Etiket arşivi: 2. Meşrutiyet

Türk Ulusu Yüz Üç Yıl Sonra “Egemenlik” Sınavında!

Doç. Dr. İhsan Tayhani
Emekli Öğretim Üyesi

Mahkûm olmak istemeyen bir milleti, esareti altında tutmaya gücü yetecek kadar kuvvetli zorbalar, artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Millî egemenlik öyle bir nurdur ki onun karşısında zincirler erir; taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esirliği üzerine kurulmuş kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.” 
                                                Gazi Mustafa Kemal, 30 Ağustos 1924 / Dumlupınar

Demokrasi tarihimizde “egemenliğin paylaşımı”na ilişkin ilk adımın, 18’nci yüzyılın sonlarında Sultan IV. Mustafa ve Yeniçeri Ocağı arasında yapılan ve Sultanın gücünü şeriattan da aldığı “Şer-i Hüccet (Şer-i Sözleşme)” ile atıldığı söylenebilir.

İzleyen yüz yıllık süreçte ise Sened-i İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Hareketleri, parlamenter yaşamı getiren 1. Meşrutiyet ve Kanun-u Esasi ve sonunda tepede yine bir monarkın yerini koruduğu 2. Meşrutiyet gibi ulusal egemenlik yolunda tortu niteliğindeki kimi girişim ve uygulamalar vardır. Türk ulusu egemenliğini, –“Şer-i Hüccet” başlangıç noktası olarak alınacak olursa– ancak yüz on üç yıllık bir çabadan sonra, 23 Nisan 1920‘de tam olarak eline alabilmiştir. Büyük Atatürk’ün nitelemesiyle 23 Nisan günü, Türkiye ulusal tarihinin başlangıcı ve yeni bir dönüm noktasıdır.

Ankara’nın bozkırında 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi‘nin insan yapısının türdeş olmamasına karşın, Mustafa Kemal Paşa onları bir hedefe kilitleyebilmişti. Söz konusu Meclis, tam anlamıyla bir “namuslular cephesi” idi. Bu nedenledir ki onlar, hem egemenliğin kaynağını gök yüzünden indirerek milletin kendi eline almasını sağlamış hem de bedeller ödeyerek ülkeyi emperyalistlerin acımasız işgalinden kurtarmışlardı.

Kuruluş aşamasındaki olağanüstü tarihsel koşulları göz ardı etmeksizin, çok partili yaşama geçişle (1946) birlikte yer yer kimi değişiklikler yapılmış olsa da, uygulamada kalan “siyasal parti yasaları” ve “seçim yasaları” yüzünden Ulusun dört dörtlük bir egemenlik kullanımı olduğu elbette söylenemez. Demokrasiyi bir trene benzetip, istedikleri durakta inebileceklerini söylemiş olan ve yirmi yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarı ise 2017’de gerçekleştirdiği ve siyasal yazında (literatürde) tanımı olmayan bir yönetsel sistem değişikliği ile bugün –ne yazık ki– ulusal istencin (iradenin) kusursuz olarak Meclise yansıması özlemini bile ortadan kaldırmış bulunuyor.

  • Ayrıca “Güçler  Ayrılığı İlkesi” de işlevsiz kılındığı için, Türk ulusunun egemenliği tek bir adamın ellerinde tutsak edilmiş, bu durum da şimdiye değin sayısız kahredici toplumsal ve siyasal yıkımlara yol açmış bulunuyor ve açmayı da sürdürüyor!
  • Türk ulusu, 14 Mayıs 2023‘te yaşamsal önemde bir egemenlik sınavı verecektir!

103 yıl önce helal süt emmiş bir Kemal, BMM’yi açarak egemenliği, sultan olarak anılan bir monarktan alıp halkın eline veren büyük devrimi gerçekleştirmişti.

103 yıl sonra bugün, yine helal süt emmiş başka bir Kemal de ilmik ilmik örerek yeni bir siyasal “namuslular cephesi” oluşturmayı başarmış ve acınası (dramatik) biçimde tek bir adamın eline geçmiş olan Türk ulusunun egemenliğini, yeniden halkın eline vermenin demokratik uğraşı ve eylemi içine girmek zorunda kalmıştır.

Bu nedenle 14 Mayıs 2023 seçimleri bir halk oylaması (referandum) niteliğindedir. Türk halkı, ya 103 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk sayesinde elde ettiği büyük kazanımına yeniden kavuşacak ve laik – demokratik cumhuriyeti daha da geliştirip yüceltecek ya da giderek koyulaşan baskıcı  ve dinci (despotik ve teokratik) bir yapının, güdülen zavallı kul sürüsü durumuna düşecektir.

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın 103. yıldönümünde, yaşamsal önemdeki bu muhasebe mutlaka yapılmalıdır.

İçi boşaltılan, özünden koparılan bugünkü 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı da bayramdan yirmi bir gün sonra 15 Mayıs’ta (2023), yeniden daha büyük bir coşku ile kutlanmalıdır. Atatürk Cumhuriyeti’ne ve Türk halkına yakışan bu olacaktır!

Ayrıştırma yoluyla toplum mühendisliği

author
GÜNCEL03.11.2022, BİRGÜN

Türkiye tarihi, düşünsel, toplumsal ve hukuksal mücadeleler tarihidir. Bu bakımdan, 2002 öncesi ve sonrası ayrımı yapılabilir. Zira 2002-2022 dönemi, önceki dönemin tersine, daha çok, düşünsel, toplumsal ve hukuksal kazanımları yadsıma tarihidir.

