Etiket arşivi: Doç. Dr. İhsan Tayhani

30 Ağustos Zaferi ve Laik Cumhuriyetimiz

Doç. Dr. İhsan Tayhani
Cumhuriyet Tarihçisi
08.2023 / Güre

30 Ağustos’ta kazanılan büyük zaferin, yüz birinci yıl dönümündeyiz. Bu zaferin, laik Cumhuriyete  uzanan yoldaki en önemli kilometre taşı olduğu biliniyor. Zaferin Cumhuriyetle taçlandırılması sayesinde de uygar dünyadaki yerimizi almıştık. Bir başka deyişle, 26 Ağustos’ta başlayıp 30 Ağustos’ta sona eren kanlı boğuşma, Gazi Mustafa Kemal’in zihninde biçimlendirdiği laik cumhuriyet hedefine yönelikti.

Zaferin doksan dokuzuncu yıl dönümünde kaleme aldığımız yazımızın başlığı, “30 Ağustos Zafer Kutlaması ve Tepkisel Bir Çığlık!”tı. Yüzüncü yıl dönümü yazımızı da “30 Ağustos Zafer Kutlamasının Yüzüncü Yıl Dönümüne Düşen Gölge!” olarak adlandırmıştık. Geride bıraktığımız iki yıl içinde “tepkisel çığlık” da, “gölge” de büyüdü ve giderek büyümekte! Bu nedenle, tanıklık etmekte olduğumuz yüz birinci yıl dönümünde, yüreklere kazıdığımız zaferin büyüklüğünü saklı tutarak, bir kez daha “Atatürk Cumhuriyeti” ne yönelik tehditlere ve kuşatmaya dikkat çekmeye çalışacağız.

Milat öncesi dönemlerden beri Türklerin kezlerce girip çıktıkları, 1071’den bu yana da kapıları ardına dek Türklere açılmış olan, tarihin akışında üzerinde pek çok egemenlik çatışmasının yaşandığı, 620 yıllık Osmanlı egemenliğinin çöküş sürecinde ise kurtlar sofrasında paylaşıma sürüklenen ve sonunda Gazi Mustafa Kemal’in önderliğinde verilmiş olan üç buçuk yıllık kanlı bir Milli Mücadele sonrası Türk’e yurt yapılan Anadolu coğrafyasında; tarihin tanıklık ettiği büyük bir devrimle kuruluşu gerçekleştirilen Cumhuriyetimizin, daha doğduğu gün boğulmaya çalışıldığı asla unutulmamalıdır.

Anadolu coğrafyası üzerinde, hem içeride hem de dış dünyadaki etkileri büyük olan bu devrim gerçekleştiği sırada, örneğin 1918-1939 arasında, Meclisleri açık olan  ve bir biçimde demokratik kurumları işleyen ülke sayısı  Avrupa’da beş, Amerika’da beş olmak üzere toplam on dolayındaydı.[1] Bu nedenledir ki; Osmanlı artığı topraklar üzerinde yaşayan özellikle saltanat ve halifelik yanlıları, cumhuriyetin erdemini kavrayamadıkları veya kavramak istemedikleri için ya doğrudan ya da dolaylı biçimde onu doğduğu andan başlayarak boğmaya çalışmışlardır. 1920’lerin mütareke basını olarak adlandırılan dönem gazetelerinin sayfaları, bu doğrultuda çok sayıda ihanet örneğini sunar. Biz burada, yalnızca İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi, yerli işbirlikçi, Damat Ferit’in gözde (AS: ve sözde!) din adamlarından ve işgal döneminde “Dârü’l Hikmeti’l İslamiye” (Yüksek İslâm Şûrası benzeri bir kurum) üyesi yapıldıktan sonra Ayasofya Camisi minberinde vaaz vermeye başlayan Hafız İsmail örneğini vermekle yetinelim. Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılırken minberde Millicileri isyancı olarak anan hafız, dinleyicilerinden o “taife-i bagiyle” yani isyancı grupla (Atatürk ve arkadaşları) Allah ve O’nun halifesine itaat edinceye kadar savaşmalarını ister ve ‘Kur’an’ın emrettiği gibi bunlarla mücadele etmenin tüm Müslümanlara farz olduğunu’ söyler.[2] O, Anadolu’da filizlenen Türk ihtilalinin Cumhuriyete dönüşeceğini de ilk sezenlerden biridir. Daha 1920 Nisan’ında, Ayasofya’da bunu dillendirdiği görülür. Cumhuriyet karşıtı hafız, ‘Dünyada İngiltere, İtalya, Japonya devletlerinden maada hükümetler cumhuriyete inkılap ettiler. Biz ise hükümdarsız, halifesiz hiç de payidar olamaz bir milletiz. Dinimiz, kesinlikle bunu gerektirir.’ [3] der.

