Etiket arşivi: “Şark Meselesi”

DEMOGRAFİK DİNAMİT

DEMOGRAFİK DİNAMİT

Konuk yazar :
Av. Hüseyin Özbek

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Babam, kısadan önü alınabilecekken ihmal nedeniyle ölümcül sonuçlara yol açan hastalıklar için; “Dirhem ile girer batman ile çıkmaz” derdi.
Benzetme, kişisel sağlık açısından olduğu kadar toplumsal sağlık açısından da geçerlidir.

Bireysel aymazlığın ceremesini kişiler çeker, toplumsal aymazlığın faturası ise tüm millete çıkar.
Bugünümüzü ve yarınımızı emanet ettiğimiz siyasal iktidarların hataları toplumsal geleceğimizin tümüyle yitirilmesine yol açabilir. Hatanın büyüklüğü hali ise tarih sahnesini sonsuza dek  terk etmeye dek gidebilir.

Ülkenin ve ulusun yazgısı, tarih bilinci ve yönetim ehliyetinden yoksun kimi idarecilerin keyfiliğine bırakılmışsa, çöküş kaçınılmaz demektir.

Stratejide yapılan hataları taktikle düzeltmenin olanaksızlığını tarih bize göstermektedir. Sözü daha çok uzatmadan yakın geçmişte, “Stratejik Derinlik” makyajıyla pazarlanan “Stratejik Cinnetin” faturasını, batman ve dirhem üzerinden ele almanın zamanıdır.

Çizilen pembe tabloların, köpürtülen hayallerin, yükseltilen beklentilerin, Şam’da Emevi Camisinde kılınacak Cuma Namazının erken alınıp, tazelenmeyen abdestinin Türk Milletine maliyeti hiç kuşkusuz bu yazının boyutlarının çok ötesindedir.

Mantıksal içerikten yoksun tekrarların, uluslararası güç denklemini ve ülke gerçekliğini dikkate almayan anlamsız vurguların, kimi dönemler kitleler üzerinde toplu hipnoz etkisi yarattığını tarih bize göstermektedir.

Nasreddin Hoca’nın tantanacılarca iç edilen yorganı misali, Şam’da Cuma Namazı hayaliyle başlayan uzun rüyanın sabahının gerçekliği, 4 milyona yakın Suriye’linin Türkiye’yenin kentine köyüne, dağına ovasına yayılmış olmasıdır!

Toplumsal huzur, ülke güvenliği, hukuk düzeni, demokratik rejim ve gelecek açısından ağır sorunlara yol açması kaçınılmaz bir demografik dinamit ne yazık ki Türkiye’nin kucağındadır! Daha vahimi, Türkiye’nin, her an patlamaya (patlatılmaya) hazır bu demografik dinamiti zararsız hale getirecek devlet aklından yoksun bir görüntü vermesidir!

Buraya dek yazdıklarımızı özetleyelim: Türkiye’nin Suriye’ye yönelik stratejik cinneti, akıl ve gerçeklik dışı bir siyasal şizofreninin kaçınılmaz sonucudur. Şark Meselesinin (Doğu Sorunu) güncellenmişi olan BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) ise, oyun kurucu emperyal aklın stratejik atağıdır.

Türkiye’nin toplumsal dengelerini, uluslaşma sürecini, güvenlik ve huzurunu paramparça edecek dört milyona yakın Suriye’linin Türkiye’ye yığılmasının kamuoyuna onaylatılması, Hz. Muhammed’in Mekke’den Medine’ye göçü ve Ensar – Muhacirin söylemi üzerinden gerçekleştirilmiştir.

Tarihten hiç kuşkusuz ders alınmalıdır. Fakat tarihte yaşananların, dönemin koşulları, tarafların konumları ve talepleri, sosyo-ekonomik yapı, neden – sonuç ilişkisi göz önüne alınmadan bire bir yinelenmesini beklemek bilim ve mantık dışı bir durumdur.

İslam Peygamberi Hz. Muhammed (M.S. 570-632) döneminde Mekke’nin nüfusu 25 bin, Medine’nin nüfusu 10 bin dolayındadır. Hz. Muhammed’in ardından Mekke’den Medine’ye göç etmek zorunda kalan Müslümanların (Muhacirin) sayısı 186 kişidir.

Bu denli az sayıdaki göçmenin (muhacirin), yeni göçtükleri kentin dengelerini alt üst etmeleri şöyle dursun, ekonomik ve sosyal yaşamın gelişmesine ciddi katkıları olmuştur. Üstelik Mekke ahalisi de Medine ahalisi de aynı dil ve etnisiteden gelmekte, Arapça konuşmaktadırlar! Bu nedenle her iki taraf açısından bir olumsuzluk yaşanmadan kolaylıkla uyum sağlanmıştır.

Hz. Muhammed’in M.S. 622’de hicreti ile 4 milyona yakın Suriye’linin kapakları açılan etnik barajdan boşalan demografik sel örneği bütün Türkiye’yi kaplamasını aynılaştırmak, akıl ve izan tutulmasından başka türlü tanımlanamaz.

Hukuksal olarak mülteci veya göçmen olarak tanımlanamayacak 4 milyona yakın homojen bir etnisite, Türkiye’nin ekonomik, sosyal, siyasal dengelerini alt üst etme potansiyeli taşıyan demografik bir dinamit olarak önümüzdedir.

Siyasal Kürtçü etnik kalkışmanın ağır maliyeti ortada iken Siyasal Arapçı yeni bir kalkışmanın Türkiye’ye olası maliyetini kestirmek zor değildir.

Cumhuriyet’in çok zengin hukuksal, bürokratik, diplomatik, askeri potansiyeli yok edilip bu zor coğrafyada ülke ve millet olarak var olabilmenin olmazsa olmazı olan devlet aklı bir yana atıldığında neler yaşanacaksa onlar yaşanmaktadır.

Stratejik cinnetin yarattığı narkozun etkisi geçtiğinde ortada görülen, 4 milyona yakını Suriye’li olmak üzere 8 milyon yabancı ile yol geçen hanına dönmüş, kucağına konmuş demografik dinamiti nasıl etkisizleştireceğ konusunda hiçbir fikri olmayan bir Türkiye görünümüdür!
================================
Dostlar,

TÜRKİYE’de 4 MİLYONA YAKIN
SURİYE – IRAK İNSANI NE OLACAK?!

Sn. Av. Hüseyin Özbek‘in yukarıdaki kaygıları ve uyarıları yerindedir. Çok boyutlu, uzun erimli ve çok ağır faturaları olan ve olacak olan bir sorun kümesiyle yüz yüzeyiz..

Suriye’liler yaklaşık 3,5 milyon, Irak’lılar yaklaşık yarım milyon, toplam 4 milyon insan Türkiye nüfusunun 1/20’sidir. Her 20 insandan biri ülkemizde uluslararası hukuk açısından yurttaş, sığınmacı (mülteci) – göçmen statüsü olmaksızın bulunmaktadır. 3,5 milyon Suriye’linin 1,6 milyonu 0-18 yaş arası çocuktur. Bu kitlelerde akılları zorlayan bir yüksek doğurganlık yaşanmaktadır. AKP iktidarı doğum kontrolünü çağ dışı saydığından, ”Allah ne verdiyse” ilkelliği ile engellediğinden, bu hizmetleri gereğince vermediğinden (Anayasa md. 41 ve 2827 s. Nüfus Planlaması Yasasını suç işleyerek uygulamadığından), ”üretim” sınır tanımadan sürmektedir.

Bu insanlar için 30 milyar Doları aşan harcama yapıldığını Erdoğan dile getirdi. Bu rakam sürekli artmakta elbette. Ayrıca arada yandaş şirketler var ve onlar da zengin edilmekte! Günümüzde yaşadığımız ekonomik bunalımda uçan kuştan medet umarken, Katar’ın 15 milyar dolarlık yatırımı kim bilir hangi ağır ödünlerle sağlanacak!

Bir başka boyutu, 4 milyonu aşan bu  ”nitelikli olmayan” ezici bölümü Müslüman Arap kitle, Türkiye’nin AKP = Erdoğan karşıtı laik – Cumhuriyetçi kesimlerine karşı bir dengeleme, bu uygar insanların toplumda oransal olarak geriletilmesi amacı da taşıyor. Nitekim vatandaşlığa alınanların 30 bini aştığını biliyoruz. Bu kitleler herhalde kendilerini AKP = Erdoğan‘a medyun duyumsuyorlardır, nitekim bir AKP milletvekili bile taşındı TBMM’ye..

Bu kitle Türkiye’ye, Erdoğan’ın olağanüstü yanlış, ABD güdümlü Suriye politikası yüzünden taşınmıştır. Bu hatalar zincirinin uzantısı olarak ciddi askeri operasyon harcamaları yapılmıştır, yapılmaktadır.. Güncel ekonomik çöküş böylesine göz göre göre ve adım adım gelmiştir
Erdoğan hala, inatla, Esad ile el sıkışmaya yanaşmamaktadır. Oysa Suriye’de barış ve Suriyeli 3,5 milyon insanın ülkesine dönmesinin başkaca yolu gözükmemektedir. Aynı biçimde Irak’lı yarım milyon insan.. Bu kitle mutlaka ülkelerine gönderilmelidir yakın erimde. Türkiye bir yol geçen hanı olamaz. ”Ensar olduk” masallarına karnımız tok. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı öylesine ucuz değildir.

