Etiket arşivi: Ahmet Necdet Sezer

Muhataplarına

Ataol Behramoğlu
Ataol Behramoğlu
ataolbehramoglu@gmail.com

Geçen yıl şubat ayında Ankara’da, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin ödüle layık gördükleri arasında olduğum Yılın Atatürkçüsü Ödülüyle ilgili toplantıda yaptığım konuşmada mevcut siyasal iktidarı sertçe eleştirmiş ve konuşmanın bir yerinde (şimdi videoya bakarak yazıyorum) aynen şöyle demiştim: “Parantez diyorlar ya Cumhuriyete… parantez kendileri… çok da uzun sürdü aslında… bu parantezi kapatmak lazım…”

Burada söylenen yeterince açıktı. Anımsadığımca iktidar kanadından bir hanım milletvekili Meclis’te, “Cumhuriyet yüz yıl süren bir parantezdir, bu parantezi kapatacağız” demişti… Sözlerim ona, onun gibilere bir yanıttı… Yeterince açık değil mi?

Öyle olmadı… Toplantının hemen ardından akıldışı bir saldırıyla karşılaştım… Belli çevrenin gazeteleri, internet siteleri, “sosyal medya” kanalları “Ataol Behramoğlu hükümete karşı darbe çağrısı yaptı” manşetleriyle dolup taştı… Toplantıyı onurlandıranlar arasında bulunan sayın Ahmet Necdet Sezer’in adı da kullanılarak şöyle manşetler atıldı: “Sezer’in katıldığı ADD toplantısında darbe çağrısı…” vb.

Bu manşetleri atanlara soruyorum: Utanma duygusundan nasıl bu kadar yoksun olabilirsiniz? Yukarıdaki sözlerimin neresinde darbe çağrısı var? Ne darbesi? Kim yapacak? Aklımın ucundan bile geçmeyen böyle bir çağrı yaptığım suçlamasıyla kopartılan yaygaranın gecesinde, çok insanca nedenlerle, uyku tutmadığını itiraf ederim…

Parantezin kapatılması yönünde olumlu adımların atıldığı şu günlerde, söz konusu kişiler, çevreler bir ahlak ve vicdan muhasebesi yaparlar mı?  Ne yazık ki pek sanmıyorum…
***
Bir sonraki salvoyla (yaylım ateşiyle) geçen yılın yaz aylarından birinde Foça’da katıldığım Görkemli Hatıralar programı sonrasında karşılaştım… Böyle bir şeyi kesinlikle beklemiyordum ve anlamakta da uzun süre güçlük çektim. Yine polemiklere, kasıtlı ya da kasıtsız, ama aptalca ve çirkin yorumlara, kışkırtıcı sözlere, sövgülere, hakaretlere, tehditlere yol açmamak için ayrıntıya girmeyeceğim. Fakat özetle:

  • Hiç kimse herhangi bir dine mensup olmak mecburiyetinde (zorunda) değildir.

Sonuç olarak ve çağdaş dünyada din, kişisel inanç konusudur. Kimseyi sizin inandığınızı inanmaya zorlayamazsınız. Bu arada, toplumların geleceği demek olan çocuklarımıza bilim karşıtı zorlamalar uygulamak suçtur. Buna karşılık hiç kimsenin bir başkasının inancını küçümsemeye, aşağılamaya da hakkı olamaz. Dinler toplumsal gerçekliklerdir. Kötü olan, onların siyasal, kişisel vb. çıkarlar için istismar edilmeleridir. Ve her şey gibi

  • Dinler de elbette ve bilimsel aklın gereği olan saygı ölçüleri içinde, tartışılabilir, tartışılmalıdır ve tartışılacaktır…

Sözünü ettiğim TV programında söylediğim bir cümle nedeniyle din düşmanı ilan edildim ve yaylım ateşinin artçıları devam ediyor. O cümlenin asıl içeriği, ana fikri, katılırsınız ya da katılmazsınız, ama hakarete, tehdide hakkınız yok, din vb. değil, hayvan sevgisi ve merhametti. Konuyla doğrudan ilgisi olmasa da din olgusuna her zamanki bakışıma yakın bir örnek vereyim:

Muhalefetin cumhurbaşkanı adayının açıklandığı günün “Berat Kandili”ne rastlamasına ya da rastlatılmasına kişisel olarak ben (bazı arkadaşlarım beni bunun için belki eleştirebilir) memnun oldum. Bu anlamda ve bu ölçülerde dinler, toplumların kuşkusuz ki ortak, birleştirici değerleridir. O toplantının Saadet Partisi salonunda yapılması, o binanın cephesindeki Türk bayrağı ve Atatürk posterleri ayrıca anlamlı ve güzeldi.

Din birleştirici, barışçı, sabırlı, tahammüllü olmalıdır.

Biz bunu çocukluğumuzda ve sonrasında böyle yaşaya geldik. Bugün toplumumuza dayatılmakta olan din ise İslamın da bütün başka dinlerin de esasına (özüne) aykırı olarak, ne yazık ki saldırgan, bölücü, ayrıştırıcı bir nefret dili (ve dini) olmuştur…
***
Şimdilik son yaylım ateşine gelelim… Hep bir ağızdan bir isteri nöbetine tutulmuşçasına (gerçekte ve kuşkusuz bir merkezden yönetilerek) “Ataol Behramoğlu tutuklansın” çığlığı atmaktalar. Nedeni, güya, cumhurbaşkanını ölümle tehdit etmişim… Bu kez sanırım suçlamanın iyice gülünç ve saçma olmasından, uykum kaçmadı, fakat her gün almam gereken birkaç ilacı, her an yanıma alabileyim diye, bir iki günlüğüne bir kenara ayırdım…

Söylediğim (Üstelik Louis’leri de karıştırarak!) özetle, Devlet benim demenin, bütün zamanlarda, devletin başında olanlara iyilik getirmediğiydi… Ve öyledir de. Benim verdiğim örneklere sayısız başkaları eklenebilir. Bu gibilerin sonu ille de kafası kesilerek olmuyor. Devleti temsil eden kişiler rehavete kapılmamalı. Her siyasal iktidar şöyle ya da böyle sona erer. Kaldı ki ben, can düşmanımın bile, siyasal vb. nedenlerle aşağılanmasını, hangi biçimde olursa olsun yaşamına son verilmesini istemem. Böyle bir durum söz konusu olduğunda da insan hakları adına buna karşı çıkanların en önünde yer alırım.
***
Son olarak İYİ Parti’nin (kendisiyle ilk kez o tarihte toplu bir yemekte karşılaştığımız ve sonrasında bir daha hiç karşılaşmadığımız) sayın genel başkanı konusunda gazetemizde 2017’de yayımlanan iki yazıma geleyim… Bu gün de kuşkusuz, o yazılarımın arkasındayım. Bana o sırada gerçekten “alçakça” sıfatını hak edercesine saldıranlar sonradan suspus olmuşlardı. Şu ara kıpırdandılar.

