Etiket arşivi: güçler ayrılığı ilkesi

Türk Ulusu Yüz Üç Yıl Sonra “Egemenlik” Sınavında!

Doç. Dr. İhsan Tayhani
Emekli Öğretim Üyesi

Mahkûm olmak istemeyen bir milleti, esareti altında tutmaya gücü yetecek kadar kuvvetli zorbalar, artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Millî egemenlik öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir; taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.” 
                                                Gazi Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1924 / Dumlupınar

Demokrasi tarihimizde “egemenliğin paylaşımı”na ilişkin ilk adımın, 18’nci yüzyılın sonlarında Sultan IV. Mustafa ve Yeniçeri Ocağı arasında yapılan ve Sultanın gücünü şeriattan da aldığı “Şer-i Hüccet (Şer-i Sözleşme)” ile atıldığı söylenebilir.

İzleyen yüz yıllık süreçte ise Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Hareketleri, parlamenter yaşamı getiren 1. Meşrutiyet ve Kanun-u Esasi ve sonunda tepede yine bir monarkın yerini koruduğu 2. Meşrutiyet gibi ulusal egemenlik yolunda tortu niteliğindeki kimi girişim ve uygulamalar vardır. Türk ulusu egemenliğini, –“Şer-i Hüccet” başlangıç noktası olarak alınacak olursa– ancak yüz on üç yıllık bir çabadan sonra, 23 Nisan 1920‘de tam olarak eline alabilmiştir. Büyük Atatürk’ün nitelemesiyle 23 Nisan günü, Türkiye ulusal tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır.

Ankara’nın bozkırında 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi‘nin insan yapısının türdeş olmamasına karşın, Mustafa Kemal Paşa onları bir hedefe kilitleyebilmişti. Söz konusu Meclis, tam anlamıyla bir “namuslular cephesi” idi. Bu nedenledir ki onlar, hem egemenliğin kaynağını gök yüzünden indirerek milletin kendi eline almasını sağlamış hem de bedeller ödeyerek ülkeyi emperyalistlerin acımasız işgalinden kurtarmışlardı.

Kuruluş aşamasındaki olağanüstü tarihsel koşulları göz ardı etmeksizin, çok partili yaşama geçişle (1946) birlikte yer yer kimi değişiklikler yapılmış olsa da, uygulamada kalan “siyasal parti yasaları” ve “seçim yasaları” yüzünden Ulusun dört dörtlük bir egemenlik kullanımı olduğu elbette söylenemez. Demokrasiyi bir trene benzetip, istedikleri durakta inebileceklerini söylemiş olan ve yirmi yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı ise 2017’de gerçekleştirdiği ve siyasal yazında (literatürde) tanımı olmayan bir yönetsel sistem değişikliği ile bugün –ne yazık ki– ulusal istencin (iradenin) kusursuz olarak Meclise yansıması özlemini bile ortadan kaldırmış bulunuyor.

  • Ayrıca “Güçler  Ayrılığı İlkesi” de işlevsiz kılındığı için, Türk ulusunun egemenliği tek bir adamın ellerinde tutsak edilmiş, bu durum da şimdiye değin sayısız kahredici toplumsal ve siyasal yıkımlara yol açmış bulunuyor ve açmayı da sürdürüyor!
  • Türk ulusu, 14 Mayıs 2023‘te yaşamsal önemde bir egemenlik sınavı verecektir!

103 yıl önce helal süt emmiş bir Kemal, BMM’yi açarak egemenliği, sultan olarak anılan bir monarktan alıp halkın eline veren büyük devrimi gerçekleştirmişti.

103 yıl sonra bugün, yine helal süt emmiş başka bir Kemal de ilmik ilmik örerek yeni bir siyasal “namuslular cephesi” oluşturmayı başarmış ve acınası (dramatik) biçimde tek bir adamın eline geçmiş olan Türk ulusunun egemenliğini, yeniden halkın eline vermenin demokratik uğraşı ve eylemi içine girmek zorunda kalmıştır.

Bu nedenle 14 Mayıs 2023 seçimleri bir halk oylaması (referandum) niteliğindedir. Türk halkı, ya 103 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk sayesinde elde ettiği büyük kazanımına yeniden kavuşacak ve laik – demokratik cumhuriyeti daha da geliştirip yüceltecek ya da giderek koyulaşan baskıcı  ve dinci (despotik ve teokratik) bir yapının, güdülen zavallı kul sürüsü durumuna düşecektir.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın 103. yıldönümünde, yaşamsal önemdeki bu muhasebe mutlaka yapılmalıdır.

İçi boşaltılan, özünden koparılan bugünkü 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı da bayramdan yirmi bir gün sonra 15 Mayıs’ta (2023), yeniden daha büyük bir coşku ile kutlanmalıdır. Atatürk Cumhuriyeti’ne ve Türk halkına yakışan bu olacaktır!

‘Kamuoyu desteğini kaybeden siyasal iktidar’

Olayların Ardındaki Gerçek
25 Şubat 2023, Cumhuriyet

(AS: Bizim kısa uyarı notumuz yazının altındadır..)

Bu yazımızda “arızalı demokrasi”, “iktidar körlüğü” ve basına uygulanan hukuk dışı uygulamalar ve baskılar üzerinde durulacaktır. 

The Economist dergisinin kuruluşu “Economist Intelligence Unit” her yıl demokrasi tutarlılığına dair (ilişkin) bir rapor yayımlıyor. Bu tabloda, “zayıf demokrasiler”, “karışık (melez) rejimler” ve “otoriter rejimler” biçiminde kategoriler ortaya çıkıyor. 

2021 yılı verilerine göre dünyada sadece (yalnızca) 24 ülke tam demokrasi, 53 ülke zayıf demokrasi, 34 ülke karma (melez) rejimler ve 59 ülke otoriter rejimler bölümlerine giriyor. 

Bu sayılar, sadece (salt) seçimle demokrasi olamayacağını gösteriyor. 

Nitekim, dünyada seçim yapan 201 ülke olmasına karşın, bunların oldukça küçük bir bölümü “tam demokrasi” niteliklerini taşımaktadır. 

“Az gelişmiş” ya da “arızalı demokrasi” adı verilen modellerde, halk desteğini kaybeden (yitiren) siyasal iktidarların izledikleri politikalardan en önemlisi, yazılı ve görsel basına yasaklar uygulamalarıdır.

Bu yöntem, “arızalı” demokrasilerde kesin bir uygulama olarak ortaya çıkıyor. Evrensel demokrasi modelinden giderek uzaklaşan Türkiye’de uygulanan sistemin özeti ise şudur:

Demokrasinin en önemli unsuru (ögesi) olan “güçler ayrılığı ilkesi” yok edilip, yasama organının elinden denetleme yetkileri alınırken, tek adama dayalı siyasal modele işlerlik kazandırılmaktadır.

Kamuoyunun haber alma ve bilgi edinme hakkı engelleniyor, yazılı ve görsel basına baskı uygulanıyor.

Modelin sürmesi için yazılı basın ve TV’leri denetleyen Basın İlan Kurumu, RTÜK, Bilgi Teknolojileri İletişim Kurumu (BTK) ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı adını alan kuruluşlar, ceza vererek, ilan keserek, ekran karartarak, “arızalı demokrasi” modelinin destekleyici kurumları olarak görev yapmaktadırlar. 

Büyük deprem sonrasında, yıllardır süren ihmalleri, yaptığı hataları ve beceriksizlikleri gün yüzüne çıkan AKP’nin siyasal iktidarını koruma ve kollama fonksiyonu (işlevi) daha da belirgin bir duruma geldi.

Deprem sonrası basın kuruluşlarına uygulanan yasaklar, duraksanmadan birbiri ardına uygulamaya kondu.

Önce, depremde iletişimin sağlanmasına yardımcı olan Twitter’a yasak kondu. Ardından Bilgi Teknolojileri İletişim Kurumu (BTK) kararıyla Ekşi Sözlük erişime kapatıldı. 

İlahiyatçı İhsan Eliaçık’ın Kuran’ı yorumlayan “tefsir” kitabına Diyanet İşleri Başkanlığı’nın talebi (istemi) sonunda toplatma kararı verildi.

RTÜK, deprem felaketinin ardından ortaya çıkan ihmal ve hataları haberleştirip halkın sesini kamuoyuna duyuran basın kuruluşlarına ceza yağdırdı. 

TELE1, Halk TV, Fox TV kanalları bu cezalarla karşı karşıya geldi, yayınları durduruldu.

Merdan Yanardağ ve Emre Kongar’ın 18 Dakika programında depremle ilgili eleştiri nedeniyle TELE1’e %5 para, 5 kez de program durdurma cezası verildi.

Fox TV’de Orta Sayfa programı ve Halk TV’de Halk Meydanı programına “özgürce kanaat oluşumunu engellemekten” %3’er para cezası verildi. Tüm bu cezalar deprem sonrası yorum ve haberlere dayandırıldı. 

Artık haber yapmanın suç ama halka parmak sallamanın ve hakaret etmenin “özgürlük” sayıldığı bir dönemi yaşıyoruz.

Böylesi bir durumla karşı karşıya kalmamız şaşırtıcı değildir. Bu yazının başında belirtildiği gibi bunlar, “arızalı ve otoriter” demokrasi modelinin doğal uygulamalarıdır. 

Değişmeyen kural, seçimlere giderken sıkıntıda olan bu tip siyasal rejimlerin basın özgürlüğünü kısıtlayıcı uygulamalara girmeleridir. 

Bu tip siyasal iktidarlar, bütün dünyada meclis kürsülerinden muhalefet partilerine saldırırlar, eleştiri yapanları tehdit ederler, basın ve televizyon organlarına yasaklar getirirler.

Ülkemizde 1960 öncesinde de bu uygulama yaşandı. 1950’lerde bir elinde özgürlük diğer elinde “Yeter! Söz milletindir” bayrağı ile iktidara gelen DP, ekonomik sıkıntı baş gösterdikçe, enflasyon yükseldikçe, seçimleri kaybedeceğini (yitireceğini) gördükçe basına uyguladığı yasaklarla dikkatleri çekmiştir.