Öte yandan, 4 milyonu aşkın bu kitlenin bir yandan ülkemiz kültürüne – sistematiğine entegrasyonu (assimilasyonu değil!) çabasının özenle ve çok planlı olarak yürütülmesi zorunluğu da vardır. Buna ilişkin bir AKP planı, TBMM’en geçmiş yasa bilmiyoruz..

AKP = Erdoğan 16 yılda ülkemizi hemen her bakımdan ciddi yıkıma uğrattı. Tüm ama tüm çabalara karşın Erdoğan’da vahim – korkunç yanlışlarını görme ve düzeltme istenci görmüyoruz! Son olarak 26 Ağustos’u yok sayıp Malazgirt, Ahlat taraflarına gitti.. Ülke yangın yeri iken, bir de Ahlat’ta saray yaptıracakmış! Alpaslan’ın mirasçısı olacakmış Türkiye böylelikle. Akıllara seza!

AKP = Erdoğan’a şunları söylemek ve anımsatmak isteriz çok işe yaramasa da :

  • “Nemiz varsa; bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanımızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak; hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz.” (Falih Rıfkı Atay Çankaya, syf. 363)
  • 26 Ağustos’ta Dumlupınar yerine başka yerlere gidenler… Alpaslan’ın 1071’de bize sunduğu Anadolu’yu, sizin övündüğünüz Osmanlı, Sevr ile Batı’ya terketti. Malazgirt ve İstanbul dahil. 3,5 yıl süren işgali, Osmanlı’nın düşmanla işbirliğine karşın Mustafa Kemal önderliğinde bu halk sonlandırdı. Osmanlının kabul ettiği Sevr’i 1. Meclis yırtıp, onay verenleri vatan haini ilan etmese idi, bu gün ne Erdoğan ne de kulları olurdu.. ve Malazgirt Türk toprağı değildi! Tarihe ve bu toprakların mazlum insanlarına ihaneti bırakın.. ATATÜRK havalanını hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç mi hiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiç gerek yokken kapatıp – taşıtıp, adını silip, Alpaslan Havaalanı yapmak, ülke ekonomik bunalımda iken Ahlat’ta saçma sapan gerekçe ile Saray hülyası kurmak.. çok yönlü oyunlar ve tarih gerçekleri yazacak, bunları yapanları ise bu Ulus asla bağışlamayacaktır!

Sevgi ve saygı ile. 27 Ağustos 2018, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

Irak Kürdistanı: Halkın İradesi mi? Aşiret Sultası mı?

Irak Kürdistanı: Halkın İradesi mi? Aşiret Sultası mı?Irak Kürdistanı:
Halkın İradesi mi? Aşiret Sultası mı?

Prof. Dr. Taner Timur
http://mulkiyehaber.net/irak-kurdistani-halkin-iradesi-mi-asiret-sultasi-mi/
Bu kez korkulan oldu; Barzani geri adım atmadı; referandum yapıldı. Erbil’den yapılan açıklamaya göre Iraklı Kürtler ezici bir çoğunlukla bağımsızlığa «evet!» dediler. Şimdi bizde siyaset erbabı «referandum geçersizdir» diye nutuklar atarken, iş erbabı da «kâr-zarar» hesapları yapıyor. Son yıllarda Irak Kürdistanı Türkiye’nin dostu, Kerkük de Türk ekonomisinin bir