Fakat Sayın Akşener, (nedeni ne olursa olsun sonuçları kendisi ve partisi için çok kötü olabilecek) ayrılıştan çok çabuk vazgeçerek beni bir kez daha haklı çıkarmış oldu. Demokrasiye, ülkemize hizmetlerinin güçlenerek süreceğine inanıyorum.
***
Muhataplarına diye başladığım yazıyı şöyle sonlandırayım.

Değerli avukatlarım yoluyla açtığım hakaret davaları sizi güç durumda bırakıyor ve “uzlaşma” adı altında çırpınmaya başlıyorsunuz… Bu küçültücü duruma düşmekten kaçının… Yapmayın, düşmanınıza karşı bile ahlaklı ve vicdanlı olun.

Sövmeyin. Tehdit etmeyin. Gerçekleri göz göre göre saptırmayın.

Onları kendi amaçlarınız doğrultusunda eğip bükmeyin. Özgür akla saygı duyun.

Tartışmaktan korkmayın. Bunları sizden, kendi adıma olduğundan çok daha fazla, ülkemiz adına istiyorum. Çünkü

  • bir toplum ahlaken çürüyüp vicdan duygusunu tamamen (tümüyle) yitirecek olursa, enkazın altında herkes kalır.

Yaklaşan seçimler, ‘şahsım devleti’ anlayışı ve parlamenter sisteme dönüş yolu: Demokrasiye uymayan partili cumhurbaşkanlığı

Alev Coşkun
Alev Coşkun

Yaklaşan seçimler, ‘şahsım devleti’ anlayışı ve parlamenter sisteme dönüş yolu: Demokrasiye uymayan partili cumhurbaşkanlığı

18 Aralık 2022, Cumhuriyet

Geçen hafta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen siyasal içerikli haksız ceza bir kez daha “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi”ni tartışmaya açtı. Tüm yetkilerin bir kişide toplandığı, Meclis’in yetkilerinin budandığı, yargının, başkanlığını adalet bakanının yaptığı Hâkimler ve Savcılar Kurulu aracılığıyla siyasal gücün etkisinde kaldığı bir kez daha ortaya çıktı.

Bu hafta demokrasiyle ters düşen bu ucube sistemin, “partili cumhurbaşkanı” yönünü öne çıkararak ele alacağız. 6 siyasi parti lideri, 6’lı Masanın önemli uzlaşı konusu olan güçlendirilmiş parlamenter sistemle ilgili anayasa değişikliği önerilerini 28 Kasım 2022’de açıkladılar. Bu tasarıda en önemli değişiklik “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen ve dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan ucube modelden vazgeçilmesidir.

Bu anayasa tasarısında cumhurbaşkanına verilen yetkiler tırpanlanıyor, parlamenter sisteme dönülüyor, partili cumhurbaşkanı sistemi kaldırılıyor, cumhurbaşkanının görev süresi 7 yıl ile sınırlandırılıyor. Cumhurbaşkanı seçilen kişinin “partisi ile ilişkisi kesiliyor”. Partili cumhurbaşkanlığı sistemi terk ediliyor. (AS: AY m. 101/5 anlamsız, çünkü Milletvekili ve CB seçimi aynı gün yapılıyor: AY md. 77/1: “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri beş yılda bir aynı günde yapılır.” Dolayısıyla bir kişinin MV sıfatı ile CB seçilme olasılığı yok!)

(2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü)

Partili cumhurbaşkanlığı, Türk siyasal tarihinde tartışmalı bir konu olarak yer almıştır. 1921 Anayasası Kuvayı Milliye’yi yürütmek için kabul edilmişti ve anayasada devlet başkanlığı maddesi yoktu.

1924 Anayasası, Cumhuriyet ilkelerini getiren anayasadır. Sistem tek parti olduğu için 1924 Anayasası’na göre cumhurbaşkanı seçilen kişinin partisinden istifa etmesine gerek yoktu.

Türkiye çok partili sisteme 1946 yılında girdi. Yeni kurulan Demokrat Parti için partili cumhurbaşkanlığı konusu en önemli siyasal konu olarak öne çıkmıştı. Cumhurbaşkanının partili olması şiddetle eleştiriliyor, cumhurbaşkanının tarafsız olması ısrarla isteniyordu. Yeni kurulan Demokrat Parti’nin 1946 seçim bildirgesinde bu konu açık bir biçimde yer almıştı.

1923’ten 2017’ye dek 94 yılda 12 cumhurbaşkanı görev aldı.

Bunlardan beşinin zaten siyasal parti ile ilgileri yoktu. (Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk, Kenan Evren ve Ahmet Necdet Sezer) Atatürk ve İnönü tek parti döneminde, Celal Bayar ise 1950-1960 arası 10 yıl cumhurbaşkanlığı yaptı. 1989’dan bugüne Özal, Demirel ve Gül seçildiklerinde anayasaya uyarak partilerinden istifa ettiler. 2017’de kabul edilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi nedeniyle, Erdoğan partili cumhurbaşkanı olarak görevine devam ediyor.

EVRENSEL KURAL

Anayasa hukuku ilkelerine göre devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı “devletin birliği ve ülkenin bütünlüğünün” simgesidir. Siyaset bilimi ve anayasa kitapları konuyu şöyle ortaya koyuyorlar:

  • “Devlet başkanının siyasal bakımdan sahip olduğu mutlak sorumluluk, onun mutlak siyasal tarafsızlığını gerektirir. Devlet başkanı bu sıfatı taşıdığı müddetçe parti adamı değildir. Partiler üstü objektif, tarafsız bir kişidir. Çünkü devlet temsilcisi, milletin başıdır. Bu nedenle asla bir partizan gibi konuşamaz ve hareket edemez. Memleketin iç ve dış politikasında belirli bir partiyi, zümreyi veya kişiyi açıkça tutan ya da yeren açıklamalarda bulunamaz. Rolü ayırıcı değil, birleştiricidir. Eleştiri ya da onaylama değil, uyarma ve doğru yolu göstermektir, gerektiğinde millet adına hakemlik yapmaktır. Daha çok manevi rolü vardır ve tarafsızlığa titizlikle saygı gösterdiği ölçüde etkinlik ve ‘meşruluk’ kazanır.”

