Etiket arşivi: AKP Türkiye’si

‘Süreç olarak faşizm’

‘Süreç olarak faşizm’

Koronavirüs hastalığına yakalandığım ve çok ağır geçirdiğim için, bir aydan fazla bir süre ara verdiğim BirGün yazılarıma başladığım için mutluyum. Bu dönemde bana destek ve güç veren bütün dostlarıma sonsuz teşekkürler ediyorum. Hastalığı yenmemde verilen bu desteklerin rolü büyüktü. Varolun.

Bu hafta geçen yılın sonunda çıkan önemli bir kitaptan hareketle “yeni faşizmi” yazmayı denedim.

Dr. Ergin Yıldızoğlu yeni yayımlanan ve iki baskı yapan, “Yeni Faşizm” * adlı kitabında günümüzde faşizmi; toplumu ve devleti aşağıdan yukarıya fetheden klasik faşist rejimlerden ya da yukarıdan aşağıya emperyalizm güdümlü askeri darbeler şeklinde gelen diktatörlüklerden farklı olarak, süreç içinde şekillenen, yayılan, topluma ve devlete egemen olarak yerleşen bir durum olarak tanımlıyor.

Bu yaklaşım, günümüz Türkiye’sini ve AKP iktidarının yarattığı rejimi anlamak bakımından da elimize önemli bir kavramsal araç veriyor. Çünkü, bir süreç olarak faşist hareket ya da faşizm; başladığı ülkenin tarihinin, kültürünün etnik yapısının, egemen dininin, ekonomik gelişkinlik düzeyinin, aydınlanma ve demokratik birikiminin özelliklerini taşıyacaktır. Bu anlamda, her ülkede ortak özellikleri, çizgileri olduğu gibi, belki onlardan daha çok farklı biçimler sergileyeceğini bilmek gerekecektir.

Kitabında, İtalya ve Almanya gibi klasik faşist rejimlerin ortaya çıkışını, iktidara yürüyüşünü ve yeni rejimi inşa süreçlerini çok yetkin ve başarılı bir şekilde hem özetleyen hem de analiz eden Ergin Yıldızoğlu, günümüz dünyasında beş ülkeyi inceliyor. Bunlar sırasıyla D. Trump dönemi ABD’si, J. Bolsonaro’nun yönettiği Brezilya, Orban ve partisi Fidesz’in iktidar olduğu Macaristan, 2014’ten beri Nerandra Modi ve partisi tarafından yönetilen Hindistan ve AKP Türkiye’si..

Bütün bu ülkelerin farklılıklarının yanı sıra, ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı, dinci, ortaçağ değerlerini yüceltici, erkekci, kadın düşmanı, -son çözümlemede sermayenin çıkarlarını savunma nitelikleri belirleyici olsa da- toplumsal statülerini kaybeden kesimlere dayanmaları gibi önemli benzerlikleri bulunan bu hareketler, bütün dünyada yeni bir faşizm tipi ve tarzına işaret ediyor.

Yazar, süreç olarak faşizmin her yerde en az iki aşamasından söz edilebileceğini belirtiyor. Bu iki aşamanın analizi, bizim için çok tanıdık bir süreci işaretliyor. Birinci aşama; devleti ele geçirene kadar yapılacak ittifaklar, verilecek ideolojik tavizler, yaratılan demokratikleşme yanılsaması, dinci ve milliyetçi taleplerin çok kültürlülük ve özgürlükçülük kavramlarının içine saklanarak sunulması ve “normalleşme” söylemi diye özetlenebilir. İkinci aşama; kapitalist devletin parlamenter demokratik biçimine itiraz ve devletin güçler ayrılığı ilkesinin hızlı, etkin ve verimli yönetimin önünde engel olduğuna ilişkin tezin sürekli işlenerek, iktidarın tek elde toplanmasının önünün açılması..

Bu sürece eşlik eden diğer bir önemli olguyu ise şöyle ifade edebiliriz: Devletin güvenlik ve adalet bürokrasisini ve aygıtlarını ele geçirme, yeniden yapılandırma, kültür kurumlarını ve eğitimi yeniden şekillendirme ve muhalefet örgütlerini şeytanlaştırarak onları etkisizleştirme stratejisi.. Özetle totaliter bir rejimi inşa etmek ve onu kalıcı kılmak için her şeyi yapmak diyebiliriz buna.