Neden ve nasıl?

Yirmi yıldır siyasal iktidarı elinde tutan AKP yöneticileri, 2002 yılını hemen her konuda milat yaparak öncesi ve sonrası ayrımını yapar. Neredeyse “Devleti biz kurduk” diyecekler Cumhuriyet kazanımlarını silmek için.

Yalnızca Cumhuriyet mi? Rahatsızlıkları ve kavgaları, aslında son iki yüzyıl ile. Neden? Çünkü bu, Osmanlı Devleti’nin hukukla tanışma ve modernleşme dönemidir. Bakmayın Abdülhamit sahiplenmesine. Asıl kavga Cumhuriyet ile olmakla birlikte, III. Selim ve II. Mahmut çizgisinde başlatılan ve yürütülen reform hareketleri, 2. Meşrutiyet döneminde de sürdü.

KAZANIM HALKALARI

Etnik, inanç, cinsiyet, sınıfsal, ekolojik ve siyasal eksenli kazanımlar, ‘düşünsel/toplumsal ve hukuksal’ üçlüsünde somutlaştı.

Kürtler (etnik), çok yönlü acılar sarmalında 90’lı yıllarda verdikleri fikri ve siyasal mücadeleler sonucu, 2001 Anayasa değişikliğine yansıyan kazanımlar elde etti.

Aleviler (inanç), on yıllardır yaşadıkları acılar, örgütlenme ve hukuki mücadele azimlerini hızlandırdı; özellikle son 20 yıldır ulusal ve uluslararası ölçekte geriye dönüşü olanaksız yargısal kazanımlar elde etti.

Kadınlar (cinsiyet), uzun soluklu ve çok yönlü mücadele vererek, haklarını, anayasal ölçekte (2004 Değişikliği, md.10) ve uluslararası ölçekte (İst. Sözleşmesi) tescilledi.

Emekçiler (sınıfsal), işçiler ve kamu görevlileri, kitlesel eylemleri yoluyla birçok toplu hak kazanımının öncüsü oldu.

Yurttaşlar (çevre), yaşam alanlarını korumak için ülke geneline yayılan direnme halkaları oluşturdu. Çevre koruma bilinci, etnik, inanç ve cinsiyet temelli, sınıfsal ve hatta siyasal aidiyetleri aşarak yaygınlaştı ve süreklileşti.

Siyasal aktörler ve sivil toplum örgütleri, demokratik siyaset alanını genişletti, demokratik toplum dokusunu pekiştirdi.

YADSIMA DÖNEMİ

Etnik temelli kazanımlae yadsıma siyasetinde “Seni başkan seçtirmeyrı değersizleştirme veceğiz” sözü (2014) milat oldu. Seçilmişleri görevden alma ve hapse atma uygulamaları günümüzde de sürüyor. Partileri HDP de, siyasal baskılar sonucu ‘sanık’ sandalyesinde oturtuldu.

İnanç temelli mücadele sonucu yargı yoluyla kazanımları yadsınan Aleviler, adları bile anılmadan ‘torba yasa’ya bocalandı; kendilerine ibadet yeri bile çok görülerek, yasa yoluyla aşağılanma sürecine sokuldu.

Cinsiyet temelli kazanımlar, bir kişi iradesiyle yok sayılarak İstanbul Sözleşmesi çöpe atıldı. Şimdi, fırsatçı Anayasa değişikliği ile, “Müslüman toplumu birilerine yedirmeyeceğiz” söylemi eşliğinde “birey olma hakkı” yenmeye çalışılıyor.

Sınıfsal kazanımlar, işçilerin toplu katliamı, düzenleme-denetim-yaptırım zincirindeki kopukluklar görmezden gelinerek, takdiri ilahiye bağlanılarak yadsınmaya çalışılıyor. Kamu görevlileri OHAL KHK yoluyla imha edilirken; kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları, yasa yoluyla ya da ‘siyasal emirler’ yağdırılarak parçalanmak istiyor. Avukatlar, tabipler, mimarlar, mühendisler ve kazanımların yağmalanmasına fren oluşturabilecek meslek örgütleri dağıtılmak isteniyor.

Çevre yağması, tarihsel-kültürel-doğal değerler zincirinde ‘ülke imhası’ eşiğine vardı.

Siyasal ve toplumsal, demokratik siyaset alanını daraltma ve demokratik toplumu sindirme faaliyetleri, seçim ve sansür yasaları yoluyla ivme kazanmış bulunuyor.

Uluslararası kazanımlara toptan savaş ise hız kesmiyor.

ÖZGÜR BİREY VE HAKLAR TOPLUMU

Kısacası AKP, yurttaşlara, insanlara ve eşit birey anlayışına savaş açmış bulunuyor; haliyle dünyevi hukuka da.

Cumhuriyet kazanımları, sürekli ve bütüncü yaklaşımla yadsınarak, ümmetçi ve biat kültürüne dayalı “toplum mühendisliği” kalıcı kılma iradesi sürüyor.

CHP öncülüğündeki Millet Masası bileşenleri, “ümmetçi ve güdümlü cemaat” yerine “özgür birey ve haklar toplumu” için tarihsel sorumluluk ile karşı karşıya; “At ile Üsküdar geçilmez” diyebilmek için.