Bu tanımlamaya göre devlet başkanı, partiler üstü, yansız bir kimliğe bürünüyor. Bu nedenle devlet başkanından partizan yaklaşımlar ve hareketler beklenmez. İşte bu nitelikler yansız devlet başkanını etkin ve güçlü kılar.

DP, PARTİLİ CUMHURBAŞKANINA ŞİDDETLE KARŞI

8 Temmuz 1946’da yapılan genel seçimler, çok partili sistemin ilk seçimidir. Bu seçimde, DP seçim bildirgesinde açıkça partili cumhurbaşkanlığına karşı çıkmıştır.

DP’nin bu bildirisinde açıkça cumhurbaşkanlığı makamının tarafsız olması isteniyordu.

AKP siyasal köklerini DP’de görür. Sürekli kendisini DP’ye bağlamak isteyen AKP, DP’nin bu bildirisi ve düşüncelerinden ders almalıdır. Bugünkü tabloya bakarak 75 yıl önceki DP’nin söyledikleri ile AKP’nin uygulamaları birbirinin tamamen karşıtıdır.

(DP’li Başbakan Adnan Menderes)

DP’NİN PARTİLİ CUMHURBAŞKANLIĞINA KARŞI SEÇİM BİLDİRGESİ

“Devlet başkanının fiilen bir partinin başkanlığında bulunması ve bütün milletin malı olması gereken devlet başkanlığı yüksek makamının bütün yüksek dokunulmazlık ve yetkileriyle bir partinin yanında yer alması öbür partileri oldukça nazik ve zor bir mevkide bulundurmakta ve partilerin eşit hak ve şartlar altında çalışabilmeleri ilkesine aykırı durumlar yaratmaktadır. Cumhurbaşkanı partili değil, tarafsız olmalıdır.”
(19 Haziran 1946, DP Seçim Bildirisi)

İNÖNÜ’NÜN YANSIZLIĞI

İnönü, cumhurbaşkanı olarak 12 Temmuz 1947 beyannamesiyle partisiz olunması gerektiğini eylemli olarak göstermişti. Olay kısaca şöyledir :

Henüz çok partili sisteme adım atılıyordu. Sertlik yanlısı Başbakan Recep Peker’le muhalefet partisi DP arasında sert tartışmalar oluyordu. Cumhurbaşkanı İnönü, CHP ile DP arasındaki çatışmaya el attı. Başbakan Recep Peker ile DP Genel Başkanı Celal Bayar’ı Çankaya’ya çağırdı. Onlarla görüştü ve sonunda 12 Temmuz 1947’de ünlü 12 Temmuz bildirisini yayımladı. Bildiride cumhurbaşkanı olarak muhalefet partisini tutuyor ve aynen şöyle deniyordu:

“…Bir yasal siyasi partinin metotlarıyla çalışan muhalefet partisinin, iktidar partisinin imkân ve şartlarına uygun çalışmasını sağlamak lazımdır. Bu noktada, bir devlet başkanı olarak kendimi her iki partiye karşı eşit mesafede görürüm… Amaç, başlıca iki parti arasında temel şartın yani güvenin yerleşmesidir.”

(13 Temmuz 1947, Cumhuriyet gazetesi)

1950 SONRASI

DP iktidara geldikten sonra, muhalefette iken ısrarla savunduğu cumhurbaşkanının yansız olmasını gerektiren anayasa değişikliklerini yapmadı. Tersine, Bayar yansız cumhurbaşkanlığı yerine her zaman DP’li olduğunu gösteren bir tutum içine girdi. Özellikle 1957 seçiminden sonra Cumhurbaşkanı Bayar, DP simgesi taşıyan bastonla halkın arasına girip konuşmalar yaptı. Oysa yansız cumhurbaşkanlığı niteliğine sahip olsaydı, iktidar-muhalefet arasında uzlaşma sağlanabilir, hatta 27 Mayıs askeri hareketi önlenebilirdi.

1960 askeri hareketinden sonra Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes, Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın partiler üstü cumhurbaşkanı gibi davranıp tarafların uzlaşmasını sağlayacak bir seçim programı geliştirmek yerine çatışmayı körüklemiş olmasını kitabında eleştirmiştir. (Aydın Menderes, Babam Adnan Menderes, s. 87-88)

Aydın Menderes, “Bayar da İnönü’nün ‘12 Temmuz’ beyannamesindeki tutumunu örnek almalı, öyle yapmalıydı” diyor. Aydın Menderes, açıkça İnönü’nün 12 Temmuz 1947’deki girişimine ve ünlü bildirisine gönderme yaparak Celal Bayar’dan da aynı davranışı görmek istediğini belirtiyor. 1960 öncesi günlerde Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes ile muhalefet lideri İnönü’yü bir masa çevresinde toplayıp uzlaşma yaratabilirdi. Böylesi bir yansız cumhurbaşkanlığı rolünü üstlenebilirdi. Ancak güncel ve kısır politik tutumlar politikada bu geniş düşünce sistemini engelliyordu.

1961 ANAYASASI

1960 sonrası seçimle oluşan Kurucu Meclis, 2. Dünya Savaşı sonrası Batı’daki evrensel demokrasi gelişmelerini dikkate alan yeni bir anayasa yaptı ve bu anayasa halkoylamasıyla kabul edildi. 1961 Anayasası’nın, dünyanın en ileri ve demokratik anayasalarından birisi olduğu kabul edilmiştir. 1961 Anayasası ile devlet başkanı yansız ve partisiz konuma getirilmiştir. (Madde 35)

1982 Anayasası da 1961 Anayasası’nın yansız cumhurbaşkanı kuralını benimsemiştir. 1961’den sonra cumhurbaşkanı seçilen Gürsel, Sunay, Korutürk ve Sezer zaten partili değildiler. Özal, Demirel, Gül cumhurbaşkanı seçilince partilerinden istifa ettiler.

TEK ADAM YÖNETİMİ

16 Nisan 2017’de yapılan halkoylamasıyla “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı verilen bir modele girildi. O günden bugüne uygulanan ve tek adamlığı getiren, gücü tek elde toplayan bu model dünyanın hiçbir yerinde yoktur.

  • Hukuk devleti ve demokrasinin temeli Güçler Ayrılığı ilkesidir.

2017’de getirilen sistem, Güçler Birliği ve “tek adam yönetimi” oluşturmuştur.