Bu uygulama, siyaset biliminde “kibir” ve “kendine aşırı güvenmenin” yarattığı “iktidar körlüğü” kavramı ile anlatılmaktadır. Bu yol demokrasiye, hukuk devletine, evrensel demokrasi ilkelerine, temel hak ve özgürlüklere terstir, aykırıdır. 

Eleştirel basına, televizyonlara, halkın iletişim özgürlüğüne, halkın doğru haber alma haklarına karşı yapılan bu hukuk dışı uygulamalar çok yanlıştır. Hem demokrasiye hem de 21. asrın (yüzyılın) dünya uygulamalarına terstir.

Tüm dünyada kabul edilen evrensel demokrasiye, evrensel hukuka ve temel hukuk kurallarına aykırı olan bu model ve uygulamalar Türk halkı tarafından da reddedilecektir.
===============================================
Dostlar,

Başyazının içeriğine bütünüyle katılıyoruz.
Ancak kullanılan dil oldukça eski. Niçin??
Yazarı bilmiyoruz ama, diyelim yaşça olgun (kıdemli) bir yazar..
Bu özür olabilir mi bunca eski dil kullanmaya?

Adını Atatürk‘ün koyduğu Cumhuriyet gazetesi, bu bağlamda, tüm uyarılarımıza karşın,
DİL DEVRİMİ‘ne beklenen özeni göstermiyor.

Üzülüyoruz..

  • Dil Devrimi öksüz bırakılamaz..

Cumhuriyet, bu eksende de öncü olmayı sürdürmelidir..

Önceki genel yayın yönetmeni Sn. Arif Kızılyalın döneminde de kezlerce rica ettik. Kızılyalın Dilbilimci idi üstelik..

Yeni genel yayın yönetmeni Tuncay Mollaveyisoğlu‘nun soruna gereğince eğilmesini diliyor ve umuyoruz.

Doğallıkla, Sn. Dr. Alev Coşkun en başta görev üstlenecektir kanımızca.

Sevgi ve saygı ile. 25 Şubat 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM  
(Dil Derneği Üyesi ve 2021 Onur Ödülü sahibi)
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli
www.ahmetsaltik.net       profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter : @profsaltik    

 

Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, askerin siyasetten uzak durmasını istemişti: Askerler ve Siyaset

Alev CoşkunAlev Coşkun
15 Ocak 2023, Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sakarya’da tank palet fabrikasındaki konuşmasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef aldı. Konuşmanın, Genelkurmay başkanı, Kara ve Hava Kuvvetleri komutanları tarafından alkışlanması tartışma yarattı. CHP sözcüleri, “Türk milletinin milli bir kuruluşunda, ana muhalefet partisi genel başkanını eleştiriyorsun, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutanları da seni alkışlıyorlar. Türkiye ne noktaya geldi. Siz Erdoğan’ın değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin komutanlarısınız. Siz bir siyasi partinin mensupları değilsiniz.” diyerek sert eleştiride bulundular.

SİYASET ASKERİN İŞİ DEĞİLDİR

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da salı günkü grup toplantısında kendisini hedef alan Erdoğan’ın sözlerini alkışlayan askerlere karşılık vererek,

  • “Komuta kademesi haddini bilsin, siyaset askerin işi değildir. Siyaset mi yapmak istiyorlar, çıkarsınlar o kutsal üniformayı, Erdoğan’ın yanına hizalansınlar” dedi.

Bu konu asker-siyaset ilişkisini yeniden gündeme taşıdı. Cumhuriyetin kurucu babası Atatürk, yaşamı boyunca askerin, siyasetten uzak durmasını istemişti. İttihat ve Terakki’nin Selanik’te toplanan 2. kongresinde, daha yüzbaşı iken bu görüşünü açık ve net olarak ortaya koymuştu.

ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞÜ

Mustafa Kemal’in daha 22 Eylül 1909’da İttihat ve Terakki kongresinde yaptığı bu önemli konuşmanın arka planı (ardalanı) özetle şöyledir:

Padişah Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet’in ilanında İttihat ve Terakki en etkin rolü oynamıştı. İttihat ve Terakki’nin yönetim kadrosunda genç subaylar vardı. Bunlar arasında daha sonra yükselip askeri görevleri sürerken devlet yönetiminde etkili olan Enver Paşa ve Cemal Paşa gibi isimler ön sırada yer alıyordu.

II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra seçimler yapıldı ve İstanbul’da Millet Meclisi çalışmalarına başlandı. Ne var ki bu sırada, 31 Mart 1909’da İstanbul’da gerici bir ayaklanma, tam bir karşıdevrim hareketi başladı. Alaylı subayların etkisiyle Avcı Taburları harekete geçti. Bunlara medrese öğrencileri ve cami hocaları katıldı. Ellerinde yeşil bayraklarla yürüyüşe geçen ve “Din elden gidiyor”, “Şeriat isteriz” diye bağırarak ilerleyen bu gerici isyan genişledi ve Meclis’e dayandı.

Meclis’te Lazkiye Milletvekili Aslan Bey ve Adalet Bakanı Nazım Paşa’yı öldürdüler. Meclis kürsüsünü işgal ederek “Şeriat isteriz” nutukları söylemeye başladılar. Ertesi gün Yıldız Sarayı bahçesinde toplanan bu karşıdevrimciler, padişahın gözleri önünde Deniz Binbaşı Ali Kabuli Bey’i paramparça ettiler, ayrıca 36 sivil öldürüldü. Bu gerici isyanın üçüncü günü, 15 Nisan 1909’da Selanik’teki 3. Ordu harekete geçti. Hüseyin Hüsnü Paşa komutasında İstanbul’a doğru yönelen ordunun ilk aşamada kurmay başkanlığını Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal üstlenmişti.

Rumeli’den gelen ilerici ordu birlikleri tarafından, 31 Mart karşıdevrim hareketi bastırılmıştı. Ancak İttihat ve Terakki’nin “siyaset devinimi”, Orduya girmişti.

ORDU SİYASETTEN ÇEKİLMELİDİR

İttihat ve Terakki’nin 2. büyük kongresi, Hareket Ordusu’nun İstanbul operasyonundan yedi ay sonra 22 Eylül 1909’da Selanik’te toplandı. Bu kongreye Bingazi (Libya) delegesi olarak katılan Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’nin önde gelen liderlerinin hiç de beğenmediği bir öneriyi dile getirdi. Genç Kurmay Subay Mustafa Kemal konuşmasında şöyle diyordu:

  • “Ordumuzun içinde bulunan cemiyet arkadaşlarımız politikada devam etmek istiyorlarsa, Ordudan ayrılmalıdır ve cemiyetimizin halk içindeki teşkilatı arasına girmelidirler. Bu suretle bir gün kaybına bile meydan vermeyerek ordumuz politikadan uzaklaşmalıdır. Ve Ordu içinde kalacak dostlarımız da artık politika ile ilişkisini kesmeli, politikayla meşgul olmamalı ve bütün gayretlerini Ordumuzun kuvvetlenmesine çevirmelidirler. Cemiyetimiz de bir an önce, teşkilatımızı halkın içinde genişleterek milletimize dayanan siyasi bir parti haline gelmelidir.”

‘YA POLİTİKA YA ORDU’ DİYEN MUSTAFA KEMAL’E SUİKAST GİRİŞİMİ

22 Eylül 1909’da Selanik’te İttihat ve Terakki’nin 2. kongresinde konuşan Mustafa Kemal, cemiyet üyesi subaylara, “Ya politika ya ordu” tercihini yapmalarını cesurca öneriyordu. Başta Fethi Okyar olmak üzere kimi delegeler askerlikle politikanın birlikte olamayacağını belirterek O’nun görüşünü desteklediler. İttihat ve Terakki’nin Enver ve Cemal gibi asker olan liderleri bu öneriye hiç de sıcak bakmıyorlardı.

Mustafa Kemal’in kongredeki bu görüşünü içlerine sindiremeyen ve Orduyu bırakmak istemeyen lider takımı, O’nu öldürmeye karar verdi. İlk teklif Yüzbaşı Yakup Cemil ve Yüzbaşı Hüsrev Sami’ye yapılmıştır. İkisi de Mustafa Kemal’i sevdikleri için O’nu “infaz” etmeyi reddettiler. Yakup Cemil, üstelik Mustafa Kemal’e tedbirli olmasını söyledi. Ondan sonra aynı görevi Enver’in amcası Halil Kut’a (sonradan ordu komutanı) ve Abdülkadir’e (Ankara valisi ve İzmir Suikastı nedeniyle idam edilen kişi) verdiler. Mustafa Kemal, geceleri parmağı silahının tetiğinde, köşeleri açıktan dolaşarak her an vurulacakmış gibi evine giderdi. Bir gidişinde evin ileri köşesinde ikisinin de gölgesini görmüş ve hemen silahına davranmıştı. Bu anlattığımız olay, ordu-siyaset ilişkisinin ne derece tehlikeli düzeylere çıktığını göstermesi yönünden ibret vericidir.

MİLLİ MÜCADELE’DE DURUM

Milli Mücadele, işgal kuvvetlerine karşı vatanı kurtarmak amacını taşıdığı için disiplinli bir Milli Mücadele ordusunun kurulması ilk aşamada temel hedefti. Topyekûn savaş esastı. Ordu ve kolordu komutanlarının milletvekili olarak Meclis’te bulunmaları gerekli görülmüştü. Bu nedenle başta Mustafa Kemal olmak üzere Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Fahrettin Altay, Refet Bele, Kazım Özalp Meclis’e girmişlerdi. Milli Mücadele’nin zaferinden sonraki gelişmeler ise şöyledir:

Cumhuriyetin ilanı, saltanat ve halifeliğin kaldırılışından sonra Mustafa Kemal, milletvekili olan komutanların askerliği ya da politikayı seçmeleri için bir çağrıda bulundu. Bu çağrıya uyan Fevzi Çakmak, İzzettin Çalışlar, Şükrü N. Gökberk, A. Hikmet Ayerdem, Fahrettin Altay ve Cevat Çobanlı milletvekilliğinden istifa ettiler, askerlikte kalmayı yeğlediler. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele ise milletvekilliğini tercih ettiler. Nitekim bir süre sonra Karabekir, Cebesoy, Bele ve Rauf Orbay Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ni kurdular.

