Etiket arşivi: Ankara Antlaşması

Mudanya Mütarekesi’nin 100. Yılı

Dr. Onur ÖYMEN
Dışişleri Bakanlığı eski Müsteşarı

Çok değerli Mudanya Belediye Başkanı Sayın Hayri Türkyılmaz, çok değerli İnönü Vakfı Başkanı Sayın Özden Toker, Çok Değerli ADD Genel Başkanı Sayın Hüsnü Bozkurt, değerli siyaset arkadaşım Gürhan Akdoğan, çok değerli Mudanyalı dostlar.

Mudanya Mütarekesinin 100. yıldönümünde burada değerli arkadaşım Uğur Mumcu’nun adını taşıyan bu kültür merkezinde sizlerle bir araya gelmek, görüşlerimi sizlerle paylaşmak benim için büyük bir onurdur.

Mudanya Mütarekesine nasıl gelindi.?  Kurtuluş Savaşının büyük bir zaferle sonuçlandırılmasından ve İzmir’in düşman işgalinden kurtarılmasından sonra Yunanların Anadolu’yu terk etmekten başka bir çaresi kalmamıştı. Herkes bu gerçeği kabul etmişti. Bir kişi dışında : İngiltere Başbakanı Lloyd George.

Yunanlar Türklerle mütareke yapılmasını istediklerini İngilizlere bildirdiler. Ancak Başbakan Lloyd George bunu erken bulmuştu. 30 Ağustos Başkomutanlıık Meydan Muharebesinde Atatürk’ün önderliğinde Türk ordusunun büyük bir zafer kazanmasından sonra bile, Lloyd George Türk ordusu İzmir’e ulaşıncaya dek geçecek zaman içinde Yunanların toparlanıp yeni bir cephe kuracaklarını ve mütarekeyi mutlak bir yenilgiye uğramış değil, Türklere direnebilen bir ordu olarak talep edebileceklerini düşünüyordu. Ancak Türk ordusunun büyük bir hızla İzmir’e ulaşması bu hesapları alt üst etti.

Artık Anadolu kurtarılmıştı. Peki hala düşman işgali altındaki Trakya nasıl kurtarılacaktı? İzmir’de halk coşku içinde kurtuluş zaferini kutlarken Atatürk, İnönü ve arkadaşları harita başında bundan sonra atılacak adımı planlamaktaydılar. Edirne dahil Trakya’nın kurtarılması için de gerekirse savaşılacaktı. Ama askeri gücü bir caydırma unsuru olarak kullanıp bu hedefi diplomasi yoluyla gerçekleştirmek her bakımdan daha uygun olacaktı. Atatürk ve İsmet İnönü böyle düşünüyordu.

Atatürk ve arkadaşları bu hedefe ulaşmak için İzmir’in işgalinden sonra boşta kalan 1. Orduyu İzmit bölgesine, 2. Orduyu da Çanakkale bölgesine doğru yönlendirdiler. 2. Orduya verilen talimat şuydu: Çanakkale’de İngilizlere mümkün olduğu kadar yakın bölgeye gelinecek ancak Türk askeri ateş açan taraf olmayacaktı. Askerlerimiz bunu başarıyla gerçekleştirdi. Tek bir mermi atmadan İngiliz mevzilerine 20-30 metreye kadar yaklaştılar. Silahlarını sırtlarına asmaları ateş açmaya niyetli olmadıklarını gösteriyordu.

O günlerde Atatürk İzmir’de yabancı gazetecilere verdiği demeçlerde Türkiye’nin derhal görüşmelere başlamak istediğini, hedefimizin 8 gün içinde İstanbul’a ulaşmak ve daha sonra Doğu Trakya’yı ele geçirmek olduğunu söyledi. “Mücadelemiz Yunanistan’ladır. Barış planlarımız var ama savaş planlarımız da var” dedi.

İşgal kuvvetleri İstanbul’un çevresinde İzmit’in batısından Çanakkale’nin kuzeyine kadar bir tarafsız bölge ilan etmişlerdi. Bu bölgeyi İttifak devletleri koruyacaktı ve Padişah da bunu kabul etmişti. Yunanlar iki ay önce bu bölgeyi ele geçireceklerini söyleyince, Fransızlar ve İtalyanlar İngilizlere destek olmak için o bölgeye asker göndermişlerdi. Bunu Boğazların güvenliği için yaptıklarını söylüyorlardı. Ancak Ankara hükümeti böyle bir tarafsız bölge kurulmasını kabul etmiş değildi ve şimdi Çanakkale’de Türk askerleri bu tarafsız bölgenin sınırlarının içine girmiş bulunuyordu.

İngiltere Başbakanı ve o tarihlerde emperyalist ülkelerin lideri durumundaki Lloyd George, Türklerin hiçbir koşulda Avrupa topraklarına ayak basmalarına izin verilmeyeceğini, gerekirse bunun için savaşılacağını söylüyordu. Bölgedeki İngiliz komutanına Türkler askersiz bölgeye girdikleri takdirde ateş açılmasını ve savaşın başlatılmasını emretti. Türk askerleri İngiliz hatlarına kadar yanaşmıştı. İngiliz komutan, aldığı emre karşın ateş açtırmadı.

Fransızlarla İtalyanlar Türkiye ile yeni bir savaşa girmek istemiyorlardı. İngiltere’nin asker göndermelerini istediği dominyonlar, yani Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika buna  istekli değildi. Türklerle savaşmanın bedelinin ağır olduğunu görmüşlerdi.

İngilizlerin İstanbul’daki komutanı General Harrington Fransız askeri temsilcisi Pellé’ye baskı yapmak istedi ama O, çoktan bir savaş gemisine atlayıp Atatürk’le görüşmek üzere İzmir’e gitmişti. Türk Hükümetiyle 1921 yılında Ankara Antlaşmasını imzalayan Fransız diplomat Franklin Bouillon da İzmir’e gitti.  O da Atatürk’ü Türk askerinin tarafsız bölgeye girmemesi için ikna etmeye çalışacak, buna karşılık düzenlenecek konferansta Türkiye’ye destek vereceklerini söyleyecekti.

Atatürk bu önerilere şu yanıtı verdi:

  • Mütareke, askeri harekatı durdurmak anlamına gelir, oysa Türk tarafı mütareke yapılmasının Trakya’nın boşaltılmasına bağlı olduğunu defalarca vurgulamıştır. Ayrıca o ortamda ateş kesilirse Trakya’da Yunan birlikleri yeniden toparlanıp savunma tertipleri almaya çalışacaklardır. Zafer kazanmış bir komutanın görevi, düşmanı kovalayarak böyle bir durumun ortaya çıkmasına fırsat vermemektir.”   

Yeni bir savaş ihtimali dünyada, hatta İngiliz kamuoyunda kaygı uyandırıyordu. Daily Mail gazetesi büyük harflerle “Yeni Bir Savaşı Durdurun” diye manşet attı. İngiliz kamuoyunun da hükümetin tutumuna desteği kalmamıştı. Pointcaré’nin Başbakanlığındaki yeni Fransız Hükümeti, Fransız askerlerinin Çanakkale’den ve İzmit’ten çekilmesi için İstanbul’daki temsilcisine talimat gönderdi. İtalyanlar bu koşullarda tarafsız kalacaklarını Mustafa Kemal’e bildirdiler. Artık Çanakkale’de İtilaf devletleri safında yalnızca bir bayrak kalmıştı: İngiliz bayrağı. O sırada İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon Fransız Başbakanı Poincaré’yi ikna etmek amacıyla Paris’e gitti. Paris görüşmeleri çok sert geçti. Fransızların tutumlarından geri adım atmaya ve yeni bir savaş başlatmaya niyetleri yoktu.  

Londra’da Başbakan Lloyd George savaş yanlısı tutumunda ısrar ediyordu. Ama bunun çıkar yol olmadığını düşünenlerin sayısı giderek artıyordu. Dışişleri Bakanı Lord Curzon da artık savaş fikrini desteklemiyordu.

Atatürk Doğu Trakya’nın Türklere teslimi koşulu ile ateşkes müzakerelerini kabul edebileceğini söyledi. Ancak  İstanbul’un işgal kuvvetleri tarafından en kısa zamanda boşaltılması Ankara hükümetinin temel koşullarından biriydi.