Magna Carta’dan 2023’e: ‘Bütçe Hakkı’

Recep Yılmaz

Recep Yılmaz

1986 yılında Kırşehir Çiçekdağı’nda doğdu. Yozgat Anadolu Lisesi’nin ardından 2009’da Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünü bitirdi. Askerlik hizmetini Ağrı’da yaptıktan sonra Mayıs 2010’dan başlayarak İnşaat Mühendisliği mesleğini sürdürdü. Özel sektörde ve kamuda görev yaptı. TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Eskişehir Şubesi ve KESK-ESM Sendikası’nda DSİ İşyeri Temsilcisi olarak görev yaptı. Çeşitli tarihlerde Cumhuriyet’te ve yerel gazetelerde güncel siyaset, tarımsal üretim, mühendislik tarihi ve yerel tarih gibi konularda yazılar kaleme aldı. İnşaat Mühendisleri Odası, Büro-İş Sendikası, Sosyal Demokrasi Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği üyesidir. Atatürkçü Düşünce Derneği Çankaya Şubesi Başkan Yardımcılığı görevini yürütmektedir. Ankara Üniversitesi’nde yüksek lisans öğrencisidir.

Magna Carta (Büyük Ferman), İngiltere kralının kimi yetkilerinden feragat ettiği ve hukukun üstünlüğü için ilklerden kabul edilen tarihsel bir anlaşma. 1215’te İngiltere Kralı John’a (Yurtsuz John) yani saraya karşı aristokrat derebeylerin bir zaferi (utkusu) olarak tarihe geçmiştir.

“Yasalar dışında hiçbir vergi, yüksek rütbeli din adamları ile baronlardan oluşan bir kurula danışmadan haciz yoluyla veya zor kullanarak toplanamaz.” ve “Adalet satılamaz, geciktirilemez, hiçbir özgür yurttaş adaletten yoksun bırakılamaz.” gibi 807 yıl öncesinin ilerici maddelerini krala kabul ettirebilmiştir.

Bütçe hakkı ve vergiye rıza kavramları; İngiltere’de yürürlüğe giren 1215 Magna Carta’dan sonra 1628 Haklar Dilekçesi ve 1689 Haklar Beyannamesi (Bildirgesi) ile tarihsel bir savaşıma işaret ediyor. Demokrasi mücadelesiyle eşdeğer ilerleyen bu savaşımda verginin nerelere harcandığını sorgulamak, harcamalara rıza göstermek 17. yüzyıl Avrupa’sında kazanılmış bir haktır.

“İngiltere’de parlamento 1689’dan başlayarak vergi konusunda verdiği izinleri yalnızca bir yıllığına vermeye başlamıştır. Keza parlamento vergi toplanmasına izin vermeden önce de yapılması düşünülen harcamaların ayrıntılı dökümünü istemeye başlamıştır. Böylece ‘harcamalara rıza’ ilkesi de doğmuştur. ‘Vergiye rıza’ ve ‘harcamalara rıza’ ilkelerinin birleşmesiyle de ‘bütçe’ uygulaması ortaya çıkmıştır.” (Prof. Dr. Kemal Gözler, Malî Hukukun Anayasa Hukukundan Eskiliği Üzerine Bir Deneme)

Magna Carta, bütçe hakkının miladı kabul edilir. İngiltere’den Kıta Avrupa’sına demokrasi savaşımının bir kazanımı sayılan ve verginin nerelere aktarıldığına ilişkin hesap sorma anlamına gelen bütçe hakkı, son yıllarda neredeyse unutulmuş bir yurttaşlık hakkı. 807 yıl sonrasına bakarsak bütçenin Meclis çatısı altında tartışılıyor olması, aritmetik hesaba indirgenmiş demokrasimizde halk için pek anlam taşımıyor. Çünkü Türkiye’de halkın bütçeye karşı ilgisizliği Meclis’in etkisizliği ile birleşerek tek bir kişinin iradesiyle (istenciyle) yapılan bütçe yasalarının sorgulama hakkı olmayan bir kesimce onaylanmasını doğuruyor.

Bütçe hakkı tarihimizde ilk olarak 1. Meşrutiyet (1876) ile dile getirilse de uzun sürmemiş ve 2. Meşrutiyet ile (1909) yeniden gündeme gelerek 1910’da çıkarılan Muhasebe-i Umumiye Kanunu ile yürürlüğe girmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olan 1924 tarihli Teşkilat-ı Esasiye Kanunu madde 85: “Vergiler ancak bir kanun ile tarh ve cibayet olunabilir.” demektedir. Yani vergilerin ancak yasayla salınacağı ve tahsil edileceği anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. Madde 96 ise “Devlet emvalinden muvazene haricinde sarfiyat caiz değildir.” yani ‘devlet varlığından, denge dışında harcama yapılamaz(AS: açık verilemez!) demektedir. 1927’de ise 1050 sayılı Muhasebe-i Umumiye Kanunu kimi değişikliklerle yeniden yürürlüğe girmiştir. 2003’te yürürlüğe konan 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ile bu yasa yürürlükten kaldırılmıştır. Cumhuriyet döneminde çağdaş anlamda 1924 Anayasası’yla kullanılmaya başlanan bütçe hakkı böylelikle yasal bir hak olarak süregelmiştir.

Ta ki her kararın tek 1 kişiye bağlandığı 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği halkoylamasına dek!

Bugüne gelirsek, 2023 bütçe önerisine ayrıntılı bakınca ne görülür?

Önerilen bütçe gideri 4 trilyon 469 milyar 570 milyon TL. Bütçe geliri ise 3 trilyon 810 milyar 149 milyon TL. Yani 660 milyar TL bütçe açığı var.