  • Özetle 1923-1950 arasında Atatürk ve ardından İnönü döneminde ordunun politika dışında tutulması temel strateji olarak titizlikle izlendi.

27 MAYIS 1960 ve SONRASI

Türk siyasal yaşamında 1960-1980 arası, askerin siyasete yoğun karıştığı yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemde 27 Mayıs 1960, 1962-1963 Aydemir olayları 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 adını taşıyan müdahaleler yapıldı.

27 Mayıs 1960 bir emir komuta zincirinin değil, Ordunun yüzbaşıdan generale kadar çeşitli rütbelerini kapsayan bir oluşumun ürünüdür. 27 Mayıs öncesi, Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun, DP hükümetine çok yakındı. Kurulan Milli Birlik Komitesi’nde genç subayların etkinliği vardı. 27 Mayıs’ta oluşan Milli Birlik Komitesi’nde (MBK) 5 general, 15 albay ve yarbay, 18 binbaşı ve yüzbaşı yer almıştı.

  • 27 Mayıs 1960 hareketi bütün yurtta halkın katılımı ile alkışlarla desteklenmişti.

27 Mayıs 1960 hareketini yürüten 38 kişilik MBK, daha sonra kendi içinde bölündü ve 14 üye komiteden alınarak dış görevlere gönderildi. Bu arada, seçimle oluşan Meclis Güçler Ayrılığı ilkesine dayalı, insan hak ve özgürlüklerini koruyan ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştiren 1961 Anayasası’nı yarattı. Halkoyalaması ile kabul edilen 1961 Anayasası’nın, Türk tarihinin en ilerici, demokratik, evrensel anayasa kurallarına bağlı olduğu gerçeği tüm dünya anayasa hukukçuları tarafından kabul edilmiştir. Ne yazık ki, DP’nin üç ileri geleninin (Menderes, Zorlu, Polatkan) idamları engellenememiştir. Bunun nedeni de o sırada Ordunun yoğun olarak siyasete karışmasıdır. Kuşkusuz bu duyarlı konu, bir başka yazının konusudur.

Albay Talat Aydemir

KANLI İHTİLAL GİRİŞİMLERİ

Yukarıda belirtildiği gibi, 27 Mayıs 1960’tan hemen sonra, Ordu içinde siyasetle uğraşma önemli bir düzeye çıktı. Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) adını taşıyan bir cunta oluştu. SKB, görünüşte MBK’nin aldığı kararları ve yasaları desteklemek amacını taşıyordu ve üst rütbeli subaylar tarafından kurulmuştu. Generaller çoğunlukta olsa bile TSK girişiminin asıl lideri Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir’di.

Aydemir, MBK’ye giremediği için eski arkadaşlarından intikam almak isteyen bir ruh yapısına sahipti. 1961 seçimlerinden sonra İnönü’nün başbakanlığında CHP, Adalet Partisi koalisyonu kuruldu. 1961-63 arasında iki kez kanlı ihtilal girişimi oldu. Bunlar Albay Talat Aydemir’in liderliğinde yürütülen 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleridir. Silah, tank, uçakların ve Harp Okulu öğrencilerinin kullanıldığı bu akıldışı darbe girişimleri, Milli Mücadele’nin Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa sayesinde engellenebilmiştir.

En üst komutandan en alt rütbeye dek birçok askerin dahil olduğu bu hareketler başarılı olsaydı, Türkiye sabah erken kalkanın darbe yaptığı bir Ortadoğu devleti durumuna gelecekti.

12 MART 1971 ve 12 EYLÜL 1980

Milli Mücadele’den gelen, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı, devlet adamı, 12 yıl cumhurbaşkanlığı yapan (1938-50), o sırada da Başbakan olan İnönü, Ordu içindeki “cunta” girişimlerine karşı çıkıyor ve 18 Ocak 1962’de şunları söylüyordu:

“Demokratik sistemden vazgeçen kapalı sisteme her ne şekil altında olursa olsun asla müsaade etmeyeceğim. Onun karşısında mücadele edeceğim.”

Aydemir ve cuntasının birinci hareketi 22 Şubat 1962’de başta Ankara ve tüm Türkiye’de başladı. Çok zor saatler yaşandı. Harp Okulu öğrencileri kullanılarak Ankara’nın stratejik noktaları tutulmuştu. Bu hareketin kansız olarak sona erdirilmesi karşılığında, ihtilale katılanların affedileceğini öne sürerek kanlı ihtilalin sona ermesini İnönü sağladı. İnönü, Ordu içindeki cuntalara karşı savaş açmıştı. Ancak affedilen Talat Aydemir, 21 Mayıs 1963’te ikinci darbe girişiminde bulundu. Bu girişim zorlukla bastırıldı. Başta Talat Aydemir olmak üzere yedi subay idam edildi. İsmet İnönü, koalisyon başbakanı olarak bu ihtilal hareketlerine karşı etkinliği ve krizi başarıyla yönetmesiyle de tarihe geçmiştir.

12 MART 1971 HAREKETİ

Talat Aydemir hareketlerinden sonra ortalık bir süre duruldu. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler nedeniyle işçi hareketi yükseliyor, sendikal hareket güçleniyordu. Bu durum, ticaret-sanayi ve finans burjuvazisini ve özellikle dış güçleri rahatsız etmeye başladı. Zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a göre “toplumsal gelişme, ekonomik gelişmenin üzerine” çıkmıştı. İki süper gücün kozlarını Ortadoğu’da paylaşmaya başlamaları NATO’nun Türkiye’yi bu politikada etkin biçimde kullanma isteklerini gündeme getirdi.

İÇ ÇATIŞMA ve ÇELİŞKİ

12 Mart 1971, bir başka yönden ilerici asker-sivil bürokrat ve aydınlarla, tutucu asker-sivil bürokrat ve onları destekleyen ticaret ve finans burjuvazisinin bir iç savaşı olarak da nitelendirilmelidir. Bu durum sosyolojik olarak anayasanın getirdiği demokratik özgürlükleri çok bulan, kapitalist ekonomiyi benimseyen bir görüşle; ilerici, Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerinin sürmesini isteyen, planlı ekonomiyi ve stratejik sektörlerde devletçi ekonomiyi savunan, dış politikada bağımsızlık isteyen ulusalcı görüşün bir savaşıydı. 9 Mart ile 12 Mart kadrolarının çatışması bu noktalarda yoğunlaşıyordu. Sonunda dış etkilerin de yardımıyla “tutucular” kazandılar. 12 Mart 1971 askeri hareketi emir-komuta zinciri içinde Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının girişimiyle gerçekleşti. Sonuç ne oldu? 

  • 12 Mart hareketi, bütün ilerici güçlerin üzerinden buldozer gibi geçti.
  • Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildiler.
  • İstanbul’da Ziverbey Köşkü diye bilinen bina, kontrgerillanın işkence merkezi olarak hizmet gördü. İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü adlı yapıtı, o dönemin ve işkencelerin bir belgeselidir.

12 Mart döneminin işkence ve baskılarını burada uzun uzun anlatmamız olanaksızdır. Aydınlar, yazarlar tutuklandı, işkence gördü. Sol düşünce tasfiye edilme noktasına geldi. Zaten bu işkenceler, davalar, baskılar, idamlar 12 Mart darbesinin faşist niteliğini ortaya koymaya yeterlidir. 12 Mart 1971 darbesi, 27 Mayıs’ın getirdiği 1961 Anayasası’ndaki sosyal devlet ve özgürlükler ilkelerine karşı yapılmıştı. 12 Mart konusu çok yazılmıştır. Özeti, dış etkilerin yönlendirmesiyle asker, askerin 1961’de yaptığını bozuyordu.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ

12 Mart’tan 9.5 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül ise 12 Mart uygulamalarını da geride bırakan bir noktada “karşıdevrim”ci NATO’ya bağlı bir askeri harekettir. 1980 yaz ve sonbahar günlerinde Meclis’te Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılıyor ama sonuç bir türlü alınamıyordu. Terör başını alıp gitmişti. Her gün sağ-sol çatışması nedeniyle gençler ölüyordu. Türkiye’nin büyük illerinde sıkıyönetim ilan edilmiş, yönetim ve denetim askerlerin elinde olduğu halde terör can almayı sürdürüyordu. Sağ-sol çatışması adeta bir merkezden körükleniyordu.

Sonraları anlaşıldı ki, darbe tarihi birkaç kez ertelenmişti. Devlet başkanı olduktan sonra Kenan Evren, bu ertelemeleri ortamın daha olgun duruma gelmesini bekleme olarak açıkladı. Bunun yalın anlamı, masum insanların ve gençlerin daha çok ölmesinin istenmesidir. CIA şeflerinden birisi olan ve Türkiye’de görev yapmış olan Paul Henze, darbeyi Beyaz Saray’a “Bizim çocuklar başardı” biçiminde duyurmuştur.

YENİ DÜNYA KAPİTALİST DÜZENİ

12 Eylül darbesi aynı zamanda Türkiye’de acımasız bir kapitalist düzeni sağlamak yönünde kararlar almıştır. Tüm aydınlar, işçiler, üniversite gençleri baskılar altında yaşamlarını sürdürdüler. Turgut Özal da Dünya Bankası’ndan ithal ettiği “ekonomik liberalizasyon programı”nı uygulamaya koymuştu. KİT’lerin satışı böyle başladı. 12 Eylül darbesi aynı zamanda 1961 Anayasası’nın özgürlükçü, insan haklarına saygılı ilkelerini ortadan kaldıran 1982 Anayasası’nı getirdi. 12 Eylül, sonunda uygulamalarıyla tümüyle gerici bir nitelik kazanmıştır. “Muhafazakâr” değil, karşıdevrimcidir.