tanersonnparçası haline geldiğine göre, bu oylamaya bu ülkede kim kayıtsız kalabilir ki?
«Referandum yok hükmünde!»; «Hesabını soracağız!»; «Sen kaşındın Barzani!».. Bunlar 25 Eylül sabahı gazetelerde okuduğumuz bazı manşetlerdi. Ertesi sabah, sonuçlar belli olduktan sonra da gazetelerin çoğu cumhurbaşkanının şu cümlesini manşet yaptılar: «Bir gece ansızın gelebiliriz!». Adeta bir «darbe»yi haber verir gibi..
***
Aslında biz de, Kürtler de bu gibi nutuklara yıllardır alışkınız. Oysa gerçek durum şöyle özetlenebilir: 19. yüzyılın «Şark Meselesi» günümüzde değişik bir senaryoyla ikinci hayatını yaşıyor. Yüz küsur yıl önce Balkanlar’da oynanan kanlı oyun, bu kez Ortadoğu’da sahneleniyor. İpler yine «Düveli Muazzama»nın elinde, sahnedeki oyuncular ise bölge insanları. Birinciler gökleri kontrol ediyor; ikinciler yerde savaşıyor. Oyunun adı da konuldu: «Vekalet Savaşı». Oysa «vekil»ler bu savaşta hiç de «paralı asker» sıfatını kabul etmiyorlar. Biz de varız, diyorlar; bizim de bir davamız var; başkaları için değil, kendimiz için savaşıyoruz!
***
2003 yılında Irak’ın işgaline tanık olan İrlandalı gazeteci Patrick Cockburn, geçenlerde Kerkük’ün o günlerde nasıl yağmalandığını hatırlamıştı. Köşesinde (Independent, 22 Eylül, 2017), 10 Nisan 2003’te yağmacılar Kerkük’ü soyarken, Peşmergelerin «boşluğu doldurmak» üzere şehre nasıl girdiklerini anlatıyordu. O günlerde de kıyamet kopmuştu. Herkes Kürtleri tehdit ediyor, «size gösteririz!» diyordu. Hatta Cockburn’ün kendisi de «Kürtlerin zaferi Türkiye’nin işgali korkuları yaratıyor» başlıklı bir yazı yazmıştı.
Sonra korkulan olmadı. 2005’te bir anayasa kabul edildi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi kuruldu. Barut fıçısına dönüşmüş bir bölgede giderek «devlet içinde devlet» haline gelen «federal» bir yönetim çıktı ortaya. Kendi parlamentosu ve askeri gücü olan; yabancılara vize veren; başka ülkelerle, Erbil’deki konsolosluklar aracılığıyla, doğrudan diplomatik ilişkiler kuran; gençlerine Kürtçe eğitim veren bir «özerk» yönetim..
Oysa bu yönetim bölgede örnek bir «model» oluşturmaktan uzaktı. Bir aşiret yapısını en ileri anayasa ilkeleriyle süslemiş garip bir alaşım manzarası sergiliyordu. Durum buydu ve beliren kaos ortamında Kürt yönetimi her türlü kötülüğün nedeni sayıldı: Aşiret zihniyeti, yolsuzluk, bağnazlık, Kürtleştirme politikası, kısaca kötü yönetim. Kürtlere her zaman arka çıkmış P. Cockburn bile bunların tamamen haksız olduğunu yadsıyamadı.
***
Ne var ki Barzani, vekilleri ve dostları da bu arada boş durmadılar. Onların da söyleyecekleri vardı; söylediler. Mealen, şuydu söyledikleri: Biz bu toprakların en ezilmiş halkıyız; Saddam yıllarca bizi ezdi; kimyasal silahları Suriye halkından önce biz tanıdık. DAEŞ’le biz savaştık; bu toprakları Ortaçağ vahşetinden biz kurtardık; bunu yaparken de her türlü kökenden yüz binlerce sığınmacıyı topraklarımızda barındırdık. Oysa biz terörle savaşırken, Irak Hükümeti, DAEŞ’in ve Şii milislerin kontrol ettiği yerlerde «devlet bütünlüğü» adına memur ve müstahdemlere maaş ödemeye devam ediyordu. Bugün herkesin karşı çıktığı referandum zaten 2005 Anayasası’nda (md. 140) yazılı bulunuyor. 2007 yılı sonuna kadar bunun uygulanmasını önleyen taraf da biz değil Irak Hükümeti oldu. Bütün bunlar göz önünde bulundurulursa, varılan noktada, Kürdü, Arabı, Türkmeni, Süryanisi, Yezidisi ile tüm halkımızın bağımsızlık istemekten başka çaresinin kalmadığı anlaşılır. Kaldı ki, oylamada «evet» çıksa da, biz hemen bağımsızlık ilan edecek değiliz. Bölgedeki istikrarı bozmamak için dostça görüşmelere, barışçı yollar aramaya devam edeceğiz.
***
Kuşkusuz, durum, çizilen tablodaki gibi parlak olmaktan uzaktı ve daha ilk maddesinde «Bu Anayasa Devlet bütünlüğünün teminatıdır» diyen Irak Anayasası bir «bağımsızlık» oylamasına izin vermiyordu. Yine de teslim etmek gerek ki Kürtlerin bu feryadında haklı noktalar vardı. Fakat ortada da yanıtlanması gereken önemli bir soru kalıyordu. Irak Kürdistanı bölgede zaten «bağımsız bir devlet» özellikleri taşırken, Barzani, bu kritik dönemde neden tüm dünyayı karşısına alacak bir çıkış yapmıştı? Buna nasıl cesaret etmişti? Amerika’sı, Rusya’sı, İran’ı, Türkiye’si «sakın ha!» derken, Irak Hükümeti mutlaka önlem alacağını söylerken, Kürdistan Parlamentosu böyle bir kararı nasıl alabilmişti ?
***
Şurası önemli : Aslında büyük güçlerden ABD referanduma esasta karşı çıkmıyor. Sadece onu zamansız buluyor ve -bir Beyaz Saray açıklamasına göre (15 Eylül 2017)- DAEŞ ile savaş gündemin ilk maddesi iken, böyle bir oylamanın «ihtilaflı topraklarda özellikle istikrar bozucu ve tahrik edici» sonuçlar doğuracağını düşünüyor. «İhtilaflı topraklar» da, başta Kerkük, Irak Kürdistanı’nı teşkil eden üç eyaletin (Erbil, Dohuk, Süleymaniye) dışında kalan ve hukuken Bağdad’a bağlı olsa da, fiilen Kürtlerin kontrolünde bulunan topraklardan oluşuyor.
***
Gelişmelerde en ilginç taraflardan biri, resmi planda referandumu destekleyen tek devlet olan İsrail’in tavrı oldu. Diplomaside her zaman dikkatli ve ihtiyatlı adımlar atan bu ülkenin hesabı acaba neydi ?
İsrail’in eski ABD elçilerinden Ron Prosor, adeta ülkesinin resmi görüşünü açıklar gibi, New York Times sütunlarında (24 Eylül 2017), İsrail desteğini Kürtlerin bölgede tüm aşırılıklara karşı bir «tampon bölge» oluşturacağı teziyle savunuyor. «Demokrasi bayrağının genellikle inik olduğu bir bölgede, Kürdistan’ın liberal demokratik değerleri kucaklamayı seçtiğini» söylüyor ve Başkan Trump’ı da bu desteği paylaşmaya davet ediyor. «Eğer, diyor, ABD istikrar getirici, modernleştirici ve demokratik bir gücü desteklemek isterse, seçim kolaydır: Mr. Trump kazanana oynamalı, bağımsız bir Kürt devletini desteklemelidir.».
N.Y. Times’ın Kudüs büro şefi D. B. Halbfinger ise, gazetesinde (22 Eylül 2017) Netanyahu’nun bu desteği tarihi Kürt-Yahudi dostluğuna dayandırdığını iddia ediyor. Yahudilerin daha Babil esareti sırasında Kürdistan’da olduklarını, altı yüz yıl önce de Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü aldıktan sonra Yahudilere insanca davrandığını, hatta Yahudi Maymonid’i özel doktoru tayin ettiğini söylüyor. Günümüzde de bu dostluğun sürdüğünü birçok örnekle anlatıyor. Yazar, Kürtlerin, başta iki yüz bin Kürt Yahudisi (Kurdish Jews) olmak üzere, tüm Yahudilerin dostu olduğunu iddia ediyor ve yıllarca Kürtlere askeri eğitim vermiş emekli bir generalin «ben bir Kürt yurtseveri oldum» diyen sözlerine de yer veriyor.
İçtenliği kuşkulu bu satırları okurken, bizim de kafamızda şu sorular beliriyor: İsrail’in kendine özgü nedenlerle Barzani kozunu oynaması, acaba başka bir şeyi daha mı ifade ediyor? Bu açık destek, yoksa İsrail ile çok özel ilişkileri olan ABD’nin gizli desteğinin de bir işareti mi? Kuşkusuz üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir hususlardan biri de bu; özellikle de yıllardır Kürt Sorunu ile başı dertte olan bu topraklarda.. O halde biz de gelelim Türkiye’nin tutumuna..
***
Barzani son yıllarda bu ülkede AKP yönetiminin sevgili dostu olmuştu. Sık sık Ankara’ya geliyor; törenlerle karşılanıyor; ayağının altına kırmızı halılar seriliyordu. Ünlü «kazan-kazan» politikası yürürlüğe konmuştu; siyaset ile ticaret el ele yürüyordu.
Kendisi de elbette bu sevgi dalgasına kayıtsız kalamazdı ve kalmadı. Siyasi planda Türkiye Kürtlerini AKP’ye yönlendiriyor, iktisadi planda ise kârlı bir ticarete konan engelleri kaldırıyordu. Özellikle enerji ve inşaat burjuvazisinin sevgili ortağı haline gelmişti. Ankara, Irak Kürdistanı’na bağımsız devlet muamelesi yapıyor, Bağdat’ı hiçe sayarak, Kerkük’le doğrudan petrol ticareti yürütüyordu. Bu yüzden Irak Hükümeti Kürdistan’ın tahsisatını kesince, bir ara Erbil’deki memurların maaşı bile Ankara’dan ödendi. Alan da memnundu, satan da; bu konuda Amerika’nın ikazları, İran’ın homurdanmaları para etmedi. Bölgede binden fazla Türk şirketi iş yapıyor, Habur kapısından günde binlerce tır kamyonu geçiyordu. Pasta büyüktü; başkaları da ziyafete katılabilirdi. Öyle ki, daha geçen Ağustos ayında, Başbakan Binali Yıldırım, Ankara’yı ziyaret eden Singapur Başbakanına bile pastadan pay önermişti. Ona, “Singapur’un elindeki para kaynağını Türk müteahhitlerinin gücüyle birleştirelim” demiş, “özellikle Suriye ve Irak’ın imar edilip ayağa kaldırılmasında ortak yatırımlar yapılabileceğini” önermişti. (Yeni Şafak, 22 Ağustos, 2017).
***
Ne var ki son yıllarda işler iyi gitmiyordu. Irak’a, bir ara 12 milyar doların üzerine çıkan ihracat, petrol fiyatlarının düşmesiyle 2016’da 7,6 milyar dolara kadar düşmüştü. Barzani de sıkıntı içindeydi. “Devlet” hazinesi boşalmış, borçlar artmıştı. Peşmergeler arasında da aşiret kavgaları oluyor, otoritesi sarsılıyordu. Hanedan yönetimi ve parlamentoyu hiçe sayan tutumu bölgedeki “demokratik devrim” özlemlerine tamamen tersti. Irak Başbakanı İbadi’nin, Barzani aşireti ile Saddam’ın Tikrit aşireti arasında kurduğu paralellik pek de yabana atılacak gibi değildi.
2018’de başkanlık seçimi vardı ve bu koşullarda Barzani’nin seçimi artık üçüncü kez ertelemesi zordu. Bütün bunlarla ilgili ve bunlardan daha tehlikeli olarak da, ABD tarafından terk edilmekten korkuyordu. DAEŞ’in, peşmergelerin de katkısıyla sağlanan yenilgisi, sonunda kendi yenilgisi haline dönüşebilirdi. Amerika güvenilir bir ülke değildi; Irak’ın bütünlüğünü bölgede “Pax Americana” açısından daha önemli bulup, aşiretine “Savaş bitti; sizin de işiniz bitti; toz olun!” diyebilirdi. Bunu önlemek için bir koza ihtiyacı vardı. İşte referandum bu konuda bir can kurtaran simidi olabilirdi. Bağımsızlığa yol açmasa bile, kendi gücünü ortaya koyacak, kamuoyunu etkileyecek, Kürtlerin öyle kolaylıkla harcanacak “paralı askerler” olmadığını gösterecekti.
Hesabını iyi yapmıştı. Türkiye’den kuru sıkı tehditlerden başka bir şey gelmeyeceğini biliyordu. Beştepe için 2019 seçimleri hayati idi ve milyarlarca dolarlık Irak ticaretinden vazgeçemezdi. Nitekim referandumun ertesi günü Ekonomi Bakanı Nihat Zeybek, “Kuzey Irak’ta ticaretle ve gümrük kapıları ile ilgili bir talimat yok” demiş ve piyasaları rahatlatmıştı. (Hürriyet, 27 Eylül 2017). Türkiye cephesinde durum buydu.
***
Irak’a gelince, Barzani, Bağdat’ı da masaya oturmaya zorlayacak ve bir taraftan sarsılmış meşruiyetini onarmak isterken, öte yandan da federe devletinin haklarını artırmaya çalışacaktı. , Zaten oylamadan sonra yaptığı ilk konuşmada da şunları söylüyordu: “Referandum, sınırların çizilmesi için değildir. Biz diyaloga hazırız. Biz komşularımızla hiçbir sorun yaşamak istemiyoruz. Erbil ile Bağdat arasındaki sorunların çözümüne yardımcı olmalarını istiyoruz”.
***
Olur mu? Pekala olabilir. Hatta emperyal devletler de bir ‘modus vivendi’ için aralarında anlaşabilir. O zaman zevahir kurtarılmış olur; işler şimdilik yoluna girer ve bu gibi “diplomatik” incelikleri çok iyi bilen The Economist dergisinin yazdığı gibi (23-29 Eylül, 2017) “Batılı devletler de Barzani’nin Kasım ayındaki seçimi yeniden ertelemesine göz yumarlar”. Böylece kurtuluş da gelecek baharlara ertelenmiş olur. Halklar, bin bir hesaba dayanan göstermelik referandumlarla değil de, gerçekten bilinçlenerek, kardeşlik içinde, kendi kaderlerine hakim olana kadar..
==================================
Teşekkürler değerli hocamız Prof. Dr. Taner Timur…

Dr. Ahmet SALTIK
28.09.2017

İSTANBUL BAROSU : BÖLÜCÜ TERÖRE KARŞI MÜCADELE KARARLILIKLA SÜRDÜRÜLMELİDİR

Istanbul_Barosu_Logosu
BÖLÜCÜ TERÖRE KARŞI MÜCADELE KARARLILIKLA SÜRDÜRÜLMELİDİR

Bölücü terör örgütü tarafından Bitlis, Diyarbakır, Elazığ ve Van’da gerçekleştirilen saldırılarda güvenlik güçlerinden şehitler verilmiş, çok sayıda yurttaşımız yaralanmıştır. Ülkenin bölünmez bütünlüğü uğruna yaşamını yitiren şehitlerimize rahmet, yakınlarına ve halkımıza başsağlığı, yaralılarımıza acil şifalar diliyoruz.

