Etiket arşivi: İnönü

Mudanya Mütarekesi’nin 100. Yılı

Dr. Onur ÖYMEN
Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı

Çok değerli Mudanya Belediye Başkanı Sayın Hayri Türkyılmaz, çok değerli İnönü Vakfı Başkanı Sayın Özden Toker, Çok Değerli ADD Genel Başkanı Sayın Hüsnü Bozkurt, değerli siyaset arkadaşım Gürhan Akdoğan, çok değerli Mudanyalı dostlar.

Mudanya Mütarekesinin 100. yıldönümünde burada değerli arkadaşım Uğur Mumcu’nun adını taşıyan bu kültür merkezinde sizlerle bir araya gelmek, görüşlerimi sizlerle paylaşmak benim için büyük bir onurdur.

Mudanya Mütarekesine nasıl gelindi.?  Kurtuluş Savaşının büyük bir zaferle sonuçlandırılmasından ve İzmir’in düşman işgalinden kurtarılmasından sonra Yunanların Anadolu’yu terk etmekten başka bir çaresi kalmamıştı. Herkes bu gerçeği kabul etmişti. Bir kişi dışında : İngiltere Başbakanı Lloyd George.

Yunanlar Türklerle mütareke yapılmasını istediklerini İngilizlere bildirdiler. Ancak Başbakan Lloyd George bunu erken bulmuştu. 30 Ağustos Başkomutanlıık Meydan Muharebesinde Atatürk’ün önderliğinde Türk ordusunun büyük bir zafer kazanmasından sonra bile, Lloyd George Türk ordusu İzmir’e ulaşıncaya dek geçecek zaman içinde Yunanların toparlanıp yeni bir cephe kuracaklarını ve mütarekeyi mutlak bir yenilgiye uğramış değil, Türklere direnebilen bir ordu olarak talep edebileceklerini düşünüyordu. Ancak Türk ordusunun büyük bir hızla İzmir’e ulaşması bu hesapları alt üst etti.

Artık Anadolu kurtarılmıştı. Peki hala düşman işgali altındaki Trakya nasıl kurtarılacaktı? İzmir’de halk coşku içinde kurtuluş zaferini kutlarken Atatürk, İnönü ve arkadaşları harita başında bundan sonra atılacak adımı planlamaktaydılar. Edirne dahil Trakya’nın kurtarılması için de gerekirse savaşılacaktı. Ama askeri gücü bir caydırma unsuru olarak kullanıp bu hedefi diplomasi yoluyla gerçekleştirmek her bakımdan daha uygun olacaktı. Atatürk ve İsmet İnönü böyle düşünüyordu.

Atatürk ve arkadaşları bu hedefe ulaşmak için İzmir’in işgalinden sonra boşta kalan 1. Orduyu İzmit bölgesine, 2. Orduyu da Çanakkale bölgesine doğru yönlendirdiler. 2. Orduya verilen talimat şuydu: Çanakkale’de İngilizlere mümkün olduğu kadar yakın bölgeye gelinecek ancak Türk askeri ateş açan taraf olmayacaktı. Askerlerimiz bunu başarıyla gerçekleştirdi. Tek bir mermi atmadan İngiliz mevzilerine 20-30 metreye kadar yaklaştılar. Silahlarını sırtlarına asmaları ateş açmaya niyetli olmadıklarını gösteriyordu.

O günlerde Atatürk İzmir’de yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde Türkiye’nin derhal görüşmelere başlamak istediğini, hedefimizin 8 gün içinde İstanbul’a ulaşmak ve daha sonra Doğu Trakya’yı ele geçirmek olduğunu söyledi. “Mücadelemiz Yunanistan’ladır. Barış planlarımız var ama savaş planlarımız da var” dedi.

İşgal kuvvetleri İstanbul’un çevresinde İzmit’in batısından Çanakkale’nin kuzeyine kadar bir tarafsız bölge ilan etmişlerdi. Bu bölgeyi İttifak devletleri koruyacaktı ve Padişah da bunu kabul etmişti. Yunanlar iki ay önce bu bölgeyi ele geçireceklerini söyleyince, Fransızlar ve İtalyanlar İngilizlere destek olmak için o bölgeye asker göndermişlerdi. Bunu Boğazların güvenliği için yaptıklarını söylüyorlardı. Ancak Ankara hükümeti böyle bir tarafsız bölge kurulmasını kabul etmiş değildi ve şimdi Çanakkale’de Türk askerleri bu tarafsız bölgenin sınırlarının içine girmiş bulunuyordu.

İngiltere Başbakanı ve o tarihlerde emperyalist ülkelerin lideri durumundaki Lloyd George, Türklerin hiçbir koşulda Avrupa topraklarına ayak basmalarına izin verilmeyeceğini, gerekirse bunun için savaşılacağını söylüyordu. Bölgedeki İngiliz komutanına Türkler askersiz bölgeye girdikleri takdirde ateş açılmasını ve savaşın başlatılmasını emretti. Türk askerleri İngiliz hatlarına kadar yanaşmıştı. İngiliz komutan, aldığı emre karşın ateş açtırmadı.

Fransızlarla İtalyanlar Türkiye ile yeni bir savaşa girmek istemiyorlardı. İngiltere’nin asker göndermelerini istediği dominyonlar, yani Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika buna  istekli değildi. Türklerle savaşmanın bedelinin ağır olduğunu görmüşlerdi.

İngilizlerin İstanbul’daki komutanı General Harrington Fransız askeri temsilcisi Pellé’ye baskı yapmak istedi ama O, çoktan bir savaş gemisine atlayıp Atatürk’le görüşmek üzere İzmir’e gitmişti. Türk Hükümetiyle 1921 yılında Ankara Antlaşmasını imzalayan Fransız diplomat Franklin Bouillon da İzmir’e gitti.  O da Atatürk’ü Türk askerinin tarafsız bölgeye girmemesi için ikna etmeye çalışacak, buna karşılık düzenlenecek konferansta Türkiye’ye destek vereceklerini söyleyecekti.

Atatürk bu önerilere şu yanıtı verdi:

  • Mütareke, askeri harekatı durdurmak anlamına gelir, oysa Türk tarafı mütareke yapılmasının Trakya’nın boşaltılmasına bağlı olduğunu defalarca vurgulamıştır. Ayrıca o ortamda ateş kesilirse Trakya’da Yunan birlikleri yeniden toparlanıp savunma tertipleri almaya çalışacaklardır. Zafer kazanmış bir komutanın görevi, düşmanı kovalayarak böyle bir durumun ortaya çıkmasına fırsat vermemektir.”   

Yeni bir savaş ihtimali dünyada, hatta İngiliz kamuoyunda kaygı uyandırıyordu. Daily Mail gazetesi büyük harflerle “Yeni Bir Savaşı Durdurun” diye manşet attı. İngiliz kamuoyunun da hükümetin tutumuna desteği kalmamıştı. Pointcaré’nin Başbakanlığındaki yeni Fransız Hükümeti, Fransız askerlerinin Çanakkale’den ve İzmit’ten çekilmesi için İstanbul’daki temsilcisine talimat gönderdi. İtalyanlar bu koşullarda tarafsız kalacaklarını Mustafa Kemal’e bildirdiler. Artık Çanakkale’de İtilaf devletleri safında yalnızca bir bayrak kalmıştı: İngiliz bayrağı. O sırada İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon Fransız Başbakanı Poincaré’yi ikna etmek amacıyla Paris’e gitti. Paris görüşmeleri çok sert geçti. Fransızların tutumlarından geri adım atmaya ve yeni bir savaş başlatmaya niyetleri yoktu.  

Londra’da Başbakan Lloyd George savaş yanlısı tutumunda ısrar ediyordu. Ama bunun çıkar yol olmadığını düşünenlerin sayısı giderek artıyordu. Dışişleri Bakanı Lord Curzon da artık savaş fikrini desteklemiyordu.

Atatürk Doğu Trakya’nın Türklere teslimi koşulu ile ateşkes müzakerelerini kabul edebileceğini söyledi. Ancak  İstanbul’un işgal kuvvetleri tarafından en kısa zamanda boşaltılması Ankara hükümetinin temel koşullarından biriydi.

İtilaf devletleri 23 Eylül 1922’de Ankara hükümetine bir nota göndererek barış konferansı toplanıncaya dek bir ateşkes antlaşması yapılması için başvuruda bulundular. Notada İtilaf devletlerinin tarafsız bölge olarak tanımladıkları alana Türk tarafının asker göndermemesi koşuluyla Türkiye’nin Meriç’e ve Edirne’ye kadar Trakya’yı işgal etmek hakkındaki arzusunu olumlu biçimde değerlendirdikleri, bu konuda Türk tarafıyla müzakereye hazır oldukları bildirilmekte ve Barış Konferansının yürürlüğe girmesiyle birlikte İtilaf devletlerinin İstanbul’daki kuvvetlerini geri çekecekleri ifade edilmekteydi. Bunun için İzmit veya Mudanya’da derhal ateşkes müzakerelerine başlanması önerilmekteydi. Bu nota Türkiye’nin başlıca beklentilerinin kabul edildiği ve barışın kapısının açıldığı anlamına gelmekteydi.

Aslında ateşkes isteminin Anadolu’da Türklerle savaşan Yunanlardan gelmesi gerekirdi. Nota’nın İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından gönderilmesi Türkiye’nin gerçek muhatabının kim olduğunu gösteriyordu.

İtilaf devletlerinin Notasına Türk tarafınca verilen yanıtta Doğu Trakya’nın Edirne de dahil olmak üzere Meriç’in batısına kadar Yunanlar tarafından derhal tahliyesi kaydıyla mütareke görüşmelerinin 3 Ekim 1922 tarihinde başlaması önerilmekte ve bu müzakerelerde Türkiye’yi Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa’nın temsil edeceği bildirilmekteydi.

Sonunda İngilizler geri adım atmıştı. Örneğin Churchill şöyle diyordu:

  • Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri İtilaf devletleri için en kötü aşağılanmadır.
  • İtilaf devletlerinin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır.
  • Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir”  

Ateşkes müzakereleri 3 Ekim’de Mudanya’da başladı. Ateşkes Müzakereleri doğal olarak savaşan taraflar arasında yapılırdı. Bu kez öyle olmadı. Türklerle savaşan Yunanistan’ın temsilcisi Mudanya’daki görüşme masasında yoktu. Yunan General Mazarakis ve Albay Sariyanis, açıkta bulunan bir Yunan gemisinde, görüşmeleri uzaktan izleyeceklerdi!

Türkiye’nin karşısında İngiltere, Fransa ve İtalya’nın temsilcileri yer alacaktı. Peki Konferansın başkanlığını kim yapacaktı? Bu konuda önceden bir görüşbirliğine varılmamıştı. İsmet Paşa görüşmeler başlarken fiili durum yarattı. Başkanlık koltuğuna oturdu, İngiliz Generali Harrington’u sağına, Fransız Temsilcisi General Charpy’yi soluna, İtalya Generali Mombelli’yi karşısına oturttu. Bu düzenlemeye kimse itiraz etmedi. Mudanya’da bulunan Franklin Bouillon da görüşmeleri gözlemci olarak bir köşeden izleyecekti.

Sonradan anlaşıldığına göre Başbakan Lloyd George sonuna dek Yunanistan’ın beklentilerinin gerçekleşmesi için çaba göstermiş ve Türk askerleri Çanakkale’deki İngiliz hatlarına doğru yürüyüşe geçtiği sırada Türk tarafına bir ültimatom verilmesi ve Türk askerleri durmadığı takdirde üzerlerine ateş açılması için General Harrington’a emir vermişti. General Harrington bu emrin uygulanmasını kendi inisiyatifi ile 24 saat geciktirmiş, böylece bir savaşın başlamasına fırsat vermemişti.