Beş general (Genelkurmay başkanı ve 4 Kuvvet Komutanı) tarafından oluşturulan “Milli Güvenlik Konseyi”, yönetimi tek elde toplamıştı. Yasama ve Yürütme yetkileri, bu 5 kişilik Konsey üzerine kalmıştı. Temel insan hakları ve demokratik süreçlerin askıya alınması, TBMM’nin ve siyasal partilerin kapatılması, liderlerin tutuklanması, milletvekilleri, önde gelen sendikacı ve meslek örgütleri başkanlarının gözaltına alınması, ilk önlemlerdi. Siyasal parti yöneticilerine 10 yıl siyasetten alıkoyma yasağı getirildi.

12 EYLÜL’ÜN ATATÜRKÇÜLÜĞÜ

12 Eylül’ün sözde Atatürkçülüğü, içi boş bir şekil Atatürkçülüğüdür. Her kasabaya, Atatürk büstleri koyarak Atatürkçülük yaptıklarını sanıyorlardı. İmam hatiplere, Kuran kurslarına verilen destek, ortaöğretimde din derslerinin anayasaya konulan bir madde ile zorunlu duruma getirilmesi, din eğitimi gören insanlardan terörist olmaz önyargısının sonuçlarıydı.

TÜRK-İSLAM SENTEZİ

Bu dönem (1980-90) Soğuk Savaş’ın yoğun olarak yaşandığı yıllardır. ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden çembere almak için “Yeşil Kuşak” kuramını uyguluyordu. İslamiyet referansı NATO’ nun ve 12 Eylül’ü yapan generallerin bağlandıkları en önemli olguydu. “Türk-İslam” sentezinin uygulamaya konmasına başlandı. 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “Türk-İslam” sentezini temel alan bir kültürün bütün millete kabul ettirilmesine yönelik” bir raporu kabul etti.

Öğretimde Birlik (Tevhid-i Tedrisat) Yasası delindi. Kendisini Atatürkçü olarak ilan eden Evren, eline Kuran’ı alıp mitingler yapıyor, dini politikaya alet ediyordu. Dört generalden oluşan dört komite, NATO’nun gladyo sistemine bağlılığını her vesileyle gösteriyordu. Özetle, 12 Eylül yönetimi “muhafazakâr” değil, “reaksiyoner” (tepkisel) Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerini budayan “karşıdevrimci”dir.

FETÖ OLAYI

12 Eylül 1980’den sonra en büyük ihtilal girişimi 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen kanlı FETÖ darbe girişimidir. FETÖ hareketi temelde, kamu yönetiminin, güvenlik güçlerinin ve özellikle TSK’nin ele geçirilmesi, yönlendirilmesi ve denetlenmesi hareketidir. Polis Koleji ve Kuleli Askeri Lisesi giriş sınavları FETÖ’nün en etkin olduğu konulardı. Yargının ele geçirilmesi de aynı derecede önemliydi.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ ELE GEÇİRME HAREKETİ

Gülen hareketi bir yandan Ordu içinde örgütlenirken öte yandan Atatürkçülerin Ordudan tasfiye edilmesini gerçekleştirdi. Bunun için kumpas davalar açılmıştı. FETÖ’nün gelişmesinde iktidarların koruyucu ve destekleyici politikaları hiçbir zaman unutulmamalıdır.

  • 15 Temmuz 2016 darbe girişimi emperyalist devletlerin katkılarıyla hazırlanmış
    hain bir tuzak, casusluk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni ele geçirme hareketidir.

Bugün güncel konuya gelirsek, Genelkurmay başkanı ve Kuvvet Komutanlarının Sakarya’daki tank palet fabrikasındaki törene katılmaları doğaldır. Cumhurbaşkanının tank palet fabrikasının faaliyetlerini anlattığı bölümlerin alkışlanması da doğaldır. Burada doğal olmayan temel nokta, partili cumhurbaşkanının ana muhalefet lideri hakkında yaptığı eleştirilerin alkışlanmasıdır. Komutanlar, adeta akıntıya kürek psikolojisi içinde hata yapmışlardır.

Orgeneral rütbesine gelmiş komutanlar, özgür iradelerini kullanarak böylesi utandırıcı bir duruma düşmemelidirler.

Bugün Türkiye’de uygulanan partili cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, dünyanın hiçbir yerinde yoktur. 150 yıldır demokrasi için mücadele veren Türk halkı, bu ucube sistemi er ya da geç değiştirecektir. TSK bir hükümetin veya bir partinin ordusu değildir. Komutanlar, özellikle TSK’yi böylesi bir görünümden korumak görek ve sorumluluğundadırlar. Yandaş basın bu konuda çarpıtıcı yayın yapıyor. Kılıçdaroğlu’nun komutanların alış hareketini kınaması, teröre karşı çıkış olarak değerlendiriliyor. Bu, tümüyle saptırmadır, tehlikeli bir “algı operasyonu”dur. Ortada bir terör konusu yoktur. Konu, partili cumhurbaşkanının muhalefet liderine karşı sert eleştirisini, komutanların gereksiz yere alkışlamalarıdır.

Ordunun siyasete karışması, Türkiye için en kötü durumdur. En karanlık yoldur. Bu kısa makalede belirtildiği gibi, TSK’ye vurulan darbelerin en tehlikeli sonucu Orduya siyasetin girmesidir. Bir Orduya siyasetin sokulması o Orduya yapılabilecek en büyük kötülüktür. Türk siyasal tarihi bunun acı örnekleriyle doludur.

Büyük Atatürk’ün daha yüzbaşı iken İttihat ve Terakki kongresinde söylediklerini unutmayalım:

  • Ordu siyasetten uzak durmalıdır.
  • Siyasette uğraşacak olanlar Ordudan ayrılmalıdırlar.

AKP rahatladı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

05 Aralık 2022, Cumhuriyet

Almanya’da, Adolf Hitler’in lideri olduğu Nazi partisi, çok partili serbest seçimli parlamenter sistem sayesinde iktidara geldi. Nazi partisi %33 oyla birinci parti oldu, Hitler başbakan olduktan birkaç ay sonra diktatörlük rejimini kurdu.

Bu örnek, çok partili serbest seçimli parlamenter sistemin tek başına demokrasinin güvencesi olamayacağını kanıtladı. Bu nedenle, birçok demokratik ülke, demokrasi karşıtı siyasal partilerin parlamenter sistem içinde yer almalarını engelleyecek önlemler aldı, anayasayı koruyan kurumları kurdu.

Bu çerçevede Nazi partisi Almanya’da kapatıldı ve yasaklandı. Çünkü demokrasi, demokrasiyi ortadan kaldırma hakkına sahip olmak değildir.

  • Faşizm hakkına, monarşi hakkına, teokrasi hakkına sahip olmak, demokrasi değildir.

***
Cumhuriyet Halk Partisi, İyi Parti, Demokrasi ve Atılım Partisi, Saadet Partisi, Gelecek Partisi ve Demokrat Parti’den oluşan ittifakın, geçtiğimiz hafta açıkladığı anayasa değişiklik önerisi taslak çalışması, temel hak ve özgürlükler, yargı bağımsızlığı, üniversite özerkliği gibi birçok alanda olumlu unsurları (ögeleri) içermekle birlikte, anayasal demokratik düzeni ortadan kaldıran siyasal partilerin kapatılmasını neredeyse olanaksız kılarak kendi bindiği dalı kesmiştir.

AKP gibi, çok partili serbest seçimlerle iktidara gelip 2007 yılından itibaren (başlayarak) diktatörlük rejimi kuran ve anayasanın 2., 6., 7., 8., 9., 11., 14., 24., 25., 26., 28., 34. ve 138. maddelerini ihlal eden (çiğneyen) bir siyasal partinin, parlamenter sistem içinde yeniden iktidar olması durumunda, söz konusu taslakta yer alan tüm özgürlükler bir kez daha ortadan kalkacaktır.

Türkiye’de Anayasa Mahkemesi, yasaların anayasaya uygunluğunu denetlediği gibi, programı, tüzüğü ve eylemleri demokratik laik Cumhuriyet ilkelerine aykırı olan, diktatörlüğü savunan ve yerleştirmeyi amaçlayan, ülkenin bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldıran, suç işlenmesini teşvik eden siyasal partileri kapatır.

Siyasi partiler yasası gereği, tüm siyasal partiler anayasaya uymakla yükümlüdür. Siyasal partilerin, anayasada ifade edilen Cumhuriyetin temel ilkelerine uymamaları durumunda karşılaşacakları tek yaptırım, kapatılmaları ve kurucularının, yöneticilerinin beş yıl boyunca karşılaşacakları siyaset yasağıdır.

Günümüzde Anayasa Mahkemesi, üyelerinin önemli bir bölümü AKP hükümeti tarafından atandığı ve bağımsızlığını yitirdiği için, işlevini yitirmiştir. Ancak muhalefetin öngördüğü biçimde, Anayasa Mahkemesi üyelerinin hükümet tarafından atanmasına son verildiğinde ve yargı bağımsızlığını (ve tarafsızlığını) sağlayacak önlemler alındığında, Anayasa Mahkemesi’nin keyfi bir biçimde, anayasaya ve yasalara aykırı olarak siyasal partileri kapatamayacağı açıktır.

Yargının bağımsız (ve tarafsız) olduğu bir düzende, siyasal partilerin kapatılmasını neredeyse olanaksız duruma getirmek bir çelişkidir.
***
Taslak metinde, belki de HDP düşünülerek “şiddete başvurma ya da şiddet kullanmayı teşvik etme” durumu dışarıda tutulmak üzere, siyasal partilerin kapatılmasının Anayasa Mahkemesi’nce karara bağlanması, TBMM tam üye sayısının beşte üç onayıyla olanaklı duruma getirilmektedir.