İtilaf devletleri 23 Eylül 1922’de Ankara hükümetine bir nota göndererek barış konferansı toplanıncaya dek bir ateşkes antlaşması yapılması için başvuruda bulundular. Notada İtilaf devletlerinin tarafsız bölge olarak tanımladıkları alana Türk tarafının asker göndermemesi koşuluyla Türkiye’nin Meriç’e ve Edirne’ye kadar Trakya’yı işgal etmek hakkındaki arzusunu olumlu biçimde değerlendirdikleri, bu konuda Türk tarafıyla müzakereye hazır oldukları bildirilmekte ve Barış Konferansının yürürlüğe girmesiyle birlikte İtilaf devletlerinin İstanbul’daki kuvvetlerini geri çekecekleri ifade edilmekteydi. Bunun için İzmit veya Mudanya’da derhal ateşkes müzakerelerine başlanması önerilmekteydi. Bu nota Türkiye’nin başlıca beklentilerinin kabul edildiği ve barışın kapısının açıldığı anlamına gelmekteydi.

Aslında ateşkes isteminin Anadolu’da Türklerle savaşan Yunanlardan gelmesi gerekirdi. Nota’nın İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından gönderilmesi Türkiye’nin gerçek muhatabının kim olduğunu gösteriyordu.

İtilaf devletlerinin Notasına Türk tarafınca verilen yanıtta Doğu Trakya’nın Edirne de dahil olmak üzere Meriç’in batısına kadar Yunanlar tarafından derhal tahliyesi kaydıyla mütareke görüşmelerinin 3 Ekim 1922 tarihinde başlaması önerilmekte ve bu müzakerelerde Türkiye’yi Batı Cephesi komutanı İsmet Paşa’nın temsil edeceği bildirilmekteydi.

Sonunda İngilizler geri adım atmıştı. Örneğin Churchill şöyle diyordu:

  • Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri İtilaf devletleri için en kötü aşağılanmadır.
  • İtilaf devletlerinin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır.
  • Ve sonunda başarılı bir savaşın bütün meyveleri, uğrunda binlerce askerin hayatını verdiği Gelibolu, Filistin, Mezopotamya başarıları, bunların hepsi bir utanç içinde sona ermiştir”  

Ateşkes müzakereleri 3 Ekim’de Mudanya’da başladı. Ateşkes Müzakereleri doğal olarak savaşan taraflar arasında yapılırdı. Bu kez öyle olmadı. Türklerle savaşan Yunanistan’ın temsilcisi Mudanya’daki görüşme masasında yoktu. Yunan General Mazarakis ve Albay Sariyanis, açıkta bulunan bir Yunan gemisinde, görüşmeleri uzaktan izleyeceklerdi!

Türkiye’nin karşısında İngiltere, Fransa ve İtalya’nın temsilcileri yer alacaktı. Peki Konferansın başkanlığını kim yapacaktı? Bu konuda önceden bir görüşbirliğine varılmamıştı. İsmet Paşa görüşmeler başlarken fiili durum yarattı. Başkanlık koltuğuna oturdu, İngiliz Generali Harrington’u sağına, Fransız Temsilcisi General Charpy’yi soluna, İtalya Generali Mombelli’yi karşısına oturttu. Bu düzenlemeye kimse itiraz etmedi. Mudanya’da bulunan Franklin Bouillon da görüşmeleri gözlemci olarak bir köşeden izleyecekti.

Sonradan anlaşıldığına göre Başbakan Lloyd George sonuna dek Yunanistan’ın beklentilerinin gerçekleşmesi için çaba göstermiş ve Türk askerleri Çanakkale’deki İngiliz hatlarına doğru yürüyüşe geçtiği sırada Türk tarafına bir ültimatom verilmesi ve Türk askerleri durmadığı takdirde üzerlerine ateş açılması için General Harrington’a emir vermişti. General Harrington bu emrin uygulanmasını kendi inisiyatifi ile 24 saat geciktirmiş, böylece bir savaşın başlamasına fırsat vermemişti.

Müzakereler esas olarak İsmet Paşa ile General Harrington arasında yürütüldü. Fransızlar ve İtalyanlar görünürde Harrington’u desteklediler ancak çeşitli vesilelerle Türk tarafının görüşlerine yakınlık gösterdiklerini hissettirdiler. Atatürk İsmet Paşa’ya gerekli talimatı vermişti ve müzakereleri günü gününe takip etmekteydi. Atatürk’ün talimatının özü şöyleydi:

  • Kırkağaç bir Türk mahallesidir. Yunan kuvvetleri tümüyle Edirne’nin batısına çekilmeli ve orada TBMM Hükümeti oluşturulmalıdır.
  • Trakya’nın boşaltılması ve Türklere teslimi derhal başlamalı, aralıksız sürdürülmeli ve en geç 30 gün içinde tamamlanmalıdır. İtilaf devletlerinin temsilcileri tarafımızdan teslim alınan her noktadan derhal çekilecek ve 30 günün sonunda Trakya’nın hiçbir yerinde kalmayacaktır. Yunan ordusunun Anadolu’dan alıp götürdüğü sivil ahali derhal geri verilecektir.
  • Azınlıklar konusu Mudanya Konferansının konusunun dışındadır.
  • Doğu Trakya’nın boşaltılmasından sonra bu bölgede İtilaf devletlerinin herhangi bir denetimi söz konusu olamaz. Ancak Batı Trakya’nın bir bölümünün Fransızlar tarafından işgali güven verici olur.
  • İlkelerde görüş ayrılığı olup da görüşmelerin sürdürülmesi durumunda Boğazlarda tahkimat ve askeri önlemlerin alınmasından kaçınılmasını isteriz.
  • Ateşkes antlaşmasından sonra bile, İstanbul ve Çanakkale’de İngilizlerin bulunması kabul edilemez.

    6 Ekim tarihli toplantıda Harrington Hükümetinden talimat alamadığını bildirdi. Buna karşılık İtalyan temsilcisi Mombelli Hükümetinin Türkiye’nin görüşlerini kabul ettiğini açıkladı.
    General Harrington’un Türk teklifleri karşısında direnmesi Ankara’da tepkilere neden oluyordu. 6 Ekim 1922’de İsmet Paşa, Atatürk’ten iki talimat aldı. Bunlardan birincisinde Yunan askerlerinin çekileceği Trakya’nın bize teslim edilmesinin şart olduğu, buna karşılık barış yapılıncaya kadar Trakya’ya asayiş ve inzibat kuvvetlerinden başka birlik geçirmeyeceğimizi bildirilmekte ve “Bugün 14.30’da toplanacak konferansta belirtilen esaslar taraflarca ilke olarak kabul edilmediği takdirde daha sonra sürdürülecek görüşmeler sırasında askeri harekatımızın durdurulması telafi edilemeyecek sakıncalar doğuracağından, harekatın durdurulmasına ilişkin yetkiniz 6 Ekim saat 18.00’den itibaren kaldırılmıştır.” denilmekteydi

    İkinci talimatta ise “Trakya’nın İzmir’de belirlediğimiz esaslar çerçevesinde TBMM Hükümetine geri verilmesi kabul edilmediği takdirde, 6/7 Temmuzda derhal İstanbul üzerine harekete geçiniz” ifadeleri yer almaktaydı. Bu talimatta ayrıca, “Müzakereler olumsuz sonuçlandığı takdirde Trakya’daki düşmanı takip için İstanbul ve Çanakkale üzerinden harekete geçecek kıtalarımızla İngiliz kıtaları arasında herhangi bir yanlış anlamaya meydan bırakmamak için gerekli önlemlerin alınmasını istediğimiz bildirilmelidir.” denilmekteydi.
    ,
    General Harrington, Dışişleri Bakanı Lord Curzon Paris’e gittiği için Hükümetiyle iletişim kuramadığını bildirerek toplantının ertesi güne bırakılmasını istedi. 9 Ekim’e kadar toplantı olmadı. Atatürk antlaşmanın gecikmeden imzalanmasını istiyordu. O gün Harrington Mudanya’ya geldi. Hükümetinden talimat aldığını bildirerek şunları söyledi: “İtilaf devletleri Hükümetleri Doğu Trakya’yı size bırakıyorlar. Meriç’in batısındaki Karaağaç da size verilecektir. Askerlerimiz barıştan sonra İstanbul’u terk edeceklerdir. 45 gün içinde yönetiminiz Trakya’ya yerleşmiş olacaktır. Trakya’da bulunduracağınız Jandarmanın sayısını birlikte saptayacağız. 

İsmet Paşa İngiliz generalinin verdiği antlaşma metnini dikkatle inceledi. Sözlü olarak söylenen bazı hususların yazılı metinde yer almadığını, örneğin Karaağaç’ın Türklere verileceğinin yazılmadığını gördü. Trakya’nın bize teslimi için belirttiğimiz süre 30 günden 45 güne çıkartılmıştı. Maddeler üzerinde uzun görüşmelerde bulunuldu.. Metinde kimi düzeltmeler yapıldı. Tahliye için önerdikleri 45 günlük süre indirildi. Bütün Trakya 30 gün içinde Türklere teslim edilecekti. Trakya’ya 8.000 Jandarma geçirmemiz kabul edildi. İstanbul ve Çanakkale bölgelerindeki askerlerimiz bulundukları yerde kalacaklardı.