Faizin, garanti ödemelerinin, yüklenicilerin (müteahhitlerin), verimsiz projelerin ve kur korumalı mevduatın bütçesine yakından bakalım : Hazine ve Maliye Bakanlığı için önerilen 2 trilyon 210 milyar TL bütçenin 565 milyar TL bölümü salt faiz ödemelerine ayrılmaktadır. Bütçenin %12,7’si faize gitmektedir. (AS: Bütçedeki her 8 TL’den 1’i!) Peki, ek bütçe de içinde olmak üzere 2022 yılı bütçesinde faize ne denli ayrılmıştı? 330 milyar TL. 2022’de bütçenin %11,7’si faiz gideri iken 2023 için %12,7’ye yükseldi. Bir başka önemli nokta da, bütçe giderleri bir yılda %58 artmışken faiz gideri %71,5 artmış oldu. Büyük ekonomist, sözde ‘faiz’ düşmanı..

5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu Bütçe İlkeleri-Madde 13: “Bütçe, kamu mali işlemlerinin kapsamlı ve saydam bir şekilde görünmesini sağlar.” demesine karşın, saydamlığı Sinoplu Diyojen gibi fenerle arıyoruz. ‘Borç verme’ kalemi olarak değiştirilen KİT’lerin görev zararları için 359 milyar TL ayrıldı. Yol ve köprü projelerinin garanti ödemeleri ile şehir hastanelerinin hizmet bedelleri için ise toplam 100 milyar TL ayrıldı.

Öte yandan yaklaşık iki milyon çiftçi için önem çok önem taşıyan tarımsal destekleme ödemelerine ayrılan bütçe 54 milyar TL. Çiftçi kesiminin salt mazota ödediği vergiyle, bu paranın yarısı zaten Hazine’ye geri dönüyor.

Tarım Yasasında ulusal gelirin en az %1’i oranında olması gerektiği belirtilen tarımsal destekleme oranı %0,29’da kaldı. Önceki yıllarda bu oran %0,5 idi. Orta Vadeli Program’da (OVP) 2023 yılı ulusal geliri (GSYH) 867 milyar $ olup, TL karşılığı 18 trilyon 654 milyar TL olarak açıklanmıştı. %1’i hesap edilirse en az 186.5 milyar TL ayrılmalıydı tarımsal destekleme için!

Kur Korumalı Mevduat (KKM) uygulaması ile 7 ayda 85 milyar TL’nin mevduat varsıllarına ödendiği düşünülürse, tarıma yapılan desteklemenin (!) boyutu daha iyi anlaşılabilir.

Bütçenin nereye harcanacağına elbette;

  • Ülkeyi yüksek faizle borç sarmalına sokanlar,
  • Yüksek enflasyonla büyüyebileceğini düşünenler,
  • Açıklanan büyüme rakamlarının yanında halkın yoksullaştığını görmeyenler,
  • Sosyal yardımları ve tarımsal desteklemeyi kaşıkla artıranlar,
  • Al gülüm ver gülüm ihalelere yol verenler,
  • Varlık aktarımının en kolay yolu olan garanti ödemeleriyle bütçeyi delik deşik edenler..
    karar veriyor!

Küçük ortakla birlikte yeterli sayıya ulaşan iktidar, Meclisin bütçeyi onaylama yetkisini kolayca yönlendiriyor ve gelen öneriler olduğu gibi onaylanıyor. 86 milyona da bu tiyatroyu izlemek düşüyor.

Oysa yurttaşlık görevi, salt vergi vermek değil, toplanan verginin hesabını sormak, neyin nereye harcanacağına karışmak ve bütçe yapma yetkisinin verildiği seçilmişlerin bu hakkı kullanmalarında ısrarcı da olmaktır.

Magna Carta’dan günümüze 807 yıl geçti ama Türkiye’de bütçe hakkı, Hak getire!

19 Mayıs’ın SIRRI!

19 Mayıs’ın SIRRI!

İstanbul Beşiktaş’ta Yıldız Sarayı’na yakın olan Serencebey Mahallesi’ndeki bir konağın bahçesinde bir grup genç çocuklar, toplanmış spor yapıyorlardır.

Kimi güreşiyor, kimi jimnastik hareketleri yapıyor. Kimi de halter kaldırıyordur.

Birden konağın bahçesine polisler gelir, gençleri toplayıp Beşiktaş Karakolu’na götürürler.

İçlerinde askeri öğrencilerin de olduğu gençler, karakolun bir köşesinde korku ve şaşkınlıkla beklemeye başlarlar.

Bir polis memuru gelir…

‘Hakkınızda ihbar var. Konağın bahçesinde toplanıp ne yapıyordunuz?’ diye sorar.

Gençlerden Hüseyin Bereket, ‘spor yapıyorduk ‘ diye cevap verir.

Neyse ki; İş anlaşılmış, gençlerin futbol oynamadığı ortaya çıkmıştır.

Çünkü futbol oynamak yasaktır. Şeytan icadıdır futbol…

Seryaver Mehmet Paşa’nın araya girmesiyle de gençler sürgüne gönderilmekten kurtulmuşlardır.

Padişah affetmiştİr üstelik…

Ve hatta beden hareketleri yapmalarına izin bile verilmiştir.

Yıl 1902… Devir, Sultan 2. Abdülhamid devri;

Bırakın spor yapmayı iki kişi yan yana geldiği vakit kuşkuyla bakılır hafiyeler hemen saraya ihbar ederlerdi.

Sarayın desteğini alan gençler, 1903 Mart ayında Bereket Jimnastik Kulübü’nü kurarlar. Gençler kulübe araba ile gelip gittiklerinden halk, onlara ‘arabalılar takımı’ adını verir.