Güçler ayrılığı ilkesinin işlediği hukuk devleti bir yana bırakılmış “ucube” bir sistemle tek adam rejimine geçilmiştir. Siyaset bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu bu sisteme, “neo-patrimonyal sultanizm” adını vermektedir. Prof. Dr. Emre Kongar da bu modele “şahsım devleti” adını veriyor.

GÜÇLER AYRILIĞI

Anayasa hukuku ilkelerine göre devlet başkanı ya da cumhurbaşkanı “devletin birliği ülkenin bütünlüğünün” simgesidir. Ancak bir siyasal partinin aynı zamanda genel başkanı olan bir cumhurbaşkanının yansızlığından söz edilemez.

Parlamenter sistemde, Yürütme’nin eylem ve işlemlerinden Başbakan ve Bakanlar sorumludur. Devlet Başkanının siyasal açıdan mutlak sorumsuzluğunun nedeni onun yansızlığının sağlanmasıdır. Devlet başkanı aynı zamanda tüm halkın, milletin başıdır. Bu nedenle asla partili gibi hareket edemez. O’nun temel yükümlülüğü ayırıcı değil, birleştirici olmasıdır. Yansızlığı titizlikle uyguladığı ve saygı gösterdiği ölçüde etkinliği artar. (H. N. Kubalı, Anayasa Hukuku Dersleri, s. 376)

Demokrasinin en önemli ilkesi, Yürütmenin denetlenmesidir. Ünlü düşünür Montesquieu şöyle diyor:

  • Amaç bireyin özgürlüğüdür.
  • Özgürlüğün sağlanması için Yürütmenin otoriterliğinden ve despotluğundan sakınılmalıdır.
  • Bunun da siyasal yolu Güçler Ayrılığı ilkesinin uygulanmasıdır.
  • Yasama, Yürütme, Yargı birbirlerinden ayrılacaktır ve birbirlerini denetleyeceklerdir.”

YASAMANIN GELECEĞİ

Yukarıda belirtildiği gibi 2017’de yapılan anayasa değişikliği ile Türkiye, demokrasinin temeli “Güçler Ayrılığı” ilkesini terk etti. Dünya demokrasi sıralamasında en gerilere düştü. Tüm bunların sorumlusu olarak AKP, demokrasi ilkelerini bozan bir siyasal kuruluş olarak olumsuz yönde siyasal tarihe geçecektir.

6’lı Masa‘nın uzlaşarak kabul ettiği anayasa tasarısının en önemli niteliği, otoriter başkanlık sistemine son verilecek ve parlamenter sistemin yeniden kurulacak olmasıdır. Böylece Yasama yeniden güç kazanacak; hükümet icraatının denetlenmesi yeniden sağlanacaktır.

Bu noktada bir konuya da açıklık getirmemiz gerekir: Tasarının 101. maddesine göre cumhurbaşkanı halk tarafından seçilecektir. Bu durum ister istemez cumhurbaşkanı ile parlamentoyu karşı karşıya getirecektir. Parlamenter sistemi güçsüzleştirecektir. Seçimlerden sonra anayasa tasarısı Meclis’te görüşülürken bunun düzeltilmesi gerekir.

Her şey önümüzdeki seçime ve halkın inançla gerçek demokrasiye sahip çıkmasına bağlıdır.

KAYNAKLAR

  • Erdoğan Teziç, Anayasa Hukuku, Beta Yay., 1998.
  • Alev Coşkun, Tarihi Unutmamak Günceli Yakalamak, Cumhuriyet Kitapları, 2010.
  • Hüseyin Nail Kubalı, Anayasa Hukuku Dersleri, İÜHF Yayını, 1971, s. 376.
  • M. Duverger, Siyasi Partiler, (çev. E. Özbudun), Bilgi Yay., 1974.

VERGİLER NEDEN YÜKSELİYOR??

VERGİLER NEDEN YÜKSELİYOR??

KONU ESKİ CUMHURBAŞKANI ABDULLAH GÜL..
ARTIK CUMHURBAŞKANI OLAMAMASINA RAĞMEN HALA MAAŞLARI DEVLETTEN ÖDENEN 40 PERSONEL 18 ADET MAKAM ARACI,
OTURDUĞU KONUT BEDAVA.
BİR DE DEVLETTEN MAAŞ ALIYOR.
YAĞMA HASAN’IN BÖREĞİ, YE YE BİTMEZ.
FATİH ALTAYLI YAZIYOR, ABDULLAH GÜL’ün KORUMA MÜDÜRÜ OSMAN ÇANGAL AÇIKLIYOR. FATİH ALTAYLI DİYOR Kİ :

Konu, benim önceki gün yazdığım ‘Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e 18 araç tahsis edilmiş’ yazım. Çangal şu bilgileri verdi :
– Cumhurbaşkanı Gül’e tahsis edilen araç sayısı 18 değil 17 imiş.
– Benim de tahmin ettiğim gibi bunlardan biri Abdullah Bey’in, diğeri ise eşinin makam otomobilleri, bir de yedek makam otomobili varmış.
– Her makam aracının önünde eskortluk yapan bir araç, bir de takip aracı varmış.
Bunların dışındaki 11 araç, Cumhurbaşkanı Gül’ün yanında görevli yaklaşık 40 kişilik ekibin taşınması, sekretaryasının işleri, günlük bürokratik işler için kullanılıyormuş.”

“GÜL EMEKLİ DEĞİL, ÇOK AKTİF…”

Altaylı yazısını şöyle sürdürdü:
“Çangal, ‘Sayın Gül emekli değil. Çok aktif bir eski Cumhurbaşkanı. Sürekli geziyoruz. Mesela şu an Urfa’dayız. Geçen ay içinde bir Londra, iki de Arap ülkesi ziyaretimiz oldu. İstanbul’daki ofiste de çok yoğun bir programımız var. Zaten 40 kişilik personelin önemli bir bölümü koruma. Konut koruması, ofis koruması. Yolda koruma gibi zorunluluklar var’ dedi.
– Cumhurbaşkanı Gül’e tahsis edilen araç sayısı 18 değil 17’dir.
– Bunlardan biri Abdullah Bey’in, diğeri ise eşinin makam otomobilleri, bir de yedek makam otomobili vardır.
– Her makam aracının önünde eskortluk yapan bir araç, bir de takip aracı vardır.
– Bunların dışındaki 11 araç, Cumhurbaşkanı Gül’ün yanında görevli yaklaşık 40 kişilik ekibin taşınması, sekretaryasının işleri, günlük bürokratik işler için kullanılmaktadır.
****
KİM BU ADAM ARKADAŞ, HALKA NE YARARI VAR?
KİME ÇALIŞIYOR?
BU ADAMA NİYE BU KADAR MASRAF YAPIYORUZ?
O PERSONELİN, MAKAM ARAÇLARININ MASRAFLARINI, KONUTUNUN KİRASINI,
NİYE BİZ ÖDÜYORUZ?
GECE SAAT 22.00’lere DEK ÇALIŞIP KAZANCIMIN VERGİSİ, BU ve BENZERİ GEREKSİZ ŞEYLERE NEDEN HARCANIYOR?
HARAM ZIKKIM OLSUN ABDULLAH GÜL BEY!
DİNİ BÜTÜN GEÇİNİYORSUNUZ BİR DE!
GİDİN ARTIK, DÜŞÜN BU HALKIN SIRTINDAN.