Ergin Yıldızoğlu, “yeni faşizm” ya da “süreç olarak faşizm” modelinin ilk kez ve en sistemli biçimde şekillendiği ülkenin, “adeta türünün ilk ve en tipik örneği” nin Türkiye ve AKP rejimi olduğunu söylüyor. Bu bağlamda, Türkiye’de yeni faşizmin, özgünlükleriyle birlikte, siyasal İslamcılık olarak tarih sahnesine çıktığını -bir katkı olarak- söyleyebiliriz.

Siyasal İslamın ve dinci entelijansiyanın (ulemanın da diyebiliriz) imparatorluk çöktükten sonra yenilikçi, modernleşmeci, Aydınlanmacı ve kapitalizme bağlı (kapitalist kalkınma yolunu seçen) Kemalist hareket tarafından ulus inşa etme sürecinde tasfiye edilerek, yer altına itildiğini biliyoruz. Bu tarihsel süreci Medresenin Harbiye ve Mülkiye’ye yenilmesi olarak kodlayabiliriz.

Ancak, yaklaşık yüz yıl sonra geri dönen Medrese, Harbiye’yi yenilgiye uğrattı ve İslamcı entelijansiya şimdilik rövanşı aldı. Çünkü, Türkiye aydınlanması ve modernleşmesi, Soğuk Savaş dönemine, NATO’cu ve Amerikancı anti-komünist doktrinlere kurban edildi. Komünizme karşı mücadele konseptinin içine gizlenen, kullanışlı bir araç olmaya gönüllü yazılan siyasal İslamcı entelijansiya; rejimin, sistemin ve emperyalizmin sol korkusundan olabildiğince yararlandı. Komünizm düşmanlığı, önemli bir boyutuyla Aydınlanma, Cumhuriyetin ilerici kazanımları, laiklik, kadın hakları düşmanlığı ile birlikte yürütüldü. Modernitenin kazanımlarına komünizm diye saldırıldı.

Karşı devrim sürecinin diyalektiğini kabaca şöyle özetleyebiliriz: 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbeleri, 1980 sonrasında Turgut Özal ve ANAP iktidarları döneminde, Yıldızoğlu’nun da deyimiyle Kemalist entelijansiyanın “yavaş intiharına” sahne oldu. Ergin Yıldızoğlu’nun da vurguladığı gibi, Cumhuriyetçi ve Kemalist entelijansiyanın “yavaş intiharı” süreci ile iç içe geçen çok önemli bir başka olgu ise, bu dönemde gelişen liberal-İslamcı ittifakıdır. Çoğu soldan gelen liberal entelijansiya ile İslamcı ulemanın ittifakı, yeni faşizmin iktidarına giden yolu döşeyen en önemli olgulardan biri oldu.

Bugünkü rejimin inşa edilme sürecinin kilometretaşlarını ise şöyle sıralayabiliriz: AB üyelik süreci diye ifade edilen ve AKP iktidarının ilk döneminde esas olarak Cumhuriyetçi ve toplumcu muhalefet odaklarının etkisizleştirilmesi ve tasfiyesi için kullanılan dönem.. AB sopasının bir tasfiye aracı olarak kullanıldığı bu dönem; siyasal İslamcı hareketin tipik, ikiyüzlü, yalana, pusuya, hileye, riyaya ve siyasal sahtekarlığa dayalı tarz-ı siyasetinin tipik bir örneğidir. İslami terminolojide bunun adı “takiyye” olarak konur ve ne yazık ki, ne Türkiye solu ne Cumhuriyetçiler ve ne de liberaller bunu yeterince anlamadı ve ciddiye almadı. Anladıklarında ise -ki kuşkuluyum- iş işten geçti.

İkinci dönem; İslamcı-liberal ittifakının yarattığı demokratikleşme yanılsamasının yaşandığı ve neredeyse Fethullahçı Çete’nin kalkıştığı 15 Temmuz 2016 dinci darbe girişimine kadar uzanan, kahredici dönemdir. Bu dönemde, siyasal İslamcı hereket (AKP iktidarı) sadece liberalleri, solun liberal kesimlerini, dönek solcuları değil, Kürt siyasal hareketini de “çözüm” vaadiyle yedekledi ve yeni rejimin inşa sürecinin -istem dışı da olsa- parçası haline getirdi. Öyle ki, liberaller ve cemaatle yollar daha önce ayrılmaya başlasa da, esas olarak 15 Temmuz darbesi başarısızlığa uğrayıp, AKP kendi darbesini (20 Temmuz OHAL ilanı) gerçekleştirince (darbe içinde darbe) bütün ittifaklar bitirildi.

