma hadislere benim imanım yoktur. Ben Allah’a, Kur’an’a ve Peygambere iman etmekle mükellefim… Atıf Efendi’den, fukahadan değil, Ebu Hanife’den böyle bir söz işitsemVallah’ül-azim derhal mezhebimi terk ederim…

Devrinin valisi işgalciler tarafından Malta’ya sürülen Süleyman Nazif, bu risalesinde Bedevi kültürünün taassup fetişizmine son noktayı şöyle koyar:

 Hiçbir kazma, İslam dinine bu Risaleyi yazan kalemden daha derin mezar kazamaz. Hatır ve para karşılığı fetvalar veren fukahamız, İslamda papazlardan daha mûziç bir ruhani müessese yarattılar. Ben bile bugün, 1200 senelik mezhebimin imamını oradan çıkarıp Peygamber ve Allahımla yalnız kalacağım…

İnsanlığın medeni tabakaları arasında ayakkabıların yerini bile işgal edemiyecek kadar aşağılara düşmemizin sebebi, taassubu dine musallat edenlerdir. Atıf Hoca’nın yazdıkları tam manasıyla halt etmektir. Esafa, her fes giyen Müslüman olmadığı gibi, her şapka giyen de kâfir değildir…”

HÜKÜM

Bu Atıf Hoca olayını günümüze nasıl bağlamak ve yorumlamak gerekir?..

Günümüz siyasal İslamcı iktidarının Atıf Hoca’ya sahip çıkması, güya mazlumiyet vermesi, hatta “iade-i itibar” bile istemesi” demokrasi falan değil teokrasi kafası olduğunu gösterir. Burada asıl amaç, din – iman aşkından ziyade, oy vermeyi demokrasi sayan kalabalıklara bir mesaj vermektir. İleriyi geride arayan bu siyasi kültürün, din sömürgenliği ve ahlak sürüngenliği günümüzde de Mütareke kafasından farklı değildir, beyin algısı aynen devam etmektedir.

Görüyoruz ki kasa – masa edebiyatı ve toplumu Allah ile aldatma siyaseti devam etmekte, tarih ve siyaset yalanlarını bile kutsallar üzerine oturmaktadır. Çünkü bu kültürün dillerinde kemik yoktur.

Bu görgüsüz taşra kültürünün sunturlu yalan ve yorumlarına verilecek en somut örnek, Süper Mürşidleri Necip Fazıl’dır. O bile şehadet şerbetini Sakarya’nın Mehmetçiğine değil de bu softaya içirir. Şu cümle O’nun:

“… Atıf Hoca’nın saffet dolu yüzüne, meğer mahkeme reisi tüküresi, O da gece rüyasında Fahri Kainat Efendimizi görerek savunmadan vazgeçesiymiş…”

Son olarak belirtelim ki;

  • Mmedrese öğretisinin İskilipli Atıf Hocası; Mütarekenin koyu bir İngiliz işbirlikçisi, bir Cumhuriyet düşmanı, beyannameleri ile de katıksız bir haindir.

Dahiyi anlamak : ATATÜRK ÜZERİNDEN TARTIŞMAK

Dahiyi anlamak :
ATATÜRK ÜZERİNDEN TARTIŞMAK
– Yılmaz Özdil ve kitabı üzerindeki tartışmalar…

Prof. Dr. Süleyman ÇELİK 
scelik44@gmail.com

Atatürk Nutuk’ta der ki, “Milli Mücadeleye birlikte başladığımız yolculardan bazıları, ulusal yaşamın bugünkü Cumhuriyete ve Cumhuriyet yasalarına kadar uzayan gelişmeleri, kendi düşünme, kavrama ve hayal etme sınırlarını aştıkça bana direnmeye ve karşı çıkmaya başlamışlardır” (M. K. Atatürk, Nutuk, c.1, s.16).

Atatürk burada Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Adnan- Halide Adıvar gibi sivil ve asker yol arkadaşlarından söz etmektedir.

Gerçekte zaferden sonra Atatürk’ün yaptıkları (devrimler), yalnız yolları ayrılan arkadaşlarının değil, yanında kalıp birlikte yola devam eden İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Celal Bayar gibi arkadaşlarının da “düşünme, kavrama ve hayal etme” sınırlarını aşmaktaydı. Fakat bunlar Atatürk’ün o güne dek başardığı olağanüstü işlerin yakın tanığı olmaları nedeniyle, ona inandıkları/ “o ne yaparsa doğru yapar” diye düşündükleri için ayrılmadılar, onunla birlikte yola devam ettiler.

Atatürk’ün diğerlerinden farkı ne idi?..

Atatürk, öncelikle düşmanlarının bile kabul ettiği gibi müstesna bir dâhi idi (Aydın Sayılı, Atatürk Bilim ve Üniversite, Belleten, vol.45, Ankara 1981, s.27-42).

Ayrıca, kendi deyişi ile “çocukluğundan beri eline geçen iki kuruştan biri ile kitap alarak” çok okuyan bir insandı.

Atatürk’ün okumaya ilgisi o kadar fazladır ki daha lise öğrencisi iken mevcut Türkçe kitaplar O’na yeterli gelmedi. Bunun üzerine okumak için yabancı dil öğrenmeye karar verdi. Bu amaçla Manastır’da, gönüllü Katolik rahiplerin işlettiği yerel bir misyoner okulunda Fransızca dersleri aldı. Yaz tatillerinde gittiği Selanik’te de Fransız Hıristiyan frerlerin açtığı dil kursuna devam etti ve kısa sürede Fransızca kitapları okuyabilecek derecede yabancı dilini geliştirdi. Harp Okulu ve Akademisi’nde Almanca öğrenimi gördü ve bu dili de kitap çevirisi yapabilecek derecede ilerletti.

