Etiket arşivi: Kenan Evren

Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk, askerin siyasetten uzak durmasını istemişti: Askerler ve Siyaset

Alev CoşkunAlev Coşkun
15 Ocak 2023, Cumhuriyet

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sakarya’da tank palet fabrikasındaki konuşmasında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hedef aldı. Konuşmanın, Genelkurmay başkanı, Kara ve Hava Kuvvetleri komutanları tarafından alkışlanması tartışma yarattı. CHP sözcüleri, “Türk milletinin milli bir kuruluşunda, ana muhalefet partisi genel başkanını eleştiriyorsun, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komutanları da seni alkışlıyorlar. Türkiye ne noktaya geldi. Siz Erdoğan’ın değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin komutanlarısınız. Siz bir siyasi partinin mensupları değilsiniz.” diyerek sert eleştiride bulundular.

SİYASET ASKERİN İŞİ DEĞİLDİR

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu da salı günkü grup toplantısında kendisini hedef alan Erdoğan’ın sözlerini alkışlayan askerlere karşılık vererek,

  • “Komuta kademesi haddini bilsin, siyaset askerin işi değildir. Siyaset mi yapmak istiyorlar, çıkarsınlar o kutsal üniformayı, Erdoğan’ın yanına hizalansınlar” dedi.

Bu konu asker-siyaset ilişkisini yeniden gündeme taşıdı. Cumhuriyetin kurucu babası Atatürk, yaşamı boyunca askerin, siyasetten uzak durmasını istemişti. İttihat ve Terakki’nin Selanik’te toplanan 2. kongresinde, daha yüzbaşı iken bu görüşünü açık ve net olarak ortaya koymuştu.

ATATÜRK’ÜN GÖRÜŞÜ

Mustafa Kemal’in daha 22 Eylül 1909’da İttihat ve Terakki kongresinde yaptığı bu önemli konuşmanın arka planı (ardalanı) özetle şöyledir:

Padişah Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı, 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet ilan edildi. Meşrutiyet’in ilanında İttihat ve Terakki en etkin rolü oynamıştı. İttihat ve Terakki’nin yönetim kadrosunda genç subaylar vardı. Bunlar arasında daha sonra yükselip askeri görevleri sürerken devlet yönetiminde etkili olan Enver Paşa ve Cemal Paşa gibi isimler ön sırada yer alıyordu.

II. Meşrutiyet’in ilanından hemen sonra seçimler yapıldı ve İstanbul’da Millet Meclisi çalışmalarına başlandı. Ne var ki bu sırada, 31 Mart 1909’da İstanbul’da gerici bir ayaklanma, tam bir karşıdevrim hareketi başladı. Alaylı subayların etkisiyle Avcı Taburları harekete geçti. Bunlara medrese öğrencileri ve cami hocaları katıldı. Ellerinde yeşil bayraklarla yürüyüşe geçen ve “Din elden gidiyor”, “Şeriat isteriz” diye bağırarak ilerleyen bu gerici isyan genişledi ve Meclis’e dayandı.

Meclis’te Lazkiye Milletvekili Aslan Bey ve Adalet Bakanı Nazım Paşa’yı öldürdüler. Meclis kürsüsünü işgal ederek “Şeriat isteriz” nutukları söylemeye başladılar. Ertesi gün Yıldız Sarayı bahçesinde toplanan bu karşıdevrimciler, padişahın gözleri önünde Deniz Binbaşı Ali Kabuli Bey’i paramparça ettiler, ayrıca 36 sivil öldürüldü. Bu gerici isyanın üçüncü günü, 15 Nisan 1909’da Selanik’teki 3. Ordu harekete geçti. Hüseyin Hüsnü Paşa komutasında İstanbul’a doğru yönelen ordunun ilk aşamada kurmay başkanlığını Kıdemli Yüzbaşı Mustafa Kemal üstlenmişti.

Rumeli’den gelen ilerici ordu birlikleri tarafından, 31 Mart karşıdevrim hareketi bastırılmıştı. Ancak İttihat ve Terakki’nin “siyaset devinimi”, Orduya girmişti.

ORDU SİYASETTEN ÇEKİLMELİDİR

İttihat ve Terakki’nin 2. büyük kongresi, Hareket Ordusu’nun İstanbul operasyonundan yedi ay sonra 22 Eylül 1909’da Selanik’te toplandı. Bu kongreye Bingazi (Libya) delegesi olarak katılan Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki’nin önde gelen liderlerinin hiç de beğenmediği bir öneriyi dile getirdi. Genç Kurmay Subay Mustafa Kemal konuşmasında şöyle diyordu:

  • “Ordumuzun içinde bulunan cemiyet arkadaşlarımız politikada devam etmek istiyorlarsa, Ordudan ayrılmalıdır ve cemiyetimizin halk içindeki teşkilatı arasına girmelidirler. Bu suretle bir gün kaybına bile meydan vermeyerek ordumuz politikadan uzaklaşmalıdır. Ve Ordu içinde kalacak dostlarımız da artık politika ile ilişkisini kesmeli, politikayla meşgul olmamalı ve bütün gayretlerini Ordumuzun kuvvetlenmesine çevirmelidirler. Cemiyetimiz de bir an önce, teşkilatımızı halkın içinde genişleterek milletimize dayanan siyasi bir parti haline gelmelidir.”

‘YA POLİTİKA YA ORDU’ DİYEN MUSTAFA KEMAL’E SUİKAST GİRİŞİMİ

22 Eylül 1909’da Selanik’te İttihat ve Terakki’nin 2. kongresinde konuşan Mustafa Kemal, cemiyet üyesi subaylara, “Ya politika ya ordu” tercihini yapmalarını cesurca öneriyordu. Başta Fethi Okyar olmak üzere kimi delegeler askerlikle politikanın birlikte olamayacağını belirterek O’nun görüşünü desteklediler. İttihat ve Terakki’nin Enver ve Cemal gibi asker olan liderleri bu öneriye hiç de sıcak bakmıyorlardı.

Mustafa Kemal’in kongredeki bu görüşünü içlerine sindiremeyen ve Orduyu bırakmak istemeyen lider takımı, O’nu öldürmeye karar verdi. İlk teklif Yüzbaşı Yakup Cemil ve Yüzbaşı Hüsrev Sami’ye yapılmıştır. İkisi de Mustafa Kemal’i sevdikleri için O’nu “infaz” etmeyi reddettiler. Yakup Cemil, üstelik Mustafa Kemal’e tedbirli olmasını söyledi. Ondan sonra aynı görevi Enver’in amcası Halil Kut’a (sonradan ordu komutanı) ve Abdülkadir’e (Ankara valisi ve İzmir Suikastı nedeniyle idam edilen kişi) verdiler. Mustafa Kemal, geceleri parmağı silahının tetiğinde, köşeleri açıktan dolaşarak her an vurulacakmış gibi evine giderdi. Bir gidişinde evin ileri köşesinde ikisinin de gölgesini görmüş ve hemen silahına davranmıştı. Bu anlattığımız olay, ordu-siyaset ilişkisinin ne derece tehlikeli düzeylere çıktığını göstermesi yönünden ibret vericidir.

MİLLİ MÜCADELE’DE DURUM

Milli Mücadele, işgal kuvvetlerine karşı vatanı kurtarmak amacını taşıdığı için disiplinli bir Milli Mücadele ordusunun kurulması ilk aşamada temel hedefti. Topyekûn savaş esastı. Ordu ve kolordu komutanlarının milletvekili olarak Meclis’te bulunmaları gerekli görülmüştü. Bu nedenle başta Mustafa Kemal olmak üzere Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü, Fahrettin Altay, Refet Bele, Kazım Özalp Meclis’e girmişlerdi. Milli Mücadele’nin zaferinden sonraki gelişmeler ise şöyledir:

Cumhuriyetin ilanı, saltanat ve halifeliğin kaldırılışından sonra Mustafa Kemal, milletvekili olan komutanların askerliği ya da politikayı seçmeleri için bir çağrıda bulundu. Bu çağrıya uyan Fevzi Çakmak, İzzettin Çalışlar, Şükrü N. Gökberk, A. Hikmet Ayerdem, Fahrettin Altay ve Cevat Çobanlı milletvekilliğinden istifa ettiler, askerlikte kalmayı yeğlediler. Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele ise milletvekilliğini tercih ettiler. Nitekim bir süre sonra Karabekir, Cebesoy, Bele ve Rauf Orbay Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’ni kurdular.

  • Özetle 1923-1950 arasında Atatürk ve ardından İnönü döneminde ordunun politika dışında tutulması temel strateji olarak titizlikle izlendi.

27 MAYIS 1960 ve SONRASI

Türk siyasal yaşamında 1960-1980 arası, askerin siyasete yoğun karıştığı yıllar olarak tarihe geçmiştir. Bu dönemde 27 Mayıs 1960, 1962-1963 Aydemir olayları 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 adını taşıyan müdahaleler yapıldı.

27 Mayıs 1960 bir emir komuta zincirinin değil, Ordunun yüzbaşıdan generale kadar çeşitli rütbelerini kapsayan bir oluşumun ürünüdür. 27 Mayıs öncesi, Genelkurmay Başkanı Org. Rüştü Erdelhun, DP hükümetine çok yakındı. Kurulan Milli Birlik Komitesi’nde genç subayların etkinliği vardı. 27 Mayıs’ta oluşan Milli Birlik Komitesi’nde (MBK) 5 general, 15 albay ve yarbay, 18 binbaşı ve yüzbaşı yer almıştı.

  • 27 Mayıs 1960 hareketi bütün yurtta halkın katılımı ile alkışlarla desteklenmişti.

27 Mayıs 1960 hareketini yürüten 38 kişilik MBK, daha sonra kendi içinde bölündü ve 14 üye komiteden alınarak dış görevlere gönderildi. Bu arada, seçimle oluşan Meclis Güçler Ayrılığı ilkesine dayalı, insan hak ve özgürlüklerini koruyan ve hukukun üstünlüğünü gerçekleştiren 1961 Anayasası’nı yarattı. Halkoyalaması ile kabul edilen 1961 Anayasası’nın, Türk tarihinin en ilerici, demokratik, evrensel anayasa kurallarına bağlı olduğu gerçeği tüm dünya anayasa hukukçuları tarafından kabul edilmiştir. Ne yazık ki, DP’nin üç ileri geleninin (Menderes, Zorlu, Polatkan) idamları engellenememiştir. Bunun nedeni de o sırada Ordunun yoğun olarak siyasete karışmasıdır. Kuşkusuz bu duyarlı konu, bir başka yazının konusudur.

Albay Talat Aydemir

KANLI İHTİLAL GİRİŞİMLERİ

Yukarıda belirtildiği gibi, 27 Mayıs 1960’tan hemen sonra, Ordu içinde siyasetle uğraşma önemli bir düzeye çıktı. Silahlı Kuvvetler Birliği (SKB) adını taşıyan bir cunta oluştu. SKB, görünüşte MBK’nin aldığı kararları ve yasaları desteklemek amacını taşıyordu ve üst rütbeli subaylar tarafından kurulmuştu. Generaller çoğunlukta olsa bile TSK girişiminin asıl lideri Kara Harp Okulu Komutanı Albay Talat Aydemir’di.