Not   :
“Sayın Ahmet Necdet Sezer de Cumhurbaşkanı idi şimdi sade vatandaş gibi yaşıyor bu nedenle şerefli ve büyüktür”
==============================
İnternette paylaşılan anonim yazı.. 02.11.18

3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

Dostlar,

3 Mart Devrim Yasaları salt Türkiye’nin değil, gerçekte uygarlık tarihinin de önemli dönemeçlerindendir. Her yıl özenle anımsanması, korunması ve sürgit korunarak yaşama geçirilmesi diyalektik bir tarihsel zorunluktur. Ancak günümüzde AKP iktidarı ile 15+ yıldır giderek tırmandırılan ve “beraber yürünen”, “seçim ittifakı ile beraber yürünmesi tasarlanan” bir karanlık serüvenle tam bir karşıdevrim süreci Türkiye’mize dayatılmaktadır. Halkımız – Ulusumuz çıplak gerçekleri görmektedir ve kendisini özgürleştiren – insanlaştıran eşsiz Atatürk Devrimleri‘ne mutlaka sahip çıkacaktır. 3 Mart 2014’te aşağıdaki önemli makaleyi yayınlamıştık. Önemini ve güncelliğini koruyor, izninizle bir kez daha paylaşmak istiyoruz. Hem 3 Mart 1924 devrimcilerini başta Gazi Mustafa kemal ATATÜRK ile dava – silah arkadaşlarını önlerinde saygı ile eğilerek selamlıyor hem de saygın aydınımız – dostumuz Hüsnü Merdanoğlu‘na şükranlarımızı sunuyoruz.

Bu Devrim Yasaları çok iyi anlaşılmalı ve sahiplenilmeli ve uygulanmalıdır;
çünkü Anadolu Rönesansı‘nın köşetaşlarıdır

Sevgi ve saygı ile. 03 Mart 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com
=================================================

Çok değerli arkadaşımız Sayın Hüsnü Merdanoğlu, gerçek ve engin birikimli
yurtsever bir aydınımızdır. Aşağıdaki yazısı son derece öğretici ve düşündürücüdür.

“3 Devrim Yasası”,

  • Türkiye’nin Gazi Mustafa Kemal Paşa öncülüğünde gerçekleştirdiği
    eşsiz Çağdaşlaşma Devrimi’nin kritik dönemeçlerindendir. 

Devletin başı olarak 7 yıldır Çankaya’da oturan kişi (Abdullah Gül), ülkemiz tarihi bakımından
son derece önemli, tarihsel belleği tazeleme ve yaygın kitlelere devrim tarihi bilinci kazandırma bakımından bu çok önemli fırsatları neden kullanmaz?? Niçin kamuoyuna aydınlatıcı açıklamalar yapmaz 10. Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer gibi??

Niçin yüksek korumalarında uluslararası bilimsel toplantılar düzenle(t)mez,
açış konuşmalarını yapmaz ve çıktılarını kitap – DVD vb. araçlarla kalıcılaştırmaz??

Bütün bunlar, Türkiye’yi 11 yıldır yöneten ve tüm burçlarını ele geçiren siyasal kadroların, Büyük Atatürk ve O’nun ideolojisi ile derin – onmaz sorunları olduğunun sürgit kanıtıdır.

Çok yazık olmaktadır Türkiye’ye ve eşsiz, Dünyaya örnek Çağdaşlaşma Devrimimize..

Bu karşıdevrimci AKP eylemi, vurgulayalım; apaçık bir insanlığa karşı suç niteliğindedir..

Ve Türkiye’nin ve tarihin devrimci birikimi, artık, bu “uzayan” engeli de aşmasını bilecektir.

Sevgi ve saygı ile. 4 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

================================

3 MART 1924 DEVRİM YASALARININ ÖNEMİ

Konuk yazar PORTRESI_husnu_merdanoglu
Hüsnü MERDANOĞLU

ADD Yazı Kurulu Üyesi
3 Mart 2014
 

Osmanlı, dine dayalı (teokratik) yönetimi benimsediği için, Şer’iye (din) Bakanlığına
yer vermekteydi. Ankara Hükümeti de bir süre bu bakanlığı korumak zorunda kaldı.
1 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesi ile oluşan, Cumhuriyeti onayan 2. TBMM,
3 Mart 1924’te Devletimiz için yaşamsal önem taşıyan 3 ayrı yasayı yürürlüğe koydu.

Bu yasalar:

429 sayılı; “Şer’iyye ve Evkaf ve Erkânı Harbiye Vekâletinin İlgasına Dair”
(Din ve Vakıflar ve Genel Kurmay Bakanlığı’nın Kaldırılmasına Dair) Yasa,

430 sayalı; Tevhid-i Tedrisat” (Öğretim Birliği) Yasası,

431 sayalı; “Halifeliğin Kaldırılmasına ve Osmanlı Hanedanı’nın
Türkiye Cumhuriyeti Sı­nırları Dışına Çıkartılması” yasasıdır.

431 sayılı yasa, “Halife halledilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet
mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır.”
  hükmüne yer vererek; Cumhuriyet yönetiminde, halifeliğe yer kalmadığının
yasal dayanağını oluşturmuştu.

429 sayılı Yasanın 1. maddesi, günümüz Türkçesiyle şu içerikte düzenlendi:

“İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri dini kuruluşların idaresi, yeni kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı‘nın ilgi ve yetkisine bırakılmıştır. Çünkü: Türkiye Cumhuriyetinde vatandaşların eylem ve işlemleri ile ilgili yasa koymak ve bu işlerle ilgili tasarruflarda bu­lunmak, TBMM ile O’nun kurduğu Hükümete aittir.”