2. Meşrutiyet’e karşı çıkan yobazlar, İstanbul’ da ayaklanırlar.

İsyanı bastırmak için aralarında Mustafa Kemal’in de bulunduğu hareket ordusu, Selanik’ten yola çıkar.

Genç ve sporcu subaylar gericilerin ayaklanmasını bastırdıktan sonra Bereket Jimnastik Kulübü’ndeki gençlerle tanışırlar.

Ancak…

Devrimci subaylar bir teklifte bulunurlar.

Kulübün adı Beşiktaş Jimnastik Kulubü olsun. İşte BJK’nin kuruluşu ve ismi böyle doğmuştur.

Bitmedi…

Yüzbaşı Şeref BJK’nin eskrim takımının kaptanıydı. İstanbul işgal edilmiş, Mondros Ateşkes Antlaşması gereği Dolmabahçe’nin önünde Yüzbaşı Şeref 120 askeri ile birlikte silahlarını teslim etmişti.

Yüzbaşıya silahını teslim etmek çok ağır gelmiş, bunalıma girmişti.

Bir müddet sonra…

Yüzbaşı Şeref, Beşiktaş’ta bir balıkçı kahvesinde otururken yanına bir balıkçı gelir.

‘Ağam okumam yazmak yoktur, tekneme yazı yazar mısın?’  diye sorar…

Balıkçının elindeki  boyayı alır ve sorar: Teknenin adı ne?

Balıkçı, gülen gözlerle ‘Kardelen’ der.

Yüzbaşı Şeref Harp Okulunda öğrendiği  ‘hat’ ile Kardelen yazar.

Balıkçı çok beğenir… ‘Ağam sana bir borcum var’ der.

Morali bozuk olan Yüzbaşı Şeref divan kurulu üyesi olduğu Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ne gider….

Kendisini işe yaramaz hissediyordur…

Adı gibi şerefiyle yaşamak istiyor ama çaresizdir…

Birden ayağa kalkar…

Tavan arasına sakladığı baba yadigarı tabancasını alır. Elinde kalan son mermiyi sürer, tabancayı şakağına dayar.

Tam sıkacakken Bahriye Subayı Ahmet Fetgeri odaya dalar.

‘Dur ne yapıyorsun?’ deyip, hemen silahı Yüzbaşı Şeref’in elinden kapar…

’Çaresizliğini anlıyorum ama umut Anadolu’dan doğuyor. Mustafa Kemal ve arkadaşları Samsun’a gittiler” der.

Birkaç dakika önce canına kıymak isteyen Yüzbaşı Şeref’in gözleri parlar.

İşittiği sözler, onu kendisine getirmiştir.

Arkadaşına sarılarak, ‘söz veriyorum tabancamdaki son mermiyi düşmana karşı kullanacağım’ der.

Kafaya koymuştur Anadolu’ya gidecektir. Ama nasıl?

Aklına balıkçı gelir. ‘Kardelen tekne ile gidebilirim’ der.

Beline tabancasını sokar, Ahmet Fetgeri’ye sarılır, vedalaşır.

Tam kulüpten çıkacakken Ahmet Fetgeri bir torba uzatır…

‘Bunu al. Ama söz ver, Anadolu’ya gidinceye kadar açmayacaksın’ der.

Yüzbaşı Şeref, Kardelen Teknesi’ne binip yüzlerce subay gibi gizlice Anadolu’ya gider ve gazi olur…

Torbanın içinde ne mi vardır?

O dönem, azınlıkların futbol takımlarının Pazar günü oynanan lig maçları vardır. Beşiktaş Jimnastik Kulübü bu maçlarda oynamak için defalarca başvurmasına karşın hep reddedilmiştir.

Sonunda, Beşiktaş Kulübü “Türk İdman Birliği” adı altında Türk takımlarının mücadele ettiği bir lig kurar.

1919’da bu ligin ilk şampiyonu olur.

Ödül ise “Ertolhd” marka bir futbol topudur.

Yüzbaşı Şeref’in torbasında işte bu futbol topu vardır…

Ahmet Fetgeri ilk kupa ödülünü Anadolu’ya göndermiştir. Aynı zamanda BJK’nin başkanlığını da yapan Fetgeri 19 Mayıs’ın ‘Gençlik ve Spor Bayramı’ olarak kutlanmasıAtatürk’e öneren ilk isim olur… Ve kabul edilir.

Yıllar sonra Ahmet Fetgeri’ye bir kadın gelir. Ve bir torba verir.

‘Nedir bu bacım?’ diye sorar

Kadın cevap verir:

İstiklal Savaşı’nda şehit düşen kocamın vasiyetiydi, size vermemi istedi.

Ahmet Fetgeri: Adın ne bacım?

Kadın yanıt verir: Kardelen

Mustafa Kemal Atatürk, doğum gününü soranlara ‘Anam, mayıs ayında’ derdi. O halde 19 Mayıs doğum günüm olsun’ demiştir.

Atam doğum günün kutlu olsun.

19 Mayıs Gençlik Ve Spor Bayramımız Kutlu Olsun.

Ayşegül ÇAKMAK / Kartal Gözü

ANAYASA’DA LAİKLİK OLMAZSA…

ANAYASA’DA LAİKLİK OLMAZSA…

Nusret KEBAPÇI
08–05–2016, Ankara

(AS: Bzim katkılarımız yazının altında..)