Aydemir, MBK’ye giremediği için eski arkadaşlarından intikam almak isteyen bir ruh yapısına sahipti. 1961 seçimlerinden sonra İnönü’nün başbakanlığında CHP, Adalet Partisi koalisyonu kuruldu. 1961-63 arasında iki kez kanlı ihtilal girişimi oldu. Bunlar Albay Talat Aydemir’in liderliğinde yürütülen 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleridir. Silah, tank, uçakların ve Harp Okulu öğrencilerinin kullanıldığı bu akıldışı darbe girişimleri, Milli Mücadele’nin Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa sayesinde engellenebilmiştir.

En üst komutandan en alt rütbeye dek birçok askerin dahil olduğu bu hareketler başarılı olsaydı, Türkiye sabah erken kalkanın darbe yaptığı bir Ortadoğu devleti durumuna gelecekti.

12 MART 1971 ve 12 EYLÜL 1980

Milli Mücadele’den gelen, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı, devlet adamı, 12 yıl cumhurbaşkanlığı yapan (1938-50), o sırada da Başbakan olan İnönü, Ordu içindeki “cunta” girişimlerine karşı çıkıyor ve 18 Ocak 1962’de şunları söylüyordu:

“Demokratik sistemden vazgeçen kapalı sisteme her ne şekil altında olursa olsun asla müsaade etmeyeceğim. Onun karşısında mücadele edeceğim.”

Aydemir ve cuntasının birinci hareketi 22 Şubat 1962’de başta Ankara ve tüm Türkiye’de başladı. Çok zor saatler yaşandı. Harp Okulu öğrencileri kullanılarak Ankara’nın stratejik noktaları tutulmuştu. Bu hareketin kansız olarak sona erdirilmesi karşılığında, ihtilale katılanların affedileceğini öne sürerek kanlı ihtilalin sona ermesini İnönü sağladı. İnönü, Ordu içindeki cuntalara karşı savaş açmıştı. Ancak affedilen Talat Aydemir, 21 Mayıs 1963’te ikinci darbe girişiminde bulundu. Bu girişim zorlukla bastırıldı. Başta Talat Aydemir olmak üzere yedi subay idam edildi. İsmet İnönü, koalisyon başbakanı olarak bu ihtilal hareketlerine karşı etkinliği ve krizi başarıyla yönetmesiyle de tarihe geçmiştir.

12 MART 1971 HAREKETİ

Talat Aydemir hareketlerinden sonra ortalık bir süre duruldu. 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlükler nedeniyle işçi hareketi yükseliyor, sendikal hareket güçleniyordu. Bu durum, ticaret-sanayi ve finans burjuvazisini ve özellikle dış güçleri rahatsız etmeye başladı. Zamanın Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç’a göre “toplumsal gelişme, ekonomik gelişmenin üzerine” çıkmıştı. İki süper gücün kozlarını Ortadoğu’da paylaşmaya başlamaları NATO’nun Türkiye’yi bu politikada etkin biçimde kullanma isteklerini gündeme getirdi.

İÇ ÇATIŞMA ve ÇELİŞKİ

12 Mart 1971, bir başka yönden ilerici asker-sivil bürokrat ve aydınlarla, tutucu asker-sivil bürokrat ve onları destekleyen ticaret ve finans burjuvazisinin bir iç savaşı olarak da nitelendirilmelidir. Bu durum sosyolojik olarak anayasanın getirdiği demokratik özgürlükleri çok bulan, kapitalist ekonomiyi benimseyen bir görüşle; ilerici, Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerinin sürmesini isteyen, planlı ekonomiyi ve stratejik sektörlerde devletçi ekonomiyi savunan, dış politikada bağımsızlık isteyen ulusalcı görüşün bir savaşıydı. 9 Mart ile 12 Mart kadrolarının çatışması bu noktalarda yoğunlaşıyordu. Sonunda dış etkilerin de yardımıyla “tutucular” kazandılar. 12 Mart 1971 askeri hareketi emir-komuta zinciri içinde Genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanlarının girişimiyle gerçekleşti. Sonuç ne oldu? 

  • 12 Mart hareketi, bütün ilerici güçlerin üzerinden buldozer gibi geçti.
  • Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildiler.
  • İstanbul’da Ziverbey Köşkü diye bilinen bina, kontrgerillanın işkence merkezi olarak hizmet gördü. İlhan Selçuk’un Ziverbey Köşkü adlı yapıtı, o dönemin ve işkencelerin bir belgeselidir.

12 Mart döneminin işkence ve baskılarını burada uzun uzun anlatmamız olanaksızdır. Aydınlar, yazarlar tutuklandı, işkence gördü. Sol düşünce tasfiye edilme noktasına geldi. Zaten bu işkenceler, davalar, baskılar, idamlar 12 Mart darbesinin faşist niteliğini ortaya koymaya yeterlidir. 12 Mart 1971 darbesi, 27 Mayıs’ın getirdiği 1961 Anayasası’ndaki sosyal devlet ve özgürlükler ilkelerine karşı yapılmıştı. 12 Mart konusu çok yazılmıştır. Özeti, dış etkilerin yönlendirmesiyle asker, askerin 1961’de yaptığını bozuyordu.

12 EYLÜL 1980 DARBESİ

12 Mart’tan 9.5 yıl sonra gerçekleştirilen 12 Eylül ise 12 Mart uygulamalarını da geride bırakan bir noktada “karşıdevrim”ci NATO’ya bağlı bir askeri harekettir. 1980 yaz ve sonbahar günlerinde Meclis’te Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapılıyor ama sonuç bir türlü alınamıyordu. Terör başını alıp gitmişti. Her gün sağ-sol çatışması nedeniyle gençler ölüyordu. Türkiye’nin büyük illerinde sıkıyönetim ilan edilmiş, yönetim ve denetim askerlerin elinde olduğu halde terör can almayı sürdürüyordu. Sağ-sol çatışması adeta bir merkezden körükleniyordu.

Sonraları anlaşıldı ki, darbe tarihi birkaç kez ertelenmişti. Devlet başkanı olduktan sonra Kenan Evren, bu ertelemeleri ortamın daha olgun duruma gelmesini bekleme olarak açıkladı. Bunun yalın anlamı, masum insanların ve gençlerin daha çok ölmesinin istenmesidir. CIA şeflerinden birisi olan ve Türkiye’de görev yapmış olan Paul Henze, darbeyi Beyaz Saray’a “Bizim çocuklar başardı” biçiminde duyurmuştur.

YENİ DÜNYA KAPİTALİST DÜZENİ

12 Eylül darbesi aynı zamanda Türkiye’de acımasız bir kapitalist düzeni sağlamak yönünde kararlar almıştır. Tüm aydınlar, işçiler, üniversite gençleri baskılar altında yaşamlarını sürdürdüler. Turgut Özal da Dünya Bankası’ndan ithal ettiği “ekonomik liberalizasyon programı”nı uygulamaya koymuştu. KİT’lerin satışı böyle başladı. 12 Eylül darbesi aynı zamanda 1961 Anayasası’nın özgürlükçü, insan haklarına saygılı ilkelerini ortadan kaldıran 1982 Anayasası’nı getirdi. 12 Eylül, sonunda uygulamalarıyla tümüyle gerici bir nitelik kazanmıştır. “Muhafazakâr” değil, karşıdevrimcidir.

Beş general (Genelkurmay başkanı ve 4 Kuvvet Komutanı) tarafından oluşturulan “Milli Güvenlik Konseyi”, yönetimi tek elde toplamıştı. Yasama ve Yürütme yetkileri, bu 5 kişilik Konsey üzerine kalmıştı. Temel insan hakları ve demokratik süreçlerin askıya alınması, TBMM’nin ve siyasal partilerin kapatılması, liderlerin tutuklanması, milletvekilleri, önde gelen sendikacı ve meslek örgütleri başkanlarının gözaltına alınması, ilk önlemlerdi. Siyasal parti yöneticilerine 10 yıl siyasetten alıkoyma yasağı getirildi.

12 EYLÜL’ÜN ATATÜRKÇÜLÜĞÜ

12 Eylül’ün sözde Atatürkçülüğü, içi boş bir şekil Atatürkçülüğüdür. Her kasabaya, Atatürk büstleri koyarak Atatürkçülük yaptıklarını sanıyorlardı. İmam hatiplere, Kuran kurslarına verilen destek, ortaöğretimde din derslerinin anayasaya konulan bir madde ile zorunlu duruma getirilmesi, din eğitimi gören insanlardan terörist olmaz önyargısının sonuçlarıydı.

TÜRK-İSLAM SENTEZİ

Bu dönem (1980-90) Soğuk Savaş’ın yoğun olarak yaşandığı yıllardır. ABD, Sovyetler Birliği’ni güneyden çembere almak için “Yeşil Kuşak” kuramını uyguluyordu. İslamiyet referansı NATO’ nun ve 12 Eylül’ü yapan generallerin bağlandıkları en önemli olguydu. “Türk-İslam” sentezinin uygulamaya konmasına başlandı. 20 Haziran 1986 günü Cumhurbaşkanı Kenan Evren, “Türk-İslam” sentezini temel alan bir kültürün bütün millete kabul ettirilmesine yönelik” bir raporu kabul etti.

Öğretimde Birlik (Tevhid-i Tedrisat) Yasası delindi. Kendisini Atatürkçü olarak ilan eden Evren, eline Kuran’ı alıp mitingler yapıyor, dini politikaya alet ediyordu. Dört generalden oluşan dört komite, NATO’nun gladyo sistemine bağlılığını her vesileyle gösteriyordu. Özetle, 12 Eylül yönetimi “muhafazakâr” değil, “reaksiyoner” (tepkisel) Atatürk’ün Aydınlanma devrimlerini budayan “karşıdevrimci”dir.

FETÖ OLAYI

12 Eylül 1980’den sonra en büyük ihtilal girişimi 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen kanlı FETÖ darbe girişimidir. FETÖ hareketi temelde, kamu yönetiminin, güvenlik güçlerinin ve özellikle TSK’nin ele geçirilmesi, yönlendirilmesi ve denetlenmesi hareketidir. Polis Koleji ve Kuleli Askeri Lisesi giriş sınavları FETÖ’nün en etkin olduğu konulardı. Yargının ele geçirilmesi de aynı derecede önemliydi.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ ELE GEÇİRME HAREKETİ

Gülen hareketi bir yandan Ordu içinde örgütlenirken öte yandan Atatürkçülerin Ordudan tasfiye edilmesini gerçekleştirdi. Bunun için kumpas davalar açılmıştı. FETÖ’nün gelişmesinde iktidarların koruyucu ve destekleyici politikaları hiçbir zaman unutulmamalıdır.

  • 15 Temmuz 2016 darbe girişimi emperyalist devletlerin katkılarıyla hazırlanmış
    hain bir tuzak, casusluk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni ele geçirme hareketidir.