Müzakereler esas olarak İsmet Paşa ile General Harrington arasında yürütüldü. Fransızlar ve İtalyanlar görünürde Harrington’u desteklediler ancak çeşitli vesilelerle Türk tarafının görüşlerine yakınlık gösterdiklerini hissettirdiler. Atatürk İsmet Paşa’ya gerekli talimatı vermişti ve müzakereleri günü gününe takip etmekteydi. Atatürk’ün talimatının özü şöyleydi:

  • Kırkağaç bir Türk mahallesidir. Yunan kuvvetleri tümüyle Edirne’nin batısına çekilmeli ve orada TBMM Hükümeti oluşturulmalıdır.
  • Trakya’nın boşaltılması ve Türklere teslimi derhal başlamalı, aralıksız sürdürülmeli ve en geç 30 gün içinde tamamlanmalıdır. İtilaf devletlerinin temsilcileri tarafımızdan teslim alınan her noktadan derhal çekilecek ve 30 günün sonunda Trakya’nın hiçbir yerinde kalmayacaktır. Yunan ordusunun Anadolu’dan alıp götürdüğü sivil ahali derhal geri verilecektir.
  • Azınlıklar konusu Mudanya Konferansının konusunun dışındadır.
  • Doğu Trakya’nın boşaltılmasından sonra bu bölgede İtilaf devletlerinin herhangi bir denetimi söz konusu olamaz. Ancak Batı Trakya’nın bir bölümünün Fransızlar tarafından işgali güven verici olur.
  • İlkelerde görüş ayrılığı olup da görüşmelerin sürdürülmesi durumunda Boğazlarda tahkimat ve askeri önlemlerin alınmasından kaçınılmasını isteriz.
  • Ateşkes antlaşmasından sonra bile, İstanbul ve Çanakkale’de İngilizlerin bulunması kabul edilemez.

    6 Ekim tarihli toplantıda Harrington Hükümetinden talimat alamadığını bildirdi. Buna karşılık İtalyan temsilcisi Mombelli Hükümetinin Türkiye’nin görüşlerini kabul ettiğini açıkladı.
    General Harrington’un Türk teklifleri karşısında direnmesi Ankara’da tepkilere neden oluyordu. 6 Ekim 1922’de İsmet Paşa, Atatürk’ten iki talimat aldı. Bunlardan birincisinde Yunan askerlerinin çekileceği Trakya’nın bize teslim edilmesinin şart olduğu, buna karşılık barış yapılıncaya kadar Trakya’ya asayiş ve inzibat kuvvetlerinden başka birlik geçirmeyeceğimizi bildirilmekte ve “Bugün 14.30’da toplanacak konferansta belirtilen esaslar taraflarca ilke olarak kabul edilmediği takdirde daha sonra sürdürülecek görüşmeler sırasında askeri harekatımızın durdurulması telafi edilemeyecek sakıncalar doğuracağından, harekatın durdurulmasına ilişkin yetkiniz 6 Ekim saat 18.00’den itibaren kaldırılmıştır.” denilmekteydi

    İkinci talimatta ise “Trakya’nın İzmir’de belirlediğimiz esaslar çerçevesinde TBMM Hükümetine geri verilmesi kabul edilmediği takdirde, 6/7 Temmuzda derhal İstanbul üzerine harekete geçiniz” ifadeleri yer almaktaydı. Bu talimatta ayrıca, “Müzakereler olumsuz sonuçlandığı takdirde Trakya’daki düşmanı takip için İstanbul ve Çanakkale üzerinden harekete geçecek kıtalarımızla İngiliz kıtaları arasında herhangi bir yanlış anlamaya meydan bırakmamak için gerekli önlemlerin alınmasını istediğimiz bildirilmelidir.” denilmekteydi.
    ,
    General Harrington, Dışişleri Bakanı Lord Curzon Paris’e gittiği için Hükümetiyle iletişim kuramadığını bildirerek toplantının ertesi güne bırakılmasını istedi. 9 Ekim’e kadar toplantı olmadı. Atatürk antlaşmanın gecikmeden imzalanmasını istiyordu. O gün Harrington Mudanya’ya geldi. Hükümetinden talimat aldığını bildirerek şunları söyledi: “İtilaf devletleri Hükümetleri Doğu Trakya’yı size bırakıyorlar. Meriç’in batısındaki Karaağaç da size verilecektir. Askerlerimiz barıştan sonra İstanbul’u terk edeceklerdir. 45 gün içinde yönetiminiz Trakya’ya yerleşmiş olacaktır. Trakya’da bulunduracağınız Jandarmanın sayısını birlikte saptayacağız. 

İsmet Paşa İngiliz generalinin verdiği antlaşma metnini dikkatle inceledi. Sözlü olarak söylenen bazı hususların yazılı metinde yer almadığını, örneğin Karaağaç’ın Türklere verileceğinin yazılmadığını gördü. Trakya’nın bize teslimi için belirttiğimiz süre 30 günden 45 güne çıkartılmıştı. Maddeler üzerinde uzun görüşmelerde bulunuldu.. Metinde kimi düzeltmeler yapıldı. Tahliye için önerdikleri 45 günlük süre indirildi. Bütün Trakya 30 gün içinde Türklere teslim edilecekti. Trakya’ya 8.000 Jandarma geçirmemiz kabul edildi. İstanbul ve Çanakkale bölgelerindeki askerlerimiz bulundukları yerde kalacaklardı.

Mütareke 11 Ekim 1922 sabahı imzalandı. Yunanlar bu metni imzalamaya yetkili olmadıklarını belirtmişlerdi. General Harrington İsmet Paşa’ya bunda bir sakınca olmadığını, Yunanlar imzalamasa bile antlaşmanın yürürlüğe gireceğini söyledi. Bu ifadeler Yunanistan’ın Anadolu’da yürüttüğü savaşta esas söz sahibinin İngiltere olduğunu göstermekteydi.

Ateşkes antlaşması Türkiye’nin istemleri doğrultusunda tek bir mermi bile atılmadan kabul edilmişti. Trakya’nın Yunanlar tarafından boşaltılması gibi konular Mudanya’da kararlaştırılmadığı takdirde, esas Barış Konferansında bu gibi sorunlar gündemin önemli bir bölümünü kapsayacak ve dikkatler bizim esas olarak görüşülüp karara bağlanmasını istediğimiz konular yerine Mudanya’da ihtilaflı kalan sorunlara çekilecekti. Böylece bu sakınca ortadan kaldırılmış oldu.

Mudanya Mütarekesi bütün bu nedenlerle Türkiye açısından büyük bir diplomatik başarı oldu ve Barış Konferansının yolunu açtı. Artık Boğazlarda kalacak olan yalnızca İngiltere’ydi. Zira İtalyanlar daha önce Anadolu’nun tamamından çekilmişler, Fransızlar da Mudanya Antlaşmasından önce Çanakkale’yi terk etmişlerdi. Atatürk’ün önderliğinde Türkiye’nin verdiği mücadele yalnız Yunanistan’ı Türk topraklarından atmakla kalmamış, İngiltere’deki devlet yönetiminde kalıcı sonuçlar verecek bir depreme yol açmıştı.

Lloyd George Başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. 

İngiltere hükümetinde yer alan Muhafazakar Parti, 19 Ekim 1922’de Carlton Club bildirgesiyle  hükümetten ayrıldı. İngiliz hükümeti düştü. Austen Chamberlain Parti Başkanlığından çekildi. Lloyd George da, Liberal Parti de bir daha iktidara gelemedi. Muhafazakar Parti’den Bonar Law Başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Law, The Times gazetesine gönderdiği bir mektupta, “İngiltere İtilaf devletlerinin yardımı olmadan salt kendi ulusal çıkarlarını koruyabilir… Tek başımıza dünyanın jandarması rolünü oynayamayız dedi. Bu İngiltere’nin tarihinde dönüm noktası olacak yeni bir yaklaşımı yansıtıyordu. Artık İngiltere, uluslararası ilişkilerde tek başına ağırlık sahibi olamayacaktı.

Lloyd George’un Türk Kurtuluş Savaşından sonra yaptığı bir konuşmada Atatürk ile ilgili olarak şu sözleri söylediği yabancı kaynaklarda yer almaktadır:

  • “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor.
  • Şu talihsizliğimize bakın ki, böyle bir dahi Küçük Asya’da karşımıza çıktı.
  • Hem de bize karşı! Elden ne gelebilirdi ki?[1]

Mudanya Mütarekesinden sonra Atatürk yakın arkadaşlarıyla beraber Bursa’ya geldi. Orada General Refet Bele’yi Ankara Hükümeti’nin İstanbul Temsilciliğine ve Trakya’daki Türk birliklerinin komutanlığına atadı. İsmet Paşa’yı da Lozan Konferansında Türk Heyeti Başkanlığına atama kararını orada kesinleştirdi. Bunun için İsmet Paşa’nın Dışişleri Bakanlığına atanması gerekiyordu. Atatürk o görevde bulunan Yusuf Kemal Tengirşek’e, bu görevi İsmet Paşa’ya devretmesini rica etti. İtilaf devletleri 13 Kasım’da Lozan’da başlayacak Barış Konferansı için davette bulundular.

Lozan müzakerelerinde İsmet Paşa her vesileyle Mudanya’da sağladığımız sonuçları dile getiriyor, buna karşılık Konferansa başkanlık eden İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon ise “Siz Mudanya’dan geldiniz ama biz Mondros’tan geldik. Siz Yunanları yendiniz ama İtilaf Devletlerini yenemediniz..” diyordu. Oysa Atatürk, Kurtuluş Savaşının İngiltere’nin liderliğindeki emperyalist ülkelere karşı yapıldığını ancak Yunanistan’la savaşıldığının söylendiğini” vurgulamıştır. Gerçekten Mudanya’da Yunan delegesinin masaya bile oturamaması, gerçek durumu ortaya koymuştu. Türkiye’nin masadaki muhatabı İtilaf devletleriydi ve Kurtuluş Savaşı gerçekte o devletlere karşı yapılmış, Yunan kuvvetleri 1919 Paris zirve toplantısında İtilaf devletlerince Türkiye’ye saldırmaya yönlendirilmişti ve Lozan’da Venizelos da bu gerçeği İsmet Paşa’ya açıkça söylemişti.

İşin esası Mudanya Mütarekesi bir ateşkes antlaşmasının boyutunu çok aşan ve Lozan Barış Antlaşmasının zeminini hazırlayan bir antlaşmaydı ve Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye, Mudanya ve Lozan’da peş peşe iki siyasal zafer kazanmıştı. Bu diplomasi zaferlerinde İsmet Paşa’nın rolü büyüktü.

Bütün bunlar, Mudanya Belediyesi’nin Mudanya Barış Yolu Ödülü koymasının ve bu yıl bu ödülün Mudanya Mütarekesinin 100. yılı vesilesiyle Atatürk’ün en yakın arkadaşı İsmet İnönü’ nün kızı ve İnönü Vakfının kurucu başkanı çok değerli Özden Toker’e verilmesinin ne denli doğru olduğunu gösteriyor. Hem Mudanya Belediyesini hem de değerli dostumuz Özden İnönü’yü bu vesileyle içtenlikle kutluyorum.

CHP ve koalisyon gerçekleri 

Galatasaray Üniversitesi

20 Mayıs 2022 Cumhuriyet

Siyasi tarihimizin ilk koalisyon hükümetleri 1961 demokrasisinin erken döneminde kurulmuştur. İnönü, 1965’e kadar kurduğu üç koalisyonla yeni demokrasiyi badirelerden kurtarmış, rejimin ayakta kalmasını ve anayasanın gerektirdiği yeni kurumların –Anayasa Mahkemesi, Özerk TRT, Devlet Planlama Teşkilatı– oluşturulmasını sağlamıştı. Ama değeri hiçbir zaman bilinmedi.

Ecevit’in 1999’da yaptığı koalisyon, merkez solun kurduğu son hükümeti olacaktı. Ecevit 24 Nisan 1994 kararlarıyla ötelenen ekonomik krizi patlamak üzere iken devraldı. Kemal Derviş’i ekonominin başına bir “mesih” gibi atadı. Uygulanan acı reçete 2002’de merkez solun 1/3’den 1/5’e düşmesinin nedeni oldu. İslamcılık, oyların 1/3’ü ile tek başına iktidara geldi. Yirmi yıldır iktidarda bulunan AKP’nin iktidara gelişini sağlayan, Ecevit hükümetinin ekonomik kriz ile sona ermesiydi.

HALK KİME OY VERİR?

Halkımız 2001 krizinde DSP’yi %20’den %1’e indirmişti. Ekonomik göstergeler Cumhuriyet tarihinin en derin krizini yaşadığımızı göstermesine rağmen ekonomiyi dibe vurduran AKP hâlâ birinci, iktidara talip olan CHP 2. partidir. Asıl hareketlenme sağdadır. Babacan, Davutoğlu ve İYİ Partinin ortaya çıkışı AKP tabanındaki zayıflamanın asıl nedenidir. Saadet Partisi ise Milli Görüş’ün asr-ı saadet fraksiyonudur. İktidarın asıl hasımları, kendi kitlesine hitap eden sağ partilerdir.