Yüz yıl öncesinin iktidar sahibi sultanları, Damat Ferit hükümetleri ve işbirlikçileri Cumhuriyeti, doğduğu gün böylesi bir nefretle boğmaya koyulmuşlardı. Bugün de yıllara yayıp, ilmik ilmik örgüleyerek kurdukları tek adam rejiminin başında oturan bugünkü Sultan, iktidarları pekiştikçe özgüven tazeleyen bürokrasinin tepesindeki etkili ve yetkililer, yine iktidardan güç alan tarikat ve cemaatler ile kuşkusuz günümüzün yerli işbirlikçileri, laik Cumhuriyeti boğma tasarımını (projesini) sonlandırma uğraşı içindedirler. İktidar sahiplerinin çekinmeden dillendirdikleri “kindar bir nesil yetiştirme” söyleminin itici gücü, yüz yıl önce duyulan kinden pompalanan ve bir türlü kesilip atılamayan kanın aktığı damardır. Bu durumda dünün Hafız İsmail’i ile Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın, ‘benim söyleyemediklerimi söylüyor’ dediği bugünün Halil Konakçı’sı veya daha da çoğaltılabilecek öbür örnekleri arasında  –yaşadıkları zaman diliminin dışında– herhangi bir fark olduğunu söylemek olanaklı mıdır?

Her şeyden önce Anayasa Mahkemesi’nin, bugünkü iktidar partisi AKP’nin,
laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olduğu, ancak kapatılma yerine
hazine yardımının kesilmesi yolundaki kararının,
25 Temmuz 2008 tarihli resmi gazetede yayımlanmış olduğunu unutmamak gerekir.

Dönemin Barolar Birliği Genel Başkanı Özdemir Özok da, mahkemenin AKP’nin “laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu” yolundaki anılan kararının bu partiye yönelik “kesin” bir uyarı olması nedeniyle son derece önemli olduğunu vurgulamış ve ‘AKP eğer bundan böyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın dikkatinin üzerinde olduğu bilinciyle hareket edip kendisine çeki düzen vermeyi başarabilirse, bu hem halkın % 47’sinin oyunu alarak iktidar olma şansını elinde bulunduran AKP, hem de Türkiye için yararlı olacaktır. Aksi tutum ve davranışlar hem AKP’nin geleceği, hem de ülkemiz için telafisi olanaksız sonuçlar doğurur.[4] içerikli bir değerlendirme yapmıştı.

Ne ki, söz konusu yüksek mahkeme kararının üzerinden geçen on beş yılın sonunda iktidar partisi AKP, aksine laiklik ilkesini eylemli olarak ortadan kaldırmış, anayasayı kezlerce çiğneyerek (ihlal ederek) anayasal düzeni alt üst etmiş ve –ne acıdır ki– şimdi artık neredeyse teokratik (dinci) devleti yaşama geçirme aşamasına ulaşmıştır.

Bilindiği gibi Mustafa Kemal Atatürk, 1920’lerde başlatmış olduğu devrimci yürüyüş sürecinde laik-demokratik Cumhuriyet’in önündeki saltanat, hilafet, medrese eğitimi, şer’i hukuk, çağ dışı kılık kıyafet, kimi Orta Çağ kurum ve kuruluşları gibi engel taşlarını, gerektiğinde devrim yasaları ve anayasal düzenlemeler eşliğinde birer birer kaldırmıştı. Büyük ölçüde yara almış olsa da Atatürk Cumhuriyeti’nin laik kurumları ve devrim yasaları, şimdilerde sözüm ona yürürlüktedir. Örneğin, Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) henüz bütünüyle yürürlükten kaldırılmış değil. Ancak büyük devrimcinin, yüz yıl önce birer birer kaldırmış olduğu engel taşlarının, yeniden yerlerine konmakta olduğu da somut bir gerçektir.

  • Ulus olarak yüz yüze kaldığımız bu görünüm (tablo) nedeniyle itiraf edelim ki,
    hepimiz bir ölçüde suçluyuz!
  • Laik kurumlarıyla ayrıcalıklı bir yeri olan Atatürk Cumhuriyeti’ni koruyamadık!

Aydın sorumluluğu ile hareket edip, bireysel ya da küçük öbeklerle kurumsal tepkiler veren, bu nedenle de bedeller ödeyen ve ödemekte olan “namuslular cephesi”nin çabaları da şimdilik laik Cumhuriyet kuşatmasını yaramamıştır.

Yapılması gereken; uçurumun kenarındaki Atatürk Cumhuriyeti’ne, kuşkusuz demokratik kurallar doğrultusunda ve bir jakoben duyarlılığı ile –Atatürk gibi– kol kanat gerip, savunmak ve gerici kuşatmadan kurtardıktan sonra kuruluş felsefesi doğrultusunda siyasa üretmektir.

30 Ağustos’un 101. yıldönümünde Başkumandan Büyük Atatürk’ü, onun dava ve silah arkadaşlarını, ayrıca Duatepe’de, Kocatepe’de, Zafertepe’de ve Dumlupınar’da can veren şehitlerimizi, merhum gazilerimizi… saygı, gönül borcu ve rahmetle anıyoruz.