Bugün güncel konuya gelirsek, Genelkurmay başkanı ve Kuvvet Komutanlarının Sakarya’daki tank palet fabrikasındaki törene katılmaları doğaldır. Cumhurbaşkanının tank palet fabrikasının faaliyetlerini anlattığı bölümlerin alkışlanması da doğaldır. Burada doğal olmayan temel nokta, partili cumhurbaşkanının ana muhalefet lideri hakkında yaptığı eleştirilerin alkışlanmasıdır. Komutanlar, adeta akıntıya kürek psikolojisi içinde hata yapmışlardır.

Orgeneral rütbesine gelmiş komutanlar, özgür iradelerini kullanarak böylesi utandırıcı bir duruma düşmemelidirler.

Bugün Türkiye’de uygulanan partili cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, dünyanın hiçbir yerinde yoktur. 150 yıldır demokrasi için mücadele veren Türk halkı, bu ucube sistemi er ya da geç değiştirecektir. TSK bir hükümetin veya bir partinin ordusu değildir. Komutanlar, özellikle TSK’yi böylesi bir görünümden korumak görek ve sorumluluğundadırlar. Yandaş basın bu konuda çarpıtıcı yayın yapıyor. Kılıçdaroğlu’nun komutanların alış hareketini kınaması, teröre karşı çıkış olarak değerlendiriliyor. Bu, tümüyle saptırmadır, tehlikeli bir “algı operasyonu”dur. Ortada bir terör konusu yoktur. Konu, partili cumhurbaşkanının muhalefet liderine karşı sert eleştirisini, komutanların gereksiz yere alkışlamalarıdır.

Ordunun siyasete karışması, Türkiye için en kötü durumdur. En karanlık yoldur. Bu kısa makalede belirtildiği gibi, TSK’ye vurulan darbelerin en tehlikeli sonucu Orduya siyasetin girmesidir. Bir Orduya siyasetin sokulması o Orduya yapılabilecek en büyük kötülüktür. Türk siyasal tarihi bunun acı örnekleriyle doludur.

Büyük Atatürk’ün daha yüzbaşı iken İttihat ve Terakki kongresinde söylediklerini unutmayalım:

  • Ordu siyasetten uzak durmalıdır.
  • Siyasette uğraşacak olanlar Ordudan ayrılmalıdırlar.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ : 11 Ocak 2023

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

DARBECİ

RTE yandaş medyaya, Lafa gelince özgür basından dem vuranların, darbecilere alkış tuttuğu bir dönemde sizler, cesaretle demokrasimize sahip çıktınız.dedi.

Kenan Evren’e “Sizin zamanınızda belediye başkanı olsam İstanbul’u uçururdum” diyen şakşakçıları da biliriz…

ÇIKIŞ

DEVA Partisi Kurumsal İletişim ve Tanıtım Başkanı Sanem Oktar, “Anayasa’dan Türklüğü çıkarıyor musunuz” sorusuna, “doğru” diyerek yanıt verdi.

Ona gücünüz yetmez. Kendiniz Türklükten çıkın…

HIRSIZ

Güney Kore Devlet Başkanı’nın eşi hakkında intihalden (bilgi hırsızlığı) soruşturma açıldı.

Diploma : Bir gün mutlaka…

KIYMET

Altılı Masa açıklamasında, ”İki yüzyıllık modernleşme, 150 yıllık Meclis, 100 yıllık Cumhuriyet ve 75 yıllık demokrasi tarihimizdeki bütün ana akımların temsil edildiği bu işbirliği süreci, siyasal tarihimizde bir ilk niteliği taşımaktadır.” denildi.

Savaşta meclis kapatanları görmeyip, savaşı meclisle yürütenleri demokrasi dışı niteleyenlerin kıymet bilmezlik ayıbı… (AS: 1923-1950 arası demokrasi sayılmamış!!??)

TAZİYE

Kumpas şehidi askerlerin ve Korg. Avar’ın cenazesini görmezden gelen MSB Akar, Yunan Savunma Bakanı’nın annesine taziye telefonu açıp çelenk gönderdi.

Atatürk ve Türk düşmanlarının dostu…

ALKIŞ

Arifiye’deki törende CHP’yi eleştiren RTE’yi Gnkur. Bşk. ve KKK alkışladı.

Komutanlık yapamayanların acıklı hali…

ÜLKÜSÜZ

MHP’nin, Sinan Ateş’in öldürülmesine sessiz kalması büyük tepki çekti. Partiden istifalar sürüyor. Ülkücü sembolü bıyıklar kesiliyor.

Yamalık olmanın sonu…

BAĞLAMA

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin danışmanı ve Türkgün gazetesi başyazarı Yıldıray Çiçek, eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş cinayetini CHP’ye bağladı.

Bekliyorduk, gecikti…

UYUM

3.5 milyar borçlu Samsun Belediyesi’nin AKP’li başkanı Demir 7.5 milyonluk makam aracı aldı.

Kötü örnek taklidi…

Korgeneral Vural Avar ve amiraller

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

Son Yazısı / Tüm Yazıları 
26 Aralık 2022, Cumhuriyet

28 Şubat kumpas davasıyla, yaklaşık 1 yıl 4 ay önce 84 yaşında tutuklanan ve çeşitli sağlık sorunları yaşayan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) emekli komutanlarından Korgeneral Vural Avar, geçtiğimiz hafta hapishanede yaşamını yitirdi!

Korgeneral Vural Avar, herhangi bir darbe girişiminde bulunmadığı halde, tutuklanıp hapishanede ölüme terk edilirken 12 Eylül 1980’de gerçekten askeri darbe yapan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya, yine AKP iktidarı döneminde, gecikmeli ve göstermelik bir biçimde tutuksuz yargılandılar; Kenan Evren 97 yaşında, Tahsin Şahinkaya 90 yaşında, tutuksuz bir ortamda doğal bir biçimde öldükten sonra, dava üst mahkemede kesinleşmeden düştü.

  • Korgeneral Vural Avar’ın ölümü, gayri resmi bir idam cezasının infaz edilmesidir!

Ciddi sağlık sorunları ve ileri bir yaşta olan insanların hapishane koşullarına dayanamayacakları ve orada daha hızlı bir biçimde ölecekleri açıktır!

TSK’nin emekli komutanları, Vural Avar, Çevik Bir, Çetin Doğan, Hakkı Kılınç, Cevat Temel Özkaynak, Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Yıldırım Türker, İlhan Kılıç, Aydan Erol, Kenan Deniz, Ahmet Çörekçi, Çetin Saner, İdris Koralp,

  • laiklik ve anayasa konusundaki duyarlılıkları nedeniyle, 70 yaşını aşmış oldukları halde, tutuklanarak hapishaneye, ölüme yollanmışlardır.

Tahliye edilen birkaç komutan dışında, tutuklu olan öbürr komutanlar da halen hapishanede ölüm riski altındadırlar!
***
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında toplanan bir Milli Güvenlik Kurulu’nda alınan tavsiye kararlarını, bunun üzerine koalisyon hükümetindeki iki siyasal partinin aralarında yaşadıkları anlaşmazlıkları ve onun sonucunda gerçekleşen bir yasal hükümet değişikliğini, bir askeri darbe girişimi olarak nitelendirmek, laiklik karşıtı, Cumhuriyet düşmanı örgütlenmenin bir kurgusundan ibarettir.

28 Şubat sahte yargı sürecini başlatan sözde savcıların ve sözde hâkimlerin birçoğu, FETÖ üyesi olmalarından dolayı ya tutuklandılar ya da meslekten ihraç edildiler. AKP hükümetinin buna karşın dava sürecini sürdürmesi ve anayasanın 138. maddesini ihlal ederek, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırarak, söz konusu komutanları tutuklatması, kumpas davalarının salt FETÖ’ye özgü olmadığının, AKP’nin de aynı yöntemi uygulayan bir örgütlenme olduğunun kanıtlarından birisidir.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na karşı kurulan kumpası, 28 Şubat sözde darbe girişimine benzetmesi büyük bir talihsizlik olmuştur. CHP tabanı ve seçmeni böyle bir tarihsel çarpıtmayı asla kabul etmez!

Tam tersine, AKP’nin Ekrem İmamoğlu’na karşı kurduğu kumpas, AKP’nin tutuklu komutanlara kurduğu kumpasa benzer bir kumpastır!

Komutanlara bu kumpası kuran sözde siyasetçiler, bürokratlar, savcılar ve hâkimler, Korgeneral Vural Avar’a “Hapishanede kalabilecek kadar sağlıklıdır” raporu veren sözde doktorlar, hukuk önünde bu hukuksuzluğun ve zalimliğin hesabını mutlaka vermelidirler!

Tutuklanan komutanların “rütbelerinin sökülmesi” ise hem halkın hem de TSK’nin vatansever üyelerinin nezdinde, yok hükmünde bir uygulamadır.

  • Halk, anayasal düzeni yıkarak meşruiyetini büyük ölçüde kaybeden AKP hükümetinin rütbelerini, önümüzdeki seçimlerde, sandıkta sökecektir!

***
Geçtiğimiz haftanın önemli olaylarından birisi de TSK içindeki dinci-tarikatçı-cemaatçi örgütlenmeyi ve Montrö Sözleşmesi’nin yıpratılmasını eleştirdikleri için, darbe girişimi iddiasıyla yargılanan emekli amirallerin beraat etmeleridir.

Halkın emekli amirallere sahip çıkmış olması ve iddianameyi hiçbir biçimde ikna edici bulmamış olması, ayrıca Rusya-Ukrayna arasında çıkan savaşla birlikte Montrö Sözleşmesi’nin yeniden önem kazanması nedeniyle, AKP hükümetinin son aşamada yargıya müdahale etmediği, yargıçların da böylece hukuka uygun bir karar verebildikleri anlaşılıyor.

Emekli amiralleri haftalarca darbecilikle suçlayan siyasetçiler, bürokratlar, medya üyeleri, akademisyenler, acaba bu karardan sonra bir utanma duygusu yaşamışlar mıdır ve bu soytarılıklarından dolayı amirallerden özür dileyecekler midir?!

Yaklaşan seçimler, ‘şahsım devleti’ anlayışı ve parlamenter sisteme dönüş yolu: Demokrasiye uymayan partili cumhurbaşkanlığı

Alev Coşkun
Alev Coşkun

Yaklaşan seçimler, ‘şahsım devleti’ anlayışı ve parlamenter sisteme dönüş yolu: Demokrasiye uymayan partili cumhurbaşkanlığı

18 Aralık 2022, Cumhuriyet

Geçen hafta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen siyasal içerikli haksız ceza bir kez daha “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ni tartışmaya açtı. Tüm yetkilerin bir kişide toplandığı, Meclis’in yetkilerinin budandığı, yargının, başkanlığını adalet bakanının yaptığı Hâkimler ve Savcılar Kurulu aracılığıyla siyasal gücün etkisinde kaldığı bir kez daha ortaya çıktı.