Sonuçta CHP, tamamı sağ partilerden oluşan müttefiklerine dayanarak iktidarı devirmeyi planlıyor. Bu ne denli gerçekçi bir beklentidir? Düşünmek gerekir. İttifak masasındaki öbür partiler ideolojik pozisyonlarını tavizsiz bir tavırla devam ettirirken (AS: konumlarını ödünsüz bir tutumla sürdürürken) CHP tüm demokrasi tarihinin tek kusurlu partisiymiş gibi sürekli özeleştiri veriyor. Bu yadırganacak bir durumdur.

Muhalefet cephesinde 2 sorun görünüyor: İlki, cumhurbaşkanlığı seçimidir. Parlamenter sisteme geçeceğiz, ülkeyi başbakan yönetecek düşüncesi ile öne sürülecek karizmasız bir aday seçimi kazanamaz. Halkımız, Erdoğan’ın yetkilerini kullanarak sorunlarını çözecek bir adaya oy verecektir. İktidarsızlığa değil.

YENİ İKTİDARDAN BEKLENENLER

İkinci nokta, AKP karşıtı cephe Mecliste göreli bir çoğunluk yakalayacaktır; ama bu fraksiyonları olan zayıf bir çoğunluk olacaktır. Bu koşullarda muhalefetin adayı seçimi kazansa bile, devletleşmiş bir devri sabık yapısı bulacaktır karşısında. Sağ kanat, Erdoğan’ın kurduğu iktidar bileşenleri ile çatışmak yerine muhtemelen uzlaşacaktır.

1950’den 2002’ye kadar, hep sermaye partileri iktidarda olmalarına rağmen (karşın) idarenin içinde Cumhuriyetin kurucu değerlerine sahip bir kadro daima (sürekli) varlığını korumuştu. Günümüz Türkiyesinde artık bundan söz edilemez.

Böylesi bir yapının, başarılı bir ekonomik kurtuluş reçetesi uygulayabileceği kuşkuludur. 74, 78 ve 90’larda CHP, SHP ve DSP’nin kurduğu koalisyonların performansı (başarımı) buna karinedir. Tek umutlu olabileceğimiz şey, Türkiye’nin üzerine karabasan gibi çöken otoriter rejimin ortadan kalkmasıdır. Yeni iktidardan bazı (kimi) iyileştirmeler beklenebilir. Ama bunun sınırını – maalesef- CHP dışındaki partiler belirleyeceklerdir.

DÜZEN KARŞITI ÇÖZÜM

Merkez sol, hiçbir zaman iktidar olmamış, iktidarı ancak paylaşabilmiştir. Her defasında (kezinde) karşısında tutucu güçler koalisyonunu bulmuş, iktidardan düşmüştür.

  • Bu nedenle Sol, Türk Devrimi’nin kazanımları doğrultusunda laik ve kamucu çizgide sağlam durmak zorundadır.

Kendi kadrolarıyla üretim ve paylaşım ilişkilerini değiştirecek kararlılıkla tek başına iktidara gelmedikçe başarılı olması mümkün (olanaklı) değildir. Bu da %30’larda dolaşan bir oy desteği ile olamaz. Bu oy oranı, tutucu güçlerle ittifaka yarar.

  • CHP sosyo ekonomik yapıyı değiştirme gündemi ile halkın karşısına çıkmak zorundadır.

Parti genel başkanının “Artık sağ sol ayrımı kalmadı” ifadesi büyük bir yanılgıdır.

Solun asimile edildiği anlamına gelir. Oysa düzeni değiştirecek gerçek alternatif (seçenek) soldur.

Köy Enstitülerini John Dewey mi önerdi?

Cengiz ÖKSÜZ
Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği İstanbul Şb. Bşk. 

Cumhuriyet, 17 Nisan 2022

Köy Enstitülerinde uygulanan eğitim, toplumda giderek daha çok ilgi görüyor. Bu, iyidir; ancak Köy Enstitüleriyle ilgili doğru olmayan bilgilerin yayılmasının da önüne geçmek gerekir.

Köy Enstitülerini kurma düşüncesi kimin? “Bu okulları Amerikalı eğitimci John Dewey önerdi” diyenler olduğu gibi, “Bu tip okullar Bulgaristan’da vardı; İsmail Hakkı Bulgaristan’dan geldiği için, orada gördüklerini Türkiye’de uyguladı” diyenler de var.

TONGUÇ’UN YOLU

İsmail Hakkı Tonguç’un yaşamöyküsü iyi bilinmeden Köy Enstitülerinin kuruluş süreci de iyi bilinemez.

İsmail Hakkı, İstanbul Öğretmen Okulu’ndan 1918’de mezun oluyor. Eylül ayında bir grup arkadaşıyla Almanya’ya gönderiliyor. Öğrenciler Almanya’daki karışıklıktan dolayı 19 Mayıs 1919 tarihinde ülkeye dönüyorlar. Dönüşte Eskişehir Öğretmen Okulu’na atanıyor. Eskişehir işgal edilince arkadaşlarıyla Ankara’ya geliyor.

Ankara hükümeti onu (AS: O’nu) yeniden Almanya’ya gönderiyor (10.07.1921). 30.06.1922’de yurda dönüyor. İsmail Hakkı iyi derecede Almanca biliyor ve başta eğitbilim kitapları olmak üzere tarih, toplumbilim, felsefe, coğrafya ve biyoloji alanında yazılmış kitaplarla geliyor.

Konya, Adana, Ankara öğretmen okullarında görevlendiriliyor.

1925’te yeniden Avrupa’ya gönderiliyor.

11.03.1926 tarihinde Okul Müzesi Müdürlüğü’ne atanıyor. Bir süre sonra bu görevinin yanında Bakanlık Yapı İşleri Komisyonu’nda da görevlendiriliyor.

ÖNEMLİ ÇEVİRİLER

Bakanlık, ders araç ve gereçlerinin alımı için onu bir kez daha Avrupa’ya gönderiyor (1.10.1929). İsmail Hakkı, bu görev gezisinden de daha öncekilerde olduğu gibi bir yığın kitapla dönüyor.

31.12.1929’da Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nün kurulması görevi de kendisine veriliyor. 1934-1935 eğitim öğretim yılında da Gazi Eğitim Enstitüsü Müdürlüğü’ne atanıyor.

Tonguç, ülkemizin ünlü eğitimcilerini inceler. Dewey, Pestalozzi, Kerschensteiner gibi önde gelen yabancı eğitimcileri de yakından izler. Onlardan çeviriler yapar ve yayımlar.

YILLAR SÜREN HAZIRLIK

Tonguç, yabancı eğitimbilimcilerin kendi ülkelerinin gelişkinlik durumlarına göre eğitimi planladıklarını anlar. 1930’lar Türkiyesi’nin köyünde doğru dürüst ne ziraat aracı ne de teknoloji vardır. Gelişmiş kapitalist ülkelerin gereksindiği insan ile Türkiye’nin gereksindiği insan aynı değildir. Köye yönelik planlanacak eğitim, yalnız “okumaz yazmazlığı” yenmek için değil, köye öğretmen dışında yararlı eleman yetiştirmek için olmalıdır.

“İş ve Meslek Eğitimi”  ile “Canlandırılacak Köy” kitaplarını okumak bile Tonguç’un iş eğitimi konusunda yıllardır nasıl hazırlandığını anlamaya yeter.

KURSLAR, EĞİTİMLER, ENSTİTÜLER

CHP’nin 4. kurultayı 1935’te yapılır. Bu kurultayda köy eğitimi konusu gündemin en önemli maddesidir. Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan, Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğü’ne atar. Tonguç kısa süre içinde köy eğitimiyle ilgili raporu yazar. Bu raporu Atatürk, İnönü, Arıkan bir gece sabaha dek inceler ve raporun uygulanmasını isterler.

1936 yılının temmuz ayında ilk eğitmen kursu açılır ve daha sonra da arkası gelir.

İsmail Hakkı Tonguç incelemelerde bulunmak üzere 1938’de bir kez daha Avrupa’ya gider.

Köy Enstitüleri kuruluşları tamamlanmadan kapatılmıştır. 1943 programı 1947’de kaldırılmıştır. Buna karşın Tonguç’un uyguladığı “iş içinde, iş aracılığıyla, iş için özgün eğitim anlayışı” dünya eğitim tarihinde hak ettiği yeri almıştır.

  • Köy Enstitülerinin kuramcısı ve uygulayıcısı Tonguç’tur;
  • Köy Enstitüleri özgün eğitim kurumlarıdır.
  • Hasan Ali Yücel’in dediği gibi, Köy Enstitüleri bizimdir.

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 10 Ekim 2018

ÇARŞAMBA İĞNELERİ – 10 Ekim 2018

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

İNTİKAM
RTE
, “ Onlar 7 öldürürse biz 700 öldürürüz”
Otur! Devlet adamlığından sıfır.
Devlet intikam almaz, yasayı uygular…

ATIŞ
7 şehit vermemizin ardından havadan atışlarla 30’a yakın teröristin öldürüldüğü açıklandı.
Havadan atış serbest…

YÜREK
Meral Akşener
evi MHP ‘lilerce basılınca Bahçeli’ye, ”Yüreğin yiyorsa kendin gel” dedi.
Sarayın dolabında kitli, çıkamaz…

BİLGİ
Bahçeli, Akşener’in evinin önünde protestoda bulunan Üsküdar İlçe teşkilatını görevden aldı. Gerekçe; genel merkezin bilgisi dışında hareket etmeleri.
Başka sorun yok yani…

GİYDİRME
Katar’dan RTE’ye getirilen uçak giydirilmiş.
Millete giydirilmişti zaten…

İNÖNÜ
RTE, durdu durdu yine yanlış yerden İnönü’ye çattı.

  1. Trump bol geldi,
  2. Gündem zor geldi,
  3. Ekonomi dar geldi,
  4. Millete daral geldi…

FİKİR
RTE, bakanlıklara McKINSEY’den fikri danışmanlık almamalarını söyledi.
Zikri alırlar…

ŞERİAT
HSK Başkanvekili Mehmet Yılmaz, hukukçuları, “Kıyamet günü Allah’ın gölgesinde tarafsız hüküm verenler olacak” diye uyardı.
Karşısında kadılar var mı sandı?…

HANEDAN
Sayıştay Başkanı toplantı salonunu Osmanlı atası ile süslemiş.
İmparatorluğu Osmanlı hanedanı yıkmıştı, yeni hanedanlık da Türkiye Cumhuriyeti’nin altını oyuyor…

KIVRAK
RTE, önce krizi kabullendi, 16 dk. sonra reddetti.
Beli de dili de kıvrak…

PROGRAM
Damat iki haftada bir program açıklıyor.
Açıklamada da enflasyon….

ZAM
Yeni programa göre elektrik ve doğalgaza üç ay zam yok.
Bak hatırım kırıldı…

 

 

 

 

 

Zeki Sarıhan : 15 SORUDA KÖY ENSTİTÜLERİ


Dostlar
,

Saygın Eğitimci, değerli arkadaşımız Sayın Zeki Sarıhan, Köy Enstitülerini
15 soruyla irdeliyor kuruluşlarının 74. yılında.. Aşağıdaki yazısı, yine araştırmaya ve kanıtlara dayalı büyük ölçüde. Yer yer, anlama dokunmadan Türkçeleştirmek gerekti. Katıl(a)madığımız birkaç önemli nokta oldu.. Onları da yerinde ayraç içinde sunduk.. Demokrasi güzel şey.. Teşekkürler değerli Sarıhan..

Sevgi ve saygı ile.
16 Nisan 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

15 SORUDA KÖY ENSTİTÜLERİ

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan 

17 Nisan 1940’ta TBMM’nde Köy Enstitüleri Yasası kabul edildi.
Kuruluşlarının 74. yılında Enstitüleri anma toplantıları düzenleniyor.
Bu vesile ile Köy Enstitüleri hakkında bildiğim gerçekleri 15 soruda özetlemek isterim.

1. Neden açıldılar? Köy Enstitüleri, İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un 1939’da yayımlanan “Canlandırılacak Köy” adlı kitabında belirttiği gerekçelerle, kapalı bir ekonomi ve toplum hayatı yaşayan Türk köyüne kapitalist ilişkileri ve buna bağlı olarak da Kemalist ideolojiyi, köyden yetişmiş aydınlar yoluyla sokmak amacıyla açıldılar. 1940 istatistiklerine göre nüfusun %75’i köylerde yaşıyordu ve köyde öğrenim çağındaki çocukların ancak %25’i öğrenim olanağına sahipti.
Verili öğretmen yetiştirme sistemiyle köye ulaşmak ve köyün çehresini değiştirmek olanaklı değildi.