Altında Atatürk’ün imzası olan bu yasa hükmüne dikkat edildiğinde;

  • Diyanet İşleri Başkanlığı’na (DİB) verilen görevin;
  • İslam Dininin itikat (inanç) ve ibadet ile ilgili bütün hükümleri
    dini kuruluşların idaresi” 
    ile sınırlı olduğu görülmektedir.

Ne var ki, Atatürk’ten sonra Kemalizm’in kuşatılması ve Cumhuriyetin
temel yasalarının içeriğinin yozlaştırılması sürecinde DİB yasası yeniden düzenlenmiş ve bu konudaki 633 sayılı Yasanın 1. maddesinde şu hükme yer verilmiştir:

“İslam dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile il­gi­li işleri yürütmek, konusunda toplumu aydınlatmak ve iba­det yerlerini yönetmek.”

Böylece DİB verilen “toplumu aydınlatma” göreviyle, fetva yetkisi tanınmış,
bir anlamda siyasetin içine çekilmiştir.

Öte yandan; Osmanlı yönetimi her ne denli, son dönemde Batı anlamında tıbbiye ve harbiye okullarını açmış ise de, eğitimde medrese ve yabancı okullar çoğunlukta idi.
Bu durumun farkında olan “Kurucu Baba” Mustafa kemal Atatürk,
henüz sıcak savaşın sürdüğü koşullarda (16 Temmuz 1921’de) Maarif Kongresini toplamış ve burada yaptığı konuşmada:

  • “Eski dönemin hurafelerinden ve doğuştan gelen yeteneklerimizle hiç de ilgisi olmayan, yabancı düşüncelerden, doğudan ve batıdan gelen bütün etkenlerden tamamıyla uzak, ulusal karakterimize uygun bir eğitim sisteminin uygulanmasına..” duyulan gereksinimi dile getirmişti.

Kurtuluştan sonra Türkiye’nin geleceği için yaşamsal önemde olan ulusal ve çağdaş eğitimin temelleri atılmaya başlanıldığında, “Eğitim Andı” olarak bilinen metin,
bir genelge ekinde duyurulmuştur. Söz konusu genelgede eğitimin amacı;

  • “Toplumsal yaşamda, dünya ve ahret cezaları korkusundan doğan ahlak yerine özgürlük ve düzenin uzlaşmasına dayanan geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak.” cümleleriyle özetlenmişti.

Gerekçesinde;

“… 2 tür eğitim bir memlekette 2 tür insan yetiştirir. Bu ise duygu ve düşünce birliğine ve dayanışma amaçlarına tamamıyla aykırıdır.” vurgusu yapılan,
öğretim birliği (tevhid-i tedrisat) ile ilgili yasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte;
Osmanlı döneminde geçerli olan ikili yapının ortadan kaldırılması hedeflenmişti.

Böylece; ulus-üniter devlet kurmak ve bunu korumak zorunda olan ülkemiz de,
hem eğitim hem de kültür yönünde, çağdaşlığa yönelmenin yasal zemine kavuşmuştu.

Eğitimin amacı ve verilecek derslerin içeriği;

  • geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” olduğu için,

bu amaç doğrultusunda, çoğunluğu İslami kurallara bağlı toplumumuz için gerekli
imam-hatiplerin yetişmesine 430 sayılı Yasa’nın 4. maddesi olanak tanıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özgür ve uygar uluslar topluluğu içindeki yerini almaya yönelik olarak öbür devrim yasaları ile birlikte, 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konulan yasalar sayesinde ve hepsinden önemlisi; Kemalist ilkelere bağlı yönetim sayesinde çağdaş Türkiye’ye kavuşmaya yönelmişti.

Atatürk’ün yönetiminde ve Kemalist hedefler doğrultusunda yoluna devam eden Türkiye, Batı devletlerinin Rönesans ve Reform ışığında yüzyıllarda gerçekleştirdiği başarıları birkaç yıla sığdırmayı başarmıştır (bkz. dipnotu).

Cumhuriyetin erdeminin ayrımında olmayan ve bu gelişmeyi içine sindiremeyen Osmanlı kalıntıları sinsi çabalar içinde iken, Batılı tarafsız yazarlar

  • Türkiye’yi devrimcilik anlamında, Fransız İhtilali’nden ve
    Sovyet Dev­rimi’nden daha ileride bulmuşlardır.

Onlara gö­re; Sürekli devrim anlayışı, Türkiye’ den başka hiçbir ülkede bu denli köktenci bir tutumla uygulanamamıştır. Fransız İhtilali, si­ya­sal kurumlar arasında sınırlı kalmış, Sovyet Devrimi sos­yal alanları sars­mıştır.

Yalnızca Türk Devrimi, siyasal kurum­ları, sosyal ilişkileri, dinsel alışkanlıkları,
aile ilişkilerini, ekono­mik yaşamı ve toplumun moral değerlerini ele almış ve
bun­ları devrimci yöntemlerle, köklü bir biçimde yenile­miş­tir.

Her değişim yeni bir değişime neden ol­muş, her ye­nilik bir başka yeniliğe
kaynaklık etmiştir. Ve bunların tü­mü­nün halkın yaşamında yer tutmuştu.

Egemen güçler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulu olduğu coğrafya, coğrafi, stratejik,
yer altı ve yerüstü zenginlikleri yönden olağanüstü üstünlüklere sahip olduğunun ayrımında oldukları için, Türkiye’yi çok kısa zaman diliminde yeryüzünün en saygın konumuna yükselten Kemalizm’in önünün kesmenin sinsi çalışmasını yürütmekte idiler.

– Köy Enstitülerinin kapatılması,
– Halkevlerinin yok edilmesi,

geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak”içerikli eğitim anlayışının yozlaştırılması ve

NATO’nun,
Dünya Bankası’nın,
IMF’nin ve
benzeri kökü dışarda kuruluşların Türkiye’ye yerleşmesi,

Kemalizm’i dondurması bu çabalar sonrasında oldu.

Düşündürücü olan ise; Türkiye’yi yönetenlerden daha çok, Türkiye’de gözü olanlar Türkiye’nin farkında idiler.

3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasaları ile Cumhuriyet’in niteliği belirlendi.
Buna göre; çağdaş dünyaya erişmek, onları da geçmek için çağdaşlığın vazgeçilmesi olan laik eğitim sistemine yer verilmiştir.