Bu hafta demokrasiyle ters düşen bu ucube sistemin, “partili cumhurbaşkanı” yönünü öne çıkararak ele alacağız. 6 siyasi parti lideri, 6’lı Masanın önemli uzlaşı konusu olan güçlendirilmiş parlamenter sistemle ilgili anayasa değişikliği önerilerini 28 Kasım 2022’de açıkladılar. Bu tasarıda en önemli değişiklik “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen ve dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan ucube modelden vazgeçilmesidir.

Bu anayasa tasarısında cumhurbaşkanına verilen yetkiler tırpanlanıyor, parlamenter sisteme dönülüyor, partili cumhurbaşkanı sistemi kaldırılıyor, cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıl ile sınırlandırılıyor. Cumhurbaşkanı seçilen kişinin “partisi ile ilişkisi kesiliyor”. Partili cumhurbaşkanlığı sistemi terk ediliyor. (AS: AY m. 101/5 anlamsız, çünkü Milletvekili ve CB seçimi aynı gün yapılıyor: AY md. 77/1: “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri beş yılda bir aynı günde yapılır.” Dolayısıyla bir kişinin MV sıfatı ile CB seçilme olasılığı yok!)

(2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü)

Partili cumhurbaşkanlığı, Türk siyasal tarihinde tartışmalı bir konu olarak yer almıştır. 1921 Anayasası Kuvayı Milliye’yi yürütmek için kabul edilmişti ve anayasada devlet başkanlığı maddesi yoktu.

1924 Anayasası, Cumhuriyet ilkelerini getiren anayasadır. Sistem tek parti olduğu için 1924 Anayasası’na göre cumhurbaşkanı seçilen kişinin partisinden istifa etmesine gerek yoktu.

Türkiye çok partili sisteme 1946 yılında girdi. Yeni kurulan Demokrat Parti için partili cumhurbaşkanlığı konusu en önemli siyasal konu olarak öne çıkmıştı. Cumhurbaşkanının partili olması şiddetle eleştiriliyor, cumhurbaşkanının tarafsız olması ısrarla isteniyordu. Yeni kurulan Demokrat Parti’nin 1946 seçim bildirgesinde bu konu açık bir biçimde yer almıştı.

1923’ten 2017’ye dek 94 yılda 12 cumhurbaşkanı görev aldı.

Bunlardan beşinin zaten siyasal parti ile ilgileri yoktu. (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren ve Ahmet Necdet Sezer) Atatürk ve İnönü tek parti döneminde, Celal Bayar ise 1950-1960 arası 10 yıl cumhurbaşkanlığı yaptı. 1989’dan bugüne Özal, Demirel ve Gül seçildiklerinde anayasaya uyarak partilerinden istifa ettiler. 2017’de kabul edilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi nedeniyle, Erdoğan partili cumhurbaşkanı olarak görevine devam ediyor.

EVRENSEL KURAL

Anayasa hukuku ilkelerine göre devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı “devletin birliği ve ülkenin bütünlüğünün” simgesidir. Siyaset bilimi ve anayasa kitapları konuyu şöyle ortaya koyuyorlar:

  • “Devlet başkanının siyasal bakımdan sahip olduğu mutlak sorumluluk, onun mutlak siyasal tarafsızlığını gerektirir. Devlet başkanı bu sıfatı taşıdığı müddetçe parti adamı değildir. Partiler üstü objektif, tarafsız bir kişidir. Çünkü devlet temsilcisi, milletin başıdır. Bu nedenle asla bir partizan gibi konuşamaz ve hareket edemez. Memleketin iç ve dış politikasında belirli bir partiyi, zümreyi veya kişiyi açıkça tutan ya da yeren açıklamalarda bulunamaz. Rolü ayırıcı değil, birleştiricidir. Eleştiri ya da onaylama değil, uyarma ve doğru yolu göstermektir, gerektiğinde millet adına hakemlik yapmaktır. Daha çok manevi rolü vardır ve tarafsızlığa titizlikle saygı gösterdiği ölçüde etkinlik ve ‘meşruluk’ kazanır.”

Bu tanımlamaya göre devlet başkanı, partiler üstü, yansız bir kimliğe bürünüyor. Bu nedenle devlet başkanından partizan yaklaşımlar ve hareketler beklenmez. İşte bu nitelikler yansız devlet başkanını etkin ve güçlü kılar.

DP, PARTİLİ CUMHURBAŞKANINA ŞİDDETLE KARŞI

8 Temmuz 1946’da yapılan genel seçimler, çok partili sistemin ilk seçimidir. Bu seçimde, DP seçim bildirgesinde açıkça partili cumhurbaşkanlığına karşı çıkmıştır.

DP’nin bu bildirisinde açıkça cumhurbaşkanlığı makamının tarafsız olması isteniyordu.

AKP siyasal köklerini DP’de görür. Sürekli kendisini DP’ye bağlamak isteyen AKP, DP’nin bu bildirisi ve düşüncelerinden ders almalıdır. Bugünkü tabloya bakarak 75 yıl önceki DP’nin söyledikleri ile AKP’nin uygulamaları birbirinin tamamen karşıtıdır.

(DP’li Başbakan Adnan Menderes)

DP’NİN PARTİLİ CUMHURBAŞKANLIĞINA KARŞI SEÇİM BİLDİRGESİ

“Devlet başkanının fiilen bir partinin başkanlığında bulunması ve bütün milletin malı olması gereken devlet başkanlığı yüksek makamının bütün yüksek dokunulmazlık ve yetkileriyle bir partinin yanında yer alması öbür partileri oldukça nazik ve zor bir mevkide bulundurmakta ve partilerin eşit hak ve şartlar altında çalışabilmeleri ilkesine aykırı durumlar yaratmaktadır. Cumhurbaşkanı partili değil, tarafsız olmalıdır.”
(19 Haziran 1946, DP Seçim Bildirisi)

İNÖNÜ’NÜN YANSIZLIĞI

İnönü, cumhurbaşkanı olarak 12 Temmuz 1947 beyannamesiyle partisiz olunması gerektiğini eylemli olarak göstermişti. Olay kısaca şöyledir :

Henüz çok partili sisteme adım atılıyordu. Sertlik yanlısı Başbakan Recep Peker’le muhalefet partisi DP arasında sert tartışmalar oluyordu. Cumhurbaşkanı İnönü, CHP ile DP arasındaki çatışmaya el attı. Başbakan Recep Peker ile DP Genel Başkanı Celal Bayar’ı Çankaya’ya çağırdı. Onlarla görüştü ve sonunda 12 Temmuz 1947’de ünlü 12 Temmuz bildirisini yayımladı. Bildiride cumhurbaşkanı olarak muhalefet partisini tutuyor ve aynen şöyle deniyordu:

“…Bir yasal siyasi partinin metotlarıyla çalışan muhalefet partisinin, iktidar partisinin imkân ve şartlarına uygun çalışmasını sağlamak lazımdır. Bu noktada, bir devlet başkanı olarak kendimi her iki partiye karşı eşit mesafede görürüm… Amaç, başlıca iki parti arasında temel şartın yani güvenin yerleşmesidir.”

(13 Temmuz 1947, Cumhuriyet gazetesi)

1950 SONRASI

DP iktidara geldikten sonra, muhalefette iken ısrarla savunduğu cumhurbaşkanının yansız olmasını gerektiren anayasa değişikliklerini yapmadı. Tersine, Bayar yansız cumhurbaşkanlığı yerine her zaman DP’li olduğunu gösteren bir tutum içine girdi. Özellikle 1957 seçiminden sonra Cumhurbaşkanı Bayar, DP simgesi taşıyan bastonla halkın arasına girip konuşmalar yaptı. Oysa yansız cumhurbaşkanlığı niteliğine sahip olsaydı, iktidar-muhalefet arasında uzlaşma sağlanabilir, hatta 27 Mayıs askeri hareketi önlenebilirdi.

1960 askeri hareketinden sonra Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın partiler üstü cumhurbaşkanı gibi davranıp tarafların uzlaşmasını sağlayacak bir seçim programı geliştirmek yerine çatışmayı körüklemiş olmasını kitabında eleştirmiştir. (Aydın Menderes, Babam Adnan Menderes, s. 87-88)

Aydın Menderes, “Bayar da İnönü’nün ‘12 Temmuz’ beyannamesindeki tutumunu örnek almalı, öyle yapmalıydı” diyor. Aydın Menderes, açıkça İnönü’nün 12 Temmuz 1947’deki girişimine ve ünlü bildirisine gönderme yaparak Celal Bayar’dan da aynı davranışı görmek istediğini belirtiyor. 1960 öncesi günlerde Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes ile muhalefet lideri İnönü’yü bir masa çevresinde toplayıp uzlaşma yaratabilirdi. Böylesi bir yansız cumhurbaşkanlığı rolünü üstlenebilirdi. Ancak güncel ve kısır politik tutumlar politikada bu geniş düşünce sistemini engelliyordu.

1961 ANAYASASI

1960 sonrası seçimle oluşan Kurucu Meclis, 2. Dünya Savaşı sonrası Batı’daki evrensel demokrasi gelişmelerini dikkate alan yeni bir anayasa yaptı ve bu anayasa halkoylamasıyla kabul edildi. 1961 Anayasası’nın, dünyanın en ileri ve demokratik anayasalarından birisi olduğu kabul edilmiştir. 1961 Anayasası ile devlet başkanı yansız ve partisiz konuma getirilmiştir. (Madde 35)

1982 Anayasası da 1961 Anayasası’nın yansız cumhurbaşkanı kuralını benimsemiştir. 1961’den sonra cumhurbaşkanı seçilen Gürsel, Sunay, Korutürk ve Sezer zaten partili değildiler. Özal, Demirel, Gül cumhurbaşkanı seçilince partilerinden istifa ettiler.

TEK ADAM YÖNETİMİ

16 Nisan 2017’de yapılan halkoylamasıyla “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen bir modele girildi. O günden bugüne uygulanan ve tek adamlığı getiren, gücü tek elde toplayan bu model dünyanın hiçbir yerinde yoktur.

  • Hukuk devleti ve demokrasinin temeli Güçler Ayrılığı ilkesidir.

2017’de getirilen sistem, Güçler Birliği ve “tek adam yönetimi” oluşturmuştur.

Güçler ayrılığı ilkesinin işlediği hukuk devleti bir yana bırakılmış “ucube” bir sistemle tek adam rejimine geçilmiştir. Siyaset bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu bu sisteme, “neo-patrimonyal sultanizm” adını vermektedir. Prof. Dr. Emre Kongar da bu modele “şahsım devleti” adını veriyor.

GÜÇLER AYRILIĞI

Anayasa hukuku ilkelerine göre devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı “devletin birliği ülkenin bütünlüğünün” simgesidir. Ancak bir siyasal partinin aynı zamanda genel başkanı olan bir cumhurbaşkanının yansızlığından söz edilemez.