Mütareke 11 Ekim 1922 sabahı imzalandı. Yunanlar bu metni imzalamaya yetkili olmadıklarını belirtmişlerdi. General Harrington İsmet Paşa’ya bunda bir sakınca olmadığını, Yunanlar imzalamasa bile antlaşmanın yürürlüğe gireceğini söyledi. Bu ifadeler Yunanistan’ın Anadolu’da yürüttüğü savaşta esas söz sahibinin İngiltere olduğunu göstermekteydi.

Ateşkes antlaşması Türkiye’nin istemleri doğrultusunda tek bir mermi bile atılmadan kabul edilmişti. Trakya’nın Yunanlar tarafından boşaltılması gibi konular Mudanya’da kararlaştırılmadığı takdirde, esas Barış Konferansında bu gibi sorunlar gündemin önemli bir bölümünü kapsayacak ve dikkatler bizim esas olarak görüşülüp karara bağlanmasını istediğimiz konular yerine Mudanya’da ihtilaflı kalan sorunlara çekilecekti. Böylece bu sakınca ortadan kaldırılmış oldu.

Mudanya Mütarekesi bütün bu nedenlerle Türkiye açısından büyük bir diplomatik başarı oldu ve Barış Konferansının yolunu açtı. Artık Boğazlarda kalacak olan yalnızca İngiltere’ydi. Zira İtalyanlar daha önce Anadolu’nun tamamından çekilmişler, Fransızlar da Mudanya Antlaşmasından önce Çanakkale’yi terk etmişlerdi. Atatürk’ün önderliğinde Türkiye’nin verdiği mücadele yalnız Yunanistan’ı Türk topraklarından atmakla kalmamış, İngiltere’deki devlet yönetiminde kalıcı sonuçlar verecek bir depreme yol açmıştı.

Lloyd George Başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. 

İngiltere hükümetinde yer alan Muhafazakar Parti, 19 Ekim 1922’de Carlton Club bildirgesiyle  hükümetten ayrıldı. İngiliz hükümeti düştü. Austen Chamberlain Parti Başkanlığından çekildi. Lloyd George da, Liberal Parti de bir daha iktidara gelemedi. Muhafazakar Parti’den Bonar Law Başbakan olarak hükümeti kurmakla görevlendirildi. Law, The Times gazetesine gönderdiği bir mektupta, “İngiltere İtilaf devletlerinin yardımı olmadan salt kendi ulusal çıkarlarını koruyabilir… Tek başımıza dünyanın jandarması rolünü oynayamayız dedi. Bu İngiltere’nin tarihinde dönüm noktası olacak yeni bir yaklaşımı yansıtıyordu. Artık İngiltere, uluslararası ilişkilerde tek başına ağırlık sahibi olamayacaktı.

Lloyd George’un Türk Kurtuluş Savaşından sonra yaptığı bir konuşmada Atatürk ile ilgili olarak şu sözleri söylediği yabancı kaynaklarda yer almaktadır:

  • “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor.
  • Şu talihsizliğimize bakın ki, böyle bir dahi Küçük Asya’da karşımıza çıktı.
  • Hem de bize karşı! Elden ne gelebilirdi ki?[1]

Mudanya Mütarekesinden sonra Atatürk yakın arkadaşlarıyla beraber Bursa’ya geldi. Orada General Refet Bele’yi Ankara Hükümeti’nin İstanbul Temsilciliğine ve Trakya’daki Türk birliklerinin komutanlığına atadı. İsmet Paşa’yı da Lozan Konferansında Türk Heyeti Başkanlığına atama kararını orada kesinleştirdi. Bunun için İsmet Paşa’nın Dışişleri Bakanlığına atanması gerekiyordu. Atatürk o görevde bulunan Yusuf Kemal Tengirşek’e, bu görevi İsmet Paşa’ya devretmesini rica etti. İtilaf devletleri 13 Kasım’da Lozan’da başlayacak Barış Konferansı için davette bulundular.

Lozan müzakerelerinde İsmet Paşa her vesileyle Mudanya’da sağladığımız sonuçları dile getiriyor, buna karşılık Konferansa başkanlık eden İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon ise “Siz Mudanya’dan geldiniz ama biz Mondros’tan geldik. Siz Yunanları yendiniz ama İtilaf Devletlerini yenemediniz..” diyordu. Oysa Atatürk, Kurtuluş Savaşının İngiltere’nin liderliğindeki emperyalist ülkelere karşı yapıldığını ancak Yunanistan’la savaşıldığının söylendiğini” vurgulamıştır. Gerçekten Mudanya’da Yunan delegesinin masaya bile oturamaması, gerçek durumu ortaya koymuştu. Türkiye’nin masadaki muhatabı İtilaf devletleriydi ve Kurtuluş Savaşı gerçekte o devletlere karşı yapılmış, Yunan kuvvetleri 1919 Paris zirve toplantısında İtilaf devletlerince Türkiye’ye saldırmaya yönlendirilmişti ve Lozan’da Venizelos da bu gerçeği İsmet Paşa’ya açıkça söylemişti.

İşin esası Mudanya Mütarekesi bir ateşkes antlaşmasının boyutunu çok aşan ve Lozan Barış Antlaşmasının zeminini hazırlayan bir antlaşmaydı ve Atatürk’ün liderliğindeki Türkiye, Mudanya ve Lozan’da peş peşe iki siyasal zafer kazanmıştı. Bu diplomasi zaferlerinde İsmet Paşa’nın rolü büyüktü.

Bütün bunlar, Mudanya Belediyesi’nin Mudanya Barış Yolu Ödülü koymasının ve bu yıl bu ödülün Mudanya Mütarekesinin 100. yılı vesilesiyle Atatürk’ün en yakın arkadaşı İsmet İnönü’ nün kızı ve İnönü Vakfının kurucu başkanı çok değerli Özden Toker’e verilmesinin ne denli doğru olduğunu gösteriyor. Hem Mudanya Belediyesini hem de değerli dostumuz Özden İnönü’yü bu vesileyle içtenlikle kutluyorum.

Başbakanın Brüksel ziyaretinin düşündürdükleri


Dostlar
,

Birkaç günlük “teknik” (?!) sıkıntıların ardından yeniden sitemize yazılar koyabiliyoruz.

Elde olmayan aksaklıklar için bağış dileriz. Bu sırada bizimle bağ kurarak soran,
destek veren izleyicilerimize ilgileri için teşekkür ederiz.

*****

Dış politikanın birikimli ve deneyimli uzmanı Sn. Dr. Onur Öymen,
Başbakan R.T. Erdoğan‘ın Brüksel gezisini aşağıdaki gibi irdeledi..

Sayın Öymen hala Türkiye’nin AB’ye üye alınabileceğini düşünüyor sanırız.
Bir de AKP’nin Türkiye’yi gerçekten AB’ye üye yapmak istediğini!?

Biz ikisine de katılamıyoruz..

İsmet İnönü‘nün başbakanlığında 1963’te yani 51 yıl önce yapılan başvuru
“hala” sonlanmadı ise, umudu sürdürmek için çok ama çok sıkı gerekçeleriniz olmalı. Tersine Türkiye’nin eli zayıflıyor ve nedense (!) AB; Türkiyesiz yapamayacağını, ülkemizin vazgeçilmez önemini bir türlü kavrayamıyor.. (!)

Bizce göre köklü bir rota değişiminin zamanı gelmiş ve geçmektedir..

  • Türkiye yönünü biraz da Doğu’ya, Avrasya seçeneklerine dönmelidir.
  • Tam bağımsızlığının üstüne titreyerek;
    dengeli, karşılıklı çıkarları titizlikle kollayarak..

Ve bu olanaklıdır.. Büyük Atatürk’ün dış politikası, meslektaşımız Dr. Tevfik Rüştü Aras yönetimindeydi 1925 -37 arasında kesintisiz 12 yıl ve temel ilkesi,

  • “Bizim dış politikamız basit ve doğrudur. Herkesle dostluk kurmak isteriz.
    Ancak kimseyle ittifak ve bloklaşma yapmayız..”

Bu ilkelerin sürüdürülmesi sayesindedir ki, İsmet İnönü‘nün Cumhurbaşkanlığı yıllarında (11 Kasım 1938 – 22 Mayıs 1950) Türkiye, usta manevralarla  2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşımı (“Dünya Savaşı” diyorlar bir de utanmadan!) dışında tutulabildi.