2. Enstitülerin diğer eğitim kurumlarından farkı neydi? Türkiye’de Fransız eğitim sisteminden aktarılma bir eğitim anlayışı vardı. Bu sistem kentli burjuva toplumun ihtiyaçlarını göz önünde bulunduruyordu. Mevcut sistem, bilgi sahibi insan yetiştirmeye hizmet ediyordu. Bununla feodalizm yıkılamaz ve köy nüfusu kapitalizme açılamazdı. Enstitü öğrencisi hem bilgili hem de üretici olacaktı.

3. Köy Enstitüleri devrimci kurumlar mıydı? 1940’ta Türkiye’de devrimci olan bir Cumhurbaşkanı, hükümet veya parlamento yoktu. Kemalist devrim kabuklaşmış ve halkın sırtına bir yük haline gelmişti (AS: Bu yargıya katılmamız olanaklı değil..). Enstitülerin sistemin aleyhine çalışarak işçi ve köylülerin bürokratik-kapitalist bir iktidarı yıkması, yerine bir halk iktidarı kurulması amacıyla var edildiğini söylemek zaten olanaklı değildir. Enstitülerle, 1940’a dek ülkede yerleştirilmeye çalışılan siyasal ve sosyal düzen köye de taşımak isteniyordu. 17 Nisan 1940’ta Meclis görüşmelerinde yasaya tek bir karşıt oy bile çıkmaması, sistemin ondan beklentilerine kanıttır.
O dönemde ülkede özgür tartışma, gerçek bir parlamenter yaşam yoktu. Bütün yasalar hükümetten geldiği gibi oybirliği ile geçerdi.

4. Enstitüler, gerek eğitimde, gerek siyasal yaşamımızda neden unutulmaz bir iz bıraktı? Enstitüler, köyün eğitilmesi konusunda özgün bir buluştu. Türkiye’nin koşullarını hesaba katmıştı. Yalnızca bu durum eğitimcilerin ona ilgi duymasını haklı kılar. Fakat daha önemlisi, Enstitü çevresi halkçı bir iklim sundu ve burada sosyalist görüşler filizlenmeye başladı. Şöyle de söylemek yanlış olmaz: “Enstitüler, sistemden kaçırılmış kurumlardır!” Fakat hiçbir sistem, kendi aleyhine işleyecek bir organa izin vermez. Dönemin iktidarı bu kaçağı çok geçmeden fark etti ve onu
yola getirdi. İz bırakan, unutulmayan sistem değil, bu “kaçak”tır.

5. Enstitülerde halkçılık nasıl filizlendi? 1940’ta Türkiye’de halkçılığı baskı altına almış bir tek parti yönetimi vardı. Fakat Türkiye büyük bir ülkedir. 1920’li yılların solculuğu bastırılalı henüz 15-20 yıl geçmişti. Her an sola açılacak aydınlar vardı ve bunlar CHP ve devlet içinde de bulunuyorlardı. İsmail Hakkı Tonguç, O’nun yardımcısı Ferit Oğuz Bayır, onların seçtiği okul müdürleri, hümanist Hasan Ali Yücel’in koruyucu kanatları altında kendilerine özgü bir alan yarattılar ve burada
halka hizmet ruhuyla donanmış öğretmenler yetiştirmeye başladılar. 1940’ların iktidar ideolojisi olan Kemalizmin gerek halk için, gerek aydınlar ve gençlik için bir çekiciliği kalmamıştı (AS: Bu görüşe de katılmıyoruz..) . O tarihlerde ülkede iki akım alttan alta aydınları etkiliyordu: Turancılık ve Sosyalizm. Kimi yüksek öğrenim kurumlarında Turancılık, Enstitülerde ise Sosyalizm uç verdi. Fakir Baykurt’un anılarında
(Köy Enstitülü Delikanlı) bu durum açıkça anlatılmaktadır.

6. Köy Enstitüleri niçin kapatıldı? Yönetim, kısa zamanda Enstitülerin onlar için çizilmiş sınırlar dışına taşmakta yani “elden çıkmakta” olduğunu görerek, Tonguç başta olmak üzere yöneticilerini değiştirdi. Köy kalkınması için düşünülen programlar da
artık serbest piyasaya teslim edildiğinden, Enstitüler gereksiz duruma getirildi,
1954’te adları da değiştirilerek klasik birer öğretmen okulu yapıldılar.

7. Enstitüler amacına ulaştı mı? Enstitüler, köyleri tanıyan, eli kalem tutan, görevlerine bağlı bir öğretmen kuşağı yetiştirdi ancak onların köyün siyasal, ekonomik ve sosyal yaşamını değiştirmeleri olanaklı değildi. Eğitim seferberliği, toprak reformu ve sanayileşme ile bütünleşemedi. Bütün Enstitü kadroları bir araya gelseydi bir liman ve 100 km asfalt karayolu yapamazlardı. Bu işi, 2. Dünya (AS: Paylaşım) Savaşı’ndan sonra ülkeye girecek olan yabancı sermaye ve teknoloji başaracaktı. Bu kalkınma hareketi, ne yazık ki ülkeyi dışarıya bağımlı duruma getirdi.

8. Köylüler Köy Enstitülerine sahip çıktı mı? Köy kalkınmasını, köyün canlanmasını sağlamak için kurulan Enstitüler kapatılırken köylüler bu kurumlara sahip çıkamadılar. Zaten köylüler Devletçe edilgin durumda tutuluyordu. Hiçbir örgütleri yoktu. Gençlere ise ancak Tan gazetesini izleyecekler ise izin veriliyordu! Köylüler tek parti döneminde yaşanan yoksulluk ve baskıdan kurtulma isteğindeydiler. Kendilerini 1950’den sonra daha iyi hissettiler. Hem çarıktan kara lastiğe geçebildiler, hem de istedikleri partiye
oy vermeye başladılar. Bu arada Köy Enstitüleri de kim vurduya gitti. .

9. Enstitüleri ağalar veya Amerika mı kapattırdı? Her ikisi de doğru değildir.
Bunlar, kabahati İnönü’nün üzerinden savuşturmak için üretilmiş komplo kuramıdır.
(AS: Marshall yardımlarının bir koşulu da Köy Enstitülerinin kapatılmasıdır!)
Açılmaları da kapatılmaları da Türkiye’nin kendi iç siyasal gelişmeler nedeniyledir. Ağaların Enstitülerin açılmalarına bir itirazları olmamıştı. Siyasal nüfuzları da Enstitüleri kapattıracak ölçekte değildi. Amerikalı Prof. John Dewey, Enstitü tipi eğitimi öğütlemişti. Enstitülerin sonu, Amerika Türkiye’ye girmeden daha 1946’da görünmüştü. UNESCO, bir kalkınma modeli olarak Enstitü tipi kurumları az gelişmiş ülkelere önermiştir. Fakat artık bunlar halkçı kurumlar değil, kırsalı kapitalizme açan
bir çeşit tarım okulu olacaktı.

10. Enstitülerin yetiştirdiği öğretmen tipolojisi nasıldır? Enstitüler, ortalama olarak Atatürkçü ve Halk Partili öğretmen yetiştirdi. İçlerinde sosyalist olanlar pek azdı ve bunların bir bölümü de 1960’tan sonraki ortamda sosyalist oldular. Bir Enstitü mezununun en son yayımlanan anı kitabındaki şu dizeler, ortalama Enstitü çıkışlının görüşlerine örnek sayılabilir: “İleriki yıllarda da epey gözlemledim. Halk böyle istiyor, halkın dediği olur.. türü siyasetler yapıldı. Halka çok ödünler verildi.
Genç Cumhuriyetin ilkeleri çiğnendi. Hiçbir devrim halka danışılarak yapılmaz.
Halkın gelişmesine yönelik devrimi başlangıçta halka anlatamazsınız. Gelenekselleşmiş yapıyı kıramazsınız.” 
Fakat İsmail Hakkı Tonguç, Ferit Oğuz Bayır ve Fakir Baykurt gibi Enstitücüler olaya böyle bakmıyorlardı.

11. Köy Enstitüleri yaşasaydı Kürt hareketi de olmaz mıydı?
Bu görüş tümüyle yanlıştır. Bunu savunanlar, Enstitüler yaşasaydı Kürt nüfusun asimile edilmiş olacağını ya da Kürt köyleri de kalkınmış olacağından Kürtlerin düzenden yakınması olmayacağını varsayıyorlar. Kürt hareketine, Kürtlerin ister Enstitüde,
ister lise veya üniversitede okumuş kesimince önderlik yapılmaktadır ve bu hareket feodal bir hareket de değildir. İster Köy Enstitüsü, ister Öğretmen Okulu mezunu olsun, öğretmenler onlarca yıl görev yapsalar bile Kürt köylülerini asimile edemedi.
(AS: Böylesi bir amacın güdüldüğünü düşünmüyoruz..) 

12. Kemal Tahir ve Atilla İlhan gibi solcuların Enstitü karşıtlığını nasıl yorumlamak gerekir? Türk edebiyatının bu iki değerli adından Kemal Tahir İttihatçıdır ve Kemalizme karşı olduğu için Enstitülere de karşı olmuştur. Atilla İlhan ise İnönü döneminde hapsedilip zulüm gördüğü için (AS : ????), o dönemin bir ürünü olan Enstitülere karşı olmuştur. Her ikisinin tutumu da duygusaldır ve yanlıştır. Bu olay herkese doğru bir yöntem sunmaktadır. Tek Parti dönemi siyasal bakımdan kötü ise,
o dönemde yapılan her işin kötü olmadığı ya da Köy Enstitülerinin iyi birer kurum olmasının Tek Parti döneminin siyasal yapısının da iyi olduğu yolundaki genellemelerden sakınmak gerekir.

13. Enstitüler yeniden açılabilir mi? Enstitüler, köylük bir ülkenin eğitim ve kalkınma tasarımı idi. Günümüzde köy nüfusu %20’lere (AS: 31 Mart 2014’te 31 büyükşehir belediyesi oluştu ve köy sayısı 17 bin eksilerek yarılandı; köy nüfusu da %10’lara indi..) dek inmiştir ve köyler kentlerle bütünleşmiştir. Köye gidecek hizmetleri artık
tek bir kişiye yüklemek, onu zorunlu hizmetle 20 yıl köyde tutmak, aylığının bir bölümü yerine kendisine toprak ve iş makineleri vermek olanaklı değildir. Enstitüler, yaşasalardı bile, 1960’lardan sonra işlevlerini yitirirlerdi. Zaten taşımalı eğitimle köy okullarının büyük bir bölümü kapanmıştır. 15-20 öğrencilik köy okulları açıp bunları tek bir öğretmene teslim etmek de doğru değildir.

14. Enstitülerin kalıtından nasıl yararlanabiliriz? Enstitüler, insanın yaparak
ve yaşayarak öğrenmesi, eğitim programlarının ülke koşullarına uygun olması,
okuma çabası, öğretmenlerin birer ülkü sahibi olması, eğitimde fırsat eşitliği,
eğitim kurumlarda demokrasi  gibi konularda ulusal eğitimde yararlanılacak önemli bir birikim bırakmıştır.

15. Köy Enstitülerini en iyi anlatan kitap hangisidir? Enstitüler hakkında ülkemizde 300’den çok kitap yayımlandı. Bunların önemli bir bölümü anılardır. Enstitülerle ilgili
en derli toplu olanı, Kanadalı bir sosyolog olan Fy Kirby’nin (Fay Körbi) 1960 sonrasında yayımlanmış “Türkiye’de Köy Enstitüleri” kitabıdır. Konuya dışarıdan bakabilmesi, Enstitüleri Türk eğitim tarihi içinde yerli yerine oturtması, verilerinin sağlam ve çözümlemelerinin güvenilir olması, alan araştırmalarına dayanması, kitabın değerini artırmaktadır. (15.4.2014)

Faili Meçhuller: Neden ve Niçin?

Dostlar,

ADD’de 2004-6 döneminde kendilerinin Genel Başkan,
bizim de Gn. Başkan Yrd., zaman zaman Gn. Başkan Vekili olarak görev aldığımız dostumuz sevgili Kazancı, aşağıdaki nefis makaleyi 24.1.14 günü Cumhuriyet’te yayımladı.

Gazete, farklı bir biçemle yazı içinde devrim şehitlerinin fotoğraflarını serpiştirdi.. İyi oldu bize göre..

Makaleyi, pdf olarak özgün biçimiyle görmek için aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayabilirsiniz..

Faili_Mechuller_24.1.14

Sn. Kazancı’nın makalesinin tam metni ayrıca aşağıda..

Teşekkürler sevgili Kazancı..

Sevgi ve saygı ile.
25 Ocak 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

Faili Meçhuller: Neden ve Niçin?