Parlamenter sistemde, Yürütme’nin eylem ve işlemlerinden Başbakan ve Bakanlar sorumludur. Devlet Başkanının siyasal açıdan mutlak sorumsuzluğunun nedeni onun yansızlığının sağlanmasıdır. Devlet başkanı aynı zamanda tüm halkın, milletin başıdır. Bu nedenle asla partili gibi hareket edemez. O’nun temel yükümlülüğü ayırıcı değil, birleştirici olmasıdır. Yansızlığı titizlikle uyguladığı ve saygı gösterdiği ölçüde etkinliği artar. (H. N. Kubalı, Anayasa Hukuku Dersleri, s. 376)

Demokrasinin en önemli ilkesi, Yürütmenin denetlenmesidir. Ünlü düşünür Montesquieu şöyle diyor:

  • Amaç bireyin özgürlüğüdür.
  • Özgürlüğün sağlanması için Yürütmenin otoriterliğinden ve despotluğundan sakınılmalıdır.
  • Bunun da siyasal yolu Güçler Ayrılığı ilkesinin uygulanmasıdır.
  • Yasama, Yürütme, Yargı birbirlerinden ayrılacaktır ve birbirlerini denetleyeceklerdir.”

YASAMANIN GELECEĞİ

Yukarıda belirtildiği gibi 2017’de yapılan anayasa değişikliği ile Türkiye, demokrasinin temeli “Güçler Ayrılığı” ilkesini terk etti. Dünya demokrasi sıralamasında en gerilere düştü. Tüm bunların sorumlusu olarak AKP, demokrasi ilkelerini bozan bir siyasal kuruluş olarak olumsuz yönde siyasal tarihe geçecektir.

6’lı Masa‘nın uzlaşarak kabul ettiği anayasa tasarısının en önemli niteliği, otoriter başkanlık sistemine son verilecek ve parlamenter sistemin yeniden kurulacak olmasıdır. Böylece Yasama yeniden güç kazanacak; hükümet icraatının denetlenmesi yeniden sağlanacaktır.

Bu noktada bir konuya da açıklık getirmemiz gerekir: Tasarının 101. maddesine göre cumhurbaşkanı halk tarafından seçilecektir. Bu durum ister istemez cumhurbaşkanı ile parlamentoyu karşı karşıya getirecektir. Parlamenter sistemi güçsüzleştirecektir. Seçimlerden sonra anayasa tasarısı Meclis’te görüşülürken bunun düzeltilmesi gerekir.

Her şey önümüzdeki seçime ve halkın inançla gerçek demokrasiye sahip çıkmasına bağlıdır.

KAYNAKLAR

  • Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, Beta Yay., 1998.
  • Alev Coşkun, Tarihi Unutmamak Günceli Yakalamak, Cumhuriyet Kitapları, 2010.
  • Hüseyin Nail Kubalı, Anayasa Hukuku Dersleri, İÜHF Yayını, 1971, s. 376.
  • M. Duverger, Siyasi Partiler, (çev. E. Özbudun), Bilgi Yay., 1974.

Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi-1 

Ruşen Yalçın Keleş – Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Araştırma EnstitüsüPROF. DR. RUŞEN KELEŞ
12 Kasım 2022, Cumhuriyet

Hiç kuşkusuz, dil ile düşünce arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu nedenle, Dil Devrimimiz ulusal kültür alanında girişilmiş büyük bir atılımı simgeler. Savaş ile kazanılan bağımsızlığın, kültür ve ekonomi alanında atılan adımlarla tamamlanması zorunluydu. Dilde özleşme bir bakıma kültürde de öze dönmek anlamına geliyordu. 1931’de Türk Tarih Kurumu’nun, 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulmalarının ardındaki temel neden de buydu.

Ne yazık ki kimi bilim insanlarımız, hem kolaylarına geldiğinden hem Türk dilinin varsıllığına güvenleri olmadığından derslerinde, yapıtlarında, konuşmalarında Batı dillerinden gelme sözcükleri bol bol kullanmakta bir sakınca görmüyorlar. Bunun gibi, adına “Osmanlıca” denilen, yönetenlerle yönetilenler arasındaki anlama uyuşmazlıklarını artıran dili kullanmakta direnenler bile yazarken ve konuşurken çok sık yanlışlar yapmaktan geri kalmıyorlar.

CUMHURİYET KARŞITLIĞI

Türkçeyi yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarma kararlılığında olan ülkemizde, yabancı sözcüklerin oranı hâlâ çok yüksek.

  • Dilde özleşmeye devletçe yön vermenin bir kamusal görev olduğu çok açıktır.

Bu, bilim dilinde de evrim kurallarının değil, devrim kurallarının geçerli kılınması anlamına gelir. Dilde gerilikle, kafanın içindeki gerilik at başı giden iki gerilik türüdür. Bu ilişki, öz ile biçim arasında da var olduğu için, Cumhuriyeti kuranlar kılık kıyafet devrimine de önem vermişlerdir.

Gerçekte, Dil Devrimi’nin karşısında olanlar, genellikle Türk Devrimi’ni bütünüyle içlerine bir türlü sindirememiş olanlardır. Bunun örneklerini son yıllarda çok sık görür olduk. Bu kişiler, yalnızca kimi sözcüklerin kullanımına değil, devrimin özüne, Cumhuriyetin dayandığı temel ilkelere karşıdırlar. Ulusçuluk anlayışları ayrı olduğu için, laik olmadıkları için, bilimi halka taşımak halk yığınlarının uyanışını hızlandırmakla sonuçlanacağından Dil Devrimi’ni de sevimli bulmazlar.

GELENEK BEKÇİLERİ

Kısaca, Atatürk’ün Kültür ve Dil Devrimi’ni tüm öteki atılımları gibi benimsemediklerinden Dil Devrimi’nin karşısında olmak da bir görevdir onlar için. Bu tutum ve davranışlarıyla belki de Atatürk’ün çağdaşlaşma buyruğuna ayak uyduramayan bu “gelenek bekçileri”, içte ve dışta Türk toplumunu yerinde sayan bir toplum yapmakta ya da geriye götürmekte yarar gören çevrelere bilerek ya da bilmeyerek araç olmaktadırlar.

Yalnız seçimle göreve gelmiş olanlar değil, siyasal erke 1980’lerin başlarında el koymuş olan ve “Atatürkçülüğü” dillerinden düşürmeyen Kenan Evren ve arkadaşları da Türk Dil Kurumu’nu, bir gönüllü kuruluş (dernek) olmaktan çıkararak kamu kurumu durumuna sokmuş ve kurumun başına, şu tümceleri kurabilmiş bir bilim (?) insanını getirmekten geri kalmamışlardır:

  • Atatürkçülük bir ideoloji değil, Türkiye’de Atatürk öldükten sonra doğan bir içtimai hastalığın adıdır. Hakiki fikirlerin yerine geçmek isteyen hayallerden kurtulmamız lazımdır.”2

Oysa Atatürk adını taşıyan kurumların başında görev alacak olanlarda, her şeyden önce Atatürkçülüğe yürekten inanmış olmak aranacak koşulların başında gelmelidir.


1- Topluçalışım, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, Türk Dil Kurumu, Ankara 1981; Ruşen Keleş, “Toplumsal Gelişme ve Bilim Dili”, Atatürk’ün Yolunda Türk Dil Devrimi, s.90-104; Ruşen Keleş, “Atatürkçülük: İdeoloji mi, Hastalık mı?”, Cumhuriyet, 7 Temmuz 1985.
2- Komünizmle Mücadele Dergisi, Sayı: 36, 15 Mayıs 1952.

TTB : Biz hekimiz

Biz hekimiz..

Tıbbın tarihinden bu yana burada, bu topraklardaydık.

Bugün de buradayız.

Biz, topluma adanmış bir mesleğin onurlu üyeleri olarak emeğimizle, bilgimizle, uzun yıllar süren eğitim ve mesleki deneyimlerimize dayanan birikimimizle insanlara hizmet için çalışıyoruz.

Biz, yıllar içinde,

“Doktorları ağaca bağlayın da kaçmasınlar” diyen devlet başkanlarını da,

“Doktorların gözü doymaz” diyen kasaba siyasetçilerini de,

“Paracı doktorlar gürültü yapıyor” diyen sağlık yöneticilerini de gördük/görüyoruz.

Hepsi gitti, biz kaldık; mesleğimiz ve meslek onurumuz kaldı.

Bugün de hiçbir yere çekip gitmiyoruz.

Güçsüzlerin gücü, çaresizlerin çaresi olmak, ölümle ve hastalıklarla mücadele etmek, sağlık ve şifa dağıtmak için,

Dün, bugün olduğu gibi yarın da burada, bu topraklarda kalacağız.

Ne ülkemizden ne mesleğimizden ne hakkımız olanı istemekten vazgeçeceğiz.

Emeğimizi, mesleğimizi, geleceğimizi karartmaya çalışanlara karşı 14-15 Mart’ta bütün illerde, bütün sağlık kurumlarında G(Ö)REVde olacağız.

Bu sözlere gereken cevabı o gün bir kez daha hep birlikte vereceğiz.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi


Sevgi ve saygı ile. 09 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

ASGARİ ÜCRET NASIL BELİRLENMELİ?

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. (İTÜ)
ADD Genel Başkan Başdanışmanı
29.Asgari Ücret Tespit Komisyonu 1 Aralık Çarşamba günü toplanıyor. Yükselen ekonomik kriz sonucu, en temel gıda maddelerinin bile el yakan fiyatlara ulaşması ile herkes yeni belirlenecek asgari ücreti konuşuyor.

Her şeyden ö11.2021

nce şu “Asgari Ücret” daha kestirmesi “asgari” kavramı üzerinde durmak gerekiyor. Kısacası “asgari” kavramı, “en aşağı” kavramının dilimize Arapçadan geçmiş biçimi. Bu öz Türkçe kavramı ücret kavramı ile birleştirdiğimizde en aşağı ücret anlamı çıkıyor. Biraz daha zorlama yaptığımızda çalışanlara ödenecek en “aşağılık, aşağılayıcı” ücret olarak düşünebiliriz. Çünkü yıllardır belirlenen en aşağı ücret, yoksulluk sınırının da, açlık sınırının da altında.

“Asgari” sözcüğünün kullanılmasının tek güzel yanı, halk arasında bu sözcüğün yaygın biçimde “ASKERİ” olarak kullanılıyor olması. Neredeyse 40 yılı aşkın süredir asgari ücretin yerlerde sürünüyor olmasında en büyük etken, 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi. Darbenin lideri konumundaki Kenan Evren, açıklamalarında bir otel çalışanının kendinden çok ücret aldığını ağlayan bir ifade ile anlatırdı. Darbe sonrasında dönemin TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) Başkanı Halit Narin’in “20 yıl işçiler güldü, biz ağladık, şimdi gülme sırası bize geldi” sözünün darbeciler tarafından “yerinde” algılamasıyla sınıf sendikacılığı bitirildi. Günümüzde asgari ücretin neden bilinçsizce olsa da, ASKERİ ÜCRET olarak dilimize geçtiği anlaşılabiliyor.