Geçen hafta 21. Adalet ve Demokrasi Haftası bağlamında da bir kaç kez yazdık..
Emperyalist Batı ile “siyasal nikah” artık “uzatmalı zor nikah” niteliği kazanmıştır
(Ahmet Vefik Paşa, 1869) ve ülkemizde türlü aydın cinayetlerinin, toplu kırımların,
iç savaş eşiğine ve bölünme sınırına sürüklenmenin başlıca nedenidir.

Sevgi ve saygı ile.
03 Şubat 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

Başbakanın Brüksel ziyaretinin düşündürdükleri

portresi2

 

Onur ÖYMEN

 

 

Sayın Başbakanın 5 yıl aradan sonra yaptığı Brüksel ziyareti önemli bir fırsattı.

1963 (AS:12 Eylül, o zamanki adıyla AET) Ankara Antlaşması‘nın 28. maddesiyle Türkiye’nin üyeliğini hedef olarak kabul eden AB, özellikle son yıllarda bu hedeften uzaklaştı ve üyelik müzakerelerini savsaklama ve fiilen askıya alma yoluna gitti.

Türkiye’yle aynı gün, 3 Ekim 2005’te tam üyelik müzakerelerine başlayan Hırvatistan süreci tamamladı ve geçen yıl tam üye oldu. Biz daha yarı yola bile gelemedik.
Türk vatandaşlarına vizesiz gezi hakkı konusunda da bizden önce üyelik müzakerelerine başlayan ülkelerin vatandaşlarına tanınan haklar bize tanınmadı.
3,5 yıl sonra bunun sağlanabileceği konusunda muğlak vaatler verildi. Serbest ticaret antlaşmaları konusunda da Türkiye’ye büyük haksızlık yapıldı. 8 Müzakere başlığı
AB Konseyi, 6 müzakere başlığı Kıbrıs Rum Yönetimi ve 4 müzakere başlığı
Fransa tarafından engellenmeye devam ediyor.

KKTC’ye ambargolar sürüyor.

İşte Başbakanın ziyareti bütün bu haksızlıkları sorgulayarak gidermek ve
Türkiye’nin üyelik sürecini sağlıklı bir zemine oturtmak için bir fırsattı.

Ne yazık ki, Türkiye’de yargı bağımsızlığının zedelenmesi ve yolsuzluklar alanlarında yaşanan son gelişmeler ülkemizi sorgulayan bir devlet değil sorgulanan bir devlet durumuna dönüştürdü. Bize yapılan haksızlıkları gündemden düşürdü. AB üyeliğine halkımızın verdiği desteğin büsbütün azaldığı bir dönemde yaşanan bu gelişmeler,
kendi çıkarları açısından Türkiye’yi AB üyesi olarak görmek istemeyenlere fırsat verdi.

Gerçekten AB’ye üye olmak istiyorsak bize yapılan haksızlıklarla mücadeleye
hazır olmalıyız. Bunun için de Türkiye, hukuk, insan hakları, yargı bağımsızlığı,
basın özgürlüğü gibi alanlarda yaşanan olumsuzluklara son vererek
hem vatandaşlarımıza karşı görevini yapmalı hem de karşımızdakilere koz vermemelidir.

Bu da ancak çağdaş dünyanın demokrasi ve insan hakları değerlerini içtenlikle benimsemiş bir iktidarla mümkün olabilir. Bu alanda mevcur iktidar iyi bir sınav veremedi. Şimdi görev Cumhuriyetimizin değerlerine tam olarak sahip çıkacak halkımıza düşüyor. Türkiye’nin bu güçlüklerden ancak demokrasi içinde çıkabileceğine inananların
sessiz kalmaya hakkı yoktur.

Lozan Barış Antlaşması : Bir Ulusun Yeniden Doğuş Belgesi

Dostlar,

Değerli arkadaşımız Sayın Altan Arısoy birikiml, bir aydınımızdır.
İntrnet ortamında sıklıkla değerli yorumlarına rastlanır.
ADD’nin açtığı 90. Yıl Lozan Yazı Yarışmasında, aşağıdaki kapsamlı makalesi 3.lük ödülü aldı. Kendisini kutluyor ve bu değerli yazıyı paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
29.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 ==============================


Lozan Barış Antlaşması :
Bir Ulusun Yeniden Doğuş Belgesi

portresi

Altan Arısoy
Öğretmen, Anamur

 

 

 

20. YÜZYIL BAŞINDA OSMANLI DEVLETİ

17. 18. Ve 19. yüzyıllarda Avrupa Ortaçağ’dan kurtulup bilim ve teknikle,
Aydınlanma ve Endüstri (Sanayi) Devrimi ile dev adımlarla ilerlerken;
Osmanlı devleti baş aşağı gidiyordu.

Kapitalizmle birlikte ulusçuluk akımları, başta dönemin gelişmiş ülkelerini etkisi altına aldı. İspanya, Fransa, İngiltere, ABD derken, 1870’lerde Almanya ve İtalya
ulusal devletlerini kurarak çok güçlü bir konuma yükseldiler.

Kapitalizm; büyük devletler arasında her alanda amansız bir yarışa neden oluyordu. Özellikle sömürgecilik alanındaki rekabet, Avrupa devletlerinin iki büyük blok oluşturmasına yol açtı.

Ulusçuluk (ulusalcılık) akımları 200 yıldır dünya tarihini belirleyen başlıca etkendir.
Osmanlı Devleti bütün bunlara bir anlam veremedi. Durumu düzeltmek için, özellikle askeri alanda Avrupa’yı taklit etmeye çalıştıysa da, başarılı olamadı. Yabancıların
askeri sistemlerini taklit etmek ve onlardan malzeme almak hiçbir şey kazandırmadı. Çünkü; uygarlık yolundaki ilerlemeler, bütün alanları kapsayan bir bütündür.

Tek ayakla yarış kazanılmaz.

Özetle; Osmanlı Devleti 1830’lardan başlayarak büyük devletlerin oynattığı bir
kukladan ibaretti. Sürekli olarak azınlık isyanlarıyla boğuştu. Rusya ile savaştı.
Her isyana İngiltere, Fransa ya da Rusya karışıyor, imparatorluk küçülüyor ve çöküyordu.

DENENEN KURTULUŞ YOLLARI

Osmanlı Devleti dağılırken birçok kurtuluş yolu denedi. Hepsi de hüsranla sonuçlandı:
Tanzimat Dönemi aydınları; Saltanat yetkilerinin korunması koşuluyla, bir parlamento açılmasının ve her etnik kümeye eşitlik tanınmasının devleti kurtaracağını düşündüler. Adına “Yeni Osmanlıcılık” dediler. Anayasa yapıldı. Meclis açıldı.
Ama dağılma sürdü.

Özellikle II. Abdülhamit İslamcılık (Panislamizm) ideolojisine sarıldı.
Sırbistan, Romanya, Mısır, Kıbrıs gitti. Ruslar Erzurum’a geldi. Hilafet sancağı açıldı. Yine olmadı.

İttihat ve Terakki Derneği‘nin devlete egemen olmasının, özellikle de
Balkan Savaşı‘nın ardından pompalanan Türkçülük- Turancılık ideolojisi
romantik bir imge olmakla kaldı. Almanya ile ittifak yapıldı. 1. Dünya Savaşına girildi. Yüz binlerce insanımız ve 3.500.00 km karelik ülke toprakları yitirildi…
Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla teslim olundu. Düşman gemileri İstanbul’a
demir attı.

Savaştan sonra ise düşünülebilen tek çözüm; ya İngiltere’nin ya da ABD nin güdümünde (mandasında) yaşama şansı aramak oldu. Dönem aydınlarının ezici çoğunluğu ve yönetici kadrolar birdenbire İngiliz hayranı olup, onların insafına sığındılar.
Osmanlı; savaşta yenildi. Çare olarak ülkesini işgal edenlere sığındı.

  • Vahdettin, Osmanlı Devletinin bir süre İngiltere tarafından yönetilmesini bile önermiştir!