Ertugrul_Kazanci_portresi


Av. Ertuğrul L. KAZANCI
Eğitimci, Hukukçu
Cumhuriyet, 24 Ocak 2014

 

 

  • Kemalist ideoloji esaslarına bağlı; ilerici, toplumcu ve devrimci sistem yeniden inşa edilmelidir. Yoksa harami ve canilerin verdiği acı ve Sömürüler “bertaraf” edilemez. Her biri birer değer olan
    “Namus erbabı” da cesaretlerine karşın, “namussuz” düzenin saldırısından kurtulamaz.

Günümüzdeki Türkiye’de hâlâ ortaya çıkarılmamış siyasal katliamların yıllara dayalı ağırlıkları vardır. İnsan hakları ihlâlleri ve “iade-i muhakemeler” gerektiren adil yargı özlemleri dile getirilmektedir. Sömürü ve yolsuzlukların diz boyuna çıktığı manzara da ortadadır. Kısacası halka düşman bir düzen, aşılamamıştır.

Kamuya zararlı totaliter payandalı liberalizm, her karışıklığa kol atar.
“Bir lokma, bir hırka” tuzağını teşhir ederek haksızlıklara karşı dikilenler de çilelerden kurtulamazlar. İşte memleketimizin gerçeği budur. Eğer bir ülkede
ideal devlet işleyişi yoksa cinayetlerden, talancılıklara dek tüm kötülüklere gizemli şallar atılır. Gizemli şalların rüzgârı da kapitalizmin; tutucu, şöven, teokratik
hurafe ve safsatalarıyla, yolsuzluklarından güç alır.

Türkiye’de halk egemenliği esas alınarak kurulan Cumhuriyete duyulan saygınlık; saydamlığı yeğlemesi ve karanlık işleri dışlamasından ileri gelir. Türkiye Cumhuriyetini yalnızca halkın kendisi yönetmiştir. Devrimci felsefe,
içli-dışlı “eşkıyayı” ulusumuzu ilgilendiren konulara yanaştırmamıştır. Rejim, örtülü eylemlerden “medet” ummamış, “devlet sırrı” safsatası ardına hiç gizlenmemiştir. Her şey apaçık yürütülerek suç ve ceza işleyişinde kamuoyu bilgilendirilmiştir.

Yergiler yöneltilen “Ebedi ve Milli Şef’ler” nitelemeli dönemlerde;

ne toplumsal güvensizlik,
ne faili meçhuller ve
ne de hesabı sorulmamış talancılıklar vardır.

Kalkınmayı amaçlamış demokratik bir ülkedeki insanların yaşamlarından çekilen fotoğraf ve filmlerinden mutluluklar yansımaktadır.
Atatürk’ün deyişiyle: “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk” yani ulus,
gurur içindedir.

“Kemalist” devlet işleyişine bir göz atınız. Hiçbir faili meçhul hâl,
bir tek gizlide kalmış siyasal cinayet var mıdır? Bunun yanı sıra,
devlet yönetimindeki yolsuzluk “şaibeleri” de meçhulde kalmamış,
üstleri kapatılmamıştır.

Sonrası                    :

Siyasal cinayetlerden yolsuzluklara dek her türlü sorunun ülkemizin başına gülleler gibi yağmasındaki sorumluluk, 1950’ler sonrasınındır. Atatürk devrim ve ilkeleri,

  • “Bizi yutmak isteyen kapitalizm ve
    bizi mahvetmek isteyen emperyalizmle”

yer değiştirmiştir. İktidarlar; ayırımcı, çıkarcı ve ezici odaklara bağlıdır.
“Tam bağımsızlık” ve halkçı-devletçi ekonomi terkedilmiştir.

ABD’nin CIA, İngiltere’nin MI6 örgütleri eliyle dünyada örgütlenen gizli kurumlar, Türkiye’de de konuşlanarak cirit atmaya başlamışlardır. Çünkü “dost ve müttefik” tanımlanan bir ülke, iktidarlar eliyle onlara kucak açmıştır. 1946 yılından bu yana 50’den çok devlette hükümet darbesi ve 25 dolayındaki ülkede işgal yapanlar, sürekli yeraltı örgütlerinin karmaşa (kaos) örgütlemesiyle yola çıkmışlardır.

Ayrıca Türkiye, çokuluslu şirketlerin yağmaladığı açık pazar konumuna düş(ürül)müştür.

Ülkelerdeki devrimci aydınlarla uğraşma, işte bu tertiplerin işidir.
İlerici ve toplumcu her adım ve atılımın öncüleri hedef tahtası varsayılmıştır.
Mc Carthy kafasıyla iş gören yerli ve yabancı silahlı köstebekler,
devlete güveni sarsmışlardır.

İnönü 1961-65 yıllarını kapsayan son Başbakanlığında, ABD finanslı ve karanlık işlevli Özel Harp Dairesi’ni bütçe araştırmasıyla ortaya çıkarmıştır.

Başbakan İsmet İNÖNÜ;

  • “Bir talimat veriyorum, 5 dakika sonra ABD B. Elçisi, bilgili olarak karşıma dikiliyor. Ben devleti böyle bırakmamıştım.” derken,

devletin geldiği durumu işaret etmektedir.

  • ”Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünya içinde yerini bulur.”

yaklaşımındaki İnönü’nün, dış ve iç gerici-tutucu işbirlikçiler eliyle 1965’te,
ABD’de iken güvenoyu alamayıp iktidardan düşürüldüğü de belleklerdedir.

Derin yapılanmalar             :

Sonraki yıllarda işbirlikçi derin yapılanmalar yeniden güçlenmiştir.
Faili bilinmeyenlerdeki; dış bağlamlı ve iç tertipli etmenlere zamanla
akıl erdirilmiştir. Devleti eşkıya ile el ele tutuşturma politikalarına en yalın örnek “Susurluk” olayı değil midir? Nicesinin “devlet adına görevlendirildiği” öyküleri üst üste deşifre olmamış mıdır? 1974 yılında Başbakan Ecevit’in:
Özel Harp Dairesi’ni, Org. Semih Sancar’dan duydum.” demesi de
ayrı bir ilginçliktir.

Devletin görev ve sorumluluğu; yurttaşın dirliğini koruyup, kollamaktır

Saygın bir siyasal iktidar, kamu düzenine kastedenleri arar, bulur ve cezalandırır.  Ama ülkemizde; İpekçi, Mumcu, Kışlalı, Aksoy, Üçok, Hablemitoğlu, Türkler, Dursun, Köksal,  Karafakioğlu, Okkan, Doğanay, Emeç, Öz, Cömert, Kutlar, Özkan ve öbürrlerine ilişkin işleyeni (faili) bilinmeyenler (meçhuller) aydınlanabilmiş midir?

Org. Eşref Bitlis cinayeti ne olmuştur?

Prof. Cavit Orhan Tütengil’in yargıdaki yitik dosyası nerededir?

Emperyalizmin bu ülke ve ulusun işlerine karışmasıyla birlikte başlayan süreçte, neden ilerici ve toplumcular sürekli hedeftir?

Zindanlar ve cana kasteden saldırılar, niye hep onların yaşamsal tutarak
halkçı-devrimci görüşler savunmanın onulmaz bedelleri karşılarındadır?

Sonuç                    :       

Kemalist ideoloji esaslarına bağlı; ilerici, toplumcu ve devrimci sistem yeniden inşa edilmelidir.

Yoksa harami ve canilerin verdiği acı ve sömürüler “bertaraf” edilemez.
Her biri birer değer olan “Namus erbabı” da cesaretlerine karşın,
“namussuz” düzenin saldırısından kurtulamaz.

********

‘Büyük Taarruz’ ve ‘Sevr’

Dostlar,

Bu gün (27.8.13) sitemize koyduğumuz “ULUSAL İTTİFAK : Kocatepe Bildirgesi” başlıklı yazımızda http://ahmetsaltik.net/2013/08/27/turkiye-ittifaki-kocatepe-bildirgesi/) sözünü ettiğimiz, dönemin (2004-6) ADD Genel Başkanı Sayın Av.Ertuğrul L. Kazancı’nın nefis makalesini paylaşalım..

“İyi adam tam da sözünün üstüne gelirmiş..”

Teşekkürler Sayın Kazancı dostumuz..

Vurguladığınız gibi, küçük bir değişimle, “biz” öznesi ile

“Biz namuslular, en az namussuzlar kadar cesaret sahibi olmamız gerektiğinin bilincindeyiz.”

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 27.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

‘Büyük Taarruz’ ve ‘Sevr’

* 26-30 Ağustos 1922 tarihleri arasındaki “Büyük Taarruz” görkemli bir zaferle sonuçlanarak 9 Eylül’de İzmir’e girilir. Ama İstanbul hükümetinin sesi “Alemdar” gazetesi 10 Eylül’de: “Yunanlar yenilmediler, manevra yapıyorlar. Yeniden saldırıya geçecekler.” der. Emperyalizmle işbirliğindeki bu yaklaşımla, şimdilerde; “Lozan geçici ve gerçeklere uygun değildir.” diyerek “Sevr’in iadesini” içli-dışlı isteyenler, aynı amaçta değiller midir?

Ertugrul_Kazanci_portresi

Ertuğrul KAZANCI
Eğitimci-Hukukçu
Cumhuriyet 26.08.2013

1919’larda başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yolun her aşaması destansı mücadelelerle doludur. “İnönü ve Sakarya” savaşları sonrasındaki “Büyük Taarruz” 91 yıl önce başarıyla gerçekleşti. “Hıyanet erbabının” asla sanmadığı antiemperyalist başkaldırı kazanıldı. “Mazlum” uluslar, örnek alacakları bir direnişe Anadolu’da tanık oldular. “Lozan” antlaşması da, kıvanç duyuran bağıtlanmış bir hukuk belgesi olarak tarihe geçti.

Egemenlik erkini ele geçiren ulus, özgüvene kavuştu. Geçmişin enkazından, yepyeni bir devlet doğdu. Kamu yararını hedefleyen “sürekli devrim” rejimin esas ivmesi oldu. Ülke; başı dik, sözü geçen ve “namerde” avuç açmamaya kararlı şekilde tarih sahnesinde yer aldı. Ama Lozan’da “yüzyılların hesaplaşmasıyla” yapılan antlaşma, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” (BOP) ve bölücü siyasetlerle “Batı” dünyasınca bozulmaya çalışıldı. Bir kısım sapkın iç zihniyet de hiç kaybolmadı, dışa destekler sundu.

Ulusal kimlik, “tam bağımsızlık” ilkesiyle özdeştir. Emperyalizme kul-köle olanların böylesine bir dilekleri yoktur. Boyun eğici, teokratik ve kapitalist dünyaların ufkunda ne özgürlük duygusu ve ne de saygın toplumsal ilkeler bulunur. “Hurafe ve safsatalara” yapışık, maddesel hesaplarla bezeli, insanlığa ilgisiz ve dışa bağlı tutkular kuvvetlidir.

Bir başvuru :

Anadolu ihtilalcileri karşısında Lozan’da saf tutan emperyalist dünyanın temsilcisi İngiliz Lord Curzon’un sözü bilinir:

“Koşullar lehinizdedir ama ülkeniz harap ve para gereklidir. Para bir bende bir de Amerika’da vardır. Size verdiklerimizi cebimize atıyoruz. Bir gün tek tek karşınıza çıkaracağız.”

İnönü’nün bu söze yaklaşımı yalındır:

“Siz istediklerimizi veriniz. O yeterlidir.”

Lozan antlaşması imzalanmıştır ama Sevr’in içler ürperten içeriğine özlem çeken görüşler, yerli ve yabancı bağdaşıklarca sürekli dile getirilmiştir. Ayrıca, Curzon’un mensup olduğu sömürgeci bloktan, Lozan sonrasında “medet” umanlar da az olmamıştır.

* ABD Başkanı Coolidge’ye hitaben 13 Mart 1924 günü “Mehmet Vahdettin” imzasıyla kaleme alınan mektup “ibret” vericidir. Yazıda:

* “Ankara Meclisi gibi isyancı bir fitnenin alacağı kararların, geçersiz olacağını bildiririm.” denilmektedir.

Türkiye’yi “şer zümresinin” yönettiği nitelemesinden sonra: “Sürgün, bireysel emlake
el koyma ve Hilafet’in ilgası” konularında önleyici yardım istenmektedir (*).

İngiliz zırhlısıyla ülkeyi terk eden kişinin ifadesiyle; “isyancı fitne” mensupları olarak tanımlananlar, Kurtuluş Savaşı kahramanlarıdır.

Başta Atatürk, İnönü ve Çakmak olmak üzere nicelerinin göğüslerinde, ABD başkanından “pek değerli sayacağı” yardımlar dileyen Sevr’ci halifenin idam fermanları vardır.