Ülkemizde bugün serbest piyasa ekonomisinin uygulandığı söylenip her şeyin fiyatının piyasa koşullarınca belirlendiğini ekledikten sonra, ücretlerin neden en aşağı düzeyde sabitlenip patronların 40 yıldır güldüğünü sorgulamak serbest piyasa düzeninden olmasa gerek. Garip olmayacak bir sorumuzu da ekleyelim: Madem ki en aşağı ücret işverenlerin ve siyasal iktidarın baskın olduğu bir komisyonca (olmazsa hakem heyetince) belirleniyor, o halde özellikle kamu kesiminde bir de en yüksek (azami) ücret belirlense olmaz mı? Hiç değilse yoksulluk sınırının altında ücret alan çalışanlarımız, 10-12 maaş alanları, özel sözleşmelerle ABD Doları üzerinden belirlenen AZGIN ücretleri de öğrenmiş olur.

NASIL BELİRLENMELİ?

Güçlü bir sendikal örgütlenmenin olduğu ülkelerde en aşağı ücret günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi belirlenmez. Elbette az sayıda işçinin çalıştığı, örgütlenmenin olanaksız olduğu işyerlerindeki çalışanları korumak için sosyal devlet ilkesine uygun olarak adil bir en aşağı ücret belirlenmelidir. Bunun dışındaki ücretler işveren ile sendika arasındaki pazarlıklar sonunda belirlenir. Birtakım sarı sendikalar olsa bile sendikal rekabet nedeniyle diğer sendikalar da zorunlu olarak güçlü sendikaların bağıtladığı ücretler düzeyinde ücret belirleyeceklerdir. Bu şekilde ülke çapında bir ücret düzeyi ortaya çıkacak, daha ötesi sendika olmayan işyerlerinde de işçiler bundan etkilenecek, giderek sendikalaşma mücadelesi de güçlenecektir. Elbette böylelikle ortaya çıkan ücret düzeyi, yasal Asgari Ücret Komisyonlarının kararlarını da etkileyecektir.

Ne var ki 12 Eylül 1980 darbesi ile işverenlerin “gülmesine” sıra geldiğini düşünenler bütün yasal düzenlemeler ile bu “gülme” olayının sonsuza dek sürmesini hedeflemiştir. Özellikle son 19 yılda işbaşında olanlar her fırsatta darbe dönemlerine karşı olduklarını söyledikleri halde İş Yasası ve Sendikalar Yasasında yaptıkları değişiklikler ile 12 Eylül döneminin bile ötesine geçmişlerdir. 12 Eylül öncesi 44 milyona yaklaşan Türkiye nüfusu içinde sendikalı işçi sayısı 3 milyona varırken, günümüzün 85 milyonluk Türkiye’sinde sendika üyesi işçi sayısını utanç duymadan açıklayabilmek olanaksız. Çalışma Bakanlığı yapan AKP’li Faruk Çelik, bir konuşması sırasında sendikalı işçi sayısının gerçek durumunu açıklamaları halinde kimi konfederasyonların sayı düşüklüğü nedeniyle kapanabileceğini ifade etmişti.

Sendikalı işçi sayısının bu denli az, sendikaların bu denli güçsüz ve bağımlı, işsiz sayısının bunca yüksek, sığınmacı adı altında milyonlarca insanın ülkemize göç ettiği ortamda gerçek bir emek fiyatı pazarlığı nasıl yapılacak? 12 Eylül sonrasında gülmeye hazırlanan işverenlerin gülmeleri kahkahaya dönüşmüş olamaz mı?

EN DÜŞÜK ÜCRET UYGULANABİLİYOR MU?

Günümüz koşullarında yoksulluk, hatta açlık sınırı altında olduğu herkesçe kabul edilen en düşük ücret uygulanabiliyor mu? İşsizliğin bu denli yüksek boyutta olduğu ve her geçen gün işsizler ordusuna yeni neferlerin katıldığı ortamda en düşük ücretin uygulandığını düşünmek tam bir hayal. Yaşamla bağı olan herkes bunu yakın çevresinden gözlemektedir. Pek çok insan yalnızca ekmek parası için, kayıt dışı, yani hiçbir sosyal güvencesi olmadan kaçak olarak çalışmaktadır. Bu işçilerin aldığı ücretin ne olduğu belirsizdir. Çoğu zaman da en düşük ücretin altındadır. Olmasa bile sosyal güvenceden yoksundur. Bu durum resmi verilerce de doğrulanmaktadır. Son TÜİK verilerine göre ülkemizde her 100 kişiden 27,4’ü kayıt dışı çalışmaktadır (TÜİK verilerinin ne denli sağlıklı olduğu ayrı bir tartışma konusu). Bu durum ayrıca üretimin de kayıt dışı olduğunu göstermektedir ki vergi yitiğini de ortaya çıkarmaktadır.

Denetimin sıkı olduğu kimi işkolları ile iş kazaları açısından risk taşıyan işyerlerinde sigortalı gösterilen çalışanların eline bordroda yazılı ücretin geçmediği de ayrı bir yaradır. Çok sıkı denetim uygulanan bu işyerlerinde işveren, çalışanı adına bir banka hesabı açtırarak iki ayrı banka kartı çıkarmakta, kartlardan biri işverende kalmakta, işçinin hesabına para yattığı anda belirli bir bölümü işverendeki kart ile anında çekilmektedir. Bu durumun eğitimli eleman çalıştıran kimi işkollarında ortaya çıkmış olması çok daha acıdır. Örnek vermek gerekirse kimi meslek örgütlerinin Çalışma Bakanlığı ile yaptığı sözleşmeler sonucunda görece yüksek denilebilecek ücretlerle çalıştırılan, hem de deneyimli meslek sahipleri bu yolla feci biçimde sömürülmektedir! Bir mühendislik öğrencisinin 1500-2000 TL/ay harcama ile öğrenim gördüğü kabul edildiğinde, 750 – 1500 TL arasında aylık ücret alarak çalışan bir mühendisin varlığı, günümüz Türkiye’sinin en utanç duyulacak sayfalarından birini oluşturmaktadır. Düşük emekli maaşı nedeniyle bu duruma düşürülen 30 yıllık bir mühendis, aynı zamanda işsiz ve genç bir mühendisin de önünü tıkamaktadır. Örnekleri çoğaltmak olasıdır.

En düşük ücretin artırılmasının en kolay yöntemlerinden biri de, en düşük ücretten vergi alınmasının önüne geçmektir. Bu da bütünsel bir mücadele gerektirmektedir. Unutmayalım, 27 Mayıs (1960) öncesinde emekli maaşlarından da vergi alınıyordu. Bugün pek çok kesimce karalanan 27 Mayıs Devrimi bir çırpıda bu vergiyi kaldırdı.

En düşük ücretin utanç ücreti olmaktan çıkarılması ancak yeniden güçlü bir sendikacılık hareketinin yaratılması, örgütlü mücadelenin yaşamın her alanına yayılıp sosyal devletin halkın geniş kesimlerinin zorunlu istemi olarak dayatılması ile kısacası Kemalist politikaların yeniden uygulanması ile gerçekleşebilecektir.

12 EYLÜL 1980 FAŞİST DARBESİ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı
12 Eylül 2021

Bundan tam 41 yıl önce yapılmış olan 12 Eylül 1980 faşist darbesi yapıldığı zaman evli, üç çocuk babası, doktoralı, doçentlik tezi hazırlamakta olan 36 yaşında bir akademisyendim. Bu darbenin yarattığı baskı ve zulümleri iliklerime dek duyumsayarak, siyasal açıdan da en ağır suçlarla suçlanarak ve Devlet Güvenlik Mahkemelerinde yargılanarak yaşadım. Benim yaşamak zorunda kaldığım bu baskı ve zulümler yüzbinlerce aydınımızın yazgısı oldu. Bu aydınların sağcı-solcu denilmeden, bir bölümü korkunç işkencelerden geçti ve boş yere hapis yattı. Bazıları idam edildi ya da gözaltında kayboldu. Bir kısmı işinden ve aşından yoksun bırakılarak açlığa tutsak edildi. Yaklaşık 70.000 dolayında aydın ve sanatçımız ise, canını kurtarmak için, başta Almanya olmak üzere Batı ülkelerine kaçmak zorunda kaldı…

Peki 12 Eylül 1980 faşist darbesine nasıl gelindi?

Konuyu, biri dışarda ve biri de içeride olmak üzere iki ana nedene ayırmak gerekir.

A – Dış Nedenler

İkinci Dünya Paylaşım Savaşından sonra, istisnalar (ayrıklar) dışında, dünya Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile o zamanki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasında bir rejim ve güç savaşı alanına döndü. ABD, her ne pahasına olursa olsun, SSCB’ni geriletmek kapitalist – emperyalist serbest piyasa sistemini koruyup genişletmek, yeni mevzi ve müttefikler kazanmak istiyordu. SSCB ise o dönemin kendi rejimi olan pre-komünist – sosyalist, üretim mallarında özel mülkiyeti yasaklayan, Marksist, kurgusal Merkezi Planlı ekonomik sistemini ve siyasal rejimini yaymak ve ideolojisini dünyaya kabul ettirmek niyetindeydi…

Bu iki birbirine zıt, farklı kutuplardaki devletler arasında başlayan “Soğuk Savaş” stratejileri başka ülkeleri de etkilemeye başladı. Her iki tarafın temel silahları ise yeraltı, örtülü ajanlık faaliyetler, askeri, siyasal, ekonomik, kültürel, sanatsal… alanlardaki çok geniş yelpazeli propaganda (beyin yıkama) faaliyetleriydi. Her iki tarafın temel amacı da aynıydı; Başka ülkelerdeki kamuoyunu kendi lehine çevirmek ve siyasa iktidarı kendi yanına çekmek… dünyaya egemen olmak.

B – İç Nedenler

Türkiye de bu 2 süper güç arasındaki küresel yıkıcı rekabet ve gelişmelerden oldukça geniş boyutlarda etkilendi. Büyük ve giderilmesi olanaksız acılar ve katlanılması devasa boyutlarda olan ekonomik, sosyal, kültürel, ailesel ve bireysel sorunlar yaşadı. İhtilalden önce siyasiler, sendikalar, üniversiteler, basın, sivil toplum örgütleri, halk sağcı ve solcu olarak iki ana kampa ayrıldı. Karşılıklı olarak kurtarılmış(!) bölgeler, şehirler, mahalleler ve kurtarılmış(!) kamu kurumları oluştu. Yine karşılıklı düşmanlaşma, vuruşma ve öldürmeler yaygınlaştı. Halkın can ve mal güvenliği yok oldu. Günlük olarak ortalama cinayet sayısı 25-30 kişiye ulaştı. Siyasiler cephelere ayrıldı ve kendilerince taraf oldular.