Emperyalizmin taşeronu olarak sahaya sürülen bölücü terör örgütünün Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına yönelik saldırılarının son dönemde yoğunlaşması dikkat çekicidir. Geçen yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması projesi ŞARK MESELESİ ( Doğu Sorunu ) olarak tanımlanıyordu.  Dünün Şark Meselesinin günümüzde BOP ( Büyük Ortadoğu Projesi ) olarak güncellendiğini görüyoruz.

Emperyalist destekli etnik bölücülük ile din maskeli FETÖ arasındaki tarihsel ittifak üzerinde düşünülmelidir. İngiliz-Fransız bağlaşıklarının işgalindeki Mütareke İstanbul’unda 1918’lerde ortaya çıkan Kürdistan Teali Cemiyeti ile İslam Teali Cemiyeti’nin kimi yöneticilerinin aynı kişilerden oluşması tarihsel ittifakın köklerini göstermesi açısından son derece ilginçtir. Günümüzde PKK ve paralel yapı ile türevleri olarak güncellenen ihanet ittifakının ülke bütünlüğüne yönelik kalkışmaları aynı merkezden yönlendirilmektedir.

Fıratsız, Diclesiz, GAP’sız, siyasi sınırları küçültülmüş, bölgesinde iddiası ve itibarı kalmamış bir Türkiye programının tetikçilerince kanlı terör kampanyasının şiddetinin önümüzdeki dönemde daha da  artacağı anlaşılmaktadır. Bölücü terörün teşhisi, tanımı ve etkisizleştirilmesine yönelik aymazlık ve gevşekliğin acı sonuçlarını ulusça yaşamaktayız.

Siyasi iktidar, hukuk meşruiyeti içinde bölücü ve kökten dinci teröre karşı her türlü önlemi almak, kararlılıkla mücadele etmek sorumluluğunu taşımaktadır.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur. 26.08.2016

İstanbul Barosu Başkanlığı

=========================================

Dostlar,

Bu açıklamaya biz de aynen katılıyoruz.
Son derece önemli tarihsel saptamalar yapılmakta ve günümüzle bağlanmaktadır.
Yeterli birikiminiz olur ve ustaca kullanılırsa Tarih, hem günü anlamanız cdiddi katkı verir
hem de geleceği yordamanıza.. Ülke yöneticilerinin tarih birikimi ve bilinci büyük önem taşıyor. Okullarımızda Tarih öğretimine hakettiği önem verilmelidir. Üniversitelerde Siyasal Tarih, Dünya Tarihi gibi dersler, ilgili bölümler dışında hiç olmazsa seçimlik olmalıdır.

Sevgi ve saygı ile.
27 Ağustos 2016, Tekirdağ

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

MEHMET’i HANGİ KURŞUN ÖLDÜRDÜ ?

MEHMET’i HANGİ KURŞUN ÖLDÜRDÜ ?

portresi
Av. Hüseyin Özbek
İstanbul Barosu Genel Yazmanı (Sekreteri)

 

Ünlü meseldir. Adamı kıstıran hasımları dört koldan yüklenip iyice benzetmektedirler.  Kendini savunmaya çalışsa da yediği yumruklardan suratı çarşamba pazarına dönen zavallı ;

”Ah arkam! Ah
arkam !’ diye feryada başlar. Yumruklar, silleler önden geldiği halde
“arkam” demesinin manası başkadır. İmdadına yetişecek yakınlarının, dostlarının olmadığına yanmaktadır. İsyanı arkasızlığınadır.

Sizi bilmem ama  Hürriyet Gazetesi’nin bu günkü sürmanşeti  (8 Ağustos 2012) bana
dayak yiyen adamın öyküsünü hatırlattı: ANTALYA’NIN YENİ RUSLARI manşetli haberin
alt başlığını birlikte okuyalım: 

“Ankara ile Erbil arasındaki ilişkilerde son yıllarda yaşanan bahar havası Irak’lı Kürtlerin tatil tercihlerine de yansıdı. Erbil-Antalya seferlerinde yer bulunmuyor. Türk turizmciler Iraklı Kürtler için “Antalya’nın yeni Rusları” diyor. 1. sayfadan verilen haber altı
ilk paragrafında;

Türk turizminin gözbebeği Antalya’nın Ruslar ve Araplardan sonra yeni turist kitlesi Iraklı Kürtler. Irak’tan Türkiye’ye gelen turist sayısı yılın ilk 6 ayında % 41 arttı. Bu patlamada ülkenin en istikrarlı ve refah düzeyi en yüksek bölgesi olarak kabul edilen kuzeyde yaşayan Kürtler’in payı büyük.” cümlelerini okuyoruz. 2. paragrafa geçelim;

Iraklı Kürtlerin kıyılara yönelik ilgisini çabuk fark eden Türk havayolu şirketleri Antalya seferlerinin sayısını artırdı. Yaz başından beri %90 dolayında seyreden doluluk oranı  Ramazan Bayramı’nda %100’e çıkacak. Yoğun istem üzerine Erbil-Antalya hattında biletler 1600 TL’ye dek yükseldi.” 3. paragrafla alıntıyı bitirip Hürriyet sayfalarından çıkalım :

“İki ülke arasında artan ticaret hacmi turizme olumlu yansıyor. TÜRSAB başkanı
Başaran Ulusoy;
“2011’de Türkiye’ye gelen Iraklı turist  sayısı 350 bin dolayındaydı.
Bu yılın ilk 6 ayında ise 190 bini aştı. Yıl sonunda 2011’in iki katı olması bekleniyor.
Bu yıl rekor kırılacak ” dedi.”

Yeni Rusların müjdecisi Hürriyet, Antalya’yı şenlendirenlerin geldiği Kuzey Irak’tan sızan teröristlerin şehit ettiği kahramanlara ilk sayfayı çok görmüş olmalı! Cesetler parçalandığı için kimlikleri Ankara’da yapılan DNA testleriyle tespit edilebilen Çukurca Geçimli Jandarma Karakolu şehitlerinden Jandarma Uzman Çavuş Kamil Çelikkaya, Jandarma Er Hakan Oktay ve Yaşar Karadağ bırakalım manşeti, alt haber bile olamamış ilk sayfaya, şehitlerin uğurlanışı 15. sayfadan veriliyor. Yaşamda olduğu gibi ölümde de silah arkadaşlığını sürdürürcesine iç içe geçmiş şehitler Ankara’dan, Ordu’dan, Diyarbakır Çermik’ten son şehitleri arkadan vurulan sille misali iki seksen yere uzatıveriyor. Sınır ötesi kamplardan, dağlardaki eşkıya inlerinden gelecek sinsi saldırılara alışık Koca Çavuş’a Ankara’nın siyasi kumpaslarından, İstanbul’un vatansız sermayesinin silahlarından korunmayı öğretmediler ki. Terör örgütünün saldırı taktikleri, şaşırtmacaları ezberindeydi. Gelen merminin keleşten mi, kanastan mı çıktığını bilen, RPG’nin sesinden patlama anını kestiren, Bikisi’nin tarakalarından yerini, mesafesini, atış yoğunluğunu
anlayan çavuş hasımla karşılıklı mertçe vuruşmaya alışıktı. Koca Çavuş cephe gerisinden yönelen namluları, akıl ermez düzenleri nereden bilecek? Cephe gerisi dümenlerini paramparça vücudundan kalanıyla uzatılıverdiği Kocatepe’nin musallasında biraz anlar gibi oldu…

Şark Meselesi Osmanlı terekesinin emperyalistlerce paylaşım tasarımıydı.
Mustafa Kemal yüzünden tam uygulanamayan parselasyon planı Büyük Ortadoğu Projesi gibi popüler bir kodlama ile yenide gündemdedir. Petrol kartellerinin, dev konsorsiyumların
enerji coğrafyasının yeniden paylaşımı projesinin şimdilik son kurbanları Kamil Çavuşla
silah arkadaşları. Tetikçiler Kandil’den gelse de, tetik çektirenler, Mehmetlere ölümcül pusu atanlar Atlantik ötesinin, Brüksel’in, Londra’nın, Paris’in, Berlin’in güvenli mahfillerinde küresel güvensizliğin master planları için  fazla mesai yapmaktalar.

Türkiye sınırının bitişiğinde inşa edilen Kürdistan’ın tasarımcıları bizim vatansız sermaye ile  inancı vatansızlaştıranlar koalisyonuna altişverenlik (AS: taşeronluk) yaptırmaktalar. Türkiye’yi tez zamanda saracak büyük yangının körükçülüğüne soyunan Bizans sermayesi halka felaketini saadeti gibi gösterme hünerini başarıyla sürdürüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin bütünlüğünü
yok edecek eli kulağındaki etnik kalkışmanın lojistik ve finans kaynağını halkımıza Noel Baba gibi yutturma görevi de Türkiyeli medyaya verilmiş görünüyor. Terör örgütünün kamplarının bulunduğu, barındığı, eğitimini, donanımını yaptığı, militan devşirdiği  Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetiminin egemenlik alanını huzur bölgesi olarak tanıtma görevini eksiksiz yerine getiriyor.

Hürriyet’in sürmanşetten verdiği haber ortalama okurda; “İyi ki Kürdistan var. İyi ki Barzani var.” dedirtmeyi amaçlıyor. Yayın, emperyalizmin küvezinde yaşam verilen petrol despotluğunu bölgesel İsviçre olarak algılatmaya yönelik parlak bir toplum mühendisliği olarak
kayda geçecektir.