Sonrası :

23 Mayıs 1950 günü cumhurbaşkanlığını ve tedavüldeki paranın hazinedeki karşılığı olan

    127 ton altını Demokrat Parti iktidarına devreden İnönü

, gelecekteki rehin olayını bilemezdi. Ama 1953’te, “TC” ibareli sandıklar dolusu altın, borç alma karşılığında Lord Curzon’un memleketi İngiltere’nin başkentine indirilmişti (**).

Hani Türkiye, kapitülasyon ve benzerlerinden kurtulmuştu?

Hani Osmanlı’ya uygulanan “Dûyun-u Umumiye” denilen genel borç batağına yeniden düşülmeyecekti?

Ya işin uluslararası derinlikte yer eden onurlu özeni nerede kalmıştı?

O bölüm “Kore” savaşında Mehmetçiğin canı pahasına emperyalist cephede mevzi almanın ödülü olarak NATO’ya girerek feda edilmemiş miydi?

Atatürk’ün:

“Bizi yutmak isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek isteyen emperyalizme” karşıt tavrı çiğnenmiştir.

30 Ağustos zaferiyle elde edilen tam bağımsızlık, Türkiye’nin artık geçmiş sayfalarındadır.

ABD-AB kaynaklı “GOP” Türkiye’den “eş” yandaşlar bulmuştur. Evrensel alanlardan, Ortadoğu’ya kadar dış politika, yanlı ve öngörüsüzdür.

“Uzlaştırıcı hakem” rolü üstlenilecek zeminlerde, yanlışlıkları eleştirilen bir ülke konumuna düşülmüştür.

Ekonomi; liman ve iskelelere, yeraltı servetlerine, bankalara, tütün ve pamuğa kadar çokuluslu şirketlere ihale edilmiştir. Kamu mallarının, iç ve dış sermayeye çok elverişli şekilde sunulan özelleştirme furyasında, Mili Piyango ve köprülere kadar inilmiştir.

Cari açık dizginlenemez şekilde büyümüştür.

Ülkesel kültür miyarı ve ulusal birlik bileşkesi terk edilerek,
sosyal doku heba edilmiştir.

    Sonuç :

“Alemdar” gazetesi düşünce paydaşları, Türkiye’de kol gezmektedirler. Ama bilinmelidir ki; 30 Ağustoslar saygın, Cumhuriyetçi ve devrimci varlık güçlüdür. Bu güç, Sevr’e karşı Lozan’ı imzalayan İnönü’nün deyişiyle:

“Namusluların, en az namussuzlar kadar cesaret sahibi” olmaları gerektiği bilincindedir.

(*) Açıklanan ABD arşivi, No: 86700/1788
(**) M. Toker, İsmet Paşa’lı Yıllar.

Zeki Sarıhan : ALPASLAN IŞIKLI İÇİN

 

ALPASLAN IŞIKLI İÇİN

Zeki Sarıhan

Zeki_Sarihan_portresi

Profesör Doktor Alpaslan Işıklı’nın 13 Temmuz günü beklenmeyen ölüm haberi,
14 Temmuz tarihli gazetelerin yalnız ikisinde birinci sayfa haberi olabildi.
Bizim çevremizin ise o gün zihinlerini işgal eden en önemli olayı herhalde bu oldu.
İlerici Sendikacılar, aydın öğretmen çevreleri, ADD üyeleri içinde onun herhangi bir konferansında dinlememiş olan zor bulunur. Çünkü Alpaslan Işıklı, son 25-30 yılın
en önem verilen, konferans için ilk akla gelen isimlerindendi.
Sendikacılık, iş ilişkileri başta olmak üzere birçok kitaba da imza attı. 

 Yaklaşık kırk yıldır onu toplantılarda pek çok kez dinlemiş, on kez onunla aynı kürsülerde topluluklara hitap etmiş, aynı dernekte bulunmuş,
bir kitabın kapağında birlikte adımızın bulunduğu biri olarak,
hakkında bu yazıyı yazma görevini hissediyorum.

Mücadele arkadaşlığımız   :

13 Mayıs 1986’da, Harp-İş Sendikası’nın Ankara Şubesi Konferans salonunda Öğretmen Dünyası’nın düzenlediği “Öğretmen Sorunları” panelinde birlikteydik.
Milli Eğitim Bakanlığı 15. Millî Eğitim Şûrası’nın ön raporlarında eğitimi özelleştireceğini ve paralı eğitime geçeceğini ilan edince eğitim örgütleri 15. Millî Eğitim Şûrası’nı İzleme Komitesini kurduk ve 11 Mart 1996’da mücadele bildirimizi 22 kitle örgütü adına Mülkiyeliler Birliği’nde bir basın toplantısıyla O’na yaptırdık. Mozaik Radyo’da ikimiz bakanlığın planlarına karşı konuştuk. 30 Ekim 1997’de Vakıfbank’ta Düzenlenen eğitimle ilgili bir panelde gene birlikteydik. Aynı yılın 10 Kasımında Kanal-E’de
Nahit Duru’nun programında Atatürk’le ilgili bir programdaydık. 7 Aralık 1997’de
İşçi Partisi’nin örgütlediği Devrimci Cumhuriyet’in Eğitim Programları kurultayında konuşmacılar arasındaydık. O, Oktay Sinanoğlu ve ben sonuç bildirgesini hazırlarken ben Kürtlerin anadilinde eğitim yapabilmesini savundum. Işıklı ise tartışmalarımız sırasında dikkat çeken bir formül önerdi:

Türkçe ve Kürtçe’nin İngilizce’nin egemenliğine karşı birlikte mücadele etmesi.
Bunu kabul ettik. 18 Kasım 1998’de Haymana Cezaevi’nde yatan Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük’ü ziyaret eden aydınlar kurulu arasındaydık. 29 Eylül 2002’de Eğit-Der’in kongresinde derneğin eski başkanlarından biri hararetle küreselleşmeyi savununca buna bir yanıt vermesini kendisinden rica ettim. İkimiz de kürsüden küreselleşmenin emperyalizmin bir görüşü olduğun anlattık. 20 Nisan 2003’te Bilim ve Ütopya’nın Yıldız Teknik’te düzenlediği bir sempozyumda birlikteydik. 17 Mart 2005’te İstanbul Eğitimcimler Derneği’nin Beşiktaş Afife Jale Salonunda düzenlediği Köy Enstitüleri ve Küreselleşmenin Eğitime Yansımaları konusundaki panelde de birlikteydik.
Hoca o zaman bana dedi ki: “Koskoca İstanbul’da bu konuda konuşacak konuşmacı
yok mu ki, taa Ankara’dan bizi çağırıyorlar?” Böylece Ankara’nın antiemperyalist damarına vurgu yapıyordu. Onun Ahmet Necdet Sezer tarafından YÖK üyeliğine atandığında Öğretmen Dünyası’nın başyazısı “Işıklı Üniversite” başlığını taşıyordu. 

Yerini zor beğenen bir aydındı:

Onu Öğretmen Dünyası’nın Danışma Kurulu üyeliğine davet ettik ve
bu davetimizi 1991’in Ocak ayında kabul etti. 2003’te Ulusal eğitim Derneği’ni kurduğumuzda kurucular kurulunda yer almasını önerdim. Kabul etti, ancak herhalde iş yoğunluğundan ötürü belgelerini getirmekte geciktiği için kuruluştan sonra üye olarak derneğe katıldı. 

Işıklı’nın Öğretmen Dünyası Danışma Kurulu üyeliği 2005’te kendi isteğiyle sona erdi. Denizli’den yayımlanmak üzere dergiye yazılar gönderen bir öğretmenin yazısında pek çok yazım hatası vardı.
Bunu kendisine hatırlattığımızda bize fena halde sinirlendi ve bütün Danışma Kurulu üyelerini tek tek arayarak bizim Fetullahçı olduğumuzu ileri sürdü. Bu iddiaya kimse inanmış olamazdı. Işıklı telefonla bana bu şikâyeti aktardığında O’na durumu açıkladım. Bununla birlikte “Benim adımı silin” dedi. Sildik! Danışma Kurulu’ndan ayrılışında herhalde başka bir neden olmalıydı.  21 Nisan 2008’de de Ulusal Eğitim Derneği’nden
istifa ettiğini bildirdi. Bunun nedeni de dernek kurucularımızdan olan bir profesöre YÖK konusunda konferans verdirmemizdi.  Işıklı, bu profesörle anlaşamıyordu, hatta mahkemelik bile olmuşlar. Bu istifayı üzülerek
kabul ettik. 8 ay sonra SSK İşhanı’ndaki nüfus müdürlüğüne uğraması gerekince üç kat yukarıda bulunan büromuza uğradı ve dernekten istifası nedenlerini genişçe açıkladı. Geçmişteki Eğitim Hakkını Savunma Komitesi’nin dağılmasından doğan boşluğu doldurmak üzere 2005’te Ulusal Eğitim Platformu’nu kurmaya karar verdiğimizde kendisinden bunun başına geçmesini rica ettik. Önce kabul etti fakat ertesi gün bundan vazgeçerek yerine başka birini önerdi.
 

Işıklı için yerini zor beğenen bir aydın demiştim. Bunun örnekleri hayat hikâyesini anlattığı ve 2003’te yayımlanan Gün Doğmadan adlı kitabında vardır. Anlattığına göre Geçmişte, TİP, SHP-CHP ve DSP üyesi olmuş, hiçbirinde rahat edememiş veya O’na rahat vermemişlerdi. Kurulması için onca emek verdiği öğretmen sendikası ile de arası açıktı. Bir ara Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Yönetim Kurulu üyesi olmuşsa da daha sonra dernekte girdiği seçimleri ekip olarak yitirmişlerdi. ADD’lilerin bir bölümü O’nu ve ekibini “İşçi Partili” diye suçluyorlardı. Doğrusu İşçi Partisi Işıklı’ya her zaman önem vermiştir. Hatta O’nu parti üyesi yapmak için az ısrar edilmemiştir. Işıklı partinin birçok programına katıldığı halde üye olmayı nedense kabul etmedi. 13 Haziran 2010 günü ADD kongresinde gene İP’li diye suçlanınca kendisinin CHP’li olduğunu söylemek zorunda kaldı. Bir dernek kongresinde programa göre değil, partilere göre gruplaşmanın acı sonucunu Işıklı adı üzerinden duyarak üzülmüştüm. 

Işıklı iddia sahibi ve bunda ısrar eden bir aydındı. Etkili bir konuşmacıydı. Kendini dinletmeyi bilirdi. Son 25-30 yılın Kemalist-Devrimcileri tarafından en çok tercih edilen konuşmacısıydı. Kemalist olmasının kökeninde muhtemelen babasının bir subay olması vardır. TİP’li olması ise 1960’dan sonra yükselen sosyalist harekettir. Ancak O, kendini her ikisine de mensup sayıyordu. Hatta 1998’de yayımlanan Kemalizm, Sosyalizm ve Din adlı kitabında bu üç akımı kolayca bağdaştırmıştı. 

Üç farklı görüş          : 

Ulusal Eğitim Derneği’nin Cumartesi konferanslarından birini Sina Akşin’e ayırmıştık. O da bunun “Türkiye’de Çok Partili Hayat” olmasını ve konuyu Alpaslan Işıklı ile tartışmak istediğini söyledi. Ben bu tartışmayı yönetecektim. Her üçümüzün de Türkiye’de çok partili hayat ve liberalizm konusunda yayımlanmış yazılarımız vardı. Konu ilk kez kitle önünde tartışılacaktı. 8 Ocak 2005 günü Petrol İş Ankara Şubesi’nin konferans salonunda 80 kişi önünde yapılan tartışmada Sina Akşin, Türkiye’nin çok partili yaşama erken geçtiğini, İnönü’nün bu konuda hata ettiğini söyledi. Çok partili sistem hep gericiliğe hizmet etmişti ve Atatürkçüler bu seçimlerden hiç başarıyla çıkamamışlardı. Alpaslan Işıklı ise demokrasiyi Atatürk’ün kurduğunu ve bunun sınırlarını genişletmeye uğraştığını, yakınlarının bunu engellediğini, Atatürk rejiminin 1938’de kesintiye uğradığını, çok partili hayatı dejenere edenin emperyalizm olduğunu söyledi. Ben bu tartışmayı yönetmekle birlikte, tartışma metnini 2006’da dernek yayınlarından kitap haline getirirken, O’na benim 2000’de Kuvayı Milliye dergisinde yayımlanmış tam da bu konuyla ilgili olan “Demokrasi Âşığı Türkiye” makalemi de ekledik. Bu yazıda emperyalizmin ülkeye siyasi liberalizm yoluyla girdiği, Türkiye’nin kendi siyasi sistemini yaratması, bunun devrimci ve halkçı cumhuriyet olması gerektiği savunuluyordu. Tek parti yönetimleri de gerici ve faşist de olabilirdi. Yazıda Akşin ve Işıklı’dan farklı olarak Cumhuriyet yönetiminin 1930’larda yozlaştığı, kendi solundaki partilere yaşama hakkı vermediği ve giderek emperyalizmle ittifak kurduğu savunuluyordu. 