Türkiye’deki rejim NATO ve Avrupa Birliği bağlantıları nedeniyle Batı ve ABD yanlısıydı. ABD açısından Türkiye, SSCB’ne karşı yaşamsal önemde stratejik bir ülkeydi. Batı kampındaki ülkelerin yaşamsal güvencesi olarak, mutlaka ABD ve Batı yanlısı kalması gerekiyordu. Bu nedenle SSCB ne karşı komünizm karşıtlığı beyin yıkama faaliyetleri çok önemliydi.

Komünistler dine karşıydı, öyleyse dinciliğin en geniş boyutlarda desteklenmesi gerekiyordu. Komünistler ırkçılık ve milliyetçiliğe karşıydı, öyleyse ırkçılık ve milliyetçilik de körüklenmeliydi. Komünizm aile yapısına karşıydı(!) ve serbest cinselliği savunuyordu (!) Bu durum aile ve ahlak yapımızın yıkımı (!) demekti. Hatta halk arasındaki düşmanlığı körükleyebilmek için, bu dinci ve milliyetçi 2 ideoloji birleştirilerek “Türk- İslam Sentezi” oluşturuldu. Dinci ve milliyetçi partiler desteklenerek anti-komünist cephe genişletildi. Bu arada Atatürkçü aydınlar da sol kesime dahil edildi ve SSCB yanlısı olarak yaftalandı… Herkes aşırı uçlara savruldu. Artık dış destekli fitneler yeterince mayalanmış ve kıvam kazanmıştı.

Sonuçta ihtilal vaktinin geldiği kanısına varılarak 12 Eylül 1980 günü Kenan Evren başkanlığındaki ABD destekli askeri cunta anayasal düzeni askıya alarak yönetime el koydu. Ancak 13 Eylül 1980 günü yani ihtilalden bir gün sonra, ülkedeki her türlü terörist ve karşılıklı vuruşma faaliyetleri bıçak gibi kesildi. Onun yerine uzun soluklu sayılacak bir basķı, zülüm, işkence ve kıyım furyası başladı….

Peki sonra neler mi oldu?

-Anayasal düzen askıya alındı. Cunta bildirileri anayasal hükümler yerine geçti
– Tüm siyasal partiler kapatıldı, parti başkanları tutuklandı.
– Tüm sendikalar, dernekler, her türlü sivil toplum örgütleri kapatıldı. Çoğu sendika lideri tutuklandı. Sendika mallarına el kondu.
– Üniversitelerde ihbarlar ve sürek avı başlatıldı. Yüzlerce akademisyenin görevine son verildi. Bir bölümü tutuklandı ve yargılandı.
– Türkiye’nin karma ekonomik sistemi, yerini serbest pazar ekonomisine bıraktı..
– Siyasal sistemdeki laiklik rotası aşındırıldı. Yeni anayasaya zorunlu din dersleri kondu.
– Anayasadaki sosyal devlet politikası kağıt üzerinde kaldı…
-………

Kıssadan hisse                              :

Bu kısa ancak acı 12 Eylül 1980 ihtilal geçmişimizi belli yaşta olanlara anımsatmak, yeni kuşaklara ise bilgi vermek ve üzerinde düşünmelerini sağlamak için yazdım. Siyasal, ekonomik, dinsel, etnik, kültürel (ekinsel), sanatsal ve bölgesel her türlü ayrışma, bölünme, yarılma ve düşmanlaştırmalara varan politikalar devlete ve ulusal birliğimize zarar ve hatta ihanet olarak algılanmalıdır. Yurttaşların eşitliğine, hukukun üstünlüğüne, çoğulcu ve doğru içselleştirilmiş parlamenter demokrasiye, tüm bunların güvencesi olarak da yine gerçek rotasından saptırılmayan laiklik ilkesine sımsıkı sarılmak, ortak aklı, ortak çıkarları ve ortak sorunları, kamu yararına, akılcı ve bilimsel yöntemlerle çözmek gerekiyor.

  • Ayrıştırıcı, ötekileştirici ve düşmanlaştırıcı yaklaşımlardan uzak durmak gereklidir.

Askeri, sivil, dinsel… her türlü darbelere karşı olmak, birlikte, dostça, sevgi barış, huzur ve adalet içinde kalmak en doğru yoldur.

  • Umudumuz gerçek aydınlarımızın ve halkımızın sağduyulu ve aydınlanmış bilincidir.

Demokrasilerde çareler ve umutlar tükenmez. Yeter ki demokrasi tükenmesin.

2021 YILINA GİRERKEN TÜRKİYE’DEKİ TEMEL SORUNLAR ÜZERİNE KISA NOTLAR

2021 YILINA GİRERKEN TÜRKİYE’DEKİ TEMEL SORUNLAR ÜZERİNE KISA NOTLAR


Prof. Dr. Halil ÇİVİ

İnönü Üniv. İİBF Önceki Dekanlarından

(AS: Yazının sonunda yazarın bir de şiiri var!)

Konuya kısa bir anımsatma ile başlayalım. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinden önce Türkiye’de büyük bir ideolojik ve siyasal ayrışma, kutuplaşma ve parçalanma vardı. Siyasal liderler birbiri ile kavgalıydı. Ülke birtakım şer güçler, belki de derin devlet, tarafından büyük bir anarşi ve terör burgacına sürüklenmişti. Ülkede sağcı-solcu, ilerici-gerici, dinci-laik, milliyetçi-komünist, sünni-alevi…ve benzeri zıt ve birbirine düşman yapay kutuplaşmalar üretilmişti. Kentler, mahalleler, iller, üniversiteler…ve kamu kurumları bu birbirine düşmanlaştırılmış şer örgütler tarafından parsellememişti. Siyasal kimlikli örgütlerden kimisi mafya ile işbirliği yapıyorlardı. Gruplar birbirinin özerk(!) bölgelerine gidemiyorlardı. Her gün ortalama 15- 20 siyasal, ideolojik cinayet işleniyordu. İnsanlar için, her akşam sağ-salim işinden evine dönebilmek bile büyük bir başarı(!) sayılıyordu. Halkın can güvenliği askıya alınmıştı. Bu gelişmeler çok büyük dramlara, acılara… neden olmuştu. Yaşları 50’den büyük olanlar bunları anımsar.

  • 12 Eylül 1980 günü gece yarısı, ABD’nin güdümünde ve Kenan Evren liderliğindeki faşist askeri cunta, darbe yaptı.

Ülke yönetimine el koydu. Görsel ve yazılı basın kuruluşları darbecilerin güdümüne alındı. Siyasal partilerin tümü ve dernekler kapatıldı, liderleri tutuklandı. Yürürlükteki Anayasa devre dışı bırakıldı. Sendikalar kapatılıp liderleri gözaltına alındı…

12 Eylül Faşist Cuntasının hedefinde, ülkedeki anarşi ve terör hareketlerinin sorumluları olarak siyasal partiler, dernekler, sendikalar, aydınlar ve üniversiteler gösterildi…

12 Eylül 1980 Darbecileri tarafından Devlet yapısına yeni bir düzen(!) ve disiplin(!) getirmek amacıyla…

1- Askeri darbecilerin gölgesinde yeni bir anayasa yapıldı. Bu anayasa hak ve özgürlükler açısından bir tür “ANCAKLAR ANAYASASI” olarak doğdu. Bir maddede peş peşe sıralanan hak ve özgürlükler, aynı anayasa maddesinin devamındaki paragrafta “ancaklar..” koşuluna bağlanarak ya tümüyle geri alındı ya da kullanılması çok zor koşullara bağlandı.

2- Eski siyasal liderlere 10 yıl siyaset yasağı getirildi. Yeni bir siyasal parti kurmak, seçimlere girebilmek Askeri Konseyin iznine ve onayına bağlandı. Ülke insanının, toplumun siyasal düşünceler ve kurumlardan uzaklaşması, siyasetsizleştirme (depolitizasyon) hedeflendi.

3- İşçi ve emekçi sınıfının mesleksel ve ekonomik pazarlık gücü olan sendikalar yasaklandı. Yönetenlerin ve sendikaların mal varlıklarına el kondu. Sendika liderleri tutuklandı.

4- 12 Eylül 1980 faşist cuntasının bir başka hedefi de üniversiteler, bilim insanları ve ülke aydınları oldu. Birçok bilim insanı, üzerlerine atılan çoğu yapay suçlarla ya tutuklandı ya işinden kovuldu yahut yurt dışına kaçmaya zorunlu bırakıldı. Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) güdümünde hazırlanan yeni üniversiteler yasası (ve YÖK) ile birlikte üniversiteler yukarıdan aşağıya kademelendirilmiş mali, bilimsel düşünce ve kendi kendini yönetme özerkliği elinden alınmış, askeri yönetime benzer emir-komuta hiyerarşisine dayalı bir yapıya dönüştürüldü.

5- Yine 12 Eylül Askeri yönetimi, Anayasanın 2. maddesinde devletin laik yapısını korunur görünürken, öbür yandan anayasaya zorunlu din dersleri eklendi. Suudi kökenli dinci RABITA Örgütü ile işbirliği yapıldı. 12 Eylül 1980 Anayasasının halk oylamasından geçebilmesi için dinci tarikat ve cemaatlere ödünler verilerek işbirliği yapıldı. ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi desteklendi. Bu ödünlerin en somut örneği anayasadaki zorunlu din dersleridir.
***
2021 yılına birkaç gün kalmışken ben bunları, niçin yazıyorum?

1- Türkiye’de parlamenter sistem terk edildi, Parlamentonun işlevleri daraltıldı yani halkın sesi büyük oranda kısıldı. Peki şimdi “MİLLİ İRADE” nin, Meclis gücünün, neresindeyiz?

2- Acaba emekçi -işçi sınıfı sendikal, mesleksel, hukuksal, demokratik haklarına tam olarak kavuştu mu? Emekçilerin hak ve çıkarlarından uzaklaşmış, devlet ya da patron yanlısı SARI SENDİKACILIK niçin bu denli güçlendi?

3- Üniversitelerin hiyerarşik, emir – komuta biçimindeki örgütlenme biçimi sona mı erdi? Yoksa akademik düzen ve örgütlenme biçimi daha da mı kötüye gitti? Mali, bilimsel, yönetsel üniversite özerklik anlayışının neresindeyiz?

Bilim ve özgür düşünce kuruluşları olması gereken üniversiteler gerek iç ve gerek dış politika konusunda doğru kamuoyu oluşturabilmek için niçin bilimsel düşünce katkısı sunmuyor ya da sunamıyorlar?

4- Türkiye deki milli eğitim politikaları, mevcut eğitim ve öğretim sistemi 12 Eylül döneminden daha da gerilere götürülmedi mi? Anayasamızın 2. maddesindeki buyurucu ve kalıcı hükmüne karşın din ve vicdan özgürlüğünün olmazsa olmaz koşulu olan LAİKLİĞİ savunmak neden gericilik oluyor?