Uluslararası sisteme eklemlenmiş Bizans sermayesiyle inancı, imanı vatansızlaştıranlar koalisyonunun arkadan silleleri kesilmedikçe Mehmetlere sınırda ölüm nöbetleri tutturmak
ne işe yarayacaktır? Dümbüllü’nün ortaoyununda İbiş’in kalburla su taşımaya çalışmasından başka ne anlama gelecektir? Sakın asıl iş Erbil – Antalya turizm hattı derken İskenderun-Adana-Mersin-Antalya zinciriyle Akdeniz’in kelepçelenmesi de olmasın?

=============================

Dostlar,

Sayın Av. Hüseyin Özbek İstanbul Barosu Genel Yazmanıdır (Sekreteri).
Yazısında bu sanını (unvanını) kullanmadığı halde biz ekledik.
Son derece birikimli ve insan duyarlığı dolu bir bir yurtseverdir.
Bu yazısı da çok öğretici ve düşündürücü.

Sevgi ve saygı ile.
12 Ağustos 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Lozan Barış Antlaşması : Bir Ulusun Yeniden Doğuş Belgesi

Dostlar,

Değerli arkadaşımız Sayın Altan Arısoy birikiml, bir aydınımızdır.
İntrnet ortamında sıklıkla değerli yorumlarına rastlanır.
ADD’nin açtığı 90. Yıl Lozan Yazı Yarışmasında, aşağıdaki kapsamlı makalesi 3.lük ödülü aldı. Kendisini kutluyor ve bu değerli yazıyı paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
29.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 ==============================


Lozan Barış Antlaşması :
Bir Ulusun Yeniden Doğuş Belgesi

portresi

Altan Arısoy
Öğretmen, Anamur

 

 

 

20. YÜZYIL BAŞINDA OSMANLI DEVLETİ

17. 18. Ve 19. yüzyıllarda Avrupa Ortaçağ’dan kurtulup bilim ve teknikle,
Aydınlanma ve Endüstri (Sanayi) Devrimi ile dev adımlarla ilerlerken;
Osmanlı devleti baş aşağı gidiyordu.

Kapitalizmle birlikte ulusçuluk akımları, başta dönemin gelişmiş ülkelerini etkisi altına aldı. İspanya, Fransa, İngiltere, ABD derken, 1870’lerde Almanya ve İtalya
ulusal devletlerini kurarak çok güçlü bir konuma yükseldiler.

Kapitalizm; büyük devletler arasında her alanda amansız bir yarışa neden oluyordu. Özellikle sömürgecilik alanındaki rekabet, Avrupa devletlerinin iki büyük blok oluşturmasına yol açtı.

Ulusçuluk (ulusalcılık) akımları 200 yıldır dünya tarihini belirleyen başlıca etkendir.
Osmanlı Devleti bütün bunlara bir anlam veremedi. Durumu düzeltmek için, özellikle askeri alanda Avrupa’yı taklit etmeye çalıştıysa da, başarılı olamadı. Yabancıların
askeri sistemlerini taklit etmek ve onlardan malzeme almak hiçbir şey kazandırmadı. Çünkü; uygarlık yolundaki ilerlemeler, bütün alanları kapsayan bir bütündür.

Tek ayakla yarış kazanılmaz.

Özetle; Osmanlı Devleti 1830’lardan başlayarak büyük devletlerin oynattığı bir
kukladan ibaretti. Sürekli olarak azınlık isyanlarıyla boğuştu. Rusya ile savaştı.
Her isyana İngiltere, Fransa ya da Rusya karışıyor, imparatorluk küçülüyor ve çöküyordu.

DENENEN KURTULUŞ YOLLARI

Osmanlı Devleti dağılırken birçok kurtuluş yolu denedi. Hepsi de hüsranla sonuçlandı:
Tanzimat Dönemi aydınları; Saltanat yetkilerinin korunması koşuluyla, bir parlamento açılmasının ve her etnik kümeye eşitlik tanınmasının devleti kurtaracağını düşündüler. Adına “Yeni Osmanlıcılık” dediler. Anayasa yapıldı. Meclis açıldı.
Ama dağılma sürdü.

Özellikle II. Abdülhamit İslamcılık (Panislamizm) ideolojisine sarıldı.
Sırbistan, Romanya, Mısır, Kıbrıs gitti. Ruslar Erzurum’a geldi. Hilafet sancağı açıldı. Yine olmadı.

İttihat ve Terakki Derneği‘nin devlete egemen olmasının, özellikle de
Balkan Savaşı‘nın ardından pompalanan Türkçülük- Turancılık ideolojisi
romantik bir imge olmakla kaldı. Almanya ile ittifak yapıldı. 1. Dünya Savaşına girildi. Yüz binlerce insanımız ve 3.500.00 km karelik ülke toprakları yitirildi…
Mondros Ateşkes Antlaşmasıyla teslim olundu. Düşman gemileri İstanbul’a
demir attı.

Savaştan sonra ise düşünülebilen tek çözüm; ya İngiltere’nin ya da ABD nin güdümünde (mandasında) yaşama şansı aramak oldu. Dönem aydınlarının ezici çoğunluğu ve yönetici kadrolar birdenbire İngiliz hayranı olup, onların insafına sığındılar.
Osmanlı; savaşta yenildi. Çare olarak ülkesini işgal edenlere sığındı.

  • Vahdettin, Osmanlı Devletinin bir süre İngiltere tarafından yönetilmesini bile önermiştir!

Osmanlı Devleti; 10 Ağustos 1920 günü imzaladığı Sevr Antlaşmasıyla, imparatorluğun çökmesini, ülkenin paylaşılmasını kabul etmek zorunda kaldı.
Ankara’da ulusal savaşın merkezi olan TBMM ise; aynı günlerde aldığı bir kararla
bu teslimiyet anlaşmasını reddettiğini bütün dünyaya duyuruyor, imzalayan ve onaylayanları “vatan haini” ilan ediyordu. (19 Ağustos 1920)

Osmanlı Devleti’nin gerileme ve dağılma dönemlerinde temel bir anlayış vardı. Avrupa’ya öykünmek, onlardan akıl ve yardım almak…Bu öykünmecilik Lale Devri ile başlamıştı. Tanzimat Dönemi’nde doruğa çıktı. Ülke, yabancıların oyun alanı oldu. Saltanat makamı İngiliz, Fransız, Rus büyükelçilerinin emirlerini uygulamak zorunda kaldı. Sonuçta ise en büyük nedeni “Şark Meselesi” yani Osmanlı ülkesinin paylaşılması olan 1. Dünya savaşıyla tasfiye edildi. Tarihe gömüldü.

  • Sevr Antlaşması bu yok oluşun belgesidir…

Son üç yüz yılda “biz adam olmayız” fikri o kadar yerleşmiştir ki; işbirlikçilik ve yabancı hayranlığı bugün bile son dönem hükümetlerimizin dayandığı temel bir politikadır.
Kurtuluş savaşımız böyle bir ortamda yapıldı.
Lozan Antlaşması ile taçlandı.

LOZAN KONFERANSI

Öncelikle Lozan Barış Konferansı’na ilişkin kimi bilgileri yeniden anımsamakta yarar var:
Lozan’a giden kurula TBMM tarafından 14 maddelik bir yönerge verildi. Yönergede hangi konularda ödün verilmeyeceği belirtildi. Genellikle sınırlar üzerinde duruldu.

Kapitülasyonlar 
borçlar
azınlıklar ve
Boğazlar konularında alınacak kesin tavırlar belirlendi.

Konferans; 20 Kasım 1922’de başladı. Anlaşma olmadı ve 4 Şubat 1923’te dağıldı. Ancak diplomasi sürdü. Bu arada Sovyetler Birliği Türkiye’ye açık destek verdi. Eğer yeniden savaş çıkarsa; bu kez Türkiye’nin yanında savaşa gireceğini duyurdu. Türkiye ise; İzmir İktisat Kongresi gibi etkinliklerle kesin tavrını ortaya koydu. Konferans, 23 Nisan 1923’te yeniden başladı. 24 Temmuz 1923’te barış antlaşması bağıtlandı

Antlaşma; 143 madde ve 17 ek protokolden ibarettir. Gizli saklı maddeleri yoktur. Olması da olanaksızdır. Gizli anlaşmalar ancak iki devlet arasında yapılır.
Uluslararası konferanslarda olmaz.

Lozan Barış Antlaşması taraf ülkelerin meclislerinde görüşülmüş ve Türkiye tarafından 23 Ağustos 1923’te, Yunanistan tarafından 25 Ağustos 1923’te, İtalya tarafından
12 Mart 1924’te, Japonya tarafından 15 Mayıs 1924’te imzalanmıştır. İngiltere’nin anlaşmayı onaylaması ise 16 Temmuz 1924 tarihinde olmuştur. Anlaşma, tüm tarafların onaylarında ilişkin belgeler resmi olarak Paris’e iletildikten sonra, 6 Ağustos 1924 tarihinde yürürlüğe girmiştir. (1)

Japonya Lozan Konferansına katıldı. Çünkü; 1. Dünya Savaşının taraflarından biriydi. ABD ise Türklerle savaşmadığı için konferansta taraf olmadı. Yalnızca gözlemci bulundurdu. Taraflar, 1. Dünya savaşına katılan “itilaf devletleri” ile Türkiye’dir.
Bu yüzden; ABD’nin antlaşmayı imzalaması söz konusu değildir. Türkiye’de son yıllarda sürdürülen “ABD Lozan Antlaşmasını imzalamadı” diye sürdürülen savın dayanağı yoktur.