Oysa TBMM bir yargı organı değildir. Demokratik bir ülkede, bir siyasal partinin kapatılıp kapatılmayacağına bir yasama organı değil, bir yargı organı karar verebilir. Bu durum Yasama, Yürütme, Yargı arasındaki güçler ayrılığı ilkesine aykırıdır ve Yasama organının, Yargıya müdahalesi anlamına gelmektedir. (AS: Söz konusu anayasa değişikliği taslağı, siyasal partilerin kapatılması yetkisini Anaysa Mahkemesi’nden alıp TBMM’ye vermiyor.. Siyasal partiler hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının Anayasa Mahkemesi’nde kapatma davası açabilmesi, TBMM’nin iznine bağlanıyor..)

Ayrıca taslakta, siyasal partilerin anayasaya aykırı söz konusu eylemlerinin “yoğun, sürekli ve demokratik düzene ciddi tehlike oluşturacak bir şekilde gerçekleşmesi” gibi göreli ve muğlak bir koşul eklenmiştir.

Bu eylemlerin “yoğun” ve “sürekli” olduğu ve demokratik düzene “ciddi” bir tehlike oluşturduğu hangi ölçüte göre belirlenecektir?

Bunun da ötesinde taslakta, kapatılan partilerin kurucularına ve yöneticilerine beş yıl boyunca başka bir siyasal partide kuruculuk ve yöneticilik yasağı kaldırılmıştır. Partisi kapatılan siyasal parti kurucusu ve yöneticisi, başka bir adla parti kurarak demokratik anayasal düzeni yıkmak için mücadele etmeye devam edebilecektir.

 “Altılı masa” bu taslakla en çok AKP’yi rahatlatmıştır!

‘Süreç olarak faşizm’

‘Süreç olarak faşizm’

Koronavirüs hastalığına yakalandığım ve çok ağır geçirdiğim için, bir aydan fazla bir süre ara verdiğim BirGün yazılarıma başladığım için mutluyum. Bu dönemde bana destek ve güç veren bütün dostlarıma sonsuz teşekkürler ediyorum. Hastalığı yenmemde verilen bu desteklerin rolü büyüktü. Varolun.

Bu hafta geçen yılın sonunda çıkan önemli bir kitaptan hareketle “yeni faşizmi” yazmayı denedim.

Dr. Ergin Yıldızoğlu yeni yayımlanan ve iki baskı yapan, “Yeni Faşizm” * adlı kitabında günümüzde faşizmi; toplumu ve devleti aşağıdan yukarıya fetheden klasik faşist rejimlerden ya da yukarıdan aşağıya emperyalizm güdümlü askeri darbeler şeklinde gelen diktatörlüklerden farklı olarak, süreç içinde şekillenen, yayılan, topluma ve devlete egemen olarak yerleşen bir durum olarak tanımlıyor.

Bu yaklaşım, günümüz Türkiye’sini ve AKP iktidarının yarattığı rejimi anlamak bakımından da elimize önemli bir kavramsal araç veriyor. Çünkü, bir süreç olarak faşist hareket ya da faşizm; başladığı ülkenin tarihinin, kültürünün etnik yapısının, egemen dininin, ekonomik gelişkinlik düzeyinin, aydınlanma ve demokratik birikiminin özelliklerini taşıyacaktır. Bu anlamda, her ülkede ortak özellikleri, çizgileri olduğu gibi, belki onlardan daha çok farklı biçimler sergileyeceğini bilmek gerekecektir.

Kitabında, İtalya ve Almanya gibi klasik faşist rejimlerin ortaya çıkışını, iktidara yürüyüşünü ve yeni rejimi inşa süreçlerini çok yetkin ve başarılı bir şekilde hem özetleyen hem de analiz eden Ergin Yıldızoğlu, günümüz dünyasında beş ülkeyi inceliyor. Bunlar sırasıyla D. Trump dönemi ABD’si, J. Bolsonaro’nun yönettiği Brezilya, Orban ve partisi Fidesz’in iktidar olduğu Macaristan, 2014’ten beri Nerandra Modi ve partisi tarafından yönetilen Hindistan ve AKP Türkiye’si..

Bütün bu ülkelerin farklılıklarının yanı sıra, ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı, dinci, ortaçağ değerlerini yüceltici, erkekci, kadın düşmanı, -son çözümlemede sermayenin çıkarlarını savunma nitelikleri belirleyici olsa da- toplumsal statülerini kaybeden kesimlere dayanmaları gibi önemli benzerlikleri bulunan bu hareketler, bütün dünyada yeni bir faşizm tipi ve tarzına işaret ediyor.

Yazar, süreç olarak faşizmin her yerde en az iki aşamasından söz edilebileceğini belirtiyor. Bu iki aşamanın analizi, bizim için çok tanıdık bir süreci işaretliyor. Birinci aşama; devleti ele geçirene kadar yapılacak ittifaklar, verilecek ideolojik tavizler, yaratılan demokratikleşme yanılsaması, dinci ve milliyetçi taleplerin çok kültürlülük ve özgürlükçülük kavramlarının içine saklanarak sunulması ve “normalleşme” söylemi diye özetlenebilir. İkinci aşama; kapitalist devletin parlamenter demokratik biçimine itiraz ve devletin güçler ayrılığı ilkesinin hızlı, etkin ve verimli yönetimin önünde engel olduğuna ilişkin tezin sürekli işlenerek, iktidarın tek elde toplanmasının önünün açılması..

Bu sürece eşlik eden diğer bir önemli olguyu ise şöyle ifade edebiliriz: Devletin güvenlik ve adalet bürokrasisini ve aygıtlarını ele geçirme, yeniden yapılandırma, kültür kurumlarını ve eğitimi yeniden şekillendirme ve muhalefet örgütlerini şeytanlaştırarak onları etkisizleştirme stratejisi.. Özetle totaliter bir rejimi inşa etmek ve onu kalıcı kılmak için her şeyi yapmak diyebiliriz buna.

Ergin Yıldızoğlu, “yeni faşizm” ya da “süreç olarak faşizm” modelinin ilk kez ve en sistemli biçimde şekillendiği ülkenin, “adeta türünün ilk ve en tipik örneği” nin Türkiye ve AKP rejimi olduğunu söylüyor. Bu bağlamda, Türkiye’de yeni faşizmin, özgünlükleriyle birlikte, siyasal İslamcılık olarak tarih sahnesine çıktığını -bir katkı olarak- söyleyebiliriz.

Siyasal İslamın ve dinci entelijansiyanın (ulemanın da diyebiliriz) imparatorluk çöktükten sonra yenilikçi, modernleşmeci, Aydınlanmacı ve kapitalizme bağlı (kapitalist kalkınma yolunu seçen) Kemalist hareket tarafından ulus inşa etme sürecinde tasfiye edilerek, yer altına itildiğini biliyoruz. Bu tarihsel süreci Medresenin Harbiye ve Mülkiye’ye yenilmesi olarak kodlayabiliriz.

Ancak, yaklaşık yüz yıl sonra geri dönen Medrese, Harbiye’yi yenilgiye uğrattı ve İslamcı entelijansiya şimdilik rövanşı aldı. Çünkü, Türkiye aydınlanması ve modernleşmesi, Soğuk Savaş dönemine, NATO’cu ve Amerikancı anti-komünist doktrinlere kurban edildi. Komünizme karşı mücadele konseptinin içine gizlenen, kullanışlı bir araç olmaya gönüllü yazılan siyasal İslamcı entelijansiya; rejimin, sistemin ve emperyalizmin sol korkusundan olabildiğince yararlandı. Komünizm düşmanlığı, önemli bir boyutuyla Aydınlanma, Cumhuriyetin ilerici kazanımları, laiklik, kadın hakları düşmanlığı ile birlikte yürütüldü. Modernitenin kazanımlarına komünizm diye saldırıldı.

Karşı devrim sürecinin diyalektiğini kabaca şöyle özetleyebiliriz: 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbeleri, 1980 sonrasında Turgut Özal ve ANAP iktidarları döneminde, Yıldızoğlu’nun da deyimiyle Kemalist entelijansiyanın “yavaş intiharına” sahne oldu. Ergin Yıldızoğlu’nun da vurguladığı gibi, Cumhuriyetçi ve Kemalist entelijansiyanın “yavaş intiharı” süreci ile iç içe geçen çok önemli bir başka olgu ise, bu dönemde gelişen liberal-İslamcı ittifakıdır. Çoğu soldan gelen liberal entelijansiya ile İslamcı ulemanın ittifakı, yeni faşizmin iktidarına giden yolu döşeyen en önemli olgulardan biri oldu.

Bugünkü rejimin inşa edilme sürecinin kilometretaşlarını ise şöyle sıralayabiliriz: AB üyelik süreci diye ifade edilen ve AKP iktidarının ilk döneminde esas olarak Cumhuriyetçi ve toplumcu muhalefet odaklarının etkisizleştirilmesi ve tasfiyesi için kullanılan dönem.. AB sopasının bir tasfiye aracı olarak kullanıldığı bu dönem; siyasal İslamcı hareketin tipik, ikiyüzlü, yalana, pusuya, hileye, riyaya ve siyasal sahtekarlığa dayalı tarz-ı siyasetinin tipik bir örneğidir. İslami terminolojide bunun adı “takiyye” olarak konur ve ne yazık ki, ne Türkiye solu ne Cumhuriyetçiler ve ne de liberaller bunu yeterince anlamadı ve ciddiye almadı. Anladıklarında ise -ki kuşkuluyum- iş işten geçti.

İkinci dönem; İslamcı-liberal ittifakının yarattığı demokratikleşme yanılsamasının yaşandığı ve neredeyse Fethullahçı Çete’nin kalkıştığı 15 Temmuz 2016 dinci darbe girişimine kadar uzanan, kahredici dönemdir. Bu dönemde, siyasal İslamcı hereket (AKP iktidarı) sadece liberalleri, solun liberal kesimlerini, dönek solcuları değil, Kürt siyasal hareketini de “çözüm” vaadiyle yedekledi ve yeni rejimin inşa sürecinin -istem dışı da olsa- parçası haline getirdi. Öyle ki, liberaller ve cemaatle yollar daha önce ayrılmaya başlasa da, esas olarak 15 Temmuz darbesi başarısızlığa uğrayıp, AKP kendi darbesini (20 Temmuz OHAL ilanı) gerçekleştirince (darbe içinde darbe) bütün ittifaklar bitirildi.