Cephede, yurtiçi gezilerde vs. her koşulda kitap okuyabilecek ortam oluşturuyor ve zaman yaratıyordu. Okuduğu kitap sayısının 10 binlerce olduğu kestirilmektedir. (Sinan Meydan, Akl-ı Kemal- Atatürk’ün Akıllı Projeleri, Cilt.1, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2012)

Ölene kadar okumayı sürdürdü. Öyle ki, hasta yatağında yatarken Le Monde gazetesinde Maya tarihi ile ilgili yeni bir kitap yazıldığını okuyunca hemen alınmasını istedi. Ne yazık ki bu kitabı okumaya ömrü yetmedi. Askerlik, tarih, hukuk, iktisat, coğrafya, sosyoloji, felsefe, antropoloji, mantık, matematik vs. her konuda, konuların uzmanları kadar kitap okuduğu görülmektedir (Bilal Şimşir, Atatürk’ün Kitap Sevgisi, Atatürk Dönemi- İncelemeler, Atatürk Araştırma Merkezi yayını, Ankara, 2006, s. 251-262). Çanakkale muharebelerinin en kızgın döneminde Madam Corinne’e yazdığı mektupta, “savaşın sıkıntılarından kendisini bir an olsun uzaklaştıracak romanlar göndermesini” isteyecek kadar edebiyatı da sevdiği bilinmektedir.

Tarihe çok önem veren Atatürk’ün saptanabilen 879 tarih kitabı okumuş olduğu belirlenmiştir. Yalnız siyasal ve savaşlar tarihini değil, sanat, dinler, uygarlık ve bilim tarihi ile ilgili kitapları ve başta Kur’an olmak üzere kutsal kitapları da okumuştur.

Yeryüzünde neredeyse hiçbir asker, hiçbir devlet adamı ve hiçbir devrimci, bu derece derin ve geniş bir entelektüel birikime sahip değildir.

Yapılan incelemeler kitapları eleştirel akılcı bakış açısıyla okuduğunu göstermektedir. (Recep Cengiz, Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar, 24 cilt, Anıtkabir Derneği yayını, Ankara, 2001). Bu şekilde okumak, aklı geliştirir. Böylece Atatürk, bilgi ve birikimini artırdığı gibi dehasını daha da geliştirmiş ve sonuçta, Clinton’ın deyişiyle “yüzyılın” değil,  “milenyumun” yani “Bin Yılın Dahisi” olmuştur.

1930’lu yıllarda üniversitelerde bilim tarihi kürsüsü yoktur. Ancak o sıralarda Harvard Üniversitesi’nden Prof. George Sarton, “Bilim Tarihine Giriş” adlı bir kitap yazmıştır. Atatürk bu kitabı hemen getirtip okumuş ve seçtiği bir öğrenciyi Harvard Üniversitesi’ne göndererek Prof. Sorton’un yanında doktora yapmasını sağlamıştır. Dünyanın ilk bilim tarihi doktoru unvanını kazanan bu öğrenci, daha sonra Ord. Prof. olacak Aydın Sayılı’dır.

Dünyada üniversite özerkliğinin yeni yeni konuşulduğu o yıllarda Atatürk, Osmanlı’dan kalan tek yükseköğretim kurumu olan Darülfünun’a idari ve mali özerklik vermiştir.

Bunlar Atatürk’ün entelektüel kişiliğinin, zamanının çok ilerisinde olduğunun göstergesidir.

Uygarlıklar insanlığın ortak kültür mirasıdır. İlk uygarlıklar, Tarım Devrimi’nden sonra Çin, HintSümer ve Mısır’da oluşmuş; Babil, Asur vd. uygarlıklarından sonra Anadolu, uygarlıkların beşiği olmuş; bu topraklarda Urartu, Hitit,… İyon  vb. 40’ın üzerinde uygarlık doğmuştur. Roma İmparatorluğu bu uygarlıkların üzerinde büyümüş ve Avrupa’yı uygarlık ile tanıştırmıştır. Onun çökmesi ile Ortaçağ bağnazlığının söndürmek istediği uygarlık ateşini, İslam dünyası sahiplenmiş ve İslam Uygarlığı doğmuştur. İnsanlığın son uygarlığı olan Avrupa veya  Batı uygarlığı, tüm bu uygarlıkların birikimi üzerinden, Rönesans, Reform, bilimsel ve Aydınlanma Devrimi aşamalarından geçerek, uzun bir evrim sürecinin ardından oluşmuştur.

Uygarlık ve bilim tarihini çok iyi bilen Atatürk, mirasçısı olduğu Anadolu uygarlıklarına ait eski eserlerin yok olmaması için, daha Sakarya Muharebeleri sürerken, bunların toplanıp koruma altına alınmasını buyurmuş ve Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin çekirdeğini oluşturmuş; Cumhuriyet’ten sonra kurduğu Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’nde Sinoloji, Sümeroloji, Hititoloji vb. Kürsüleri açtırmış, arkeoloji öğrenimi için yurt dışına öğrenciler göndermiş, kazılar başlatmıştır.

Kendisini Avrupa uygarlığının mirasçısı olarak gören Atatürk, elbette “Aydınlanmacı”dır; ancak Sanayi Devriminden sonra ortaya çıkan kapitalist emperyalizmin, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ilkeleri üzerinde yükselmiş Aydınlanma değerlerini yok ettiğini ve Avrupa uygarlığının temellerini yıktığını anlamıştır.

Sömürü ve savaşın olmadığı, “yurtta ve dünyada barış”ın egemen olacağı yeni bir uygarlık yaratılması gerektiğini düşünmüş olan Atatürk, Sayın Prof. Dr. Özer Ozankaya’nın deyişiyle uygarlık tasarımı sahibi bir devrimcidir. “Çağdaş uygarlığın üzerine çıkmak” derken, bundan söz eden Atatürk, bir kuramcı değil eylemci olduğu için, ülkemiz çevresinde kurulmasına öncülük ettiği paktlarla, bu düşüncesini yaşama geçirmeyi çalışmıştır

Sonuç olarak, O çağdaşlarının gerçekleştirilmesini hayal bile edemedikleri büyük devrimler yapmış, adeta mucizeler yaratmış, zamanının çok ilerisinde bir dev adamdır. Başta dediğimiz gibi, O’nun yanında çok cüce kalan, birlikte yola çıktığı yakın arkadaşlarından bazıları ile yolları ayrılmış, O’na inanıp yola devam edenler de öldükten sonra, O’nun yolundan ayrılmış ve karşı devrimin kapılarını açmışlardır.

“Bin Yılın Dahisi”, 100 yıl sonra hala bir dev ve O’nun yanında bizler hala birer cüceyiz. Hala O’nun yaptıklarını anlayamadık. Aydınlanmadan ve kapitalizmin yarattığı yozlaşmadan habersiz, (sözde) modernler olarak Batı taklitçiliğini Atatürkçülük sanıyoruz.