Süreç olarak faşizm, 16 Nisan 2017 referandumu ve Anayasası, ardından getirilen başkanlık rejimi ile Türkiye’ye egemen olmuştu. Ancak, siyasal İslamcı hareketin görgüsü, bilgisi, insan kaynakları, geleneği, müktesabatı yeni rejimi bütünüyle kurmaya yetmediği gibi; ülkede her şeye karşın, toplumun %50’den fazlası “sürece” direniyordu. Üstelik bu direniş, muhalefet partilerinin bütün beceriksizliğine, ürkekliğine ve programsızlığına karşın ısrarlı bir şekilde günümüze kadar da sürdürüldü.

Türkiye’de mücadele henüz sonuçlanmış değil. O nedenle, siyaset bilimci ve Em General Dr.. Haldun Solmaztürk, geçen hafta kendisiyle yapılan bir söyleşide, bir yönetmelik değişikliği nedeniyle bütün ülkeyi uyardı. Ben de aynı şeyi, TELE 1 televizyonunda yeniden katılmaya başladığım programlarda yapmaya çalıştım. TSK’nın elindeki ağır silahların, istek halinde, Milli Savunma Bakanı’nın onayıyla Emniyet ve MİT’e, “toplumsal olaylar, terör ve kamu düzeninin bozulması” hallerinde kullanılması için devredilmesini öngören bu yönetmelik değişikliğini şöyle değerlendiriyor:

“Seçimi kaybetmeleri halinde ‘kaybetmedik’ diyerek (iktidar çevreleri tarafından) bir harekat içine girme hazırlığı yapılıyor. (…) Bu nedenle muhalefetin yapması gereken, parti devletinin ülkeyi otoriterlikten totaliterliğe döndürdüğünü halka anlatmaktır. Ayrıca Trump’ın teşebbüs ettiği gibi bir şeye teşebbüs ederlerse, (onların/iktidarın) başaramayacaklarına toplumu ikna etmeleri lazım. Buna hep birlikte karşı koymamız lazım. Üç-beş kişinin Türkiye’ye kaosu dayatmasını hep birlikte reddetmemiz lazım.”

Durum bu kadar ciddi. Bir General uyarıyor üstelik. Bu durum, Türkiye’de sürecin devam ettiğini gösteriyor. Dolayısıyla, siyasal İslamcı iktidar, “süreç olarak faşizm” için son bir hamle yaparak, onu kalıcılaştıracak bir adım atmaya hazırlanıyor. Haldun Solmaztürk’ün dediği gibi, bunu hep birlikte reddetmemiz ve gereğini yapacak “demokratik” adımlar atmamız lazım.

Belki ilk yapılacak işlerden biri de, Ergin Yıldzoğlu’nun yeni kitabını okumak olabilir.

* Ergin Yıldızoğlu, Yeni Faşizm, Cumhuriyet Kitapları, 2. Baskı, Eylül 2020, İstanbul.

Güven Soner : Kapitalizm ve sağlık

Dostlar,

Bir makale.. Biraz uzunca ama ufuk açıcı..

Okunmasını öneriyoruz..
(http://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/kapitalizm-ve-saglik-guven-soner-haberi-79014, 4.9.13)

AKP’nin yabanıl (vahşi) sağlıkta özelleştirme – piyasalaştırma dayatmalarına direnmek gerek..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 6.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

 

Güven Soner : Kapitalizm ve sağlık 


Kapitalizm ve sağlık (Güven Soner)

Sağlık nedir?

Kuşkusuz bu soruya günümüz AKP Türkiye’sinde, onun piyasacı “sağlıkta dönüşüm”programı on yıldan fazladır hayatımızdayken “haktır!” cevabını yapıştırmamız gerekiyor, duyduğumuz her yerde.

Ancak ben sağlığın kavramsal olarak ne olduğunu ele almak istiyorum.

Bu yazıda sağlığın daha genel bir tanımını sorgulamak istiyorum.

Öyle ya, sürekli olarak kavramların içinin boşaltıldığı, özünün değiştirildiği bir sistemde yaşıyoruz.