Doğrusunu isterseniz bir süredir nabız yoklama çalışmaları devam etmektedir…
Hem zaten adetleridir… Önce bir sert çıkış… Baktılar ki meydan boş devamını getiriyorlar.
Son günlerde anayasa’dan laikliliğin çıkarılması veya dindar bir anayasa konusu sık sık gündeme getiriliyor ya… Sizce amaçlanan şey ne olabilir?
Türkiye’de dindar olmanın ya da olmamanın önünde herhangi bir engel mi bulunuyor?
Elbette hayır. Asıl amaç farklı… Daha doğrusu bu iş emperyalizmin yüz yıl önce yapamadığı Mustafa Kemal ATATÜRK sayesinde yarım bırakmak zorunda kaldığı Türkiye’nin sömürgeleştirilmesi projesinin devamıdır…

Biliyorum kafanız karıştı ama biraz sabrederseniz size konuyu dilimin döndüğü, kalemimin yettiğince açıklamaya çalışalım… Hanı birileri bir süredir Osmanlı sözü eder oldular ya…
Biz de o yüzden Osmanlı’nın son döneminden başlayalım…Hatta biraz daha öncesinden.
Birinci Dünya Savası yılları…Batılı büyük devletler çoktan karar vermiş…
Demişler ki Osmanlının topraklarında zengin madenler ve petrol var bu yüzden Osmanlıyı aramızda paylaşalım… Tabi Osmanlı o dönemde sanayi devriminde uzak kalıp seferlere çıkamayıp memleketi borçla idare etmeye de çalıştığı için ekonomi kötü durumda…
Doğru dürüst sanayi, işletme falan da yok. Olanlar da zaten yabancıların. O dönemle ilgili
şunu söylemek bile mümkün :

  • Hani yerli ve mili olmak deniyor ya işte o yıllarda yerli ve milli banka olmadığı gibi
    Devletin merkez bankası bile bulunmuyor.Neyse lafı uzatmayalım. 1. Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya ile birlikte yenilmemizin ardından önce Mondros, ardından da Sevr anlaşmasıyla Osmanlı hakkında idam kararı veriliyor. Sonrasında da memleketin her köşesi bilfiil işgal ediliyor. Tam her şey bitti, “Türk Milleti diye bir milleti tarihten sildik” dedikleri anda bir adam; Mustafa Kemal ATATÜRK, Samsun’dan başlayan bir uzun yürüyüşün ardından memleketi düşmanlardan kurtardığı gibi…

Çeşitli etnik ve dinsel kimliklerden oluşan halkı da birleştirerek bir ulus meydana getiriyor.
Tabii ardından da yerli ve milli bir sanayi kurmayı da ihmal etmiyor. İşte bu durum emperyalistlerin hiç hoşuna gitmiyor ve yaklaşık 100 yıldır da fırsat kollamaktadırlar ve mevcut iktidar sayesinde de amaçlarına yaklaşmış konumdalar…

Neden mi? Bir kez iktidar, ulus devlet ve kimlik değil ümmet ideolojisi taşımaktadır.
Dolayısıyla milli değil. Bu nedenle ulus, vatan, bağımsızlık, ekonomik kalkınma, sanayileşme gibi herhangi bir dertleri de yok… Hem olsa memleketin taşı toprağı en stratejik olanı da dahil olmak üzere “babalar gibi” satılır mıydı?

Diyeceksiniz ki tamam da, laikliğe hiç değinmedin, Anayasa’da olsun mu olmasın mı?
İşte vatan, bağımsızlık, ekonomik kalkınma, yani sanayileşme ancak ulus olmakla mümkün olabiliyor. Ve ulus olabilmenin de ilk koşulu laiklik. İsterseniz bir de tersten söyleyelim…

Laik olabilirseniz, ulus olabiliyorsunuz!
Ulus olunca toprak, vatan oluyor; Vatan olunca bağımsızlık.
Emperyalizme karşı mücadele anlam kazanıyor. Demek istediğim işin nirengi noktası laiklik.
O olmazsa bırakın kalkınmayı, gelişmeyi, demokrasiyi falan, yurttaş bile olamıyorsunuz…

==================================

Teşekkürler Sayın Nusret Kebapçı dostumuz..

60’a yakın İslam ülkesinde katı şeriat rejimleri günün koşulları karşısında yumuşarken,
örn. Suudi Arabistan’da bile kadınlar otomobil kulanma, çalışma yaşamına katılma, kimi seçme – seçilme hakları kazanma ve katı biçimde kapanmalarını gevşetirrken; İran’da başörtüsü – türban başın arkasına itilip – düşürülmek üzere iken; Türkiye halkının çoğunluğu müslüman olan
tek laik ülke olarak örnek kılmak yerine, AKP – RTE dayatması – özentisi nedeniyle Vahhabilerin çağdışı – ilkel çöl şeriatına tutsak edilmek isteniyor! Olacak şey midir?!

Batı’nın 1453’lerde başardığı laik – seküler düzene Türkiye 500 yıl sonra Büyük ATATÜRK sayesinde erişebilmişti. Bu topraklarda şeriatçı ayaklanma 1908’de bile bastırılmış ve
2. Meşrutiyet (Hürriyet!) ilan edilerek 2. Abdülhamit tahttan indirilmiş, yeni Padişahın yetkileri iyice sınırlandırılmış, Mutlakiyetten Meşrutiyete. geçilmişti.. İngiltere’de 1215 Magna Carta ile, Osmanlı’da 1908’de 2. Meşrutiyet ile! Halifelik ve şeriat da 3 Mart 1924’te kaldırılmıştır!