Yüz yıl geçti, hala O’nu tanıyamadık. Körlerin fil tarifi gibi kendimize göre bir tanım yapıyor ve esası anlayamadığımız için sözcükler ve şekiller üzerinden büyük kavgalar yaşıyoruz:

Kendilerini ilerici aydın sananlar böyle işlerle uğraşırsa; hala Ortaçağ karanlığında yaşayan, uygarlıktan nasibini almamış, İslam Uygarlığından bile habersiz, Atatürk’ün savaş zamanında toplanıp koruma altına alınmasını istediği eski eserlere, 100 yıl sonra “kırık çanak çömlek” gözüyle bakan gericilerin, O’nun yaptıklarına “gavurluk” demeleri ve ışığından rahatsız oldukları için ülkeyi karartarak O’ndan kurtulacaklarını sanmaları doğaldır.

Birinci Meclis’te “uygarlık nedir?” diye soran bir mollaya, Atatürk’ün “uygarlık adam olmaktır Hocaefendi, adam!” demesi gibi, adam olmak gerek. Adam olmak için de Atatürk gibi çok okumak, ama Atatürk gibi okumak, Atatürk gibi düşünmek, adam gibi tartışmak gerek. Yoksa gideceğimiz yer belli; önümüzde örnekler var, Afganistan gibi, Pakistan gibi….
======================================
Sevgili dostumuz Sn. Prof. Dr. Süleyman Çelik’e bu anlamlı derlemesi için teşekkür ediyoruz…

Dr. Ahmet Saltık
07.02.2019, Ankara

Dersim Tartışmaları.. / Tunceli-Dersim Debates..


Dersim Tartışmaları.. 

Dostlar,

“Dersim tartışmaları” hakkındaki 5 sayfalık kapsamlı yazımızı,
içeriden biri, bir Dersim’li – Tunceli’li olarak dikkatinize sunuyoruz.

Sorun ciddi, nazik ve kritiktir.

Bu bakımdan son derece özenli bir dil kullanılmıştır.

Herkesin ama herkesin son derece yapıcı ve sorumlu davranması gereği çok nettir.

Bu makalemizi okumak için lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Dersim_tartısmalari_30.5.12

Sevgi ve saygı ile.
30.11.11, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

************************************

Dostlar,

Maalesef, yerli ve yabancı “iyi saatte olsunlar”, gene sütre gerisinden ve berisinden körüklemekle meşguller..

“Siyaset” denen gerçekte soylu uğraş bu denli mi kirletilebilirdi?
İç – dış politikada tıkanınca zaman kazanma, prim devşirme adına etik ve erdemden
bu denli mi yoksun davranılabilir?

Vıcık vıcık siyaset – siyasetçi Türkiye’nin hangi derdine deva olacaktır?
Tam da tersine ek ve karmaşık sorunlar doğurmaktadır kökü dışarıda AKP siyaseti..
12 yılı geçti bu partinin tek başına siyaseti.. Ülkenin hangi köklü sorununu
köktenci, akla uygun – ülke çıkarlarıyla örtüşük olarak çözdü?
Alevi – Bektaşi inancını utanmadan sömüre sömüre zamana oynadı.
Tek bir eylem yeter not vermeye :

  • Zorunlu din dersleri AİHM kararına karşın neden kaldırılmıyor?
    Cemevleri neden ibadet yeri değil?
    Laik – seküler düzene – yaşama neden sürekli balta darbeleri indiriliyor?

Temel ve ivedi sorun bunlardır..  Acı acı güldüren Dersim popülizmi değil!

3 yıl önce 30.11.2011 günü yayımladığımız

DERSİM TARTIŞMALARI başlıklı 5 sayfalık yazımızı, o toprakların bir bireyi,
çok ağır travmanın doğrudan sonuçlarını yaşamış ve yaşayan biri olarak,
bir kez daha paylaşmak istiyoruz..

Okumak için lütfen tıklar mısınız??

Dersim_tartısmalari_30.5.12

Ulusunun öğretmeni Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Paşa‘ya saygıyla..

Sevgi ve saygı ile.
25 Kasım 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Kurtuluş’un İlk Adımı : Atatürk’ün Doğumu; 19 Mayıs 1919


Kurtuluş’un İlk Adımı : Atatürk’ün Doğumu; 19 Mayıs 1919

Naci_Bestepe_portresi
E. Tümg. İSTANBUL’A GELİŞ

Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Savaşı’nda yenik sayıldı.
30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması bir idam fermanı idi.
Mustafa Kemal Paşa, Yıldırım Orduları Komutanlığına atanalı 10 gün olmuştu. İskenderun’u teslim etmesi emredildi. Bu stratejik şehrin teslimini kabul etmeyince İstanbul’a çağrıldı.

13 Kasım 1918 günü Haydarpaşa Garı’na geldiğinde Müttefik Donanması da
hemen önünden geçerek İstanbul Boğazı’na girmekteydi.

Acı ve hüzünle manzarayı seyrederken, “Çanakkale’de gösterilen çabanın, verilen
on binlerce şehidin boşuna mı olduğunu” düşünerek, İstanbul’a geldiğine pişman oldu.
İlk fırsatta Anadolu’ya geçmeye karar verdi. Kararını ve kararlılığını üç kelimeyle
ifade etti,

“GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER!”

İSTANBUL’DAKİ ALTI AYİstanbul’da kaldığı altı ay süresince bu kararını gerçekleştirmek için çalıştı.
Çeşitli çevrelerle görüşmeler ve toplantılar yaptı. Bilgi aldı. Nabız yokladı.
Gelecekle ilgili tasarıları için ortam hazırladı.Saray çevresinden; Harbiye, Dahiliye, Bahriye Bakanları, yardımcıları ve
Padişah Vahdettin..
İşgal Kuvvetlerinden; İngiliz, İtalyan ve Fransızların ileri gelenleri,

Komutanlardan; Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy,
Refet Bele, Rauf Orbay, İsmail Canbolat, Cafer Tayyar, Fethi Okyar..
görüştüklerinden bazılarıdır.