Bu yüzden ara ara durup kavram sorgulaması yapmamız, kavramların içeriğinin değiştirilmesine, onun çarptırılmasına izin vermememiz önemli.

Üstelik hayatımızın vazgeçilmez parçaları olmuş kavramlar için bunu yapmamız daha da önemli.

Sağlık da hayatımızdaki bu vazgeçilmez kavramlardan.

Sağlık kavramı üzerine

Sağlık için, günümüzde hem akademi hem sağlık çalışanları çevresinde, hem de artık halk arasında yaygın bir görünürlük kazanan, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün 1947 yılında yapmış olduğu ve hâlâ anayasasında yer alan bir sağlık tanımı kullanılıyor.

  • DSÖ yapmış olduğu tanımda; Sağlığı, yalnızca hastalığın ve sakatlığın olmayış durumu değil aynı zamanda kişinin fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik haline sahip olması şeklinde tanımlıyor.

Bu tanım çeşitli yönleriyle yıllardır eleştiriliyor.
Kimi çevreler tanımı yeterli görmezken, kimi çevreler gerçekleştirilmesi mümkün olmadığı için çok ütopik buluyorlar.
Bu doğrultuda DSÖ birkaç kez bu tanımı sorgulamak zorunda kaldı, bazı yayınlarında farklı tanımlara yer verdi ancak; hepsi de çok kısa süre görünür kaldılar.
1947 yılından beri farklı bir tanım DSÖ anayasasında yer almadı.

Bu yazımızda sağlık tanımının küçük bir tarihsel gezintisini yaparak en son DSÖ anayasasında yer alan, yukarıda bahsedilen tanımın günümüz neoliberal dünyası ile ne kadar uyumlu olduğunu göstermeye çalışacağız.

Tarihte ‘sağlık’

Sağlık, organik dünyaya ait bir kavramdır.
İnsanlığın ilk zamanlarında bir sağlık kavramından bahsedemesek de bir olgu olarak sağlıktan bahsedebiliriz.
Bu dönemde insan, yaşamını devam ettirebilmek için doğa ile mücadele etmeye başladığı sürece adım atmıştır.
Bunun sonucunda insanın, bir yandan doğaya karşı bir savunma mekanizması olarak bedeninin ve bilincinin evrimsel süreci tetiklenmiş bir yandan da doğa ile karşı karşıya kaldığı anlarda edindiği deneyimler ile hastalık ve kaza durumlarında neler yapabileceğini keşfettiği bir öğrenme süreci belirginleşmiştir.
Birçok sistemin mükemmelleşerek doğaya karşı bir savunma mekanizması oluşturmasına evrimsel gelişim için; kanayan yaraya basınç uygulama, aşırı sıcaklarda suya girme gibi refleksleri deneyimle kazanılan uygulamalara örnek olarak verebiliriz.

İlerleyen dönemlerde, kabile tarzı yaşama geçiş ile birlikte hastalık ve kazalar daha fazla görülmeye başlanmış, hastalıkların yorumlanamadığı durumlarda hastalık nedenleri doğaüstü güçlere bağlanmıştır.
Bu dönemde hastalık, insana ya tanrı tarafından verilen bir ceza ya da kötü bir gücün insan bedenine hapsolması şeklinde algılanır.
Bunun sonucunda hasta olan kişiler ya toplumdan uzaklaştırılmış ya da bir din adamının öncülüğünde büyü ya da dualarla tedavi edilmeye çalışılmıştır.

Egemen sınıfın ayrıcalığı

Bazı bitkilerin bazı hastalıklara iyi geldiğinin gözlenmesi ve yazının da aracılığı ile bu gözlemlerin yaygınlaşması hastalık olgusuna daha farklı bir yaklaşımın önünü açar.
Özellikle Hipokrat’ın tıp alanına yaptığı katkılar ile din ile tıp bilimi arasındaki bağ büyük bir hasara uğramıştır.

Ancak bu ilerlemelere rağmen köleci toplumda sağlıklı olma durumu egemen sınıfın bir ayrıcalığı olmuş, toplumda çoğunluğu oluşturan ezilen sınıfa yönelik bir sağlık hizmeti büyük oranda görülmemiştir.

Feodalizmde de sağlık hizmeti yer yer yaygınlaşmış olsa da yine bu hizmet baskın sınıfın bir ayrıcalığı olarak görülmüştür.