Tarihin tekerleğini tersine çevirmek isteyenler iyice anlamalı ve öğrenmelidirler ki;
bu boşuna ve anlamsız çabaları akıl dışıdır, Gerçekçi değildir, çağlar gerisi ve dışıdır, ilkeldir!
Ne Türkiye’yi zorlayıp meşgul etsinler ne de ülkemizde bir şeriat düzeni özlemi kursunlar!
Varsa birikimleri ve nitelikli kadroları; ülkemizi her yönden boğan, Cumhuriyetin değil kendilerinin yarattığı çok temel sorunları çözsünler. Yatılı yerlerde fakir – fukara Müslüman çocuklarının din dersi hocası insan müsvettelerince ırzına geçilmesini önlesinler, utansınlar!. 

Haklarında ve hakkımızda hayırlı olacak olan tam da budur.. Şer batağından çıkmalıdırlar!

Sevgi ve saygı ile.
09 Mayıs 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının 84. yıldönümü


Kadınlara Seçme ve Seçilme Hakkının 84. Yıldönümü
“PEK ÇOK ANAM VAR!”
(Prof. Dr. Leziz Onaran’ın anısına)

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

 

 

Türkiye’nin çağdaşlaşma sürecinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanındığı
5 Aralık 1930’a dek bu konuda zorlu bir savaşım verilmiştir. Batılılaşmanın etkisiyle Tanzimat’la (AS: 1839) başlayan kadın eğitimi ve kadın hakları düşüncesi 2. Meşrutiyet’le (AS: 1908) büyük bir sıçrama yapmış, kadınlar, toplumsal yaşamın
hemen her alanında erkeklerle birlikte görev almaya başlamıştır. Bu dönemde kadınlar, dergi ve gazeteler bile çıkarmaya başlamış, dernekler kurarak oldukça etkin bir mücadele yürütmüşlerdir. Prof. Tarık Zafer Tunaya’ya göre 1918’e gelindiğinde
kadın sorunu esas olarak çözümlenmiş bulunuyordu. [1]

1919 sonbaharında Son Osmanlı Mebuslar Meclisi için seçim hazırlıkları yapılırken
kimi gazeteler kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınmasını gündeme getirmişlerdir. Vakit gazetesi, ABD’de bu konunun ele alınmış olmasını vesile sayarak Türk kadınlarına da seçme ve seçilme hakkının verilmesi konusunda bir sormaca yapmış, Halide Edip, Nakiye Hanım, Kız Öğretmen Okulu müdürü gibi bazı tanınmış kadınların görüşlerini sormuş, gazete Kız Öğretmen Okulu’nun son sınıf öğrencileri arasında anket bile yapmıştır.[2] Siyasal haklarını ilke olarak savunmakla birlikte kadınların da bu konuda henüz açık bir programa sahip olmadıkları anlaşılmaktadır. Buna karşılık mebus seçimlerinde bazı yerlerde Halide Edip Hanım’a oy verildiği görülmektedir.[3]

Bu tarihlerde Batılı kadınlar, seçme ve seçilme hakkı konusunda dünya kongreleri düzenlemektedirler. 1913’te Budapeşte’de toplanan Kadınlara Seçme Hakkı Verilmesi Milletlerarası Cemiyetler Birliği’nin toplanmasından sonra 16 ülke kadınlara siyasal haklar tanımıştır. Bunlar Danimarka, İrlanda, Hollanda, Almanya, Avusturya, Bohemya, Macaristan, Lehistan, İsveç, İngiltere, Rusya, Kuzey Amerika’dan dokuz eyalet, Kanada, Rodezya, Afrika’nın doğusundaki İngiltere sömürgeleri ve Jamaika’dır.

Bundan sonraki kongre Haziran 1920’de Cenevre’de toplanmış, bu toplantıya Küba, İspanya gibi ülkelerin kadın örgütleri de katılmıştır. Kongre’de Türk kadınlarını Kıbrıslı Mustafa Paşa’nın kızı ve İspanya Elçiliği Müsteşarı Ferruh Niyazi Bey’in eşi Azize Hanım temsil etmiştir. Ahmet Cevdet’in İsviçre’den gönderdiği yazıya göre kongrede konuşmacı Azize Hanım pek çok alkışlanmıştır.[4] Ancak o daha çok Türk kadınlığının çektikleri ve ülkenin bağımsızlığını anlatmıştır.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kadınlara seçme hakkı ilk kez 15 Kasım 1921’de Köy ve Bucak Yönetimi Kanun Tasarısı görüşülürken ele alınmıştır. Tartışma bucak (nahiye) yönetimi için yapılacak seçimlerde kadınların da hesaba katılıp katılmayacağı konusundadır. Daha çok muhafazakâr tutumlarıyla tanınan ama bazı demokratik istemleri ileri sürmekten de geri kalmayan İkinci Grubu mensup Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, 20 evli bir köyde üç erkek bulunabileceğini, kalanının kadın olduğunu, bunların genel yaşama katılıp vergi verdiklerini, ancak bu zavallıların birtakım adamların elinde tutsak olduğunu söyleyerek “Şûraya kadınlar da girmelidir.” demiştir (AS: Şura, Nahiye-Köy Yönetim Kurulu). O’nu, radikal mebuslardan Tunalı Hilmi Bey, oturduğu yerden “Yaşa, yaşa!” sesleriyle desteklemiştir. Sözlerini sürdüren Hüseyin Avni Bey, mebuslardan duygusallığa kapılmamalarını, mademki kadınlardan “aşar” (AS: 1/10, ondalık tarım ürünü vergisi, öşür) alınıyor; onların haklarını da vermek gerektiğini, yüzlerce kadının mütegallibe erkeklerin (AS: Haksız ve yolsuz güçle hükmetmeye çalışanlar, zorbalar, derebeyleri, mütegallibeden bir adam..) tutsağı olduğunu,
oysa üç-dört haneye bakan, aile reisi olan kadınlar bulunduğunu anlatarak
“Büyük Millet Meclisi, aile reisi olan kadının seçim hakkını teslim etsin.” demiştir.