Bu hareketliliği İngiliz istihbaratının dikkatini çekmiş ve tutuklanmasını talep etmişlerdir.
Bu çalışmalar sonunda ulaştığı tespitlere göre, ülkenin kurtuluşu için üç yol düşünülüyordu;

1. İngiliz korumacılığına (himayesine) sığınmak,
2. ABD güdümüne (mandasına) girmek,
3. Bölgesel olarak kendi başının çaresine bakmak.
Padişah ve Sadrazam Damat Ferit İngiliz korumacılığından yanaydı ve
İngilizlere resmi talepte bile bulundu.Mustafa Kemâl Paşa için ise tek geçerli çözüm vardı;
  • Ya tam bağımsızlık, ya ölüm!
Bu amaçla Ali Fuat Cebesoy ile birlikte, MİLLİ DİRENİŞ’in temelini oluşturacak
şu kararları aldı:
1. Ordu’nun terhisini durdurmak,
2. Vatan savunmasında gerekli silah, cephane ve donanımı düşmana vermemek,
3. İstanbul’dakileri Anadolu’ya yollamak.
4. Milli direnişe taraftar idare amirlerinin yerlerinde kalmasını sağlamak,
5. Vilayetlerde particilik adına yapılan kardeş mücadelesine engel olmak,
6. Halkın moralini yükseltmek.
SAMSUN’A ÇIKIŞI HAZIRLAYAN OLAY
Müttefikler, Sinop-Trabzon bölgesinde Rum-Pontus devleti kurdurmak istiyordu.
Bu amaçla Rusya da dahil olmak üzere dışarıdan Rumlar getirildi.
Rumlarınolay çıkarmaları üzerine bölgedeki milislerimiz de karşılık verdiler.
Bundan rahatsız olan İngiliz komiseri saraya verdiği ültimatom ile milislerin hareketlerine son verilmesini istedi.Anadolu’ya geçiş için fırsat kollayan Mustafa Kemâl Paşa, iyi ilişkilerini kullanarak
bu görevin ve istediği yetkilerin kendine verilmesini sağladı.

9. Ordu Müfettişi olarak atandı.
Bütün askeri birlikler ve mülki amirler üzerinde yetkili kılındı.
Asıl görev bölgesi; Trabzon, Erzurum, Sivas, Van illeri ile Canik (Samsun) ve Erzincan livaları (İl – ilçe arası) idi.

Buna ek olarak komşu iller olan; Diyarbakır, Bitlis, Elazığ, Ankara ve Kastamonu da isteklerine öncelikle cevap verecekti.

Görev tanımı şöyle idi:

1. Bölgede iç düzenin kurulması ve düzen dışı olayların nedenlerinin saptanması,
2. Bölgede dağınık haldeki silah ve cephanenin toplanarak emniyete alınması,
3. Ordu’nun da desteğini alarak oluşturulan toplulukların kaldırılması.

MUSTAFA KEMAL’i KİM, NE İÇİN GÖNDERDİ?

Bu konu çok saptırılmakta ve kötüye kullanılmaktadır..
Bazıları, Mustafa Kemâl’i padişahın seçtiğini, vatanı kurtarma görevi verdiğini ve
maddi destek sağladığını iddia ederler.
Seçim konusu kısmen doğrudur. Son kararı veren padişahtır. Ancak, O’na gelene dek ilgili makamlarla kurulan iletişim ve iyi ilişkiler Mustafa Kemâl Paşa’nın aday olmasını sağlamıştır.

Vahdettin de, kendisini, prensliği sırasında birlikte seyahat ettiklerinden ve Çanakkale’deki kahramanlığından tanımakta ve güvenmektedir.

“Vatanı kurtarma görevi” vermesi tam anlamıyla safsatadır.

İngiliz korumacılığı için resmi başvuruda bulunmuş biri (Padişah ve Sadrazam)
böyle bir görev verir mi?

Vatanı kurtarmasını değil de Sinop-Trabzon bölgesinin Rumlara verilmesinin
engellenmesini talep etmesi kabul edilebilir.

Bu görevi verdiğini varsayalım :

Daha iki ay geçmeden geriye çağırmak ve ardından asi ilan ederek
idam fermanı çıkartmak nasıl açıklanabilir?

Mali destek sağladığı konusu :
Yolculuklar sırasında çekilen sıkıntılar bu yalanı da çöpe atmaktadır.

BANDIRMA VAPURU

Mustafa Kemâl Paşa, 16 Mayıs akşamı Bandırma Vapuru ile yola çıktı.
Vapurda, Mustafa Kemâl’le birlikte bulunanların sayısı değişik kaynaklarda farklı olarak verilmektedir. Yol arkadaşı Hüsrev Gerede’ye dayanarak verilen rakam 55 kişidir.
Kimi kaynaklara göre 18 kişidir. Samsun’da Ata’nın kaldığı ev olan
Gazi Müzesi
’nde bu 18 kişinin mumyası bulunmaktadır.

Yolda uzun süre bir İngiliz savaş gemisi takipte bulunmuştur.

Bandırma, 19 Mayıs 1919 sabahı Samsun’a varmış, Mustafa Kemâl Paşa
saat 07:30’da İLK ADIM İSKELESİ’nden Samsun’a çıkmıştır.

ANADOLU’NUN HALİ, MUSTAFA KEMÂL’İN GÜVENCESİ, DOĞUM GÜNÜ

NUTUK‘ta ifade ettiği gibi, Samsun’a çıktığı gün elinde hiçbir maddi güç yoktu.
Ülke işgal altında, halk aç-sefil, cahil; ordu dağılmış, padişah kendini kurtarma derdine düşmüştü.

Ancak, büyük Türk milletinin asaletinden doğan ve vicdanını dolduran
yüksek manevi kuvvete güvenerek KURTULUŞ MÜCADELESİ’ni başlatmıştır.

Samsun’da Atamızın karaya çıktığı iskelenin bulunduğu semtin adı İLK ADIM,
19 Mayıs günü de O’NUN DOĞUM GÜNÜDÜR

BU GÜN ÖRNEK GENE O’DUR

13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldiği günkü üzüntüsü burada yeni bir umut ışığına dönüşmüştür.

Bu gün benzer bir üzüntüyü, Türk subayları ve Türk ulusu yaşamaktadır.