Bugün Türkiye’nin;

-Uluslararası bir saygınlığı var ise,
-Bölgesinde güçlü bir konuma sahip ise
-Avrupa Bilirliğine tam üyelik için başvuruda bulunulmuş ise

Hiç kuşkusuz 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasalarının yadsınamaz katkıları olduğundandır. Bugün Türkiye,

-Bölgesinde kimi tehditlerle karşı karşıya ve uluslararası kuruluşlarca kuşatma altına alınıyor ise,
Avrupa Birliği’ne tam üyelik, verilen tüm ödünlere karşın geçekleşmiyor ise,

Daha da önemlisi günümüzün Türkiye’si, Atatürk döneminde olduğu gibi uluslararası saygınlığını koruyamıyor, komşuları ile sorunlar yaşıyor ve bölgesinde hak ettiği; ekonomik, siyasal ve askeri üstünlüğe sahip değilse…

Bilinmeli ki; Kemalizm’in yasal dayanağını oluşturan, 3 Mart 1924 günü yürürlüğe konan Devrim Yasalarının ilke ve amaçlarından uzaklaşılmış olmasındandır.

Dünyanın merkezinde kurulu olan Türkiye’nin, bölgesinde etkin ve saygın bir ülke olma özelliğine kavuşması ve bu saygınlığının sürekli olması için;

geçek ahlak ve erdemi egemen kılmak” hedefli eğitimi gerçekleştirecek
siyasal kadrolara şiddetle gereksinim bulunmaktadır.

A. Saltık’tan dipnot     :

Ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee der ki;

“Batı dünyasındaki Rönesans, Reformasyon, bilim ve düşünce devrimi, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’ni, ATATÜRK, bir insan ömrüne sığdırmıştır.”

Zeki Sarıhan : ALPASLAN IŞIKLI İÇİN

 

ALPASLAN IŞIKLI İÇİN

Zeki Sarıhan

Zeki_Sarihan_portresi

Profesör Doktor Alpaslan Işıklı’nın 13 Temmuz günü beklenmeyen ölüm haberi,
14 Temmuz tarihli gazetelerin yalnız ikisinde birinci sayfa haberi olabildi.
Bizim çevremizin ise o gün zihinlerini işgal eden en önemli olayı herhalde bu oldu.
İlerici Sendikacılar, aydın öğretmen çevreleri, ADD üyeleri içinde onun herhangi bir konferansında dinlememiş olan zor bulunur. Çünkü Alpaslan Işıklı, son 25-30 yılın
en önem verilen, konferans için ilk akla gelen isimlerindendi.
Sendikacılık, iş ilişkileri başta olmak üzere birçok kitaba da imza attı. 

 Yaklaşık kırk yıldır onu toplantılarda pek çok kez dinlemiş, on kez onunla aynı kürsülerde topluluklara hitap etmiş, aynı dernekte bulunmuş,
bir kitabın kapağında birlikte adımızın bulunduğu biri olarak,
hakkında bu yazıyı yazma görevini hissediyorum.

Mücadele arkadaşlığımız   :

13 Mayıs 1986’da, Harp-İş Sendikası’nın Ankara Şubesi Konferans salonunda Öğretmen Dünyası’nın düzenlediği “Öğretmen Sorunları” panelinde birlikteydik.
Milli Eğitim Bakanlığı 15. Millî Eğitim Şûrası’nın ön raporlarında eğitimi özelleştireceğini ve paralı eğitime geçeceğini ilan edince eğitim örgütleri 15. Millî Eğitim Şûrası’nı İzleme Komitesini kurduk ve 11 Mart 1996’da mücadele bildirimizi 22 kitle örgütü adına Mülkiyeliler Birliği’nde bir basın toplantısıyla O’na yaptırdık. Mozaik Radyo’da ikimiz bakanlığın planlarına karşı konuştuk. 30 Ekim 1997’de Vakıfbank’ta Düzenlenen eğitimle ilgili bir panelde gene birlikteydik. Aynı yılın 10 Kasımında Kanal-E’de
Nahit Duru’nun programında Atatürk’le ilgili bir programdaydık. 7 Aralık 1997’de
İşçi Partisi’nin örgütlediği Devrimci Cumhuriyet’in Eğitim Programları kurultayında konuşmacılar arasındaydık. O, Oktay Sinanoğlu ve ben sonuç bildirgesini hazırlarken ben Kürtlerin anadilinde eğitim yapabilmesini savundum. Işıklı ise tartışmalarımız sırasında dikkat çeken bir formül önerdi:

Türkçe ve Kürtçe’nin İngilizce’nin egemenliğine karşı birlikte mücadele etmesi.
Bunu kabul ettik. 18 Kasım 1998’de Haymana Cezaevi’nde yatan Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ü ziyaret eden aydınlar kurulu arasındaydık. 29 Eylül 2002’de Eğit-Der’in kongresinde derneğin eski başkanlarından biri hararetle küreselleşmeyi savununca buna bir yanıt vermesini kendisinden rica ettim. İkimiz de kürsüden küreselleşmenin emperyalizmin bir görüşü olduğun anlattık. 20 Nisan 2003’te Bilim ve Ütopya’nın Yıldız Teknik’te düzenlediği bir sempozyumda birlikteydik. 17 Mart 2005’te İstanbul Eğitimcimler Derneği’nin Beşiktaş Afife Jale Salonunda düzenlediği Köy Enstitüleri ve Küreselleşmenin Eğitime Yansımaları konusundaki panelde de birlikteydik.
Hoca o zaman bana dedi ki: “Koskoca İstanbul’da bu konuda konuşacak konuşmacı
yok mu ki, taa Ankara’dan bizi çağırıyorlar?” Böylece Ankara’nın antiemperyalist damarına vurgu yapıyordu. Onun Ahmet Necdet Sezer tarafından YÖK üyeliğine atandığında Öğretmen Dünyası’nın başyazısı “Işıklı Üniversite” başlığını taşıyordu. 

Yerini zor beğenen bir aydındı:

Onu Öğretmen Dünyası’nın Danışma Kurulu üyeliğine davet ettik ve
bu davetimizi 1991’in Ocak ayında kabul etti. 2003’te Ulusal eğitim Derneği’ni kurduğumuzda kurucular kurulunda yer almasını önerdim. Kabul etti, ancak herhalde iş yoğunluğundan ötürü belgelerini getirmekte geciktiği için kuruluştan sonra üye olarak derneğe katıldı. 