[1] Fabio L. Grassi, Atatürk, Çev. Eren Yücesin Canday, İstanbul, 2009, s. 9.
[2] Alemdar, 26 Nisan 1920’den akt: Şaduman Halıcı, “Ayasofya Camisi’nde bir yüzellilik”, Cumhuriyet, 20 Ağustos, 2023, s. 3
[3] Aynı yer
[4] Özdemir Özok, “Tarihi Karar”, TBB Dergisi, Sayı: 78, 2008, s. 26.

Türk Ulusu Yüz Üç Yıl Sonra “Egemenlik” Sınavında!

Doç. Dr. İhsan Tayhani
Emekli Öğretim Üyesi

Mahkûm olmak istemeyen bir milleti, esareti altında tutmaya gücü yetecek kadar kuvvetli zorbalar, artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Millî egemenlik öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir; taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.” 
                                                Gazi Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1924 / Dumlupınar

Demokrasi tarihimizde “egemenliğin paylaşımı”na ilişkin ilk adımın, 18’nci yüzyılın sonlarında Sultan IV. Mustafa ve Yeniçeri Ocağı arasında yapılan ve Sultanın gücünü şeriattan da aldığı “Şer-i Hüccet (Şer-i Sözleşme)” ile atıldığı söylenebilir.

İzleyen yüz yıllık süreçte ise Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Hareketleri, parlamenter yaşamı getiren 1. Meşrutiyet ve Kanun-u Esasi ve sonunda tepede yine bir monarkın yerini koruduğu 2. Meşrutiyet gibi ulusal egemenlik yolunda tortu niteliğindeki kimi girişim ve uygulamalar vardır. Türk ulusu egemenliğini, –“Şer-i Hüccet” başlangıç noktası olarak alınacak olursa– ancak yüz on üç yıllık bir çabadan sonra, 23 Nisan 1920‘de tam olarak eline alabilmiştir. Büyük Atatürk’ün nitelemesiyle 23 Nisan günü, Türkiye ulusal tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır.

Ankara’nın bozkırında 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi‘nin insan yapısının türdeş olmamasına karşın, Mustafa Kemal Paşa onları bir hedefe kilitleyebilmişti. Söz konusu Meclis, tam anlamıyla bir “namuslular cephesi” idi. Bu nedenledir ki onlar, hem egemenliğin kaynağını gök yüzünden indirerek milletin kendi eline almasını sağlamış hem de bedeller ödeyerek ülkeyi emperyalistlerin acımasız işgalinden kurtarmışlardı.

Kuruluş aşamasındaki olağanüstü tarihsel koşulları göz ardı etmeksizin, çok partili yaşama geçişle (1946) birlikte yer yer kimi değişiklikler yapılmış olsa da, uygulamada kalan “siyasal parti yasaları” ve “seçim yasaları” yüzünden Ulusun dört dörtlük bir egemenlik kullanımı olduğu elbette söylenemez. Demokrasiyi bir trene benzetip, istedikleri durakta inebileceklerini söylemiş olan ve yirmi yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı ise 2017’de gerçekleştirdiği ve siyasal yazında (literatürde) tanımı olmayan bir yönetsel sistem değişikliği ile bugün –ne yazık ki– ulusal istencin (iradenin) kusursuz olarak Meclise yansıması özlemini bile ortadan kaldırmış bulunuyor.

  • Ayrıca “Güçler  Ayrılığı İlkesi” de işlevsiz kılındığı için, Türk ulusunun egemenliği tek bir adamın ellerinde tutsak edilmiş, bu durum da şimdiye değin sayısız kahredici toplumsal ve siyasal yıkımlara yol açmış bulunuyor ve açmayı da sürdürüyor!
  • Türk ulusu, 14 Mayıs 2023‘te yaşamsal önemde bir egemenlik sınavı verecektir!

103 yıl önce helal süt emmiş bir Kemal, BMM’yi açarak egemenliği, sultan olarak anılan bir monarktan alıp halkın eline veren büyük devrimi gerçekleştirmişti.

103 yıl sonra bugün, yine helal süt emmiş başka bir Kemal de ilmik ilmik örerek yeni bir siyasal “namuslular cephesi” oluşturmayı başarmış ve acınası (dramatik) biçimde tek bir adamın eline geçmiş olan Türk ulusunun egemenliğini, yeniden halkın eline vermenin demokratik uğraşı ve eylemi içine girmek zorunda kalmıştır.

Bu nedenle 14 Mayıs 2023 seçimleri bir halk oylaması (referandum) niteliğindedir. Türk halkı, ya 103 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk sayesinde elde ettiği büyük kazanımına yeniden kavuşacak ve laik – demokratik cumhuriyeti daha da geliştirip yüceltecek ya da giderek koyulaşan baskıcı  ve dinci (despotik ve teokratik) bir yapının, güdülen zavallı kul sürüsü durumuna düşecektir.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın 103. yıldönümünde, yaşamsal önemdeki bu muhasebe mutlaka yapılmalıdır.

İçi boşaltılan, özünden koparılan bugünkü 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı da bayramdan yirmi bir gün sonra 15 Mayıs’ta (2023), yeniden daha büyük bir coşku ile kutlanmalıdır. Atatürk Cumhuriyeti’ne ve Türk halkına yakışan bu olacaktır!