Lozan Antlaşması; yukarıda sıraladığımız Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi, tarih içinde iflas ettiği görülen anlayışlara karşı olduğu kadar; bütün dünyaya karşı da, ulusumuzun gerçek kimliğini tescil ettiren bir belgedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık belgesi ve yurdumuzun tapusu olan Lozan Antlaşması’nı eleştirenler; önceki yüzyıllardan beri sürüp gelen eski ve geri anlayışların temsilcisidirler. Bilinmelidir ki; Lozan Antlaşması’na karşı olanlar
Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olanlardır…

Lozan Antlaşmasını nankörce eleştirenleri birkaç kümede toplayabiliriz:

1. Kürtçü ayrılıkçılar
2. Saltanat ve Hilafet yanlıları, İslamcılar…
3. İşbirlikçiler, etki ajanları
4. Her dönemde görülen iktidar dalkavukları

Bu kümelerin amaçları başka olsa da;. ortak noktaları Türkiye Cumhuriyeti’ne düşmanlıktır. Eleştiriler arasında “doz” farkı vardır. Bazıları, “Lozan Bir Hezimettir” diyecek denli ileri gitmişlerdir. Karşı çıktıkları noktalar hemen hemen aynıdır.
Hepsi de dezenformasyon (yanlış bilgilendirme, yanıltma) yoluyla insanları
Kurtuluş savaşı, Cumhuriyet, Atatürk ve devrimler konusunda kuşkuya düşürmek isterler. Böylelikle; Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin sarsılacağını ve iktidarı
ele geçirebileceklerini düşünürler(!)

KÜRTÇÜ AYRILIKÇILAR

Kürtçüler Lozan yerine Sevr antlaşmasını doğru bulurlar. Irak’ın kuzeyindeki
kukla Kürt oluşumunun anayasası Sevr Antlaşması’na gönderme (atıf) yapar.
Varlığını o antlaşmaya dayandırmaya çalışır! Lozan ile Kürtlerin devletleşme hakkının gasp edildiği iddiasındadırlar.

Onlara göre Lozan Antlaşması; “Kürdistan’ı işgal devletleri arasında bölüşen bir emperyalist anlaşma” dır! ‘Misakı milliye’ sahip çıkmak, Sevr anlaşmasını kötülemek ve Lozan’ı savunmak açıkça Kürtlerle dalga geçmektir.
Kürdistan’ın parçalanmasına alkış tutmaktır.

Daha da ileri gidip “açılım ya da çözüm” Lozan’ın Kürtler için bir bozgun olduğunu; bugünkü “çözüm” projesinin de 2. Lozan Bozgunu” diyenler var…

Oysa; Kürtlerin büyük çoğunluğunu temsil eden kuruluşlar Lozan konferansına başvurarak, Türklerden ayrılmak istemediklerini ifade etmişlerdi. İsmet Paşa da;
“Kürtler bizdendir, Turan soyundandır, dolayısıyla Musul vilayetindeki Kürtler de Türkiye’ye bağlanmalıdır.” şeklinde bir direniş göstermişti.

Ama İngiltere Musul sorununun daha sonra iki devlet arasında dostane görüşmelerle çözülmesini kabul ettirmiş ve Lozan’da Irak sınırı çizilememiştir. Tarihte hiçbir zaman Kürdistan denilen büyük bir bölge olmamıştır. Osmanlının son döneminde sadece kısa bir süre için “Kürdistan” olarak adlandırılan bölge, bugün Kürdistan olduğu iddia edilen alanın küçük bir parçasıdır.

Son Osmanlı Meclisi; işgal edilen ülke topraklarını kurtarmak amacıyla bir dizi karar aldı. Bu kararlara Misak- Milli (ulusal ant) denildi. Türkiye Cumhuriyeti bu sınırlar ötesinde hiçbir iddiada bulunmadı. Oralar zaten imparatorluktan kalan topraklardır. O alanın da bir bölümünü terk etmek zorunda kaldı. Bu durumda kurtuluş savaşı ve Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin bir ülkeyi işgal etmesi söz konusu değildir. “Lozan ile T.C. Kürdistan’ı sömürgeleştirdi” demek, dayanaksız bir iddiadır.

Azınlıkların dilediği dili kullanmasına hiçbir kısıtlama konulmamıştır.
(Lozan Ant. md. 39) Lozan Barış Antlaşması’nda azınlık, Müslüman olmayanlar olarak belirlenmiştir. Tüm azınlıklar Türk uyruklu kabul edildi ve hiçbir şekilde ayrıcalık tanınmayacağı belirtildi.

Kürtçülerden bazıları, Lozan Antlaşmasının 39. maddesine göre; azınlıkların her alanda istedikleri dilleri kullandığını; Kürtlerin bu haktan yoksun olduğunu, kendilerine haksızlık yapıldığını söylerler. Oysa Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin asıl sahibidirler.
Bundan büyük bir hak olabilir mi? Azınlık olmayanların, azınlıklara verilen haklardan yararlanmaları söz konusu değildir. Lozan Antlaşmasına dayanarak böyle bir sorun yaratılamaz…

Üstelik, Kürtçenin; resmi dil dışındaki her alanda özgürce kullanılmasında artık hiçbir engel de yoktur. Azınlıklar bile kendilerine verilen bu haklardan 17 Şubat 1926 tarihli Türk Medeni Kanunu ile vazgeçmişlerdir…

SALTANAT – HİLAFET YANLILARI VE İSLÂMCILAR

Günümüz İslamcıları, yoğun olarak “Lozan hezimettir” derler. Lozan konusunda en çok iftira atan kesimdir. Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu’nun iftira ve iddialarını sürdürürler. Gerekçeleri ise şunlardır:

1920-1922 arasında Yunanistan’a karşı verilen İstiklâl Harbi’nin galibi olarak Yunanistan’dan tek kuruş savaş tazminatı alınmadı.
Savaş giderimi (tazminatı) olarak yalnızca Meriç ırmağı batısındaki Karaağaç kasabası alındı. Giderim (Tazminat) yalnızca para değildir. Kurtuluş savaşı aynı zamanda
1. Dünya savaşının devamı gibidir. Lozan Antlaşması da taraflar arasındaki
son Antlaşmadır. İngiltere savaş galibi olarak giderim (tazminat) istiyordu.
Daha büyük ödence (tazminat) isteminden bu yüzden vazgeçilmiştir.

Misak-ı Milli sınırları içinde Musul-Kerkük ve Süleymaniye İngiltere’ye;
Hatay Fransa’ya bırakıldı.

“Türkiye ile Irak arasındaki sınır dokuz ay içinde Türkiye ile Büyük Britanya arasında dostça belirlenecektir.” (Lozan Ant. md.(3)

Görüldüğü gibi Musul Lozan’da verilmedi. Arkasından İngiliz desteğiyle Nasturi ve Şeyh Sait ayaklanmaları çıktı. Cumhuriyet yönetimi zor durumda kaldı. Irak’ta İngiltere ile savaşamazdı. Bu sınır Lozan’da çizilmedi. Milletler Cemiyeti‘nin de İngiltere yanlısı olması üzerine 1926 yılında çizildi.

Suriye sınırı da 21 Ekim 1921’de Fransa ile yapılan Ankara Antlaşmasıyla belirlenmiştir. Lozan’da değil. Karşılığında Fransa işgal ettiği yerlerden çekildi.
Hem kurtuluş savaşı içinde, hem de Lozan’da Türkiye’ye diplomatik destek verdi.
Ama mücadele devam etti. Hatay 1939 yılında anavatana katıldı.

12 ada İtalyanlar’a, İmroz, Bozcaada ve Tavşanlı adaları dışındaki bütün Ege adaları Yunanistan’a, 1571’den beri Türkler’e ait olan Kıbrıs İngiltere’ye verildi.

Yalan…

12 Adayı İtalya Balkan Savaşları sonunda kendi ülkesine kattı. Doğu Ege adalarını Balkan savaşında Yunanlar işgal etti. Savaş sonunda Atina Antlaşmasıyla Yunanistan’a verildi.

Lozan’la Çanakkale Boğazı’nın güvenliği için Bozcaada ve Gökçeada Türkiye’de bırakıldı. Doğu Ege adalarının silahsızlandırılması kararlaştırıldı (md.12).
Kıbrıs ise 2. Abdülhamit döneminde, 1878 yılında elden çıktı. 36 yıl boyunca İngiltere işgalinde kaldı 1914 yılında ise ilhak edildi.. İngilizlere teslim eden Osmanlı yönetimidir. Lozan Antlaşması ile pazarlık konusu olmamıştır. Durum not edilmiştir. Dahası;
Misak-ı Milli sınırları içinde de değildir. Son olarak; denizci olmayan, deniz filosu olmayan, oralarda savaşmayan, adaları nüfuslandıramayan, zaten işgal edilirken bile
en küçük bir direniş örgütleyemeyen Osmanlının teslim ettiği Oniki adanın
geri alınamamasını eleştirmek vicdan işi midir?

Türkiye’nin Lozan’da tam bağımsızlığına kavuştuğu iddia edilirken, ağır bir borç altında bırakılarak yabancı şirketlere imtiyazlar verilmiş ve tam bağımsızlık bir kenara itilerek Batı blokunda yer almaya zorlanmıştır.