Gözleri açık gitmemiştir    : 

Işıklı’nın 1402 sayılı yasa ile üniversiteden uzaklaştırılarak payını aldığı 1980 darbesinden sonra kitleler geri çekildi ve bu durum birçok aydında umutsuzluk yarattı. Sami Nabi Özerdim, “Benim artık yaşamamın bir anlamı yok” diyordu. Alpaslan Işıklı’da umutsuzluk haline 2001’de rastladım.
19 Şubat 2001 günü Bilim ve Ütopya’nın Ankara bürosunda bir konuşma yaptı. “Geleceği nasıl görüyorsunuz?” soruma Gelecekten umutlu değilim” yanıtını vermesi beni hayrete düşürdü. Bu yalnız o anki ruh hali olabilirdi. Çünkü inandığı dava için mücadele etmekten vazgeçmedi.
Son yönetici görevi, Öğretim Üyeleri Derneği Genel Başkanlığı (TÜMÖD) idi.
 

Haziran Direnişi’ni görmek kim bilir hepimiz gibi O’nu ne denli mutlu etmiştir. Sanırım gözleri açık gitmemiştir. (15.7.2003)

Hangi Dilden Konuşmak?

Dostlar,

Sayın Ertuğrul Latif Kazancı eğitimci ve hukukçudur.
Özellikle yakın tarihe egemen, duyarlı bir yurtsever, emekten yana düşünürdür
ADD’de 2004-2006 döneminde kendileri Genel Başkan, biz de Genel Başkan Yardımcısı, dönem dönem de Genel Başkan Vekili olarak çalıştık.

Öncesinde de ADD Genel Yönetim Kurulu üyesi olarak birlikte bulunduk.

Birkaç gün önce Cumhuriyet’in 2. sayfasında önemli bir makalesi daha yayımlandı
Sn. Kazancı’nın :

  • Hangi Dilden Konuşmak?

Gündem öyle yoğun ki, ardından yetişmek çok zor.
Küçük bir gecikmeyle bu önemli makaleyi paylaşmak istiyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
20.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=================================

Cumhuriyet 16.06.2013
Hangi Dilden Konuşmak?

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

Av. Ertuğrul KAZANCI 
Eğitimci-Hukukçu

 

  • Siyasal tarih, bazı iktidar sahiplerinin en masum demokratik kitle istemlerinde bile savurdukları; “Ya yola gelirsiniz ya da biz, anladığınız dilden konuşmasını biliriz” tehditleriyle doludur. Oysa düşünsel nitelikli toplumsal muhalefetleri dinlemeyen yönetimlere, bizzat demokrasiler ders verir. Türkiye’deki Cumhuriyet ve devrim duyarlılığı içeren; akıl, bilim ve çağcıllıktan yana duruş ve önerileri, şiddet ve tertip taşıyan “provokasyon” kategorisine sokmanın nesnel mantığı da hiç yoktur.

Devleti saygın bir kurum konumuna getiren temel nitelik, tüm yurttaşları için
eşit, adil ve nesnel hukuksal kıstaslara sahip olmasıdır. Adaletin onuru da budur. Yoksa devlet, antidemokratik ve buyurgan bir “zulüm” varlığı olmaktan öteye geçemez. Kişi veya zümre otoritesi altında, mutsuz ve umutsuz kitlelerin uyruk olduğu
kimliksiz yığınlara dönüşür.

Baskıcı devlet; hukuksal içerik ve uygulamalara sırt çeviren, özgürlüklere özensiz, hakları zedeleyen ve aydınlanmaya düşman kesilen güçler yaratır.
Adaleti doğrudan etkilemeye çalışır. Siyasal iktidarların; yürütme erkini hukuksuzluk öğesi olarak kullanmak istemeleri ve “yargı bağımsızlığına” el atmaları,
bu yüzden totaliter devletlerde fazlasıyla yer tutmaktadır.

Hak ve özgürlüklerin gelişigüzel daraltıldığı, bireysel ve toplumsal güvencelerin olmadığı bir yapı; “polis devleti” statüsüdür. “Yasa devleti” de kamu yönetimi açısından
başlıca kıyas değildir. Çünkü hukuka aykırı yasaları, buyruk altında ve irdelemeden çıkaran yasama organlarına sahip nice ülkeler vardır. Öyleyse saygın yönetimlerin niteliği; evrensel düzeyde kabul görerek, demokratik hukuk kurumlarının işlemleriyle pekişmiş bir uzlaşma olan “hukuk devleti” anlayışını benimsemek olmalıdır.

‘Taksim’ ve toplumsal bellek

Toplumsal yaşamda; demokratik insani değerlerin özgürlüklerle birlikte göz ardı edildiği yönetsel tutum, “ceberrut devlet”i yaratır. Zora dayalı tavır dış ilişkilere de yansıyabilir. Ülke içinde halka göz açtırılmazken halk zararına dayatmalarla dıştaki çıkar kutuplarının boyunduruğuna girilebilir. Hatta sömürgeleştirilme programlarında, emperyalizmle birlikte saf tutulabilir.

Türkiye’deki gündem, “Taksim Gezi Parkı” olaylarıdır. Çevresel duyarlığı bile kaldıramayan coplu, biber gazlı ve basınçlı su sıkan güç, sabır bardağını taşırmıştır. Sorumluların zorunlu olarak kabullendikleri; “ruhsal ve fiziksel orantısız saldırılara”, insanların katlanma dirençleri kalmamıştır.

O zaman da ortada yurt ve ulus aleyhine yıllarca takınılan yanlışlık ve haksızlıkların nedenlerini bir anda hatırlayan toplumsal bellek belirmiştir. Toplumsal belleğin bastırılmış anılarında, bugünlerdeki “Taksim Gezi” olaylarını Türkiye ölçeğine yayan ulusal bilinçaltı canlanmıştır. Halkın inandığı değerleri istismar ederek başa gelmiş ama halktan yana olmamışların serüvenleri çırılçıplak çıkıvermiştir. Yakın tarihe doğru geri giderek, oralardan günümüze gelmek zorunludur. Hatırlayalım:

1950’ler sonrası İnönü’nün deyişiyle; “Din istismarının daniskası” başlar.
Köy Enstitüleri kapatılarak kitlesel eğitim aydınlanmasına set çekilir.

Milli eğitim, 3 Mart 1924 tarihli “öğretim birliği” esaslarından çıkarılarak,
medreseleşme yoluna çekilir.

Kore’de heder edilen “Mehmetçik” pahasına, NATO’ya üyelik izni, ödül sayılır.
Atatürk’ün onurlu Sâdabat” ve “Balkan” paktları örnekleri dışında Ortadoğu’da
İngiliz çıkarı için CENTO’ya, Avustralya ve ABD güvenlikleri yüzünden de SEATO’ya yanaşılır. Uluslararası eşitlik ilkesi terk edilir. Kurtuluş savaşı ruhuna ve
“Kemalist devrim”e aykırı hangi teslimiyet alanı varsa, gözü kapalı icra edilir.
Halkçı-devletçi ekonomi kenara fırlatılarak vahşi liberalizme kucak açılır.
“Denetimsiz piyasa” dönemi başlatılır. Özelleştirmeyle kamu mülkü, yerli ve yabancı işbirlikçilere peş keş çekilerek “sosyal devlet” tasfiye edilir.

Öbr gelişmeleri de şöyle bir çırpıda sayarsak, saptadıklarımız ülke ve ulusa ancak
zarar veren işlerdir. Onlar nelerdir? Sayalım:

“Hukukun üstünlüğü” ve “yargı bağımsızlığı” kavramları derin yaralar alır.
– Ulus devlet, “T.C.” kimliğinde silinmek istenilir.
– Kıbrıs gözden çıkarılarak,
– sahte Ermeni soykırım savlarına güçlü bir ses çıkarılmaz.
– Köprü isimlerinde bile mezhep gerilimleri icat edilir.
– Haberleşme özgürlüğü yok edilir.

Teokratik, ayırımcı ve eskinin dönek liberal cephe birliği, koruyucu siyasal ortamda Cumhuriyeti temelden örselemenin rahatça yolunu bulur. “Resmi ideolojiyi yergi” tanımlaması altında devrim karşıtlığı sergilenerek, kendi deyişleriyle

“Atatürkçülüğü çöpe atma” denemelerine girişilir. İtici ve hiddet dolu sert söylemler, devlet hiyerarşisinin resmi dili olur. İşte toplumsal bellek, böylesi nice birikimler sonucu taşar.

Şimdilerde

Topluma yönelik genellemelerle; “Ya yola gelirsiniz ya da biz, anladığınız dilden konuşuruz..” teranesini yineleyenler, hangi dili konuşacaklardır? Demokratik kitlesel duruşa karşı yalnızca; “provokasyon” suçlamaları öne sürenlerin, yani sapla samanı karıştıranların “anlatacakları dil” nasıl bir dildir? Şiddet ve tertipleri yadsıyan
“idrak sahibi” binlerce düşünce insanını hedefleyecek baskıcı yöntemler, protestoları hizaya mı getirecektir? Kastedilen bu mudur?

Hukuk devletinde, düpedüz tehdit olarak algılanacak böyle söylem bir olabilir mi?

Çıkar yol ve sonuç                        :

Atatürk’ün istediği “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar,
Cumhuriyet terbiyesiyle birlikte günümüze akarak Taksim’de temsil edilmişlerdir.
Hak ve özgürlüklere toz kondurmak istememişlerdir. Yorulmuş ama ideallerini korumuşlardır. Çünkü devrimciler yılgın olmazlar.

“Namus erbabının” takınacağı en etkili tavır; demokratik düşünsel ilkeleri kararlılıkla yansıtabilmektir. İşte saptanan da budur.

CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?

CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?
Zeki Sarıhan
Zeki_Sarihan_portresi
 
     Kendisine CHP’yi dert edinmeyen kişi yok gibidir.  İktidarı, muhalefeti, sağcısı, solcusundan başka bizzat CHP’liler için de CHP bir dert halindedir.CHP için en çok sorulan, merak edilen konu, onun neden iktidar olamadığıdır. Bu soru iktidar olamamış ve olamayan bütün partiler için geçerli ise de CHP için daha anlamlıdır. Çünkü CHP 1923’ten 1950’ye dek kesintisiz olarak 27 yıl iktidarda kalmıştır. 1950’den sonra muhalefete düşmüş, zaman zaman tek başına iktidara yaklaşan sonuçlar almışsa da çoğunluğun oyunu alamamıştır.
En başarılı olduğu dönem 1971 askerî darbesinden sonra
Ecevit’in genel başkan olduğu 1973 seçimleridir.

Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi sağcı, liberal, muhafazakâr partiler tek başlarına iktidara gelecek kadar oy aldıkları halde, CHP niçin bunu başaramamaktadır?

Türkiye’de seçimleri CHP’nin değil de sağ partilerin kazanmasının nedeni tek değildir. İktidara gelebilmek kimi koşulların bir araya gelmesi gerekir.


Birinci olarak partinin temsil ettiği sınıfın güçlü olması,
İkinci olarak partinin geniş yığınların özlemlerine yanıt verecek bir program ortaya koyması,Üçüncü olarak halk içinde yaygın, güçlü ve kararlı bir örgütlülüğe sahip olması gerekir. Bunlara başka kimi koşullar da eklenebilir. Genel başkanın güçlü ve güvenilir biri olması gibi. Ancak unutmamalıdır ki, şeyh uçmaz onu uçuran müritleridir. Her parti, kendi içinden en iyi politika yapanları öne çıkarır, CHP de bunun istisnası değildir. Menderes’in “Odunu aday göstersem kazanır” sözü ve bunun maalesef doğru olması, sorunun genel başkanlıkta veya adaylarda olmadığını kanıtlayan örneklerdendir.