Osmanlı Devleti; 10 Ağustos 1920 günü imzaladığı Sevr Antlaşmasıyla, imparatorluğun çökmesini, ülkenin paylaşılmasını kabul etmek zorunda kaldı.
Ankara’da ulusal savaşın merkezi olan TBMM ise; aynı günlerde aldığı bir kararla
bu teslimiyet anlaşmasını reddettiğini bütün dünyaya duyuruyor, imzalayan ve onaylayanları “vatan haini” ilan ediyordu. (19 Ağustos 1920)

Osmanlı Devleti’nin gerileme ve dağılma dönemlerinde temel bir anlayış vardı. Avrupa’ya öykünmek, onlardan akıl ve yardım almak…Bu öykünmecilik Lale Devri ile başlamıştı. Tanzimat Dönemi’nde doruğa çıktı. Ülke, yabancıların oyun alanı oldu. Saltanat makamı İngiliz, Fransız, Rus büyükelçilerinin emirlerini uygulamak zorunda kaldı. Sonuçta ise en büyük nedeni “Şark Meselesi” yani Osmanlı ülkesinin paylaşılması olan 1. Dünya savaşıyla tasfiye edildi. Tarihe gömüldü.

  • Sevr Antlaşması bu yok oluşun belgesidir…

Son üç yüz yılda “biz adam olmayız” fikri o kadar yerleşmiştir ki; işbirlikçilik ve yabancı hayranlığı bugün bile son dönem hükümetlerimizin dayandığı temel bir politikadır.
Kurtuluş savaşımız böyle bir ortamda yapıldı.
Lozan Antlaşması ile taçlandı.

LOZAN KONFERANSI

Öncelikle Lozan Barış Konferansı’na ilişkin kimi bilgileri yeniden anımsamakta yarar var:
Lozan’a giden kurula TBMM tarafından 14 maddelik bir yönerge verildi. Yönergede hangi konularda ödün verilmeyeceği belirtildi. Genellikle sınırlar üzerinde duruldu.

Kapitülasyonlar 
borçlar
azınlıklar ve
Boğazlar konularında alınacak kesin tavırlar belirlendi.

Konferans; 20 Kasım 1922’de başladı. Anlaşma olmadı ve 4 Şubat 1923’te dağıldı. Ancak diplomasi sürdü. Bu arada Sovyetler Birliği Türkiye’ye açık destek verdi. Eğer yeniden savaş çıkarsa; bu kez Türkiye’nin yanında savaşa gireceğini duyurdu. Türkiye ise; İzmir İktisat Kongresi gibi etkinliklerle kesin tavrını ortaya koydu. Konferans, 23 Nisan 1923’te yeniden başladı. 24 Temmuz 1923’te barış antlaşması bağıtlandı

Antlaşma; 143 madde ve 17 ek protokolden ibarettir. Gizli saklı maddeleri yoktur. Olması da olanaksızdır. Gizli anlaşmalar ancak iki devlet arasında yapılır.
Uluslararası konferanslarda olmaz.

Lozan Barış Antlaşması taraf ülkelerin meclislerinde görüşülmüş ve Türkiye tarafından 23 Ağustos 1923’te, Yunanistan tarafından 25 Ağustos 1923’te, İtalya tarafından
12 Mart 1924’te, Japonya tarafından 15 Mayıs 1924’te imzalanmıştır. İngiltere’nin anlaşmayı onaylaması ise 16 Temmuz 1924 tarihinde olmuştur. Anlaşma, tüm tarafların onaylarında ilişkin belgeler resmi olarak Paris’e iletildikten sonra, 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir. (1)

Japonya Lozan Konferansına katıldı. Çünkü; 1. Dünya Savaşının taraflarından biriydi. ABD ise Türklerle savaşmadığı için konferansta taraf olmadı. Yalnızca gözlemci bulundurdu. Taraflar, 1. Dünya savaşına katılan “itilaf devletleri” ile Türkiye’dir.
Bu yüzden; ABD’nin antlaşmayı imzalaması söz konusu değildir. Türkiye’de son yıllarda sürdürülen “ABD Lozan Antlaşmasını imzalamadı” diye sürdürülen savın dayanağı yoktur.

Lozan Antlaşması; yukarıda sıraladığımız Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi, tarih içinde iflas ettiği görülen anlayışlara karşı olduğu kadar; bütün dünyaya karşı da, ulusumuzun gerçek kimliğini tescil ettiren bir belgedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık belgesi ve yurdumuzun tapusu olan Lozan Antlaşması’nı eleştirenler; önceki yüzyıllardan beri sürüp gelen eski ve geri anlayışların temsilcisidirler. Bilinmelidir ki; Lozan Antlaşması’na karşı olanlar
Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olanlardır…

Lozan Antlaşmasını nankörce eleştirenleri birkaç kümede toplayabiliriz:

1. Kürtçü ayrılıkçılar
2. Saltanat ve Hilafet yanlıları, İslamcılar…
3. İşbirlikçiler, etki ajanları
4. Her dönemde görülen iktidar dalkavukları

Bu kümelerin amaçları başka olsa da;. ortak noktaları Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlıktır. Eleştiriler arasında “doz” farkı vardır. Bazıları, “Lozan Bir Hezimettir” diyecek denli ileri gitmişlerdir. Karşı çıktıkları noktalar hemen hemen aynıdır.
Hepsi de dezenformasyon (yanlış bilgilendirme, yanıltma) yoluyla insanları
Kurtuluş savaşı, Cumhuriyet, Atatürk ve devrimler konusunda kuşkuya düşürmek isterler. Böylelikle; Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin sarsılacağını ve iktidarı
ele geçirebileceklerini düşünürler(!)

KÜRTÇÜ AYRILIKÇILAR

Kürtçüler Lozan yerine Sevr antlaşmasını doğru bulurlar. Irak’ın kuzeyindeki
kukla Kürt oluşumunun anayasası Sevr Antlaşması’na gönderme (atıf) yapar.
Varlığını o antlaşmaya dayandırmaya çalışır! Lozan ile Kürtlerin devletleşme hakkının gasp edildiği iddiasındadırlar.

Onlara göre Lozan Antlaşması; “Kürdistan’ı işgal devletleri arasında bölüşen bir emperyalist anlaşma” dır! ‘Misakı milliye’ sahip çıkmak, Sevr anlaşmasını kötülemek ve Lozan’ı savunmak açıkça Kürtlerle dalga geçmektir.
Kürdistan’ın parçalanmasına alkış tutmaktır.

Daha da ileri gidip “açılım ya da çözüm” Lozan’ın Kürtler için bir bozgun olduğunu; bugünkü “çözüm” projesinin de 2. Lozan Bozgunu” diyenler var…

Oysa; Kürtlerin büyük çoğunluğunu temsil eden kuruluşlar Lozan konferansına başvurarak, Türklerden ayrılmak istemediklerini ifade etmişlerdi. İsmet Paşa da;
“Kürtler bizdendir, Turan soyundandır, dolayısıyla Musul vilayetindeki Kürtler de Türkiye’ye bağlanmalıdır.” şeklinde bir direniş göstermişti.

Ama İngiltere Musul sorununun daha sonra iki devlet arasında dostane görüşmelerle çözülmesini kabul ettirmiş ve Lozan’da Irak sınırı çizilememiştir. Tarihte hiçbir zaman Kürdistan denilen büyük bir bölge olmamıştır. Osmanlının son döneminde sadece kısa bir süre için “Kürdistan” olarak adlandırılan bölge, bugün Kürdistan olduğu iddia edilen alanın küçük bir parçasıdır.

Son Osmanlı Meclisi; işgal edilen ülke topraklarını kurtarmak amacıyla bir dizi karar aldı. Bu kararlara Misak- Milli (ulusal ant) denildi. Türkiye Cumhuriyeti bu sınırlar ötesinde hiçbir iddiada bulunmadı. Oralar zaten imparatorluktan kalan topraklardır. O alanın da bir bölümünü terk etmek zorunda kaldı. Bu durumda kurtuluş savaşı ve Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin bir ülkeyi işgal etmesi söz konusu değildir. “Lozan ile T.C. Kürdistan’ı sömürgeleştirdi” demek, dayanaksız bir iddiadır.

Azınlıkların dilediği dili kullanmasına hiçbir kısıtlama konulmamıştır.
(Lozan Ant. md. 39) Lozan Barış Antlaşması’nda azınlık, Müslüman olmayanlar olarak belirlenmiştir. Tüm azınlıklar Türk uyruklu kabul edildi ve hiçbir şekilde ayrıcalık tanınmayacağı belirtildi.