Borçların sahibi; İslamcıların övündüğü, özlem duyduğu Osmanlı hanedanıdır.
Yeni Türkiye, Osmanlı borçlarının yalnızca kendine düşen payını ödemeyi yüklenmiştir.
Lozan’ı eleştirenler; Türk delegeler kurulunun devlet borçlarının üzerine yatabileceğini ve Osmanlı’nın geçmiş yüzyıllardan beri yitirdiği bütün toprakları geri alabileceğini sanıyor olmalılar! Son nefesini vermemek, canını kurtarmak için savaşan bir ulusun Osmanlı’yı eski günlerine döndürmesi istenebilir mi?

Yabancı şirketler zaten büyük ayrıcalıklara sahipti. Bu ayrıcalıklara Lozan’da son verildi.

Kapitülasyonlar kaldırıldı.

Ancak; bu şirketler daha sonra millileştirildi. Millileştirme; Lozan Barış Konferansının konusu değildir.

Lozan Antlaşması nasıl bir hezimettir ki; ülkesi paylaşılmış, bağımsızlığı yok edilmiş, tutsak edilmiş bir ulusun varlığını bütün dünyaya kabul ettirmiştir?

Kadir Mısıroğlu, “Lozan, muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağmasıdır.
Türk’ün şahsında İslâm’dan intikam alınarak, bütün bir İslâm dünyasının
başsız bırakılmasıdır.” diyor…

Yalnızca o büyük imparatorluğu kimlerin yağmalayıp batırdığını, dünyadan uzak kalarak, parçalanmasına neden olduğunu söylemeye dili varmıyor!

“İslâm” dediği dünyanın Osmanlı halifesini nedense hiç takmadığını;
dahası halifeliğin o dünya sömürgeleşirken bir ses bile veremediğini unutuveriyor…

Necip Fazıl; DP’den aldığı güçle çıkardığı Büyük Doğu Dergisi‘nin 29 Mayıs 1946 günlü sayısında; “Hahambaşı Hayim Nahum Kuran’ın hükümlerini kaldırıp milleti
dinsiz yapmak için bir başka Yahudi olan Lord Curzon’a ‘siz Türkiye’nin toprak bütünlüğünü kabul edin. Ben onlara İslâmiyeti ve hilafeti ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum” önerisini kabul ettirdiğini yazdı. (Özakman; Vahdettin, Mustafa kemal ve Milli Mücadele, sf. 591)

Kadir Mısıroğlu baştan sona yalanlarla dolu olan “Sarıklı Mücahitler” adlı kitabında “Hayim Nahum aracılığıyla Lozan Antlaşması’nın meşhur gizli 24 maddelik kısmı
tanzim edilmiştir” (2) diye bir yalan uydurmuştur.

Koskoca devletlerin bir Yahudiye güvendiğini ve Türkiye’nin işinin böylece bitirildiğini uydurmak, ancak paranoyak bir aklın ürünü olabilir! Ruh sağlığı kendisi kadar sakat olanlar da inanır. Anlatılanların hiçbiri tarihsel olarak yaşanmamıştır. Tarihler, kişiler, olaylar uydurulmuştur.. Bir ulusun varlık-yokluk sorunu çocuk oyunu mudur?

Akit Gazetesi’nin 24 Temmuz 1996 günlü sayısının ana başlığı:
“Musul Sarhoş Kurbanı”

Sonra da bunu ABD elçisine dayandırıyorlar:

“John Grew, anılarında İsmet İnönü’nün Lozan görüşmeleri sırasında zil zurna sarhoş olduğunu söyledi.”

Böyle bir ifade yok… Yalan, iftira, hakaret, aldatma, saptırma din tacirlerinin
ana mesleğidir. Neresini düzeltelim.

ABD delegesinin adını bile yanlış yazmışlar. Ama önemli değil.
Nasılsa, din adına ne yazsalar yuttururlar…
Büyükelçinin adı Joseph Grew’dir. Anılarında akşam yemeklerinde her konu hakkında birçok dedikodunun dolaştığını, İsmet’in Curzon’la yediği bir akşam yemeğinde, “şampanyanın keyiflendirici etkisi altında Musul’u İngilizlerin elde tutmalarında
hiçbir sakınca görmediklerini söylemiş.’ diyor.

Grew olayın tanığı bile değil. Bir dedikodu aktarıyor. Tescilli Türk devrimi düşmanları bunu hemen tarihi değiştiren kesin bir bilgi gibi yutturmaya çalışıyorlar!
“Zil zurna sarhoş, Musul sarhoş kurbanı” gibi yalanlar ekliyorlar. Diplomatik yemeklerde ince espriler yapılır. Gerçek olsa bile, bu esprilerden sonuç çıkarmak akıl işi değildir.
Grew; sonra asıl gerçeği anlatıyor: “Türkler Musul’u almak istiyor, fakat İngilizler oradan toprak vermeyi kesinlikle reddediyorlar…”

Grew devam ediyor; “Curzon birden bağırdı. ‘Dört korkunç saatten beri burada oturduk. İsmet her sözümüze şu bayat ve adi kelimelerle cevap verdi:

BAĞIMSIZLIK VE ULUSAL EGEMENLİK…’

Her şey bitmişti. Curzon ızdırap ve korku içindeydi…” (2)

Demek ki İsmet paşa muhatabını çıldırtacak kadar sıkı bir görüşmeciymiş!..
Din maskeli sahtekârların işi, yalan ve iftira üretmektir.

Kemal Tahir’in “Yol Ayrımı” adlı yapıtında iki roman kahramanı siyasal tartışmaya girer. Bunlardan biri; son dönem zaferlerinin bin yıllık koca tarihin küçük bir parçası olduğunu, eskiden kopmamak gerektiğini, Lozan’da 5 ay içinde koca imparatorluğun tasfiye edildiğini anlatır. Geçmişte çok daha büyük dünya imparatorlukları kurduğumuzu, bugünkü başarının ise büyük tarih karşısında küçük kaldığını ve abartıldığını iddia eder. Bunda çok kovuşturmaya uğramasının ve uzun yıllar cezaevinde kalmasının etkisi göz ardı edilemez.

Saltanat ve Hilafet yanlıları, bir roman kahramanının abartılı sözlerini referans alarak “Kemal Tahir de Lozan’ı yenilgi olarak görmektedir.” diyerek savlarına dayanak yaparlar.
Kemal Tahir’in babası Abdülhamit’in yaveri, annesi de Saraydan çıkmadır. Osmanlıcıdır. Kemal Tahir’in böyle düşünmesi özneldir. Kendine göre haklıdır. Savunduğu şey, Saltanat ve Hilafet değildir. Daha çok, yaşanan travmanın etkisiyle eski görkemli dönemlere ait özlemlerini, çöküşten duyduğu üzüntüyü anlatır. Bu türden uzun diyalogları, öteki kitaplarında da vardır.

Ahmet Kekeç, Star gazetesindeki 12 Mart 2013 günlü “Bir De Lozan vardı” başlıklı yazısında, İsmet Paşa’nın yan bir figür olduğunu, Lozan heyetinin deneyimsiz olduğunu, hükümetten yardım almadığını, görüşmelerin sürdüğünü, neden yalnızca Osmanlı ülkesinin tarumar edildiğini sorguluyor (3).

Yanıtı basittir; 1. Dünya Savaşı’nın ilk amacı zaten Osmanlı ülkesinin paylaşılması idi. Lozan görüşmeleri Türk heyetinin direnmesi yüzünden uzun sürdü. Türk heyeti deneyimsiz değildi. O dönemin en yetkin kişileri vardı. İsmet Paşa da adı parlayan kişiydi…

Ahmet Kabaklı; “Rivayete göre Lozan’ın 12 veya 24 gizli maddesi vardır ki, bunları bilmiyoruz… Lozan’da misak-ı milli gerçekleşmemiştir. (Ekim 1988, Sur dergisi)

Gizli maddeler, açıkça sırıtan bir yalandır. Yazanlar da biliyor. Bu saçmalıklara,
Türk Devrimine düşman olunduğu için devam ediliyor. “Çamur at izi kalsın…”

Lozan’da Misak-ı Millinin tam olarak gerçekleşmediği doğrudur. Misak-ı milli
Son Osmanlı meclisinin kararlarıydı. Mücadelenin genel amaçlarını ve ulusal sınırlara ulaşılmasını hedefliyordu. Lozan’da; misakı milli kararlarındaki üç önemli sorunun çözümü ertelendi. Sonraki yıllarda Musul dışındaki bütün amaçlara ulaşılmıştır.

DÖNEKLER, İŞBİRLİKÇİLER, ETKİ AJANLARI

Günümüzde, kendine liberal yakıştırması yapan, AB ve ABD hayranı, özellikle solculuktan vazgeçen, dış kaynaklı çeşitli fonlardan beslenen kesimdir. Genel tavırları; özellikle ulusal konularda atıp tutmak, bağımsızlığı küçümsemektir. Osmanlı dönemiyle de çok barışık değildirler. Ama cumhuriyet tarihini karalamayı görev edinmişlerdir.
Halil Berktay bunlara tipik bir örnektir.

Cumhuriyet döneminin eleştirisi en sevdikleri konulardandır. Kimi cemaatin hizmetindedir. Kimi Kürtçülüğün… Ulusal düşünceye karşıdırlar. Ulusal tarihi basit bir
olaylar zinciri olarak görürler.