CHP’nin öncelikle sınıfsal ve politik yerini saptamada yarar vardır. CHP’nin sınıfsal tabanı büyük burjuvazinin bir kanadından başlayarak küçük burjuvaziye kadar uzanmaktadır. Politik olarak kendini Sosyal demokrat olarak nitelemektedir. CHP, daha çok öğrenim görmüş, laik, aydın kesimlerin partisidir. Alevi kesimlerin desteğine sahiptir. Köylerdeki nüfuzu çok zayıftır, Kürt nüfus içindeki etkisi ise nerdeyse sıfıra inmiştir.Türkiye’nin en zenginleri günümüzde AKP tarafındadır.

AKP, ABD’nin de bölgedeki çıkarlarına uygun bir politika izlemektedir.
Bu nedenle Batılı büyük güçler tarafından da desteklenmektedir.
Fakat Türkiye siyasal tarihi, seçimi kazanmak için en zenginlerin çıkarlarını savunmanın ve yabancı güçlere dayanmanın koşul olmadığını kanıtlamıştır. Halk kitlelerini harekete geçiren ve onlara dayanan partilerin de seçim kazandıkları gerek CHP tarihinde, gerek dünya tarihinde görülmektedir.

CHP niçin iktidara gelecek düzeyde oy alamıyor?

Bunun birçok nedeni olmakla birlikte yalnız biri üzerinde duracağız.Bu neden CHP’nin 1923-1950 tarihleri arasında uyguladığı halkla bütünleşmeyen, onların özlemlerini dikkate almayan politikalardır. Aslına bakılırsa, Tek Parti Dönemi’ne damgasını vuran CHP diye bir örgüt yoktur. Bu dönem şeflik dönemidir ve CHP şeflik tarafından kullanılan göstermelik bir örgüttür.

1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye henüz Tek Parti Dönemi’ne girmiş değildi. Halifelik de 1924’te kaldırılmıştır.

Tek Parti Yönetimini 1925’te Takriri Sükûn Kanunuyla başlatmak gerekir. Bu dönemde tekke ve zaviyeler kapatılmış, medeni kanun kabul edilmiş,
aşar vergisi kaldırılmış, yeni yazı kabul edilmiş, 1930’da kadınlara seçme
ve seçilme hakkı verilmiştir.

Bunların hepsi halkın yararına yeniliklerdir. Ancak bunları gerçekleştiren de CHP örgütü değildir. Sınırsız yetkilerle donanmış Mustafa Kemal Paşa’dır.Bu dönemde CHP, her dört yılda bir, ikinci seçmenlerin oy kullandığı göstermelik seçimlerle mebuslukları “kazanmış” görünse de başka bir parti karşısında zafer ilan etmekten yoksun kalmıştır. Milletvekillerinin tümü atama ile getirilmiştir. Bu nedenle parti, devletin yönetiminde karar verici bir örgüt de değildir. Alınmış kararları onaylama durumunda kalan göstermelik bir partidir.


Bu nedenle CHP’nin “Cumhuriyet Devrimlerini biz yaptık” diye övünmeye hakkı yoktur. Böyle bir hak varsa, bu, tek başına karar veren Ebedi Şef’in ve (biraz daha az olmakla birlikte) Milli Şef’indir. Tek Parti döneminin başarı ve başarısızlıklarıyla ilgili tartışma CHP üzerinden değil, Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Fevzi Çakmak üzerinden yapılmak zorundadır. Bütün tek parti döneminde mebus, İş Bankası Genel Müdürü, İktisat Vekili ve Başbakanlık yapan Celal Bayar, 1945’te yeni bir parti kurdu diye
bu dönemin değerlendirilmesi dışında kalamaz.
CHP ancak rakipleriyle yarıştığı 1950 seçimleriyle parti olabilmiştir.

1946 seçimlerini saymıyorum, çünkü bu seçimlerde rakiplerinin oyları
eksik sayılarak CHP hükmen galip sayılmıştır.“Tek Parti Dönemi” olarak anılan, gerçekte parti dönemi de olmayan 1923-1950 döneminin halk kitleleri açısından önemi, kimi üst yapı devrimlerinin onlar tarafından reddedilmesi değildir.


Türkiye halkının halifeliği savunduğu, onu kaldırdığı için devlete
(CHP’ye kızdığı) söylenemez. Halifeliği ancak Osmanlı artığı birtakım feodaller savunuyorlardı. Medreseler zaten devirlerini tamamlamışlardı. Medeni Kanun’un halka hiçbir zararı dokunamazdı. Aşarın kaldırılmasını halk büyük bir memnunlukla karşılamıştır. Okuma yazma bilenlerin sayısı çok az olduğu için Latin harflerinin kabulü önemli bir sorun yaratmamıştır.
Üstelik bu kanun okuma yazmayı kolaylaştırmıştır.   

Ancak… Bu dönemde Türkiye’de küçük bir azınlık, bu üst yapı devrimlerini yaparken halk kitlelerini yanlarına almamışlar,
onların ekonomik ihtiyaçlarıyla ilgilenmemişlerdir. Kurtuluş Savaşı yıllarında bir halk devleti kurmaya, iktidarı halka vermeye söz verdikleri halde, sözlerini tutmamışlardır. Devleti kullanarak kendileri bir an önce zengin olmaya bakmışlardır. Bankalar, şirketler kurmuşlar, kendilerini, eş ve dostlarını devlet olanaklarını kullanarak buradan nemalandırmışlardır. Uygulanan iktisadi devletçilik zengin yaratmayı amaçlayan ve buna hizmet eden bir devletçilik olmuştur. İktidarı denetleyecek, yolsuzlukların hesabını soracak hiçbir örgütlenmeye izin vermemişler, özellikle emekçilerin haklarını savunan örgütleri şiddetle yasaklamışlardır.

Bu iktidar merkezde bir avuç bürokrat-burjuvazidir.

Taşradaki dayanakları ise tüccar, tefeci ve toprak ağalarıdır. Taşranın bu geleneksel sınıfları, kendi iktidarlarına dokunmadığı için merkezin tercihi olan batılı bir yaşam tarzına ses çıkarmamıştır. (Bunun acısını, serbest kaldığı 1950’den sonra çıkaracaktır)

Korkut Boratav’ın işaret ettiği gibi, Kurtuluş Savaşı sonrasında Rum ve Ermenilerden kalan toprakların işlenmesi, savaşın sona ermesiyle üretime yönelen işgücü nedeniyle iktisadi durum bir süre tatmin edici gitmişse de, 1930’lara doğru halkın geçimi iyice zorlaşmış, buna karşılık halk üzerindeki devlet baskısı daha da artmıştır. Yönetici sınıf, kendinin
kısa zamanda zengin olmasına karşı itirazları ve adil bir bölüşüm isteğini önlemek için Türkiye toplumunun “sınıfsız bir toplum” olduğunu ileri sürmüştür. 
Bugün bile o dönemin uygulamalarını haklı çıkarmak için Türkiye’de o dönemde sınıfların olmadığını ileri sürenler vardır! Devlet yatırımlarına sermaye bulma işi, nerdeyse tümüyle köylülerin sırtına yıkılmıştır. Köylüler bu dönemi jandarma ve tahsildarla hatırlamaktadırlar.

Bu yazdıklarım, benim yorumlarım değildir.
Cumhuriyet dönemini yaşamış veya yorumlamış hemen bütün aydınlar Yakup Kadri’den Falih Rıfkı Atay’a, Şevket Süreyya Aydemir’den, Şefik Hüsnü Değmer’e, Hikmet Kıvılcımlı’dan, Mehmet Ali Aybar’a ve Doğan Avcıoğlu’na kadar bu gerçeği belirtmişler, Cumhuriyet’in halkçılık yapamadığını anlatmışlardır.

Attila İlhan, 1940’lı yılları “karanlık yıllar” olarak adlandırırken haksız değildir. Böyle tekçi bir siyasal yapıda bilim ve sanatın geliştiğini söylemek de mümkün değildir. “Barikai hakikati” doğuracak bir “müsademei efkâr”a
izin verilmemiştir. Fevzi Çakmak’a emanet edilen ordu teşkilatı bile yenilenememiştir. 
Hürriyetsizlikten iktidar bile bunalmış, 1930’da icazetli de olsa yeni bir parti daha kurdurulmuştur. Dürüst bir seçim olsaydı, bu seçimde CHP’nin iktidarı kaybetmesi kaçınılmazdı. Bu göze alınmayarak Serbest Fırka çok geçmeden kapatılmış, daha sonra parti içinde kurulan ve üyeleri atama ile belirlenen serbest bir grup kurma işi de işlevsiz kalmıştır.

Tek parti döneminde partiler eşit koşullarla seçime girselerdi halk kitlelerinin
CHP’ye oy vermeyeceği kesin gibidir.

Bunun nedeni “CHP Halifeliği kaldırdı, yeni yazıyı getirdi, onun için oy vermeyelim” değil, “Bizi aç ve hürriyetsiz bıraktı” olacaktı. CHP’nin kentli aydınlar, memurlar ve bir bölüm toprak ağasından oy alacak olması ve daha sondaki yıllarda da alabilmesi, Tek Parti Dönemi’nde kollanıp korunmalarındandır. Yani rejim onlar lehine işlemiştir. Partinin bugün bile, toprak ağalarını dışarıda tutarsak bu kesimlerden oy alması, o dönemin “hatırası” ndandır. Köylülerden ve yoksullardan oy alamayışının nedeni de o dönemin “hatırası” ndandır.

Esasına bakılırsa, Türkiye’deki siyasal mücadele esas olarak örgütlülükleri uzun süre yasaklanmış, kendine güven duygusu bastırılmış olan emekçilerle hâkim sınıflar arasında değil, hâkim sınıfların çeşitli kesimleri arasındadır. Dün de bugün de.

Halk kitleleri esas olarak oy deposudurlar. Hâkim sınıflar, iktidarlarını meşrulaştırmak, yani sandıktan da çıkmak için çeşitli cilveler yapmakta, halka yakın yürümeye çalışmakta, zaman zaman kendi “boğazlarından” artandan halka da koklatmaktadırlar. Halkın desteğini almak için yoksulların bu bölüşümdeki payı biraz daha artırılabilir.
Geleceğini düşünmeyen Tek Parti Yönetimi bunu bile yapamamıştır. Kendi ayağına kurşun sıkmıştır. Bugünkü CHP bunun acısını çekmektedir.


Birçok aydının zannettiğinin aksine, AKP’nin oyların yarısını alması İslamcılığı, gelenekçiliği değildir. Genel başkanının kaşına gözüne âşık olması da değildir. O’nun iktidarı döneminde (hangi nedenle olursa olsun ve sonunda ne olacaksa olsun!) refah düzeylerinin yükselmesidir.
Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabında verdiği anlamlı bir örnek vardır. 1945’te, uygulanmayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıktığında, her nasılsa Orta Anadolu’da birkaç köylüye toprak verilmiş. O köylüler sonuna dek CHP’ye oy kullanmışlar. Ecevit’in Zonguldak’ta güçlü bir temel atması da nedensiz değildir. İşçilerin haklarını gözeten bir yasayı çıkarmasıdır. 
Bugünkü CHP, Tek Parti Dönemi’nin nasıl ele alınacağı konusunda bocalamaktadır. O dönemin siyasal yapısını eleştirse, bunun kendi aleyhine olacağını sananlar çoğunluktadır. Eleştirilmese, dönemin uygulamaları sonuna dek “başına kakaç” olacaktır.

Tarihe emekçi sınıfların penceresinden bakmayı öğrenemeyenler
veya bir zamanlar bakarken günümüzde bunu unutmuş olanlar,
Tek Parti Dönemi eleştirilirse “Cumhuriyet’in yıkılacağı” kanısındadırlar.
Her türlü dogma gibi bu konudaki önyargılar da bir yana bırakılmalı, gerçek ne ise onu dile getirmelidir. Bu aynı zamanda kendine güvenin
ve olgunluğun kanıtıdır. Başına köylü kasketini geçirerek “Toprak işleyenin; su kullananın” deyip yollara düşen Ecevit’in yaptığı da bundan başka bir şey değildi. 
CHP için yapılacak şey, korkmadan kendi olumsuz geçmişini ele almak, bunu parti içi eğitim olarak işlemek ve topluma da açıklamaktır. Bundan hem kendisi, hem toplum kazançlı çıkacaktır. Bunun siyasete getireceği önemli bir kazanç da, bundan sonra ve her zaman toplumun ezilen kesimleriyle birlikte yürümenin, iktidar olmak için bundan başka bir yol olmadığının anlaşılması ve anlatılması olacaktır.

Partinin geçmişi hakkındaki olumsuz izlenimleri silmek mümkündür.
Ancak bu kararlı bir özeleştiri ile mümkündür.
Korkulmasın, kitleler kin tutmazlar(5 Şubat 2013)