Süreç olarak faşizm, 16 Nisan 2017 referandumu ve Anayasası, ardından getirilen başkanlık rejimi ile Türkiye’ye egemen olmuştu. Ancak, siyasal İslamcı hareketin görgüsü, bilgisi, insan kaynakları, geleneği, müktesabatı yeni rejimi bütünüyle kurmaya yetmediği gibi; ülkede her şeye karşın, toplumun %50’den fazlası “sürece” direniyordu. Üstelik bu direniş, muhalefet partilerinin bütün beceriksizliğine, ürkekliğine ve programsızlığına karşın ısrarlı bir şekilde günümüze kadar da sürdürüldü.

Türkiye’de mücadele henüz sonuçlanmış değil. O nedenle, siyaset bilimci ve Em General Dr.. Haldun Solmaztürk, geçen hafta kendisiyle yapılan bir söyleşide, bir yönetmelik değişikliği nedeniyle bütün ülkeyi uyardı. Ben de aynı şeyi, TELE 1 televizyonunda yeniden katılmaya başladığım programlarda yapmaya çalıştım. TSK’nın elindeki ağır silahların, istek halinde, Milli Savunma Bakanı’nın onayıyla Emniyet ve MİT’e, “toplumsal olaylar, terör ve kamu düzeninin bozulması” hallerinde kullanılması için devredilmesini öngören bu yönetmelik değişikliğini şöyle değerlendiriyor:

“Seçimi kaybetmeleri halinde ‘kaybetmedik’ diyerek (iktidar çevreleri tarafından) bir harekat içine girme hazırlığı yapılıyor. (…) Bu nedenle muhalefetin yapması gereken, parti devletinin ülkeyi otoriterlikten totaliterliğe döndürdüğünü halka anlatmaktır. Ayrıca Trump’ın teşebbüs ettiği gibi bir şeye teşebbüs ederlerse, (onların/iktidarın) başaramayacaklarına toplumu ikna etmeleri lazım. Buna hep birlikte karşı koymamız lazım. Üç-beş kişinin Türkiye’ye kaosu dayatmasını hep birlikte reddetmemiz lazım.”

Durum bu kadar ciddi. Bir General uyarıyor üstelik. Bu durum, Türkiye’de sürecin devam ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla, siyasal İslamcı iktidar, “süreç olarak faşizm” için son bir hamle yaparak, onu kalıcılaştıracak bir adım atmaya hazırlanıyor. Haldun Solmaztürk’ün dediği gibi, bunu hep birlikte reddetmemiz ve gereğini yapacak “demokratik” adımlar atmamız lazım.

Belki ilk yapılacak işlerden biri de, Ergin Yıldzoğlu’nun yeni kitabını okumak olabilir.

* Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, Cumhuriyet Kitapları, 2. Baskı, Eylül 2020, İstanbul.

Cinsel suç hükümlülerini zorla tedavi eden yönetmeliğe yürütmeyi durdurma

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Basın yayın organlarında kamuoyuna ‘Hadım Yönetmeliği’ olarak tanıtılan, Adalet Bakanlığı tarafından 26.07.2016 tarih ve 29782 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlarda Hükümlü Olanlara Uygulanacak Tedavi ve Diğer Yükümlülükler Hakkında Yönetmelikin bir kısım maddelerinin iptali istemiyle Türkiye Psikiyatri Derneği tarafından açılan davada yürütmeyi durdurma kararı verilmiştir.

Danıştay 10. Dairesi’nin E.2016/12975 sayılı ve 26.7.2017 günlü kararında Yönetmeliğin tedavi tanımına yer veren 7. maddesinin 1. fıkrası yönünden yürütmeyi durdurma kararı verilmiştir. Kararda Yönetmeliğin dayanağı olan 5275 sayılı Yasa’nın (AS: Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun) 108. maddesinde “tedavi”den ne anlaşılması gerektiğinin açıkça düzenlenmediği, oysa Anayasa’nın 17. maddesi uyarınca kişilerin vücut bütünlüğüne yönelik düzenlemelerin ancak kanunla yapılmasının mümkün olduğu belirtilmiştir.

Yönetmeliğin hem her maddesi yürütmesi durdurulan cinsel suç hükümlüsünün tedavi edilmesi örgüsü üzerine kurulduğundan Yönetmelik’in uygulanma olanağının kalmadığı ortadadır. Böylelikle cinsel dokunulmazlığa karşı suçlardan hükümlü olanlar yönünden uygulanacak tedaviden ne anlaşılması gerektiği yasa ile düzenleninceye kadar Yönetmelik uyarınca hekimlerin herhangi bir tedavi gerçekleştirmesi söz konusu olmayacaktır.

Alana ilişkin Yasal düzenleme yapılana dek, kendisine ilgili makamlarca tedavi talebiyle cinsel suç hükümlüsü yönlendirilen hekimler dilekçe ile tedavi talebinin hukuka uygunluk taşımadığını ve bu nedenle gerçekleştirilemeyeceğini ilgili makama bildirebilirler.

Türk Tabipleri Birliği olarak sürecin takipçisi olacağımızı kamuoyunun bilgisine sunarız.

Karar için tıklayınız.

Dilekçe örneği için tıklayınız.

====================================
Dostlar,

AKP iktidarının hukuk bilgisinin ya da özeninin düzeyine ilişkin bir başka örnek daha..
Adalet Bakanlığı merkezinde yüzlerce hukukçu çalışıyor..
Bu kişilerin bir bölümü çok kıdemli ve üst yönetim basamaklarında bulunuyor.
Bir de Danıştay denen bir kurum var. Anayasa md. 115, ”Bakanlar Kurulu, kanunun uygulanmasını göstermek veya emrettiği işleri belirtmek üzere, kanunlara aykırı olmamak ve Danıştayın incelemesinden geçirilmek şartıyla tüzükler çıkarabilir.” demekte.

İncelenen Danıştay kararında ise bir Yönetmelik iptali söz konusu. Ülke genelinde uygulanacak genel yönetmeliklerde yetki Danıştay’ın.

Ayrıca 2575 sayılı Danıştay Yasası md. 23/e şöyle : ‘

Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık tarafından gönderilen işler hakkında görüşünü bildirir.”

Dolayısıyla böylesi önemli bir konuda pekala Başbakanlık istemiyle Danıştay’dan görüş alınabilir ve yersiz hukuksal karmaşa çıkması engellenebilirdi.

Anayasa md. 2, Türkiye’nin bir HUKUK DEVLETİ olduğunu vurgular. Anayasaya saygının temel kuralı da onu çok iyi bilmek ve uygulamak için çok titiz davranmak, çiğnemlerden (ihlallerden) kaçınmak olmalıdır. Başta iktidardan olmak üzere bu özeni beklemek hakkımızdır.

Öte yandan, GÜÇLER AYRILIĞI ilkesinin ne denli önemli olduğu bir kez daha görülüyor. İdare bir genel düzenleme yapıyor ve bu düzenleme ile çıkar bağı olanlar – çıkarları zedelenenler hakem olarak yargıyı göreve çağırıyor. Somut olayda Anayasaya aykırı Yönetmelik düzenlemesi yapan, Bekir Bozdağ’ın Adalet Bakanı olduğu AKP hükümeti, davacı olan bir sivil toplum örgütü olarak Türkiye Psikiyatri Derneği ve uyuşmazlığı çözüme kavuşturan bir yüksek yargı organı olarak Danıştay..

Hukuk devleti yalnızca yurttaşların değil, Devletin de kurumsal güvencesidir ve ancak Güçler Ayrılığı İlkesi ile yaşatılabilir.. Bu ilkeye başta iktidar, herkes sahip çıkmalıdır.

”OHAL döneminde Anayasaya aykırı KHK çıkarılabilir..” buyuran Adalet Bakanları olmamalı bu ülkede.. Böyleleri, meslekte fahiş bilgi – deneyim – görgü açığı gibi gerekçelerle, ağır etik kaygılarla, diplomaları askıya alınarak Hukuk Fakültelerine zorunlu ”ek eğitime” yollanmalı.. Bu gibiler ayrıca terfi ettirilerek ancak Patagonya’da Başbakan Yardımcısı olabilmelidirler.

Sevgi ve saygı ile. 21 Ağustos 2017, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

TBB : Yeni TBMM’den CUMHURİYETİN TEMEL İLKELERİ ÇERÇEVESİNDE ÖNCELİKLİ BEKLENTİLERİMİZ

tbb_logosu

YENİ PARLAMENTODAN ve KURULACAK OLAN HÜKÜMETTEN ANAYASA’NIN İLK 3 MADDESİNDE İFADESİNİ BULAN CUMHURİYETİN TEMEL İLKELERİ ÇERÇEVESİNDE ÖNCELİKLİ BEKLENTİLERİMİZ