  • Ezilen sınıflar çoğu zaman bir sağlık hizmetine dahi ulaşamaz.

Ayrıca bu dönemde dinlerin oynadığı gerici rol yaygınlaştığı oranda tıp ile din arasındaki bağda oluşan hasar iyileşerek güçlenmeye başlamıştır.
Sağlık hizmetleri çoğu zaman kiliselerde papaz ve rahibeler tarafından sağlanır.
Bu hizmetlerin içeriği bilimsel bir tedavi programından uzak olup daha çok dua ve rituellerden oluşmuştur.

Bu zamanlarda her sınıflı toplumda olduğu gibi sağlıklı olma durumunun egemen sınıfın bir ayrıcalığı olarak görülmesi, bunun sonucunda yaşam alanlarında sağlık hizmeti sunum ağının ya olmaması ya da sağlık hizmetine erişiminin çok zor olması, gerçeklerin yorumlanamadığı oranda olayların doğaüstü güçlere bağlanması, pozitif bilimlerin varlığına rastlanmaması gibi nedenlerle sağlık hep negatif tanımlar ile anılır.
Sağlık yerine onun zıttı olan hastalık kavramı daha fazla oranda görünürde olmuştur.

Kapitalizmde ‘sağlık’

  • Kapitalizmde temel ilke kâr maksimizasyonudur.

Bu ilke doğrultusunda kapitalizmde egemen sınıf olan burjuvazi tüm olaylara pragmatist bir çerçevede yaklaşır, neredeyse her şeyi meta olarak değerlendirir.
Burjuvazinin sağlık konusuna yaklaşımı da elbette bu şekildedir.

Kapitalizmin baskın üretim tarzı olmaya başladığı yıllardan itibaren burjuvazi, daha fazla kâr için büyük bir iştahla üretimde gaza basmış, işçileri çok ağır çalışma koşulları altında çalıştırmış, onları katlanılması güç bir yaşama maruz bırakmıştır.

Bu dönemde kazanma açgözlülüğü ile işçi sınıfının sağlığı da üretim araçlarına sahip sınıf tarafından umursanmamıştır.
Ancak daha sonra durum biraz değişmiştir.
Çünkü; koşulların çok kötü durumda olması nedeniyle çalışma ortamında işçi ölümlerinin artmaya başlaması, işçilerin iyi bir beslenme düzeninden yoksunluğu, işçilerin yaşadığı bölgelerde hijyenden bahsedilememesi(toplu yaşanılan alanlarda kanalizasyon ağlarının olmaması örneğin) gibi sebeplerle bir çok bulaşıcı hastalığın ortaya çıkması, bu bulaşıcı hastalıkların yine hijyen koşullarının kötülüğünden dolayı hızla yayılması kapitalizmde temel üretici güç olan işçi sınıfında büyük kayba neden olmuştur ve egemen sınıf kâr döngüsünü sürdürebilmek için saydığımız nedenleri göz önüne alarak işçi sınıfının sağlığını iyileştirmeye yönelik adımlar atmaya başlamıştır.

İşçi sınıfının sağlığı

Sonuç olarak, sağlık hizmeti sunum ağları işçi sınıfının yaşadığı alanlarda yaygınlaştırılıp, zamanın bilimsel gelişmeleri sayesinde bazı hastalıklar ve nedenleri saptanmış olmasının avantajı ile de bu doğrultuda koruyucu önlemlere ağırlık verilmiştir.
Ayrıca işçinin üretim sürecini devam ettirebilmesi için beslenme ve barınma ihtiyacını karşılayacağı asgari ücretleri, çalışma saatleri burjuva sınıfı tarafından yeniden düzenlenir.
Gerçekleştirilen tüm bu olumlu uygulamalarda işçi sınıfı arasında yükselen hoşnutsuzluğundan payı büyük olmuştur.
Yer yer çıkan işçi sınıfı isyanları burjuvazinin bu adımları atmasını hızlandırır.

İşçi sınıfı emek gücünü satarak yaşamını devam ettirmek zorunda olduğu için,
bu dönemde sağlık, üretim yapabilme gücü ile bağdaştırılmıştır.
Hem işçi sınıfı hem egemen sınıf sağlığı, işçinin ertesi günü için işine devam etmesini sağlayacak miktarda sahip olması gereken enerji şeklinde algılamıştır.