Kürtçülerden bazıları, Lozan Antlaşmasının 39. maddesine göre; azınlıkların her alanda istedikleri dilleri kullandığını; Kürtlerin bu haktan yoksun olduğunu, kendilerine haksızlık yapıldığını söylerler. Oysa Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin asıl sahibidirler.
Bundan büyük bir hak olabilir mi? Azınlık olmayanların, azınlıklara verilen haklardan yararlanmaları söz konusu değildir. Lozan Antlaşmasına dayanarak böyle bir sorun yaratılamaz…

Üstelik, Kürtçenin; resmi dil dışındaki her alanda özgürce kullanılmasında artık hiçbir engel de yoktur. Azınlıklar bile kendilerine verilen bu haklardan 17 Şubat 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu ile vazgeçmişlerdir…

SALTANAT – HİLAFET YANLILARI VE İSLÂMCILAR

Günümüz İslamcıları, yoğun olarak “Lozan hezimettir” derler. Lozan konusunda en çok iftira atan kesimdir. Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu’nun iftira ve iddialarını sürdürürler. Gerekçeleri ise şunlardır:

1920-1922 arasında Yunanistan’a karşı verilen İstiklâl Harbi’nin galibi olarak Yunanistan’dan tek kuruş savaş tazminatı alınmadı.
Savaş giderimi (tazminatı) olarak yalnızca Meriç ırmağı batısındaki Karaağaç kasabası alındı. Giderim (Tazminat) yalnızca para değildir. Kurtuluş savaşı aynı zamanda
1. Dünya savaşının devamı gibidir. Lozan Antlaşması da taraflar arasındaki
son Antlaşmadır. İngiltere savaş galibi olarak giderim (tazminat) istiyordu.
Daha büyük ödence (tazminat) isteminden bu yüzden vazgeçilmiştir.

Misak-ı Milli sınırları içinde Musul-Kerkük ve Süleymaniye İngiltere’ye;
Hatay Fransa’ya bırakıldı.

“Türkiye ile Irak arasındaki sınır dokuz ay içinde Türkiye ile Büyük Britanya arasında dostça belirlenecektir.” (Lozan Ant. md.(3)

Görüldüğü gibi Musul Lozan’da verilmedi. Arkasından İngiliz desteğiyle Nasturi ve Şeyh Sait ayaklanmaları çıktı. Cumhuriyet yönetimi zor durumda kaldı. Irak’ta İngiltere ile savaşamazdı. Bu sınır Lozan’da çizilmedi. Milletler Cemiyeti‘nin de İngiltere yanlısı olması üzerine 1926 yılında çizildi.

Suriye sınırı da 21 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara Antlaşmasıyla belirlenmiştir. Lozan’da değil. Karşılığında Fransa işgal ettiği yerlerden çekildi.
Hem kurtuluş savaşı içinde, hem de Lozan’da Türkiye’ye diplomatik destek verdi.
Ama mücadele devam etti. Hatay 1939 yılında anavatana katıldı.

12 ada İtalyanlar’a, İmroz, Bozcaada ve Tavşanlı adaları dışındaki bütün Ege adaları Yunanistan’a, 1571’den beri Türkler’e ait olan Kıbrıs İngiltere’ye verildi.

Yalan…

12 Adayı İtalya Balkan Savaşları sonunda kendi ülkesine kattı. Doğu Ege adalarını Balkan savaşında Yunanlar işgal etti. Savaş sonunda Atina Antlaşmasıyla Yunanistan’a verildi.

Lozan’la Çanakkale Boğazı’nın güvenliği için Bozcaada ve Gökçeada Türkiye’de bırakıldı. Doğu Ege adalarının silahsızlandırılması kararlaştırıldı (md.12).
Kıbrıs ise 2. Abdülhamit döneminde, 1878 yılında elden çıktı. 36 yıl boyunca İngiltere işgalinde kaldı 1914 yılında ise ilhak edildi.. İngilizlere teslim eden Osmanlı yönetimidir. Lozan Antlaşması ile pazarlık konusu olmamıştır. Durum not edilmiştir. Dahası;
Misak-ı Milli sınırları içinde de değildir. Son olarak; denizci olmayan, deniz filosu olmayan, oralarda savaşmayan, adaları nüfuslandıramayan, zaten işgal edilirken bile
en küçük bir direniş örgütleyemeyen Osmanlının teslim ettiği Oniki adanın
geri alınamamasını eleştirmek vicdan işi midir?

Türkiye’nin Lozan’da tam bağımsızlığına kavuştuğu iddia edilirken, ağır bir borç altında bırakılarak yabancı şirketlere imtiyazlar verilmiş ve tam bağımsızlık bir kenara itilerek Batı blokunda yer almaya zorlanmıştır.

Borçların sahibi; İslamcıların övündüğü, özlem duyduğu Osmanlı hanedanıdır.
Yeni Türkiye, Osmanlı borçlarının yalnızca kendine düşen payını ödemeyi yüklenmiştir.
Lozan’ı eleştirenler; Türk delegeler kurulunun devlet borçlarının üzerine yatabileceğini ve Osmanlı’nın geçmiş yüzyıllardan beri yitirdiği bütün toprakları geri alabileceğini sanıyor olmalılar! Son nefesini vermemek, canını kurtarmak için savaşan bir ulusun Osmanlı’yı eski günlerine döndürmesi istenebilir mi?

Yabancı şirketler zaten büyük ayrıcalıklara sahipti. Bu ayrıcalıklara Lozan’da son verildi.

Kapitülasyonlar kaldırıldı.

Ancak; bu şirketler daha sonra millileştirildi. Millileştirme; Lozan Barış Konferansının konusu değildir.

Lozan Antlaşması nasıl bir hezimettir ki; ülkesi paylaşılmış, bağımsızlığı yok edilmiş, tutsak edilmiş bir ulusun varlığını bütün dünyaya kabul ettirmiştir?

Kadir Mısıroğlu, “Lozan, muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağmasıdır.
Türk’ün şahsında İslâm’dan intikam alınarak, bütün bir İslâm dünyasının
başsız bırakılmasıdır.” diyor…

Yalnızca o büyük imparatorluğu kimlerin yağmalayıp batırdığını, dünyadan uzak kalarak, parçalanmasına neden olduğunu söylemeye dili varmıyor!

“İslâm” dediği dünyanın Osmanlı halifesini nedense hiç takmadığını;
dahası halifeliğin o dünya sömürgeleşirken bir ses bile veremediğini unutuveriyor…

Necip Fazıl; DP’den aldığı güçle çıkardığı Büyük Doğu Dergisi‘nin 29 Mayıs 1946 günlü sayısında; “Hahambaşı Hayim Nahum Kuran’ın hükümlerini kaldırıp milleti
dinsiz yapmak için bir başka Yahudi olan Lord Curzon’a ‘siz Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kabul edin. Ben onlara İslâmiyeti ve hilafeti ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum” önerisini kabul ettirdiğini yazdı. (Özakman; Vahdettin, Mustafa kemal ve Milli Mücadele, sf. 591)

Kadir Mısıroğlu baştan sona yalanlarla dolu olan “Sarıklı Mücahitler” adlı kitabında “Hayim Nahum aracılığıyla Lozan Antlaşması’nın meşhur gizli 24 maddelik kısmı
tanzim edilmiştir” (2) diye bir yalan uydurmuştur.

Koskoca devletlerin bir Yahudiye güvendiğini ve Türkiye’nin işinin böylece bitirildiğini uydurmak, ancak paranoyak bir aklın ürünü olabilir! Ruh sağlığı kendisi kadar sakat olanlar da inanır. Anlatılanların hiçbiri tarihsel olarak yaşanmamıştır. Tarihler, kişiler, olaylar uydurulmuştur.. Bir ulusun varlık-yokluk sorunu çocuk oyunu mudur?

Akit Gazetesi’nin 24 Temmuz 1996 günlü sayısının ana başlığı:
“Musul Sarhoş Kurbanı”

Sonra da bunu ABD elçisine dayandırıyorlar:

“John Grew, anılarında İsmet İnönü’nün Lozan görüşmeleri sırasında zil zurna sarhoş olduğunu söyledi.”

Böyle bir ifade yok… Yalan, iftira, hakaret, aldatma, saptırma din tacirlerinin
ana mesleğidir. Neresini düzeltelim.

ABD delegesinin adını bile yanlış yazmışlar. Ama önemli değil.
Nasılsa, din adına ne yazsalar yuttururlar…
Büyükelçinin adı Joseph Grew’dir. Anılarında akşam yemeklerinde her konu hakkında birçok dedikodunun dolaştığını, İsmet’in Curzon’la yediği bir akşam yemeğinde, “şampanyanın keyiflendirici etkisi altında Musul’u İngilizlerin elde tutmalarında
hiçbir sakınca görmediklerini söylemiş.’ diyor.