  1. Güçler ayrılığı ilkesi gözetilerek, demokrasimizin yeniden yönetebilir hale gelmesi,
    yargının yeniden adalet dağıtabilmesi amacıyla devletin, çağdaş ölçütlere uygun biçimde yeniden yapılandırılması; adil yargılama yapabilen, tarafsız, bağımsız ve hesap verir bir yargının kurulması. Bu çerçevede, acilen kapsamlı bir yargı reformunun gerçekleştirilmesi.
  2. Yargıya güvenin sağlanması. Bunun için, Anayasa Mahkemesi’nin oluşumunun yeniden düzenlenmesi; HSYK’nın, Hakimler Yüksek Kurulu ve Savcılar Yüksek Kurulu olarak,
    liyakati ve katılımcılığı esas alır şekilde, siyasi iktidardan tamamen bağımsız olarak
    yeniden yapılandırılması.
  3. Avukatın yargının kurucu unsuru olduğunu herkesin içine sindirmesi için Türkiye Barolar Birliği’nin önerilerinin yaşama geçirilmesi. Bu çerçevede; TBB tarafından yapılacak
    avukatlık sınavının yasalaştırılması, TBB’nin bir temsilcisinin Hakimler Yüksek Kurulu’na,
    bir temsilcisinin de Savcılar Yüksek Kurulu’na alınması.
  4. Avukatın, kanunlarda yazılı temel hakları bireylerin kullanımına sunmak suretiyle
    “kişiyi, vatandaş yapan” meslek insanı olması sebebiyle, çağlar boyunca demokrasinin lokomotifi olduğu gerçeği de dikkate alınarak, avukatlık meslek alanını daraltan
    bütün düzenlemelerin kaldırılması.
  5. Baroların ve avukatların idareden tam anlamıyla bağımsız olmasını sağlayacak, avukatlık meslek onurunu koruyacak şekilde hazırladığımız Avukatlık Yasası taslağımızın yasalaşması.
  6. Cumhurbaşkanının öncelikle Anayasal sınırlarına çekilmesinin sağlanması,
    ardından parlamenter hükümet sistemine uygun şekilde görev,
    yetki ve sorumluluklarının yeniden düzenlenmesi.
  7. Mevzuat taraması yapılarak Anayasa ve insan hakları çerçevesinde mevzuat denkliğinin sağlanması ve yasa tekniğine tümüyle aykırı olan “torba yasa” uygulamasından vazgeçilmesi.
  8. Her türlü ırkçı, mezhepçi, cinsiyetçi, düşmanlaştırıcı, kutuplaştırıcı söylemden uzak durulması. Ayrımcı tüm yasa ve düzenlemelerin ayıklanması, idari uygulamalara son verilmesi.
  9. Her bireyin inanç ve ibadet özgürlüğünü tanıyan ve koruyan laiklik ilkesinin,
    devletin temel ilkesi olarak tesisi.
  10. Siyasi Partiler Kanunu ve seçim kanunlarının; özellikle siyasi partilerde parti içi demokrasinin sağlanmasını, seçim barajının düşürülmesini, siyasetin yalnızca maddi gücü olanlar tarafından yapılabilen bir uğraş olmaktan çıkarılıp, mali kaynaklarının saydamlaştırılmasını gerçekleştirecek biçimde yeniden düzenlenmesi.
  11. Kapatılan Meclis soruşturmalarının yeniden açılarak, adil yargılanma esasları çerçevesinde, vicdanları tatmin edecek şekilde yürütülmesi. Yolsuzluk soruşturmasını yürütenlere yönelik
    adli ve idari baskıların sona erdirilmesi.
  12. Terör örgütü PKK’ya taviz verilmeden;
    Ülkemizin bölünmez bütünlüğünden vazgeçilmeden,
    Kürt sorununun insan hakları ve demokrasi temelinde, çoğulcu, katılımcı yöntemler benimsenerek, eşit yurttaşlık temelinde çözülmesi. Ülkenin; doğusunun, batısının, kuzeyinin, güneyinin ve merkezinin sanayi ve ticaret ağıyla birbirine ayrılmaz şekilde bağlanması. Komşularımızla ilişkinin, ticaret yoluyla taçlandırılması.
  13. MİT TIR’ları konusunun Meclis tarafından araştırılması. Ülkemizi savaş alanına
    her an çevirebilecek olan IŞİD’e desteğin derhal kesilmesi. Komşularımızın toprak bütünlüğüne yönelik her türlü hareket ve söylemden vazgeçilmesi. “Yurtta Barış, dünyada barış” ilkesinin yeniden tesisi. Mezhepçi, hayalperest dış politikadan vazgeçilmesi.
  14. Gezi olaylarında yaşamını yitirenlerle ilgili soruşturmaların titizlikle yürütülmesinin sağlanması.
  15. Uludere‘de yapılan hava operasyonunda yanlış olduğu söylenen istihbaratın kaynağının açıklanması, soruşturmanın yeniden açılması.
  16. Toplumun şiddetten arındırılması. Şiddet ve şiddetin temel sebebi ayrımcılığa karşı,
    insan sevgisini merkeze koyan bir eğitimin anaokulundan başlayarak verilmesinin
    hükümetler üstü bir ulusal politika olarak benimsenmesi.
  17. Düşünce özgürlüğü ve basın özgürlüğünün önündeki yasal, idari ve adli engellerin kaldırılması.
  18. Üniversitelerin bilimsel ve idari bağımsızlığa, mali özerkliğe kavuşturulması.
    Milli eğitimin, akılcı-bilimci bir anlayışla ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine sahip çıkacak kuşaklar yetiştirmek üzere yeniden yapılandırılması.
  19. Sendikal özgürlüklerin ve sivil toplumu oluşturan öbür örgütlenme özgürlüklerinin önündeki engellerin kaldırılması.
  20. Alın terinin karşılığının verilmesinin sağlanması; toplumsal barışın önündeki en büyük engel olan gelir dağılımımdaki uçurumun giderilmesi.
  21. İş sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinden ödün verilmesinin, insan yaşamı üzerinden
    kar elde edilmesinin mutlak biçimde engellenmesi. Soma ve Ermenek faciaları unutulmadan, maden ocaklarının teknik ve hukuksal durumlarının tümüyle gözden geçirilmesi,
    iyileştirme yapılamayanların derhal kapatılması.
  22. Demokrasi içinde kalkınma hamlesine başlanması. Sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmanın, ileri teknoloji kullanılarak, Türkiye’de çıkan hammaddeye dayalı sanayileşme modeli ile sağlanması. AVM’lere dayalı tüketim ekonomisinden, tasarrufu teşvik eden üretim ekonomisine geçilmesi.
  23. Rant uğruna doludizgin yürütülen ve geleceğimizi tehdit eden çevre katliamına son verilmesi. Tarım ve toprak reformuna başlanması.
  24. Türkiye’de 8.5 milyon engelli vatandaş için Anayasa’da pozitif ayrımcılık hükmünün
    toplumsal yaşamın her alanında eksiksiz olarak uygulanması.
  25. Gençliğimize karşı biyolojik saldırı haline gelmiş olan madde bağımlılığına karşı sürdürülebilir ciddi bir devlet politikasının derhal hayata geçirilmesi.

Türkiye Barolar Birliği
http://www.barobirlik.org.tr/Detay63190.tbb

===========================================

Dostlar,

Ülkemizin ne çok ve yakıcı sorunu var..
TBB (Türkiye Barolar Birliği) 25 maddelik bir ivedi çağrı yapmıştı..
Türkiye’nin bir an önce normalleştirilmesini ve bu yaşamsal sorunlara hızla çözüm üretilmesini istiyoruz.

Bildik birilerinin derin siyasal kaygı ve bitmeyen beklentileri, akıllarını çoook aşan politik hırsları… yüzünden kurgulanan yapay gündem girdaplarından bir an önce kurtulmak istiyoruz.

Siyasal ikballeri ve dokunulmazlık kalkanlarının ne pahasına olursa olsun sürmesi için
ülkemizi ateşe atan ve bölünmenin – içsavaşın kritik sınırına sürükleyen siyasal aktör ve kurumların derhal dışlanmasını istiyoruz..

Listeye eklenebilecek birkaç madde daha var..
Ama SAĞLIK HAKKI ile SOSYAL GÜVENLİK HAKKINI özellikle öne çekmeliyiz.
Çağrı Metninin hazırlanmasına emek veren TBB‘ne (Türkiye Barolar Birliği) teşekkür ederiz.

Çağrı metnini önemi nedeniyle öne çıkarmak istiyoruz.
Altına imza koyuyoruz.
Türkiye’nin gündemi bu sorunlarla baş etme maratonuna çevrilmelidir.

Sevgi ve saygı ile.
28 Temmuz 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Rifat Serdaroglu : İĞNELİ FIÇI

İĞNELİ FIÇI

portresi_gulen

Rifat Serdaroglu

Devletin başına geçecek kişide 2 koşul mutlaka aranmalıdır.
Bu koşullardan ikisinin de tam, yani %100 olması gerekir.
Bunlardan birinin az da olsa eksik olması, o kişinin tüm iddiasını bitirir, milletin başına da onarılamaz dertler açılır.
Bu koşullardaki eksikliklerini bile-bile milletini aldatmaya devam eden kişi,
kelimenin tam anlamıyla, MİLLİ İRADE HIRSIZIDIR

Bu 2koşul şudur :

  • Gerçek Demokrat olmak ve Namuslu olmak…

Gerçek Demokrat bir kişi; İnsan Hak ve özgürlüklerine saygılı, Hukuk Devleti-Lâik Cumhuriyet- Sosyal Devlet-Çağdaşlık-Bilim-Gelişmişlik-Hakça Paylaşım ilkelerini beyninde ve gönlünde taşıyandır.

Namuslu bir kişi; Boğazından tek haram lokma geçmemiş, kendisinin ailesinin, 2. ve 3. derece yakınlarının servetinin hesabını hiçbir kuşkuya meydan bırakmayacak biçimde verebilen, kul Hakkı yememiş, insanlara bilerek hakaret etmemiş, ülkesini satmamış, ihalelere fesat karıştırmamış, kalpazanlık gibi yüz kızartıcı suçlar işlememiş, kendisine verilen devlet yetkisini kötüye kullanmamış, nüfuz kullanmamış biridir.

Devletin tepesine oturtacağınız kişi, “Ben Demokratım” dediği halde, Anayasamızın 174. maddesine aykırı olarak cemaat ve tarikatları devletin en duyarlı makamlarına yerleştiriyorsa, Anayasa ve Demokrasinin temel koşulu olan “Güçler Ayrılığı İlkesine” karşı çıkıyorsa, Yargıyı baskı altında tutuyorsa, yandaşlarını kayırıyorsa,
o kişi Demokrat değildir.

Devletin tepesine oturtacağınız kişi; “Ben Namuslu bir Müslüman’ım” dediği halde,“Evinde sakladığı 1 Milyar Avro gibi bir parayı “Sıfırlaması” için oğluyla yaptığı konuşma tapelerinin” gerçek olup olmadığını belirlemek için Uluslararası bir uzman kuruluşa inceleme yaptırtmıyorsa, o kişi namuslu biri olamaz.