Emperyalizm çağında ise, 1. ve 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği büyük hasarları ortadan kaldırmak için kapitalist devletler sağlık hizmeti sunum ağlarını daha fazla geliştirmeye başlar.
Bu geliştirme çabalarında 1917 yılında yapılan Ekim Devrimi’nin de etkisi büyük olur.
Sovyetler Birliği’nde sağlık ücretsiz ve eşit olarak halka sunulduğu için kapitalist devletler kendi halklarında bir başkaldırı meydana gelmemesi adına sağlık sunumunda iyileştirmeye gitmek zorunda kalır.
Bu iki kutuplu dünyada sosyalist kutbun bilim ve akademideki hızlı gelişimi ve diğer kutbun bu hızı yakalama çabaları dünyada bir aydınlanma patlamasına sebep olmuştur.
Tarihin bu kesitinde sağlığa yönelik holistik (bütüncül) bir bakış yaygınlaşmaya başlar.

Bu dönemde en önemli olaylardan bir tanesi Birleşmiş Milletler bünyesinde
Dünya Sağlık Örgütü’nün kuruluşudur.
Dünya Sağlık Örgütü 1947 yılında, yukarıda bahsettiğimiz holistik (A.S.: tümelci, bütüncül)  bakışın etkisi ile sağlığa yönelik bir tanım getirme ihtiyacı hissetmiştir.
Tekrarlamak gerekirse; DSÖ sağlığı, yalnızca hastalık ve sakatlığın olmaması durumu değil aynı zamanda fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlar.

Dünya Sağlık Örgütü, ‘tüm insanların mümkün olan en üst sağlık düzeyini ulaşmaları’ amacıyla 7 Nisan 1948’de kurulur.
DSÖ, Birleşmiş Milletler bünyesinde özerk bir kuruluş olarak ortaya çıkmıştır.
Kuruluşunun ilk 20, 30 yılında üstlendiği roller önemlidir.

Dünya Sağlık Örgütü 2. Dünya Savaşı sonrasında ağır yaralar alan ülkelere birçok hizmette bulunur ve az gelişmiş ülkelerin sağlık alanında ciddi iyileştirmeler sağlar.
Bu dönemde DSÖ, günümüzden farklı olarak BM içinde bağımsız bir hat izlemiştir.
Bu yüzden DSÖ’nün yaptığı 1947 sağlık tanımı tümüyle iyi niyetlidir ve zamanına göre bir devrim niteliği taşır[3].

Sosyalizmin etkisi

İlerleyen yıllarda iki kutuplu dünyada sosyalist ülkelerin popülerliğinin artması
DSÖ’ye de yansır.

DSÖ hem bu sol ideolojiden doğrudan etkilenir hem de kendi bünyesinde sol görüşlü akademisyenleri barındırmaya başlar.
Bu yüzden 1978 yılında DSÖ’nün gerçekleştirdiği ‘Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı’nın Kazakistan’ın başkenti Alma-Ata’da gerçekleşmesi tesadüf değildir.
Bu konferansta ülkelerin toplum sağlığını korumaya ve sürdürmeye yönelik yapmaları gereken standartlar belirlenmiş ve “2000 yılında Herkese Sağlık”hedefi konferansın akıllarda kalan sloganı olmuştur[4].

DSÖ 1984 yılında sağlığı bu kez şu şekilde tanımlar :

  • Sağlık, birey ve grupların bir yandan, istek ve arzularının farkına varabilmesi,
    diğer yandan ise çevreyi değiştirebilme ve onunla baş edebilmesinin ölçüsüdür.

Sağlık, bu nedenle günlük yaşamın bir kaynağı olarak görülür, yaşamın bir amacı olarak değil.
Sağlık, fiziksel kapasiteleri olduğu kadar, sosyal ve kişisel kaynakları da vurgulayan pozitif bir kavramdır.