  • Yıllarca ülkenin bölünmez bütünlüğü için her şeyini ortaya koyarak mücadele eden insanlar; yasa dışı yöntemlerle terör örgütüne (PKK) sağlanan olanaklar, örgüt liderinin getirildiği konum ve kendilerinin
    sahte davalarla hapishanelere doldurulması karşısında kahrolmaktadır.
Ülke bölünme-parçalanma,
– Cumhuriyet’in temel değerleri ve laik-demokratik rejim
değiştirilme tehlikesi altındadır.
Bu gün de örnek Mustafa Kemâl ATATÜRK’tür.Yüce ulusumuz bu karanlığı da boğacak azim ve kararlılığa sahiptir.Koşullar 19 Mayıs 1919 sabahından kötü değildir.Kaynaklar :
6 AY; Alev COŞKUN, 2009
Atatürk ve Samsun; Özen TOPÇU, 2005
Atatürk’ün Yolculuğu; Prof.Dr. Osman Zümrüt
Nutuk, CHP, 2008

Naci BEŞTEPE
ADD Bilim Danışma Kurulu ve
Yazı Kurulu Üyesi

ATATÜRK Artık Hutbelerde Yok!?

Prof. Dr. D. Al ERCAN

portresi

ATATÜRK Artık Hutbelerde Yok!?

Değerli arkadaşlar,

Sözcü Gazetesi yazarı Saygı Öztürk, 23.Mart.2013 tarihli yazısında,
“Hutbelerde artık Atatürk ve Türk kavramlarına yer verilmediğinden” yakınıyor.
Özellikle de  “Atatürk’ün kurduğu bir Kurumun Atatürk’e ihanetini” eleştiriyor.

Atatürk’e ne zaman ihanet edilmedi ki?! İhanet hep oldu, ve hep olacak.
Bunu yadırgamayalım. Emperyalizmin hizmetinde, bölücü-gerici yardakçılar takımı var oldukça ihanet hep olacaktır. Türkiye’de olan bitenleri başından itibaren bilenler için mevcut durumda şaşılacak bir şey yok; Neden mi? kısaca özetleyeyim;

Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923’ten bir gün önce, 28 Ekim 1923 Perşembe akşamı Cumhuriyetin yıkılması projesi başlatılmıştı, hem de maalesef,
Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşlarının da aralarında bulunduğu bir kadro tarafından.

O zaman TBMM’nde 300’den çok milletvekili olmasına karşın bunların yarısına yakını ertesi gün ilan edilecek olan Cumhuriyete “Evet” oyu vermemek için, türlü bahanelerle,  Ankara dışına çıkmışlardı. Cumhuriyet karşıtı kadronun ileri gelenleri (Ali Fuat Cebesoy, Ali Çetinkaya, Rauf Orbay, Refet Bele, Kazım Karabekir, Fevzi çakmak…) korkudan Ankara’dan ayrılamamışlar, ertesi günkü oylamada nasıl davranacaklarını belirliyorlardı:

“Biz yarınki oylamada ‘Evet’ demeliyiz; aksi takdirde Mustafa Kemal bizi halleder;
ama unutmayalım ki O’da bir fanidir, bir gün elbet göçüp gidecektir, işte o zaman meseleyi hallederiz.”  Cumhuriyet, toplantıya katılan 150 küsur milletvekilinin
oybirliğiyle ve alkışlarla kabul ve ilan edilmişti..

Yani, değerli arkadaşlar,

“Cumhuriyeti imha etmek projesi”  Anti-Kemalist Proje, Cumhuriyetin ilanından bir gün evvel başlatılmıştır. O zamanki Laik Cumhuriyet karşıtı kadroların ellerindeki kara-yeşil bayrak bu günlere kadar gittikçe artan bir güçle elden ele taşına geldi.

Halifeliğin kaldırılması, Evkaf ve Şer’iye vekaletinin ilgası sonrasında, o zamanki koşullarda, “palyatif bir önlem” olarak Mustafa Kemal  Diyanet İşleri Başkanlığını kurmak zorunda kalmıştı.  Büyük Önder, “Laik bir Cumhuriyette Din ve Devlet işlerinin kesinlikle ayrı yürütülmesi gerektiğini, Dinin Devlet işlerine, Devletin de, sınırlı bir denetimin dışında, Din işlerine müdahale etmemesi gerektiğini” tabii ki, çok iyi biliyordu.

Ancak koşullar böyle bir çözümü zorunlu kılıyordu.  Ömrü vefa etseydi, Yüce Atatürk,
ilk fırsatta bu Kurumu “İslâm’da yönetici Ruhban sınıfı yoktur” diyerek ya tümüyle kapatacak, ya da Devlete karşı her türlü zararlı girişime karşı denetim erkini elde tutarak, Devlet desteğinin olmadığı, başka bir yapıya kavuşturacaktı.  (gerçek müminler için de kesinlikle daha hayırlı olurdu) Olmadı, olamadı..

İşte Diyanetin bir “Devlet Kurumu” olarak kuruluşunu büyük bir fırsat olarak değerlendiren Cumhuriyet karşıtı, Şeriat yanlısı yobaz takımı, bu Kurumu “üslenilecek bir merkez” olarak gördüler ve en kolay şekilde, bu zayıf noktadan Cumhuriyet’e “gedik” açabileceklerini anladılar.  Nitekim 1950 seçiminde Demokrat Parti iktidarı
ele geçirince, Devrim karşıtlarının baş ideologlarından Necip Fazıl Kısakürek
Atatürk döneminin bitişini (!) sevinçle şöyle haykırıyordu:

  • “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,
    Ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es!”

Başından beri, ustaca takiye taktikleriyle bugüne dek güçlenerek gelen,
şu anda milyarlara hükmeden Diyanet Vakfıyla, 8 bakanlığın bütçelerinin toplamına denk bütçesiyle, 120 bin kişilik görünen kadrosuyla dizginlenemez bir güce erişmiş olan bu Kurumun çoktan Devlet’ten kopartılması, Devletle ilişiğinin kesilmesi gerektiğini kezlerce yazdım. Ne yazık ki çok az anlayan çıktı.

Değerli arkadaşlar özetlemek gerekirse    ;

1- Laik bir ülkede “Diyanet İşleri Başkanlığı” gibi garabet bir Devlet Kurumu olamaz.

2- Evet, DİB Atatürk tarafından kurulmuştur, ama zorunlulukla! Hasta olduğumuzda, tıbben zorunlu kaldığımızda, radikal bir ameliyata razı olmuyor muyuz?