5- Hukuk devletinin vazgeçilmez hiyerarşik düzeni olan ANAYASA MAHKEMESİ ve AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ kararlarına niçin uyulmuyor? Örneğin AİHM kararlarının hukuksal, kesin bağlayıcılığına karşın, Alevi – Bektaşi yurttaşların dinsel özgürlükleri ve hakları konusundaki yasal düzenlemeler niçin yapıl(a)mıyor? Bu bağlayıcı ve kesin kararları reddeden yöneticiler, kurumlar ve mahkemeler neden hukuk hiyerarşisine uymuyorlar? Eğer uymayacaklarsa hâlâ HUKUK DEVLETİ sayılır mıyız?

6- Demokratik ülkelerde halkın gözü ve kulağı olan, halk adına siyasal iktidarların olumlu ya da olumsuz icraatlarını halka duyurma görevi üstlenen yazılı ve görsel basının ülkemizdeki temsilcileri ne denli özgür ve yansız olabiliyor ? Ya da medya ne denli bağımsız ve özgür?

7- 12 Eylül 1980 Darbesi yöneticilerinin darbe için gerekçe yaptıkları siyasal, ideolojik kutuplaşmalar, ırk, din, mezhep, bölge ayrımcılıkları, etnik bölünmeler, mafyatik bağlar ortadan kalktı mı? Toplumun ve devletin birlik ve bütünlüğünü bozmaya yönelik bu tür gerginlik ve dışlamaları körüklemeye, yeniden pazarlamaya, tedavüle sokmaya çalışanlar var mı?

8- Türkiye’deki istihdam, işsizlik, üretim, teknolojik geri kalmışlık, döviz kıtlığı, tasarruf açığı, enflasyon, gelir ve servet dağılımı adaletsizliği, aşırı dış ve iç borçlanma gereksinimi, eş – dost – ahbap kayırmacılığı… vb. sorunlar neden artarak sürüyor?

9- Türkiye kendine ufuk açıcı, halkın umudunu ve moralini yükseltici, doğru, gerçek verilere ve tutarlı bilimsel irdelemelere dayalı kısa, orta ve uzun vadeli (AS: erimli) ikna edici ve inandırıcı ekonomik ve sosyal program ve projeler neden üretemiyor?

10. Türkiye, iç politikada genelde ayrıştırıcı ve dışlayıcı, dış politikada ise “değerli yalnızlık” burgaçlarına mahkum olmak zorunda mı?

SON SÖZ                                           :

2021 yılına girerken Türkiye ve Türk toplumu için, yönetenlerin bireysel özlem, tutku ve isteklerden değil; toplumun ortak istek ve gereksinimlerden doğan, ekonomi yönetiminin zorunlu ilke ve yasalarını göz ardı etmeden kısa, orta ve uzun vadeli (AS: erimli), ayrıntılı, kapsayıcı ve kamuoyunca benimsenen bilimsel, gerçekçi ikna edici ve inandırıcı programlara gereksinim var. Mevcut siyasal iktidar, söz konusu sorunların bir bölümünün doğrudan üreticisi olduğu için halka çok umut veremiyor. Muhalefetin ise kendini, projelerini ve çözüm önerilerini doğru anlatmaya, halka ulaştırabilmeye ve topluma mal etmeye gereksinimi var. Ancak koşulları ve olanakları iyi kullanarak bunun bir yolunu mutlaka bulmaları gerekiyor.
***
YENİ YIL HERKESE SAĞLIK, GÜVEN, HUZUR, BARIŞ, SEVGİ, ADALET, DEMOKRASİ, SÜREKLİ İŞ VE GELİR GÜVENCESİ GETİRSİN.
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN…
=====================================

BİZİ DIŞLAMA DEVLETİM
(Sağduyu)

Laik devlet taraf tutmaz,
Bizi dışlama devletim.
Din, mezhep ayrımı yapmaz,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Bayrağımın hayranıyım,
Vatanımın kurbanıyım,
Bu milletin insanıyım,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Devletin gücü birliktir,
Birlik düzendir, dirliktir,
Bunu görmemek körlüktür,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Her bir göreve koşarız,
Vatan aşkıyla coşarız,
Dün vardık, bu gün de varız.
Bizi dışlama devletim.
X x x
İnançlara şaşı bakma,
Irklara, cinslere takma,
Devlete ikilik sokma,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Her ırktanım, her dindenim,
Herkesle eşit bir canım,
Tek nefsim var, ben insanım,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Aynı yurdun yurttaşıyız,
Bin yıldır can yoldaşıyız,
Devletin temel taşıyız ,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Halil Çivi der ki düşün,
Adalettir senin işin,
Eşittir her bir yurttaşın,
Bizi dışlama devletim.
X x x

Prof. Dr. Halil Çivi.

26 Aralık 2020, Çiğli/İZMİR

BİR YAŞLI ADAM KONUŞUYOR

Prof. Dr. ÇETİN YETKİN HOCA NELER YAZMIŞ??.

BİR YAŞLI ADAM KONUŞUYOR

Image result for Çetin Yetkin

Ben 81 yaşındayım, çok yaşlıyım. Resmi kayıtlara göre bu topluma 33 yıl hizmet ettiğim için, kimilerinin bugünlerde dillerine doladıkları “emekli aylığı” bağlanmış bana. Ne ki, bu hizmet yıllarımın bir bölümü de ölümcül saldırı, sürekli tehdit altında geçirmiş bulunuyorum. Ama emekli oldum diye bir köşeye çekilmiş değilim. 1969’dan bu yana başka çalışmalarımın yanı sıra 39 kitabım yayınlanmış bulunuyor. 14 yıl dergi çıkardım. Türkiye’de olabilecek en yüksek eğitimi aldım. Kazandığım ödüller de var. Ama artık, dedim ya, iyice yaşlandım. Ve “yaşıtlarım”a reva görülenlere, TV’lerde gördükçe, isyan ediyorum. O nedenle o aşağılan, horlanan, alay konusu yapılan, yaşamdan zorla soyutlanmak istenen yaşlılar adına birkaç söz söylemek benim için kaçınılmaz bir görev.
* * *
Önce memur ve işçi emeklilerine tanınan sosyal haklar aşama aşama kısıtlandı. Sonra, asalaktan başka bir şey olmayan birileri kalktı emekli aylıklarına göz dikti. Öyle bir hava yaratıldı ki, şu emekliler olmasa Türkiye ekonomik olarak düzlüğe çıkacak. Hal böyle iken, yalnızca yaşlılara sokağa çıkma yasağı getirildi. Bu yasağın yalnızca yaşlılar için konması, kültürel besin kaynağı yüzeysel TV yayınlarından öteye geçmeyen, bilimsel eğitim yüzü görmemiş kitlelerde bu salgının kaynağı sanki yaşlılarmış gibi bir algının doğmasına neden olması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oluyor. Elbette sonuç, yaşlıların suçlanması, dışlanması, alay konusu olması olacaktı. TV ekranlarında izliyoruz bütün bunları.
* * *
ŞİMDİ SÖZÜM, YAŞLILARLA ALAY EDENLERE, ONLARI SOKAKLARDAN KOVALAYANLARA:

Senin sözcük dağarcığın bile küçük mü küçük. Birkaç yüz sözcükle yaşamını sürüklersin. Çoğu sözcüğü hiç duymamışsındır bile. Örneğin, “ışıldak”, “ihtikar”, “mütekait” nedir, biliyor musun? Bilemezsin, çünkü sen 2. Dünya Savaşı’nı yalnızca Hollywood filmlerinden belki bilebilirsin. ama benim çocukluğum o yıllarda biçimlendi. Sen açık oy – gizli sayım nedir bilemezsin. Ama bizler o seçim günlerini de yaşadık. Sen Celal Bayar‘ın kim olduğunu çok büyük bir olasılıkla belki bilmiyorsun, ama ben 1950 seçimi sonrası O’nun elini öptüm. Sen Adnan Menderes‘i “demokrasi kahramanı” sanırsın, nereden bileceksin demokrasiyi katlettiğini. 27 Mayıs 1960‘ı eğer biraz mürekkep yalamışsan, birbirinden kopya çeken kitaplardan yalan yanlış öğrenmişsindir, ama ben Kızılıy’da polislerle didişen gençler arasındaydım. 12 Mart 1971‘i ben yaşadım. Ben, birbirini öldüren sağcı – solcu gençlerin kanlar içindeki ölülerini morglara taşıdım, otopsilerini yaptı(rdı)m (AS: Yekin hoca savcı idi, hekim değil..), sen yaşamadın bunları. 12 Eylül 1980‘in cezaevlerini ne olduğunu bilmiyorsun, sıkıyönetim mahkemelerinde sanıkları savunan bendim, sen değil. Bendim Kenan Evren ile karşılıklı oturup ona sorgu sual eden. Sen neredeydin o zaman? Bak, Celal Bayar’ın, Bülent Ecevit‘in bana imzalayıp verdikleri kitapları var bende.

  • Ben tarihim, çünkü yaşlıyım.

Sen nesin, dünkü çocuk? Gerçi benim yaşıtlarımın birçoğu benim yaşadıklarımı yaşamamışlardır, kimileri ise daha çoğunu görüp geçirmişlerdir; ama ne olursa olsun, onlarla aynı zaman dilimini paylaşıyorum, onlar yaşıtlarım benim.
* * *
Doğrudur, biz yaşlılardan kimilerimiz bunuyoruz. Ama bizler yılları geride bıraktığımız için, yaşadığımız için bunuyoruz. Uzun yaşamımız boyunca verdiğimiz savaşımlar, geçim derdi, yitirdiğimiz yakınlarımızın ve sevgililerimiz derin acıları… beynimizi yorup, kemirdiği için bu sonla karşılaşıyoruz. Dahası ve asıl önemlisi, vatan ve ulus aşkı yüzünden yediğimiz darbeler kimilerimize artık dayanılmaz geldiği için!… Ama sen, yaşlıları hor gören, alay eden, sokaklardan kovalayan sen, bir ayrıkotu gibi gerçek yaşamdan o denli uzaksın ki, bunamaktan bile acizsin. Çünkü, bunamak için bunayacak bir beynin olması gerekir. Sen, otsun.

Evet, yaşlılar tutucu olur. Öğrenme yetenekleri azaldığı için genellikle birikimlerine dayanarak yaşamlarını sürdürmek eğilimindedirler. Bu, yaşlıların en büyük “zaaf”ıdır. Ne var ki, Türkiye’de benim ve benim gibi olanlar için bu “zaaf”, bir üstünlük, bir” meziyet”tir. Çünkü tutunduğumuz birikimlerimiz Kemalist Cumhuriyet’in ta kendisidir. Yeni yetme “yükselen değerler” değil! Yaşlıları kovalayan, aşağılayan sen! Sen yalnızca cep telefonu tutsağısın. Kapitalist emperyalizmin “dijitalizm“inin kölesisin!…
* * *
Şunu iyi bilin                        :

Bizler bu dünyadan çıkıp gittikten sonra, bu bozuk eğitim düzeni, yobazlık, cahillik yüzünden geçmişle bağlarınız tümden kopacak.

İşte o zaman nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, bu yerkürede nerede durduğunu algılayamayan bireylerden oluşan toplumsal bunaklık olacak.

Prof. Dr. Çetin YETKİN
https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=885184245263750&id=100013165472040