Görüldüğü gibi yakın zamanda yapılan bu tanım 1947 tanımına göre çok çok ileridedir.
Bu tanımda birey ve gruplar isteklerinin farkına varan ve çevreyi dönüştürebilen bir özne olarak vurgulanmıştır.
Ayrıca sağlık, günlük yaşamın bir kaynağı olarak görülerek, hayatın ‘olmazsa olmaz’larından sayılmıştır.
Bu tanıma göre sağlığın ücretli sunulması da düşünülemez.
Bu tanımın oluşturulmasında DSÖ’deki sol görüşlü akademisyenlerin büyük katkısının olduğu gözükmektedir ve önemli bir gelişmedir.
Ancak, bu tanım daha sonrasında DSÖ anayasasında yer bulamamış ve unutulup gitmiştir.
İnternette bile çok kolay ulaşılmayan bir hâl almıştır.

Neoliberalizm ve satılabilir sağlık

Peki, sonrasında yaptığı daha ileri tanıma rağmen, DSÖ 1947’nin sağlık tanımında neden bu kadar ısrar ediyor?

Yukarıda 1947 tanımının tamamen iyi niyet çerçevesinde ve zamanına göre bir devrim niteliğinde olduğunu belirttik.
Ancak DSÖ’nün günümüzdeki ideolojik konumlayışı dolayısıyla tanımda bir değişiklik yapmamasının iyi niyetli olduğunu söylememiz mümkün değil.
Çünkü bu tanım, neoliberalizmin sağlık anlayışı ile tamamen uygun bir tanımdır.

Neoliberalizm, 1970’li yılların ortalarından itibaren günlük hayatımıza yerleşen bir ideolojidir.
Kapitalizm yarattığı ekonomik buhrandan kurtulmak için neoliberal politikaları izlemeye başlamıştır.
Neoliberalizm, özel mülkiyete sınırsız izin verildiği, kamu sorumluluklarının ortadan kaldırılarak sorumlulukların bireylere yüklendiği, insanın toplumdan kopartılarak yabancılaşmasının tavan yaptırıldığı; onu bencilliğe, pragmatizme, bir hiçliğe iten sistemin adıdır.
Neoliberalizmde birey en temel haklarını dahi kendisi karşılamakla yükümlüdür, bu haklar da zaten satılıktır.
Sağlık bu haklardan sadece bir tanesidir.

Tüketim olarak sağlık

Neoliberal ideolojinin seksenli yıllardan itibaren ağırlık kazanmasının ardından sağlık hizmetleri hızla özelleştirilmiş, hastalar bu hizmetleri tüketen bir müşteri konumuna getirilmiştir.
Ancak kapitalizmde kârın maksimizasyonu temel ilke olduğu için sağlık hizmetlerine erişen kesimin sadece hastalardan ibaret kılınmaması sağlanmıştır.
Bu doğrultuda insan yaşamı tıbbileştirilerek[5] tüketimin süreklilik gösterdiği bir sağlık pazarı oluşturulmuştur.

Yapılan ideolojik girdiler ile bireyler kapitalizmin belirlediği vücut oranlarına sahip olmaya çalışmış, yaşlılık gibi normal bir süreç hastalık olarak gösterilerek önlemeye yönelik hizmetler satın almış, daha önce hiç de anormal karşılamadığı çekingen olma, konsantre olamama, hareketli olma durumları sosyal fobi, dikkat bozukluğu, hiperaktivite gibi adlandırmalarla tekrar ‘tanımıştır’.
Ayrıca tıp alanında kullanılan göstergeler tekrardan tanımlanmış check-up gibi programlarla ideal kolestrol seviyesi, normal kalp hızı, standart akciğer kapasitesi gibi kavramlar hayatımıza girmiştir.
Sonuç olarak sağlıklı insanlar dahi bu değerlere ulaşmak için gayret göstermeye başlamış, kendilerini ‘normal’ kılmak adına sağlık hizmeti satın alır bulmuştur.

Tüm bunlar yapılırken toplum, bir ‘risk toplumu’na dönüştürülmüştür.
Sistemin ideolojik aygıtları sürekli olarak insanlara korku yaymıştır.
Çünkü birey bunları yapmazsa daha ‘güzel’ olamayacak ya da daha fazla yaşayamayabilecektir (Son yıllarda televizyon kanallarında artan sağlık programları, medikal reklamlar tesadüf mü?)

‘Birey’ olarak ‘tam iyilik’ aramak

Üçüncü tekrarımızı yapıyoruz, ancak tekrarlamamızda fayda var; 1947 yılında DSÖ ilk andan beri anayasasında sağlığı şu şekilde tanımlamıştı: Sağlık, sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı durumu değil, fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir.