Kırşehir Mebusu Müfit Efendi, O’na oturduğu yerden bir sataşmada bulunur:

–  Kaç karın var?

Hüseyin Avni Bey, bu soruya şu anlamlı yanıtı verir:

–  Pek çok anam var!

Balıkesir Mebusu Hasan Basri Çantay O’nunla dalga geçer:

– Hüseyin Avni Bey’in feministliğini tebrik ederim.

Hüseyin Avni Bey’in buna yanıtı ise şöyledir:

– İnsanlığımı tebrik ediniz.

Sıra, Tunalı Hilmi Bey’dedir:

– Şu dakikada Meclis kürsüsünden Türklük ve Müslümanlık âlemine doğru bir ses aksetmiş bulunuyor ki, bu sesi ilk çıkaran Hüseyin Avni Bey’dir. Kendisini tebrik ederim. Bir söz söyledi, bence en ruhlusu o sözdür. Hissiyata kapılmayalım.

Bir mebus “Ne hissiyatı Allah aşkına!” diye seslenince Tunalı Hilmi, Azerbaycan’ın kadınları seçime katmasının Türkiye’ye büyük bir ders olması gerektiğini söyler.
Konya Mebusu Hilmi Bey, Azerbaycan’ın Bolşevik olmasını kast ederek:

– Bizim memleketimize Bolşeviklik girdi mi Hilmi Bey?” diye sataşır. Tunalı Hilmi Bey, bunun Bolşeviklik olmadığını söyler. İslamiyet’in kadına verdiği değerle ilgili olarak
bir ayet okumak isterse de sesi patırtılar ve gürültüler içinde duyulmaz olur.
“Sözlerimi dinleyin” ricası“Neyi dinleyeceğiz” diyerek kesilir. O gene de konuşmakta diretir. Ülkenin Batısında muhtar olan kadınlar bulunduğunu, hadi seçilme hakkının verilmeyişini anladığını ama seçme hakkının neden esirgendiğini sorar.
“Bu teklif zaten kabul edilmeyecektir. Fakat Hüseyin Avni Bey’i tebrik etmek istedim.”  der.

Tartışma gene de son bulmaz. Konya Mebusu Musa Kâzım Efendi, İslam kadınlarının tutsak olmadığını, İslamiyet’in kadınlara Avrupa kadınlarına göre daha büyük tasarruf hakkı verdiğini ileri sürer. Erkekle kadının savaş gibi kimi zorunlu durumlar dışında bir arada bulunmasının caiz olmadığını anlatır. Oturum başkanı konuyu kapatmak istese de Tunalı Hilmi “Reis Bey, İslam kadınları kadı olabilirler. Camilerde vaaz verebilirler”
diye seslenir. Hükümet tasarısında bu konuda bir işaret olmadığı belirtilerek tartışmanın gereksizliği nedeniyle tartışma yeterli görülüp geçilir.[5]

Böylece kadınlara seçme ve seçilme hakkı konusu, gündemden kalkar.
Gerek gezilerindeki konuşmalarda gerekse yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde Türk kadınının toplumsal yaşamda  hak ettiği yeri alması gerektiğini savunmuş olan Mustafa Kemal Paşa, bu tartışmalarda taraf olmaz ve seçme ve seçilme hakkı konusunda tutum almaz.

1923’te seçimlerin yenilenmesi kararının alınması üzerine Vakit gazetesinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi konusunda kadınlar arasında bir anket düzenlenir. Bu arada 13 kadın bir girişim kurulu oluşturarak konu üzerinde kamuoyu yapmaya başlar. Bunlar Türk Kadınlar Şûrası‘nı toplamış, ardından Türk Kadınlar Fırkası’nı kurmuşlardır. Ancak hükümet kadınların seçme ve seçilme hakkı olmadığı gerekçesiyle partiyi yasaklayınca Türk Kadın Birliği kurulur. Kadınlar, on yıl boyunca seçme ve seçilme hakkı peşinde koşmuşlardır. Ancak bu birlik de hükümet tarafından kapatılmıştır. [6] Dönemin hükümet etme anlayışı Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’ın dediği gibi “Memlekete komünizmi getirmek bile icap etse bunu ancak hükümet yapacak”tır. Bütünüyle erkeklerden oluşan Türkiye Büyük Millet Meclisi,
hükümetin isteğiyle kadınlara seçme ve seçilme hakkını ancak 1930’da tanıyacaktır.
O tarihte bu hakkın tanındığı ülke sayısı 25’tir. (12.05.2013)

[1] Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler, C. 1, II, Hürriyet Vakfı Yayınları
[2] Vakit, 25, 31 Teşrinievvel, 24 Kânunuevvel 1919,
[3] Yenigün, 2 Kânunuevvel 1919 “Kadın Mebuslar”
[4] İkdam, 15, 16 Haziran 1920
[5] TBMM Zabit Ceridesi, C. 12, 15 Kasım 1921, s. 222-225
[6] Yaprak Zihnioğlu, Kadınsız İnkılâp, 2003, Metis Yayınları