3- Ülkemizin bu duruma gelmesinde en etkin Kurum kuşkusuz, vatan haini, bölücü, gerici birtakım siyasetçilerle birlikte (umursamaz hedonist zadegân takımının,
keyfi kekâ Hariciye’nin, ilgisiz Üniversitelerin, bilgisiz Askeriyenin,
korkak Aydınların, vurdum duymaz saftirik Halkın da katkılarıyla)
 DİB olmuştur…
DİB artık Şeriat Devletindeki en yüksek “Dini Makam” havalarında “fetwa” lar yayımlamaktadır.

4- DİB hiçbir tarikatın, hiçbir dini akımın zararlı olamayacağı ölçüde, Laik Devlet yapısını, aynı Devletin olanaklarıyla içten içe oyarak, kemirerek tahrip eden, Şeriat alt yapısını resmen kurgulayan bir Kurumdur. DİB içinde yuvalanmış kadrolar,
Şeriata giden yolları milim milim döşemiştir. Bu kurum çoktan lağvedilmeliydi.
Maalesef artık çok geç; Devlet kadroları %100.0 imamlaştı; adı henüz konmamış Şeriat Devletinin altyapısı tamamlandı. Sevgili Ataol Behramoğlu‘nun dediği gibi

  • Artık korkmaya gerek kalmadı,
    Çünkü korkulan olmuştur…

“Hutbelerden Atatürk adı çıkarılmış” Bunda şaşacak ne var ki ?! æ

*********************************************

Atatürk’e bir darbe de Diyanet’ten..
Hutbelerde artık Atatürk yok…

İki yıl öncesine kadar Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıl dönümlerinde tüm camilerde hutbeler okunurken, Atatürk’ün askeri dehası ve kahramanlığından söz ediliyordu; Atatürk’ün ve Türk milletinin kahramanlığından söz edilirdi. Son iki yıldır
hem “Atatürk” hem de “Türk” kelimeleri hutbelerden kaldırıldı.
Nereden nereye?

Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran Atatürk’ün, Diyanet tarafından “yok” sayılmaya başlaması tepki çekti. Daha önceki hutbelerde Atatürk’ten söz edilirken, “Cumhuriyetimizin kurucusu, Anafartalar Kahramanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk”
ifadesi ve Atatürk’ün sözleri de yer alıyordu…

Atatürk’ü hutbelerden sildiler

2012 yılından başlayarak ise Atatürk tümyle hutbelerden kaldırıldı ve Anafartalar kahramanı unutturulmaya başlandı. Bu yılki Çanakkale hutbesinde Atatürk’ün adı geçmeden Çanakkale zaferi ile ilgili şöyle denildi:

  • Aziz ecdadımızın kanlarıyla sulanmış cennet vatanımızın her karış toprağı
    nice kahramanlık destanlarını haykırmaktadır. 
    Tarihimizin her bir sayfası, onların şan ve şerefini anlatmaktadır. Böyle bir ecdadın varisleri olmanın
    haklı gururuyla başımız dik, alnımız açık bir şekilde onları her an hayırla ve minnetle yâd etmekteyiz. Ve bilmekteyiz ki, geçmişten ibret alarak
    Çanakkale ruhunu canlı tuttuğumuz müddetçe ulaşamayacağımız hedef, başaramayacağımız iş, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir problem olmayacaktır.
  • Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü münasebetiyle başta Çanakkale’de olmak üzere, mukaddesatı uğruna canını feda eden bütün şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığınca aziz şehitlerimiz için ülke genelinde okutulan 250 bin hatm-i şerifin kabulünü, kutsal değerler etrafında kenetlenmeyi ve birlik beraberliğimizin
    daim olmasını Yüce Rabbimizden niyaz ediyoruz.”

CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?

CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?
Zeki Sarıhan
Zeki_Sarihan_portresi
 
     Kendisine CHP’yi dert edinmeyen kişi yok gibidir.  İktidarı, muhalefeti, sağcısı, solcusundan başka bizzat CHP’liler için de CHP bir dert halindedir.CHP için en çok sorulan, merak edilen konu, onun neden iktidar olamadığıdır. Bu soru iktidar olamamış ve olamayan bütün partiler için geçerli ise de CHP için daha anlamlıdır. Çünkü CHP 1923’ten 1950’ye dek kesintisiz olarak 27 yıl iktidarda kalmıştır. 1950’den sonra muhalefete düşmüş, zaman zaman tek başına iktidara yaklaşan sonuçlar almışsa da çoğunluğun oyunu alamamıştır.
En başarılı olduğu dönem 1971 askerî darbesinden sonra
Ecevit’in genel başkan olduğu 1973 seçimleridir.

Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi sağcı, liberal, muhafazakâr partiler tek başlarına iktidara gelecek kadar oy aldıkları halde, CHP niçin bunu başaramamaktadır?

Türkiye’de seçimleri CHP’nin değil de sağ partilerin kazanmasının nedeni tek değildir. İktidara gelebilmek kimi koşulların bir araya gelmesi gerekir.


Birinci olarak partinin temsil ettiği sınıfın güçlü olması,
İkinci olarak partinin geniş yığınların özlemlerine yanıt verecek bir program ortaya koyması,Üçüncü olarak halk içinde yaygın, güçlü ve kararlı bir örgütlülüğe sahip olması gerekir. Bunlara başka kimi koşullar da eklenebilir. Genel başkanın güçlü ve güvenilir biri olması gibi. Ancak unutmamalıdır ki, şeyh uçmaz onu uçuran müritleridir. Her parti, kendi içinden en iyi politika yapanları öne çıkarır, CHP de bunun istisnası değildir. Menderes’in “Odunu aday göstersem kazanır” sözü ve bunun maalesef doğru olması, sorunun genel başkanlıkta veya adaylarda olmadığını kanıtlayan örneklerdendir.

CHP’nin öncelikle sınıfsal ve politik yerini saptamada yarar vardır. CHP’nin sınıfsal tabanı büyük burjuvazinin bir kanadından başlayarak küçük burjuvaziye kadar uzanmaktadır. Politik olarak kendini Sosyal demokrat olarak nitelemektedir. CHP, daha çok öğrenim görmüş, laik, aydın kesimlerin partisidir. Alevi kesimlerin desteğine sahiptir. Köylerdeki nüfuzu çok zayıftır, Kürt nüfus içindeki etkisi ise nerdeyse sıfıra inmiştir.Türkiye’nin en zenginleri günümüzde AKP tarafındadır.