Grew olayın tanığı bile değil. Bir dedikodu aktarıyor. Tescilli Türk devrimi düşmanları bunu hemen tarihi değiştiren kesin bir bilgi gibi yutturmaya çalışıyorlar!
“Zil zurna sarhoş, Musul sarhoş kurbanı” gibi yalanlar ekliyorlar. Diplomatik yemeklerde ince espriler yapılır. Gerçek olsa bile, bu esprilerden sonuç çıkarmak akıl işi değildir.
Grew; sonra asıl gerçeği anlatıyor: “Türkler Musul’u almak istiyor, fakat İngilizler oradan toprak vermeyi kesinlikle reddediyorlar…”

Grew devam ediyor; “Curzon birden bağırdı. ‘Dört korkunç saatten beri burada oturduk. İsmet her sözümüze şu bayat ve adi kelimelerle cevap verdi:

BAĞIMSIZLIK VE ULUSAL EGEMENLİK…’

Her şey bitmişti. Curzon ızdırap ve korku içindeydi…” (2)

Demek ki İsmet paşa muhatabını çıldırtacak kadar sıkı bir görüşmeciymiş!..
Din maskeli sahtekârların işi, yalan ve iftira üretmektir.

Kemal Tahir’in “Yol Ayrımı” adlı yapıtında iki roman kahramanı siyasal tartışmaya girer. Bunlardan biri; son dönem zaferlerinin bin yıllık koca tarihin küçük bir parçası olduğunu, eskiden kopmamak gerektiğini, Lozan’da 5 ay içinde koca imparatorluğun tasfiye edildiğini anlatır. Geçmişte çok daha büyük dünya imparatorlukları kurduğumuzu, bugünkü başarının ise büyük tarih karşısında küçük kaldığını ve abartıldığını iddia eder. Bunda çok kovuşturmaya uğramasının ve uzun yıllar cezaevinde kalmasının etkisi göz ardı edilemez.

Saltanat ve Hilafet yanlıları, bir roman kahramanının abartılı sözlerini referans alarak “Kemal Tahir de Lozan’ı yenilgi olarak görmektedir.” diyerek savlarına dayanak yaparlar.
Kemal Tahir’in babası Abdülhamit’in yaveri, annesi de Saraydan çıkmadır. Osmanlıcıdır. Kemal Tahir’in böyle düşünmesi özneldir. Kendine göre haklıdır. Savunduğu şey, Saltanat ve Hilafet değildir. Daha çok, yaşanan travmanın etkisiyle eski görkemli dönemlere ait özlemlerini, çöküşten duyduğu üzüntüyü anlatır. Bu türden uzun diyalogları, öteki kitaplarında da vardır.

Ahmet Kekeç, Star gazetesindeki 12 Mart 2013 günlü “Bir De Lozan vardı” başlıklı yazısında, İsmet Paşa’nın yan bir figür olduğunu, Lozan heyetinin deneyimsiz olduğunu, hükümetten yardım almadığını, görüşmelerin sürdüğünü, neden yalnızca Osmanlı ülkesinin tarumar edildiğini sorguluyor (3).

Yanıtı basittir; 1. Dünya Savaşı’nın ilk amacı zaten Osmanlı ülkesinin paylaşılması idi. Lozan görüşmeleri Türk heyetinin direnmesi yüzünden uzun sürdü. Türk heyeti deneyimsiz değildi. O dönemin en yetkin kişileri vardı. İsmet Paşa da adı parlayan kişiydi…

Ahmet Kabaklı; “Rivayete göre Lozan’ın 12 veya 24 gizli maddesi vardır ki, bunları bilmiyoruz… Lozan’da misak-ı milli gerçekleşmemiştir. (Ekim 1988, Sur dergisi)

Gizli maddeler, açıkça sırıtan bir yalandır. Yazanlar da biliyor. Bu saçmalıklara,
Türk Devrimine düşman olunduğu için devam ediliyor. “Çamur at izi kalsın…”

Lozan’da Misak-ı Millinin tam olarak gerçekleşmediği doğrudur. Misak-ı milli
Son Osmanlı meclisinin kararlarıydı. Mücadelenin genel amaçlarını ve ulusal sınırlara ulaşılmasını hedefliyordu. Lozan’da; misakı milli kararlarındaki üç önemli sorunun çözümü ertelendi. Sonraki yıllarda Musul dışındaki bütün amaçlara ulaşılmıştır.

DÖNEKLER, İŞBİRLİKÇİLER, ETKİ AJANLARI

Günümüzde, kendine liberal yakıştırması yapan, AB ve ABD hayranı, özellikle solculuktan vazgeçen, dış kaynaklı çeşitli fonlardan beslenen kesimdir. Genel tavırları; özellikle ulusal konularda atıp tutmak, bağımsızlığı küçümsemektir. Osmanlı dönemiyle de çok barışık değildirler. Ama cumhuriyet tarihini karalamayı görev edinmişlerdir.
Halil Berktay bunlara tipik bir örnektir.

Cumhuriyet döneminin eleştirisi en sevdikleri konulardandır. Kimi cemaatin hizmetindedir. Kimi Kürtçülüğün… Ulusal düşünceye karşıdırlar. Ulusal tarihi basit bir
olaylar zinciri olarak görürler.

Kendilerine “aydın” (!) sıfatını yakıştırarak, AKP iktidarını desteklediler.
Bunlardan bir olan Ayşe Hür; “Lozan ne yenilgi ne hezimet” diyor. Müslüman azınlıklara da, öteki azınlıklara uygulanan hakların verildiğini iddia ediyor ki; bu bütünüyle bir saptırmadır. (4)

Cemaat tarihçilerine bir örnek; Mustafa Armağan
Zaman gazetesinde şunları yazmış:

”19 Şubat 1920 tarihli İngiltere Genelkurmay Başkanı’nın talepnamesinde, vazgeçilebilecek topraklar belirtilmişti zaten. Nitekim bu belgede açıklanan asgari sınır, İngilizlerin Lozan’da bize bıraktıkları topraklarla neredeyse birebir örtüşüyordu” (5)

Okuyucu buradan; “demek ki Kurtuluş savaşını yapmasaydık, İngiltere zaten şimdiki sınırlarımıza kadar çekilecekti !” sonucunu çıkarabilir ki; Armağan’ın bilim insanı olmak yerine, dezenformasyon (bilgi kirliliği yaratma, çarpıtma, yanıltma) görevlisi olması
çok düşündürücüdür. Oysa; bu rapordan birkaç ay sonra Sevr koşullarını zor yoluyla kabul ettiren İngiltere’dir. Öylesine ki; Osmanlı heyetinin İstanbul’dan onay almasını bile engelleyerek… “Biz sizi imza için çağırdık. İstanbul’a danışamazsınız! “ diyebilmişlerdir.
Mustafa Armağan saptırıyor. Armağan; “İngiltere’nin başını çektiği uluslararası camia tarafından tanınmazsak ne olacaktı?” diye olmayacak bir varsayım üretiyor! Oysa; TBMM’ni konferansa zaten o dönemin “uluslararası camiası” çağırmıştı. Üstelik Türkiye hükümeti Fransa, Sovyetler Birliği, İtalya tarafından zaten tanımıştı. İngiltere de daha 1921 başında Londra konferansında tanımıştı. Kaldı ki; tanıma olayı bir lütuf değildir. Güçle, zorla, utkuyla elde edilmiş bir haktır.
Böyle uydurmalara başvurmanın amacı ne olabilir? (5)

İKTİDAR DALKAVUKLARI

Bu grupta olanlar genellikle mevcut iktidarların davulunu çalmayı uygun görürler.
Bunlar çoğunlukla sağcı kalemlerdir. Sonradan liberal olanlar da vardır.
Önemli olan iktidarı destekleyip maddi ve manevi alanlarda kazanım elde etmektir.
Örneğin; Lozan görüşmeleri sırasında başbakan Rauf Orbay’dır.
Rauf Orbay Lozan konferansında Türk kuruluna başkanlık etmek istiyordu.
Mondros Ateşkes anlaşmasını imzalayan kişiydi. Rauf Bey, bu konferansa katılarak geçmişine ait bir olumsuz eleştiriden kurtulmak istiyordu. Bu yüzden Lozan’da mücadele veren Türk kuruluna, görüşmelerin gelişmesine muhalefet etti. İsmet Paşa çok zor durumda kaldı. Hükümetten destek bulamadı. Dönüşünde başbakan tarafından karşılanmadı.

İstanbul basını bu süreçte hükümeti destekledi. Sonraki yıllarda da bu eleştiriler
devam etti. DP, AP, Özal, AKP dönemlerinde hep iktidarın görüşlerine yakın yorumlar yapılmıştır.