Ciddi iddialara karşın, eline belge alıp “Bakın benim yurtdışındaki bankalarda param yok, işte belgesi” diyemiyorsa namuslu değildir.

O kişi, devlet ihalelerini çeşitli ayak oyunlarıyla kendi itlerine aktarıyor ve onlardan aldığı haram paralarla medya grupları satın alıyor ve bunları da tetikçi olarak kullanıyorsa, Genelevde çalışan bir kadının namusu, o kişinin namusundan milyon kez daha değerlidir.

O kişi, ülkesini bütünlüğünü koruyacağı yerde, 54 bin insanımızın yaşamını bitiren, uyuşturucu kaçakçısı bir örgütle işbirliğine giriyor ve eşkıyadan buyruk alıyorsa o kişinin, değil Devletin başına geçmek, yaşamaya bile hakkı yoktur…

Görelim bakalım Türk Milleti kendi sonunu getirecek, kendisini soymaya devam edecek bir “Sahte Demokrat – Gerçek Hırsızı mı” seçecek, yoksa Türkiye’nin uğradığı tahribatın onarılması için, “Geçici bir dönem” için namuslu birini mi seçecek?

10 Ağustos’ta (2014) ilk işareti göreceğiz.

Yalnız kimse şunu unutmamalıdır :

Her millet, kendi yazgısını kendi çizer. Kendi düşenin sonradan ağlamaya,
suçu başkalarının üzerine atmaya hiç hakkı olamaz…

İzin verirseniz yazıyı Yüksek Seçim Kurulu‘na bir soru yönelterek bitirelim:

YSK’ya başvurum, 3013642663349 kargo takip numarası ile 02 Temmuz 2014 tarihi saat 11.44’te YSK görevlisi Sayın Müslim Yurtseven’e teslim edildi.

Elbet bir yanıt alacağız!

Sorum şu :

Sayın YSK Üyeleri,

Sizlerden biriniz Cumhurbaşkanlığına aday olsanız, istifa etmek zorunda kalacaktınız?
Niye?
Seçim sonucunu etkileyebilecek bir göreviniz olduğu için, değil mi?
Hem aday olup, hem de YSK üyesi olarak devam edebilir misiniz?
Edemezsiniz.
Peki, maaşını kamudan alan, tek sözüyle devletin tüm olanaklarını harekete geçirebilen, sınırsız ve hesabı sorulamayan ÖRTÜLÜ ÖDENEK kullanan Başbakan, nasıl olur da
bir Kamu Görevlisi olarak istifa etmez?

Bu hangi mantığa, hangi hukuk kuralına, hangi vicdana uyar?

Bu feryada, bu eşitlik-adalet-dürüstlük istemine suskun kalamazsınız.

Bu ülkede sizler, Başbakan’ın baskısı ile hukuksuzluğa geçit verirseniz,
ülkede illegalite başlar ve sonu büyük bir kargaşaya gider.

Lütfen yalnızca ve yalnızca Türkiye’yi-Adaleti-Hukuku düşünün ve bizlere
“Çok şükür ki Ankara’da Yargıçlar var” dedirtiniz.

Tüm bunlara karşın, “Milli İrade Karşıtı ve Hırsızlar İmparatoru” olan zat, bu aziz devletin tepesine geçerse, kendini bu vatanın sahibi olarak gören herkes, o kişiye, hak etmediği o makamı “İĞNELİ FIÇI” haline getirecektir.

Eğer bir ülkenin tepesindeki kişi yasalara uymuyor, dürüst ve namuslu davranmıyorsa, vatandaşlar niçin yasalara uysunlar ki?
Kim hangi gerekçeyle vatandaşa “Yasalara uy” diyebilecek?
Kim, ha kim söyleyebilecek?

Sağlık ve başarı dileklerimle, 07.07 2014.

AYDINLARIN ARAYIŞI!

Dostlar,

Sayın Nurullah Aydın kardeşimizin yazılarını epeydir ihmal ettik..

Şu zor günlerde AYDINLAR’ın arayışlarını sorgulamalarının da zamanı sanırız.

Bunu yapmaktan başka seçeneğimiz yok..

Ancak yerele saygı duyarak evrenselle de bütünleşerek..

Yabancılaşmadan; kabuğuna kapanmadan..

Sevgi ve saygı ile.
22.1.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Nurullah AYDIN
21 Ocak 2013-ANKARA

 

AYDINLARIN ARAYIŞI!                                       

Aydınlar; her zaman düşüncede, fikirde, yaşam tarzında arayış içinde olmuştur. Osmanlı Türkiyesinde Tanzimat (1839) ve Islahat Fermanlarıyla (1856) ve sonra Cumhuriyet Türkiyesinde çağdaşlaşma, batılılaşma serüvenine yönelen aydınlar;
yol ve rota belirleme sorunu yaşıyorlar. Ne doğulu, ne batılı, ne ortadoğulu ne de
yerli olabiliyorlar.

Buna, aydınların benimsedikleri düşünce ve fikir akımlarının “mutlak doğru” algısı
neden olmaktadır.

Üniversiteler kurulmuştur. Bir iki usuli işlemi yapan kişi, akademik unvana sahip kılınmaktadır. Türkiye profesörleri, doçentleri doktoralıları bol ülkelerin başında geliyor. Geliyor ama bunların ne üzerine çalıştıkları, hangi bilimsel çalışmayla,
hangi eserleri ortaya koyarak bu unvana sahip oldukları sorgulanmıyor.

Konu mankeni bir süre sonra gazete köşe yazarı oluyor, akıl verebiliyor.

Hiçbir birikimi, başarısı, becerisi olmayan sırf yandaş diye takdir ve
taltif edilebiliyor.

Böyle olunca; toplumun aydınlatma görevinde öncelikli konumda olanlar,
toplumun değerlerine yabancılaşma sürecini yaşıyorlar ve yaşatıyorlar.

Türkiye’nin batıcı aydını; ya cumhuriyetçidir, ya demokrat, ya sosyalist, ya ırkçı,
ya faşisttir. Batı edebiyatını, filozofonu, yazarını, çizerini iliklerine kadar bilir hatta,
15. yüzyıl Fransız şairlerinden François Villon’u, Charles d’Orleans’ı bilir ve
bazı ballad’larını ezbere okur.

Türkiye’nin arapçı aydını; Arap şair yazar ve bilginlerinin hikayelerini,
İslam alimi diye hurafeleriyle bilir, anlatır, yazar, çizer.

Bu derece tarihe, dine, ilme, şiire düşkün olan aydınlar; klasik Türk büyüklerinden
o dönemde yaşamış kaç şair ya da bilim adamı sayabilir? Cevap hiçtir. Zira O,
ya gelişmiş Batının değerlerinde ya da İslam adına Arapçılığın algısını yansıtmadadır.

Sağcısından solcusuna, dincisinden darbecisine, kendi siyasi görüşlerini tüm topluma kabul ettirmek için mücadele eden birçok grup vardır.

Fransız Regis Debray’a göre; “Cahil insanlardan meydana gelen bir cumhuriyet,
kare şeklinde bir dairedir, çünkü cahil özgür olamaz, kanunların kaleme alınmasına katılamaz veya yasalardan haberi olamaz. Buna karşılık halkının % 50’sinin
okuma yazma bilmediği bir demokrasiyi düşünmek kesinlikle imkansız değildir.”
İşte ölçütleri bu. Mantıkları böyle işliyor:

Bunları yapabiliyorsan cumhuriyetin gözde vatandaşısın,
yapamıyorsan cumhuriyetin  sözde vatandaşısın.

Ülkede yaşamak, Üretmek, Vergi vermek, Aile kurmak, Çocuk yetiştirmek, İcabında savaşa gidip canını vermek Debray gibi düşünenlere yetmiyor. Onlar için birinci şart: Kanunları yazmak ya da yazmasan dahi onları anlamak. Bunun için de okula gitmek. Eğer okula gitmediysen cumhuriyetin katılanı değil, ancak alkışçısı olabilirsin.

Demokrasi ise okumuş-okumamış ayrımı yapmadığı, herkese oy hakkı verdiği,
herkesi kucakladığı için cumhuriyete aykırı bir uygulama oluyor.

Bu anlayışı kabul etmek olanaklı mı? Bence hayır!

Çünkü o zihniyet, has vatandaş olarak siyasetçileri işaret ediyor. Öyle ya,
yasaları yazan, onları anlayandan da üstündür! O has vatandaşları besleyen kimlerdir? Bunlar beğenmedikleri, aşağıladıkları, küçümsedikleri sıradan insanlardır.

Vatandaşları arasında, birinci sınıf olanlar ve diğerleri ayrımı yaratıyorlar.
Uygar olmak; özgürlük, yaşamı sorgulama, ülkenin ve bireylerin geleceğini güvence altına almak, halkın iradesine saygı göstermek olduğunu, aynı zamanda güçler ayrılığı ilkesinin içselleştirilmesi, zulme karşı başkaldırı, kimsesizlerin kimsesi olmak,
özgür, bağımsız birey yaratmak anlamına da gelir.

Uygar olmak; bireyi kulluktan çıkarıp özgür hale getirmiş,
güçler ayrılığı ilkesinin yanında medyanın bağımsızlığını sağlamıştır.

Uygar olmak; düşüncede genç olmak demektir.

Cumhuriyet; uygarlık kültürünü topluma yaymaktır.
Sanatı, sanatçıyı yüceltmektir.
Cumhuriyet, toplumun ahlaki değerlerini yüceltmek, değer yargılarına saygı duymak demektir.

Cumhuriyet; uygarlaşma ve çağdaşlaşmadır.

Uygar olmak; çağdaş hukuk anlamına geldiği gibi, çağdaş hukuk normlarına
sahip çıkmanın evrensel dünyadan kopmayı önlediği,
bunda da bireyin önemli olduğu anlamına gelir.

Günün Sözü: 

  • Dogmalarla düşünen insanın, gerçekleri algılaması mümkün değildir.