AKP, ABD’nin de bölgedeki çıkarlarına uygun bir politika izlemektedir.
Bu nedenle Batılı büyük güçler tarafından da desteklenmektedir.
Fakat Türkiye siyasal tarihi, seçimi kazanmak için en zenginlerin çıkarlarını savunmanın ve yabancı güçlere dayanmanın koşul olmadığını kanıtlamıştır. Halk kitlelerini harekete geçiren ve onlara dayanan partilerin de seçim kazandıkları gerek CHP tarihinde, gerek dünya tarihinde görülmektedir.

CHP niçin iktidara gelecek düzeyde oy alamıyor?

Bunun birçok nedeni olmakla birlikte yalnız biri üzerinde duracağız.Bu neden CHP’nin 1923-1950 tarihleri arasında uyguladığı halkla bütünleşmeyen, onların özlemlerini dikkate almayan politikalardır. Aslına bakılırsa, Tek Parti Dönemi’ne damgasını vuran CHP diye bir örgüt yoktur. Bu dönem şeflik dönemidir ve CHP şeflik tarafından kullanılan göstermelik bir örgüttür.

1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye henüz Tek Parti Dönemi’ne girmiş değildi. Halifelik de 1924’te kaldırılmıştır.

Tek Parti Yönetimini 1925’te Takriri Sükûn Kanunuyla başlatmak gerekir. Bu dönemde tekke ve zaviyeler kapatılmış, medeni kanun kabul edilmiş,
aşar vergisi kaldırılmış, yeni yazı kabul edilmiş, 1930’da kadınlara seçme
ve seçilme hakkı verilmiştir.

Bunların hepsi halkın yararına yeniliklerdir. Ancak bunları gerçekleştiren de CHP örgütü değildir. Sınırsız yetkilerle donanmış Mustafa Kemal Paşa’dır.Bu dönemde CHP, her dört yılda bir, ikinci seçmenlerin oy kullandığı göstermelik seçimlerle mebuslukları “kazanmış” görünse de başka bir parti karşısında zafer ilan etmekten yoksun kalmıştır. Milletvekillerinin tümü atama ile getirilmiştir. Bu nedenle parti, devletin yönetiminde karar verici bir örgüt de değildir. Alınmış kararları onaylama durumunda kalan göstermelik bir partidir.


Bu nedenle CHP’nin “Cumhuriyet Devrimlerini biz yaptık” diye övünmeye hakkı yoktur. Böyle bir hak varsa, bu, tek başına karar veren Ebedi Şef’in ve (biraz daha az olmakla birlikte) Milli Şef’indir. Tek Parti döneminin başarı ve başarısızlıklarıyla ilgili tartışma CHP üzerinden değil, Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Fevzi Çakmak üzerinden yapılmak zorundadır. Bütün tek parti döneminde mebus, İş Bankası Genel Müdürü, İktisat Vekili ve Başbakanlık yapan Celal Bayar, 1945’te yeni bir parti kurdu diye
bu dönemin değerlendirilmesi dışında kalamaz.
CHP ancak rakipleriyle yarıştığı 1950 seçimleriyle parti olabilmiştir.

1946 seçimlerini saymıyorum, çünkü bu seçimlerde rakiplerinin oyları
eksik sayılarak CHP hükmen galip sayılmıştır.“Tek Parti Dönemi” olarak anılan, gerçekte parti dönemi de olmayan 1923-1950 döneminin halk kitleleri açısından önemi, kimi üst yapı devrimlerinin onlar tarafından reddedilmesi değildir.


Türkiye halkının halifeliği savunduğu, onu kaldırdığı için devlete
(CHP’ye kızdığı) söylenemez. Halifeliği ancak Osmanlı artığı birtakım feodaller savunuyorlardı. Medreseler zaten devirlerini tamamlamışlardı. Medeni Kanun’un halka hiçbir zararı dokunamazdı. Aşarın kaldırılmasını halk büyük bir memnunlukla karşılamıştır. Okuma yazma bilenlerin sayısı çok az olduğu için Latin harflerinin kabulü önemli bir sorun yaratmamıştır.
Üstelik bu kanun okuma yazmayı kolaylaştırmıştır.   

Ancak… Bu dönemde Türkiye’de küçük bir azınlık, bu üst yapı devrimlerini yaparken halk kitlelerini yanlarına almamışlar,
onların ekonomik ihtiyaçlarıyla ilgilenmemişlerdir. Kurtuluş Savaşı yıllarında bir halk devleti kurmaya, iktidarı halka vermeye söz verdikleri halde, sözlerini tutmamışlardır. Devleti kullanarak kendileri bir an önce zengin olmaya bakmışlardır. Bankalar, şirketler kurmuşlar, kendilerini, eş ve dostlarını devlet olanaklarını kullanarak buradan nemalandırmışlardır. Uygulanan iktisadi devletçilik zengin yaratmayı amaçlayan ve buna hizmet eden bir devletçilik olmuştur. İktidarı denetleyecek, yolsuzlukların hesabını soracak hiçbir örgütlenmeye izin vermemişler, özellikle emekçilerin haklarını savunan örgütleri şiddetle yasaklamışlardır.

Bu iktidar merkezde bir avuç bürokrat-burjuvazidir.

Taşradaki dayanakları ise tüccar, tefeci ve toprak ağalarıdır. Taşranın bu geleneksel sınıfları, kendi iktidarlarına dokunmadığı için merkezin tercihi olan batılı bir yaşam tarzına ses çıkarmamıştır. (Bunun acısını, serbest kaldığı 1950’den sonra çıkaracaktır)

Korkut Boratav’ın işaret ettiği gibi, Kurtuluş Savaşı sonrasında Rum ve Ermenilerden kalan toprakların işlenmesi, savaşın sona ermesiyle üretime yönelen işgücü nedeniyle iktisadi durum bir süre tatmin edici gitmişse de, 1930’lara doğru halkın geçimi iyice zorlaşmış, buna karşılık halk üzerindeki devlet baskısı daha da artmıştır. Yönetici sınıf, kendinin
kısa zamanda zengin olmasına karşı itirazları ve adil bir bölüşüm isteğini önlemek için Türkiye toplumunun “sınıfsız bir toplum” olduğunu ileri sürmüştür. 
Bugün bile o dönemin uygulamalarını haklı çıkarmak için Türkiye’de o dönemde sınıfların olmadığını ileri sürenler vardır! Devlet yatırımlarına sermaye bulma işi, nerdeyse tümüyle köylülerin sırtına yıkılmıştır. Köylüler bu dönemi jandarma ve tahsildarla hatırlamaktadırlar.