Işıklı’nın Öğretmen Dünyası Danışma Kurulu üyeliği 2005’te kendi isteğiyle sona erdi. Denizli’den yayımlanmak üzere dergiye yazılar gönderen bir öğretmenin yazısında pek çok yazım hatası vardı.
Bunu kendisine hatırlattığımızda bize fena halde sinirlendi ve bütün Danışma Kurulu üyelerini tek tek arayarak bizim Fetullahçı olduğumuzu ileri sürdü. Bu iddiaya kimse inanmış olamazdı. Işıklı telefonla bana bu şikâyeti aktardığında O’na durumu açıkladım. Bununla birlikte “Benim adımı silin” dedi. Sildik! Danışma Kurulu’ndan ayrılışında herhalde başka bir neden olmalıydı.  21 Nisan 2008’de de Ulusal Eğitim Derneği’nden
istifa ettiğini bildirdi. Bunun nedeni de dernek kurucularımızdan olan bir profesöre YÖK konusunda konferans verdirmemizdi.  Işıklı, bu profesörle anlaşamıyordu, hatta mahkemelik bile olmuşlar. Bu istifayı üzülerek
kabul ettik. 8 ay sonra SSK İşhanı’ndaki nüfus müdürlüğüne uğraması gerekince üç kat yukarıda bulunan büromuza uğradı ve dernekten istifası nedenlerini genişçe açıkladı. Geçmişteki Eğitim Hakkını Savunma Komitesi’nin dağılmasından doğan boşluğu doldurmak üzere 2005’te Ulusal Eğitim Platformu’nu kurmaya karar verdiğimizde kendisinden bunun başına geçmesini rica ettik. Önce kabul etti fakat ertesi gün bundan vazgeçerek yerine başka birini önerdi.
 

Işıklı için yerini zor beğenen bir aydın demiştim. Bunun örnekleri hayat hikâyesini anlattığı ve 2003’te yayımlanan Gün Doğmadan adlı kitabında vardır. Anlattığına göre Geçmişte, TİP, SHP-CHP ve DSP üyesi olmuş, hiçbirinde rahat edememiş veya O’na rahat vermemişlerdi. Kurulması için onca emek verdiği öğretmen sendikası ile de arası açıktı. Bir ara Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Yönetim Kurulu üyesi olmuşsa da daha sonra dernekte girdiği seçimleri ekip olarak yitirmişlerdi. ADD’lilerin bir bölümü O’nu ve ekibini “İşçi Partili” diye suçluyorlardı. Doğrusu İşçi Partisi Işıklı’ya her zaman önem vermiştir. Hatta O’nu parti üyesi yapmak için az ısrar edilmemiştir. Işıklı partinin birçok programına katıldığı halde üye olmayı nedense kabul etmedi. 13 Haziran 2010 günü ADD kongresinde gene İP’li diye suçlanınca kendisinin CHP’li olduğunu söylemek zorunda kaldı. Bir dernek kongresinde programa göre değil, partilere göre gruplaşmanın acı sonucunu Işıklı adı üzerinden duyarak üzülmüştüm. 

Işıklı iddia sahibi ve bunda ısrar eden bir aydındı. Etkili bir konuşmacıydı. Kendini dinletmeyi bilirdi. Son 25-30 yılın Kemalist-Devrimcileri tarafından en çok tercih edilen konuşmacısıydı. Kemalist olmasının kökeninde muhtemelen babasının bir subay olması vardır. TİP’li olması ise 1960’dan sonra yükselen sosyalist harekettir. Ancak O, kendini her ikisine de mensup sayıyordu. Hatta 1998’de yayımlanan Kemalizm, Sosyalizm ve Din adlı kitabında bu üç akımı kolayca bağdaştırmıştı. 

Üç farklı görüş          : 

Ulusal Eğitim Derneği’nin Cumartesi konferanslarından birini Sina Akşin’e ayırmıştık. O da bunun “Türkiye’de Çok Partili Hayat” olmasını ve konuyu Alpaslan Işıklı ile tartışmak istediğini söyledi. Ben bu tartışmayı yönetecektim. Her üçümüzün de Türkiye’de çok partili hayat ve liberalizm konusunda yayımlanmış yazılarımız vardı. Konu ilk kez kitle önünde tartışılacaktı. 8 Ocak 2005 günü Petrol İş Ankara Şubesi’nin konferans salonunda 80 kişi önünde yapılan tartışmada Sina Akşin, Türkiye’nin çok partili yaşama erken geçtiğini, İnönü’nün bu konuda hata ettiğini söyledi. Çok partili sistem hep gericiliğe hizmet etmişti ve Atatürkçüler bu seçimlerden hiç başarıyla çıkamamışlardı. Alpaslan Işıklı ise demokrasiyi Atatürk’ün kurduğunu ve bunun sınırlarını genişletmeye uğraştığını, yakınlarının bunu engellediğini, Atatürk rejiminin 1938’de kesintiye uğradığını, çok partili hayatı dejenere edenin emperyalizm olduğunu söyledi. Ben bu tartışmayı yönetmekle birlikte, tartışma metnini 2006’da dernek yayınlarından kitap haline getirirken, O’na benim 2000’de Kuvayı Milliye dergisinde yayımlanmış tam da bu konuyla ilgili olan “Demokrasi Âşığı Türkiye” makalemi de ekledik. Bu yazıda emperyalizmin ülkeye siyasi liberalizm yoluyla girdiği, Türkiye’nin kendi siyasi sistemini yaratması, bunun devrimci ve halkçı cumhuriyet olması gerektiği savunuluyordu. Tek parti yönetimleri de gerici ve faşist de olabilirdi. Yazıda Akşin ve Işıklı’dan farklı olarak Cumhuriyet yönetiminin 1930’larda yozlaştığı, kendi solundaki partilere yaşama hakkı vermediği ve giderek emperyalizmle ittifak kurduğu savunuluyordu. 

Gözleri açık gitmemiştir    : 

Işıklı’nın 1402 sayılı yasa ile üniversiteden uzaklaştırılarak payını aldığı 1980 darbesinden sonra kitleler geri çekildi ve bu durum birçok aydında umutsuzluk yarattı. Sami Nabi Özerdim, “Benim artık yaşamamın bir anlamı yok” diyordu. Alpaslan Işıklı’da umutsuzluk haline 2001’de rastladım.
19 Şubat 2001 günü Bilim ve Ütopya’nın Ankara bürosunda bir konuşma yaptı. “Geleceği nasıl görüyorsunuz?” soruma Gelecekten umutlu değilim” yanıtını vermesi beni hayrete düşürdü. Bu yalnız o anki ruh hali olabilirdi. Çünkü inandığı dava için mücadele etmekten vazgeçmedi.
Son yönetici görevi, Öğretim Üyeleri Derneği Genel Başkanlığı (TÜMÖD) idi.
 

Haziran Direnişi’ni görmek kim bilir hepimiz gibi O’nu ne denli mutlu etmiştir. Sanırım gözleri açık gitmemiştir. (15.7.2003)