Taha Akyol, bunlardan biridir. Hatta en ılımlılarından biridir. Bütünüyle nesnel olmak yerine kuşku uyandırmayı ve yalpalamayı uygun görür. Lozan konusunda sıkça yorum yapmaktadır. Bir yazısından alıntılayalım:

“Lozan’da hedeflerimiz: Lozan’da ana hatlarıyla milli hedeflerimize ulaşmışızdır.
Gerçi Lozan’da Ege adalarını ve Kıbrıs’ı geri almış değiliz! Misak-ı Milli içindeki Musul’u (Kuzey Irak’ı) kaybettik, Boğazlarda tam egemenliğimizi kuramadık, Hatay’ı alamadık!..
Öyle ama Ege adaları ve Kıbrıs zaten dosyamızda yoktu, o defterler çok daha önce kapanmıştı. Musul’u İngilizlerden bütünüyle almaya gücümüz yetmezdi. Sadece Mustafa Kemal değil, Karabekir ve Rauf Bey dahil bütün kadro bu görüştedir. Onun için, Musul’u ‘ikinci derecede hedeflerimiz arasına koyarak masaya oturmuştuk.
Boğazlarda tam egemenliğimizi ise dünya dengeleri elverişli hale geldiğinde Montrö Antlaşması’yla 1936’da sağlayacak, sonra da Hatay’ı anavatana katacaktık.
Lozan’da güç dengesi: Lozan’da karşımızdaki asıl güç İngiltere idi. İsmet Paşa,
İngiliz siyasi gücünün Yunan askeri gücünden önemli olduğunu söylemiştir haklı olarak. İngiltere’yle savaşmak noktasına gelindiğinde, orada durmak zorunda kalan Türkiye olmuştur. Bu iki açıdan bakıldığında, Lozan başarılıdır…”

Taha Akyol, yazısının sonunda “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek” zorunda kalmış:
“Musul dışında, Lozan’ın sağladığı ve yol açtığı başarılar büyüktür. Lozan fevkalade öğretici bir diplomasi kitabıdır; cepheden masaya, bütün yazanlarını saygı ve rahmetle anıyorum.” (6 )

Türkiye Cumhuriyeti’ni genel olarak sağ iktidarlar yönetti. Sağcı yazarlarda iktidar gibi düşünmek genel bir eğilimdir. Bilimden çok yandaşlık yapılır. “Mütareke Dönemi”nde (1918- 1922) sırtını iktidara dayamış, köşklerde oturan ve ahkâm kesen Babıali yazarları vardı. Günümüzde de bunlardan çok sayıda bulunmaktadır. Hem iktidara biat ederler, hem de akıl hocalığı yaparlar.

SONUÇ

Bütün bilim alanlarında olduğu gibi, tarihi konularda da gerçeği ulaşmak için nesnel olmak zorunludur. Lozan Barış Antlaşması konusunda; Rıza Nur gibi ruh hastalarının rivayetlerine, devrim düşmanlarının ve ihanetleri kesin olduğu için
yurt dışına sürgün edilmiş 150’liklerin iftiralarına dayanarak hiçbir gerçeğe ulaşılamaz.

Konferansın binlerce sayfalık tutanakları (A. Saltık : Seha Meray çevirisi, 8 cilt), Antlaşmanın kendisi, günü gününe yayınlanan basın haberleri, delegelerin demeçleri ve sonradan yapılan değerlendirmeler gerçeği apaçık oryaya koymaktadır.

İsmet Paşa Lozan eleştirilerin nedenini şöyle açıklıyor:

“Lozan’a yapılan eleştiriler büyük ölçüde yeni rejime itirazdan kaynaklanmaktadır.” diyor.

Devam ediyor:

“Mudanya Mütarekesinden sonra Lozan Konferansı, milletimizin Avrupa ortasında davet olunduğu büyük bir imtihandır. Türkiye medeni âlem ortasında, davasını açık ve kesin olarak izah ve müdafaa edecek medeni ve siyasi bir seviyede midir?…
Lozan imtihanında işte bu suallerin cevabı verilmiştir.” (2)

ABD elçisi Grew; gerçek fikrini anlaşma yapıldıktan sonraki zamanda bir resmi toplantıda belirtmiştir:

  • “İsmet paşa Lozan’da büyük bir diplomatik zafer kazanmıştır…
    Belki bu tarihte kazanılmış en büyük diplomatik zaferdir..” (2)

Lloyd George; kabinesindeki savaş yanlısı bir bakan, Lozan Antlaşması konusunda 14.08.1923 günlü Evening Standard gazetesinde şunları yazdı:

”Türkleri her savaşta yendik. Savaşı (1. Dünya savaşını) büyük zaferle sona erdirdik. Ama şimdi her şey yitirildi. Uğrunda savaştığımız her şey teslim edildi. (2)
(S.R. Sonyel, İngiliz Gizli servisi, syf. 335-6)

Lozan zaferine iftira atanların başvurdukları kaynaklardan biri de Rauf Orbay idi.
Rauf Orbay “Yakın Tarihimiz” adlı anılarında gerçeği itiraf etmiştir: “Hülasa Lozan’da İsmet paşayla aramızda hasıl olan anlaşmazlıklara rağmen memleket hesabına yapılması imkanı olanın en iyisi yapılmıştır. (2)

Mustafa Kemal’in Lozan değerlendirmesi:

  • “Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış, büyük bir suikastın çöküşünü anlatan bir belgedir. Osmanlı dönemi tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir.” (Söylev)

Lozan Barış Antlaşması konusunda bir internet sitesinden alıntıladığım şu yoruma katılmamak elde değil:

“Sevr mağlup Osmanlının son günlerinin ürünüyken Lozan muzaffer Türkiye’nin dünya sahnesine çıkışını simgeler. Muhtemelen Sevr Antlaşması uygulanmış olsaydı günümüzde tıpkı Arap Dünyası gibi ve 2300 yıl önceki Helenistik Krallıklara benzeyen tarzda birkaç devletten oluşan bir Anadolu ve Trakya Türklüğü ile karşı karşıya kalınacaktı. Sevr’i imzalayan müflis ve işbirlikçi İstanbul hükümetinin bir başka vahim hatası, Yunanlar ve Ermenilerin durumuyla ilgilidir. Sevr Antlaşması sadece İngiltere, Fransa ve İtalya’ya manda ve nüfuz alanları tahsis etmekle kalmıyor, Yunanistan’a Batı Anadolu ve Trakya’da geniş topraklar sunduğu gibi, doğuda da büyük bir Ermenistan kuruyordu. Belki İngiliz, Fransız ve İtalyanların öninde sonunda “gidici” oldukları söylenebilir, ama Yunanlar ve Ermeniler için bu asla söylenemez.
(Mehmet Hasgüler, usakgundem.com 10 Aralık 2007)

Osmanlı Devletinin son 150 yılı parçalanma tarihidir. 1.Dünya savaşı sonunda ise kalan son yurt parçası Anadolu da parçalanmıştır.

Sevr; Türk Ulusunun belleğinde karanlığın, ihanetin, tutsaklığın, parçalanmanın, dağılmanın, tükenişin bütün dünyaya itiraf edildiği belgedir.

Lozan Antlaşması; son yurt parçasının kurtarıldığını, bağımsızlığın ve özgürlüğün yeniden sağlandığını dünyaya kabul ettiren bir belgedir.

Misak-ı milli sınırlarına büyük ölçüde ulaşılmıştır.
Hatay ve Boğazlar sorunu da sonradan Türkiye’nin kazanımıyla çözülmüştür.

Lozan Antlaşması; hukuksal, siyasal, ekonomik bir bağımsızlık belgesidir.
Altyapısı sağlam gerekçelere dayandırılmıştır. Dünyada bir yüzyıl boyunca bozulmayan tek uluslararası Antlaşmadır.

Lozan Antlaşması; Türk Ulusu’nun tarihte yeniden doğuş belgesidir.

Lozan Antlaşması; Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük akımlarının Türkiye’ye özgü bir çözüm olmadığının daha yüz yıl önce kanıtlandığını gösterir.

  • Türkiye’nin çözümü Kemalizm’dedir.

KAYNAKÇA
(1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1#cite_note-3http://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1#cite_note-3
(2) Vadettin Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, Turgut Özakman
(3) http://haber.stargazete.com/yazar/oyle-ya-bir-de-lozan-vardi/yazi-735039http://haber.stargazete.com/yazar/oyle-ya-bir-de-lozan-vardi/yazi-735039(4) http://bianet.org/bianet/siyaset/108532-herkesin-lozan-i-farklihttp://bianet.org/bianet/siyaset/108532-herkesin-lozan-i-farkli(5) http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/lozanin-gizli-maddeleri_1324551.htmlhttp://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/lozanin-gizli-maddeleri_1324551.html
(6) http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=970499http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=970499