Bu yazdıklarım, benim yorumlarım değildir.
Cumhuriyet dönemini yaşamış veya yorumlamış hemen bütün aydınlar Yakup Kadri’den Falih Rıfkı Atay’a, Şevket Süreyya Aydemir’den, Şefik Hüsnü Değmer’e, Hikmet Kıvılcımlı’dan, Mehmet Ali Aybar’a ve Doğan Avcıoğlu’na kadar bu gerçeği belirtmişler, Cumhuriyet’in halkçılık yapamadığını anlatmışlardır.

Attila İlhan, 1940’lı yılları “karanlık yıllar” olarak adlandırırken haksız değildir. Böyle tekçi bir siyasal yapıda bilim ve sanatın geliştiğini söylemek de mümkün değildir. “Barikai hakikati” doğuracak bir “müsademei efkâr”a
izin verilmemiştir. Fevzi Çakmak’a emanet edilen ordu teşkilatı bile yenilenememiştir. 
Hürriyetsizlikten iktidar bile bunalmış, 1930’da icazetli de olsa yeni bir parti daha kurdurulmuştur. Dürüst bir seçim olsaydı, bu seçimde CHP’nin iktidarı kaybetmesi kaçınılmazdı. Bu göze alınmayarak Serbest Fırka çok geçmeden kapatılmış, daha sonra parti içinde kurulan ve üyeleri atama ile belirlenen serbest bir grup kurma işi de işlevsiz kalmıştır.

Tek parti döneminde partiler eşit koşullarla seçime girselerdi halk kitlelerinin
CHP’ye oy vermeyeceği kesin gibidir.

Bunun nedeni “CHP Halifeliği kaldırdı, yeni yazıyı getirdi, onun için oy vermeyelim” değil, “Bizi aç ve hürriyetsiz bıraktı” olacaktı. CHP’nin kentli aydınlar, memurlar ve bir bölüm toprak ağasından oy alacak olması ve daha sondaki yıllarda da alabilmesi, Tek Parti Dönemi’nde kollanıp korunmalarındandır. Yani rejim onlar lehine işlemiştir. Partinin bugün bile, toprak ağalarını dışarıda tutarsak bu kesimlerden oy alması, o dönemin “hatırası” ndandır. Köylülerden ve yoksullardan oy alamayışının nedeni de o dönemin “hatırası” ndandır.

Esasına bakılırsa, Türkiye’deki siyasal mücadele esas olarak örgütlülükleri uzun süre yasaklanmış, kendine güven duygusu bastırılmış olan emekçilerle hâkim sınıflar arasında değil, hâkim sınıfların çeşitli kesimleri arasındadır. Dün de bugün de.

Halk kitleleri esas olarak oy deposudurlar. Hâkim sınıflar, iktidarlarını meşrulaştırmak, yani sandıktan da çıkmak için çeşitli cilveler yapmakta, halka yakın yürümeye çalışmakta, zaman zaman kendi “boğazlarından” artandan halka da koklatmaktadırlar. Halkın desteğini almak için yoksulların bu bölüşümdeki payı biraz daha artırılabilir.
Geleceğini düşünmeyen Tek Parti Yönetimi bunu bile yapamamıştır. Kendi ayağına kurşun sıkmıştır. Bugünkü CHP bunun acısını çekmektedir.


Birçok aydının zannettiğinin aksine, AKP’nin oyların yarısını alması İslamcılığı, gelenekçiliği değildir. Genel başkanının kaşına gözüne âşık olması da değildir. O’nun iktidarı döneminde (hangi nedenle olursa olsun ve sonunda ne olacaksa olsun!) refah düzeylerinin yükselmesidir.
Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabında verdiği anlamlı bir örnek vardır. 1945’te, uygulanmayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıktığında, her nasılsa Orta Anadolu’da birkaç köylüye toprak verilmiş. O köylüler sonuna dek CHP’ye oy kullanmışlar. Ecevit’in Zonguldak’ta güçlü bir temel atması da nedensiz değildir. İşçilerin haklarını gözeten bir yasayı çıkarmasıdır. 
Bugünkü CHP, Tek Parti Dönemi’nin nasıl ele alınacağı konusunda bocalamaktadır. O dönemin siyasal yapısını eleştirse, bunun kendi aleyhine olacağını sananlar çoğunluktadır. Eleştirilmese, dönemin uygulamaları sonuna dek “başına kakaç” olacaktır.

Tarihe emekçi sınıfların penceresinden bakmayı öğrenemeyenler
veya bir zamanlar bakarken günümüzde bunu unutmuş olanlar,
Tek Parti Dönemi eleştirilirse “Cumhuriyet’in yıkılacağı” kanısındadırlar.
Her türlü dogma gibi bu konudaki önyargılar da bir yana bırakılmalı, gerçek ne ise onu dile getirmelidir. Bu aynı zamanda kendine güvenin
ve olgunluğun kanıtıdır. Başına köylü kasketini geçirerek “Toprak işleyenin; su kullananın” deyip yollara düşen Ecevit’in yaptığı da bundan başka bir şey değildi. 
CHP için yapılacak şey, korkmadan kendi olumsuz geçmişini ele almak, bunu parti içi eğitim olarak işlemek ve topluma da açıklamaktır. Bundan hem kendisi, hem toplum kazançlı çıkacaktır. Bunun siyasete getireceği önemli bir kazanç da, bundan sonra ve her zaman toplumun ezilen kesimleriyle birlikte yürümenin, iktidar olmak için bundan başka bir yol olmadığının anlaşılması ve anlatılması olacaktır.

Partinin geçmişi hakkındaki olumsuz izlenimleri silmek mümkündür.
Ancak bu kararlı bir özeleştiri ile mümkündür.
Korkulmasın, kitleler kin tutmazlar(5 Şubat 2013)