Şimdi tüm bu yazdıklarımız ile bu tanımı tekrar düşünmekte fayda var.
İnsanlar günümüzde sürekli olarak bir sağlık hizmeti alma zorunluluğu hissediyorsa, bunun nedeni neoliberalizm insanlara işlediği “tam iyilik” haline ulaşma düşüncesidir.
Bu düzende bireyler “bireyselleşerek” pragmatistleşir ve hep en iyisine ulaşmayı arzular, bunun için de teknolojik ve bilimsel gelişmeleri kaçırmamalı, her şeyin en iyisine sahip olmaya çalışmalıdır.

Ayrıca sistem güzellik olarak ne anlamamızı öğütlüyorsa, nasıl daha iyi bir yaşama sahip olunuru, nasıl daha geç ölmemiz gerektiğini tavsiye ediyorsa, hangi kıyafetlerin iyi hangilerinin kötü olduğunu her gün medya aracılığı ile bize haykırıyorsa ve kitleler tüm bunlardan kolayca etkileniyorsa bu, insanların üzerinde beliren yine sistemin ideolojik bir girdisi olan ‘en iyiye özlem’ hâlidir.

Bu yüzden her ne kadar 1947 yılında yapılan sağlık tanımı zamanın koşullarında ileri bir aşama olsa da bu tanım, günümüzde neoliberal dünyaya hizmet etmektedir.

Peki, o halde sağlık nedir?

DSÖ’nün sağlık tanımının birçok eleştiri aldığını söylemiştik.
Bu çerçevede birçok sağlık tanımı önerisi yapıldı.
Bunların tamamını burada saymamız mümkün değil.
Ancak Onur Hamzaoğlu’nun yapmış olduğu tanımı burada paylaşmadan yazıyı bitirmemiz de büyük haksızlık olur.
Bu yüzden kapanışımızı bu tanım ile yapalım.
Onur Hamzaoğlu’nun Sol Meclis üretimi olan “Sosyalist Türkiye’de Sağlık” adlı kitapta yaptığı tanımı, her noktasında materyalizmin izlerini taşıyor.
Hamzaoğlu, sağlığı şu şekilde tanımlıyor:

  • Soyut ve somut pek çok ürünün yaratıcısı olan insanın, toplumun üyeleriyle kolektif içinde ve her bir üyenin gereksinimini sonuçta eşitliği sağlayacak biçimde örgütlenerek üretebilmesi, biyolojik ve zihinsel bütünlüğün korunması ve toplumsal örgütlülük ve üretim süreciyle birlikte geliştirilmesidir.

Notlar    :

1.Bu başlığı açarak, kapitalizmi tarihsel süreçten kopartılmış bir olgu olarak değerlendirdiğimi düşünmeyin sakın.
Sadece kapitalizm gibi karmaşık bir sistemde sağlık olgusunun daha bir özenli incelenmesin gerektiğini düşündüğüm için kapitalizm, ayrı bir başlığı hak ediyor.

2.Bu nokta önemli, çünkü kapitalizmin pragmatist ideolojisini gözler önüne seriyor.
Günümüzde de sağlık hizmeti sunum alanlarının kırsal alanlardan daha fazla oranda kent coğrafyasında yaygınlaşmasının sebebi, işçi sınıfını yerleşiminin genellikle kentsel alanlarda olmasıdır.
Kapitalizm, işçi sınıfına asgari düzeyde sağlık hizmeti sunmak zorundadır ki, fabrikasının bacası tütebilsin.

3.Burada, 1946 yılında New York’ta düzenlenen sağlık konferansında BM’ye üye olan ülkelerce DSÖ anayasasının hazırlandığını, DSÖ’nün kuruluşunun ise bundan iki yıl sonra gerçekleştiğini belirtelim.

4.2013 yılındayız ve bu hedefin gerçekleştiğinden bahsetmemiz imkânsız.
Üstelik DSÖ bu konuda bir sorgulama da yapmamıştır.
Çünkü özellikle 2000’li yıllardan itibaren DSÖ ideolojik olarak ciddi bir deformasyona uğramış ve kendisini büyük oranda egemen sınıftan yana konumlandırmıştır.

5.Kavramsallaştırma Deniz Sezgin’e ait.
Sezgin, Deniz.(2011).

Tıbbileştirilen Yaşam Bireyselleştirilen Sağlık.
İstanbul: Ayrıntı Yayınları