Kendilerine “aydın” (!) sıfatını yakıştırarak, AKP iktidarını desteklediler.
Bunlardan bir olan Ayşe Hür; “Lozan ne yenilgi ne hezimet” diyor. Müslüman azınlıklara da, öteki azınlıklara uygulanan hakların verildiğini iddia ediyor ki; bu bütünüyle bir saptırmadır. (4)

Cemaat tarihçilerine bir örnek; Mustafa Armağan
Zaman gazetesinde şunları yazmış:

”19 Şubat 1920 tarihli İngiltere Genelkurmay Başkanı’nın talepnamesinde, vazgeçilebilecek topraklar belirtilmişti zaten. Nitekim bu belgede açıklanan asgari sınır, İngilizlerin Lozan’da bize bıraktıkları topraklarla neredeyse birebir örtüşüyordu” (5)

Okuyucu buradan; “demek ki Kurtuluş savaşını yapmasaydık, İngiltere zaten şimdiki sınırlarımıza kadar çekilecekti !” sonucunu çıkarabilir ki; Armağan’ın bilim insanı olmak yerine, dezenformasyon (bilgi kirliliği yaratma, çarpıtma, yanıltma) görevlisi olması
çok düşündürücüdür. Oysa; bu rapordan birkaç ay sonra Sevr koşullarını zor yoluyla kabul ettiren İngiltere’dir. Öylesine ki; Osmanlı heyetinin İstanbul’dan onay almasını bile engelleyerek… “Biz sizi imza için çağırdık. İstanbul’a danışamazsınız! “ diyebilmişlerdir.
Mustafa Armağan saptırıyor. Armağan; “İngiltere’nin başını çektiği uluslararası camia tarafından tanınmazsak ne olacaktı?” diye olmayacak bir varsayım üretiyor! Oysa; TBMM’ni konferansa zaten o dönemin “uluslararası camiası” çağırmıştı. Üstelik Türkiye hükümeti Fransa, Sovyetler Birliği, İtalya tarafından zaten tanımıştı. İngiltere de daha 1921 başında Londra konferansında tanımıştı. Kaldı ki; tanıma olayı bir lütuf değildir. Güçle, zorla, utkuyla elde edilmiş bir haktır.
Böyle uydurmalara başvurmanın amacı ne olabilir? (5)

İKTİDAR DALKAVUKLARI

Bu grupta olanlar genellikle mevcut iktidarların davulunu çalmayı uygun görürler.
Bunlar çoğunlukla sağcı kalemlerdir. Sonradan liberal olanlar da vardır.
Önemli olan iktidarı destekleyip maddi ve manevi alanlarda kazanım elde etmektir.
Örneğin; Lozan görüşmeleri sırasında başbakan Rauf Orbay’dır.
Rauf Orbay Lozan konferansında Türk kuruluna başkanlık etmek istiyordu.
Mondros Ateşkes anlaşmasını imzalayan kişiydi. Rauf Bey, bu konferansa katılarak geçmişine ait bir olumsuz eleştiriden kurtulmak istiyordu. Bu yüzden Lozan’da mücadele veren Türk kuruluna, görüşmelerin gelişmesine muhalefet etti. İsmet Paşa çok zor durumda kaldı. Hükümetten destek bulamadı. Dönüşünde başbakan tarafından karşılanmadı.

İstanbul basını bu süreçte hükümeti destekledi. Sonraki yıllarda da bu eleştiriler
devam etti. DP, AP, Özal, AKP dönemlerinde hep iktidarın görüşlerine yakın yorumlar yapılmıştır.

Taha Akyol, bunlardan biridir. Hatta en ılımlılarından biridir. Bütünüyle nesnel olmak yerine kuşku uyandırmayı ve yalpalamayı uygun görür. Lozan konusunda sıkça yorum yapmaktadır. Bir yazısından alıntılayalım:

“Lozan’da hedeflerimiz: Lozan’da ana hatlarıyla milli hedeflerimize ulaşmışızdır.
Gerçi Lozan’da Ege adalarını ve Kıbrıs’ı geri almış değiliz! Misak-ı Milli içindeki Musul’u (Kuzey Irak’ı) kaybettik, Boğazlarda tam egemenliğimizi kuramadık, Hatay’ı alamadık!..
Öyle ama Ege adaları ve Kıbrıs zaten dosyamızda yoktu, o defterler çok daha önce kapanmıştı. Musul’u İngilizlerden bütünüyle almaya gücümüz yetmezdi. Sadece Mustafa Kemal değil, Karabekir ve Rauf Bey dahil bütün kadro bu görüştedir. Onun için, Musul’u ‘ikinci derecede hedeflerimiz arasına koyarak masaya oturmuştuk.
Boğazlarda tam egemenliğimizi ise dünya dengeleri elverişli hale geldiğinde Montrö Antlaşması’yla 1936’da sağlayacak, sonra da Hatay’ı anavatana katacaktık.
Lozan’da güç dengesi: Lozan’da karşımızdaki asıl güç İngiltere idi. İsmet Paşa,
İngiliz siyasi gücünün Yunan askeri gücünden önemli olduğunu söylemiştir haklı olarak. İngiltere’yle savaşmak noktasına gelindiğinde, orada durmak zorunda kalan Türkiye olmuştur. Bu iki açıdan bakıldığında, Lozan başarılıdır…”

Taha Akyol, yazısının sonunda “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek” zorunda kalmış:
“Musul dışında, Lozan’ın sağladığı ve yol açtığı başarılar büyüktür. Lozan fevkalade öğretici bir diplomasi kitabıdır; cepheden masaya, bütün yazanlarını saygı ve rahmetle anıyorum.” (6 )

Türkiye Cumhuriyeti’ni genel olarak sağ iktidarlar yönetti. Sağcı yazarlarda iktidar gibi düşünmek genel bir eğilimdir. Bilimden çok yandaşlık yapılır. “Mütareke Dönemi”nde (1918- 1922) sırtını iktidara dayamış, köşklerde oturan ve ahkâm kesen Babıali yazarları vardı. Günümüzde de bunlardan çok sayıda bulunmaktadır. Hem iktidara biat ederler, hem de akıl hocalığı yaparlar.

SONUÇ

Bütün bilim alanlarında olduğu gibi, tarihi konularda da gerçeği ulaşmak için nesnel olmak zorunludur. Lozan Barış Antlaşması konusunda; Rıza Nur gibi ruh hastalarının rivayetlerine, devrim düşmanlarının ve ihanetleri kesin olduğu için
yurt dışına sürgün edilmiş 150’liklerin iftiralarına dayanarak hiçbir gerçeğe ulaşılamaz.

Konferansın binlerce sayfalık tutanakları (A. Saltık : Seha Meray çevirisi, 8 cilt), Antlaşmanın kendisi, günü gününe yayınlanan basın haberleri, delegelerin demeçleri ve sonradan yapılan değerlendirmeler gerçeği apaçık oryaya koymaktadır.

İsmet Paşa Lozan eleştirilerin nedenini şöyle açıklıyor:

“Lozan’a yapılan eleştiriler büyük ölçüde yeni rejime itirazdan kaynaklanmaktadır.” diyor.

Devam ediyor:

“Mudanya Mütarekesinden sonra Lozan Konferansı, milletimizin Avrupa ortasında davet olunduğu büyük bir imtihandır. Türkiye medeni âlem ortasında, davasını açık ve kesin olarak izah ve müdafaa edecek medeni ve siyasi bir seviyede midir?…
Lozan imtihanında işte bu suallerin cevabı verilmiştir.” (2)

ABD elçisi Grew; gerçek fikrini anlaşma yapıldıktan sonraki zamanda bir resmi toplantıda belirtmiştir:

  • “İsmet paşa Lozan’da büyük bir diplomatik zafer kazanmıştır…
    Belki bu tarihte kazanılmış en büyük diplomatik zaferdir..” (2)

Lloyd George; kabinesindeki savaş yanlısı bir bakan, Lozan Antlaşması konusunda 14.08.1923 günlü Evening Standard gazetesinde şunları yazdı:

”Türkleri her savaşta yendik. Savaşı (1. Dünya savaşını) büyük zaferle sona erdirdik. Ama şimdi her şey yitirildi. Uğrunda savaştığımız her şey teslim edildi. (2)
(S.R. Sonyel, İngiliz Gizli servisi, syf. 335-6)

Lozan zaferine iftira atanların başvurdukları kaynaklardan biri de Rauf Orbay idi.
Rauf Orbay “Yakın Tarihimiz” adlı anılarında gerçeği itiraf etmiştir: “Hülasa Lozan’da İsmet paşayla aramızda hasıl olan anlaşmazlıklara rağmen memleket hesabına yapılması imkanı olanın en iyisi yapılmıştır. (2)

Mustafa Kemal’in Lozan değerlendirmesi:

  • “Bu antlaşma, Türk ulusuna karşı, yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış, büyük bir suikastın çöküşünü anlatan bir belgedir. Osmanlı dönemi tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer eseridir.” (Söylev)

Lozan Barış Antlaşması konusunda bir internet sitesinden alıntıladığım şu yoruma katılmamak elde değil:

“Sevr mağlup Osmanlının son günlerinin ürünüyken Lozan muzaffer Türkiye’nin dünya sahnesine çıkışını simgeler. Muhtemelen Sevr Antlaşması uygulanmış olsaydı günümüzde tıpkı Arap Dünyası gibi ve 2300 yıl önceki Helenistik Krallıklara benzeyen tarzda birkaç devletten oluşan bir Anadolu ve Trakya Türklüğü ile karşı karşıya kalınacaktı. Sevr’i imzalayan müflis ve işbirlikçi İstanbul hükümetinin bir başka vahim hatası, Yunanlar ve Ermenilerin durumuyla ilgilidir. Sevr Antlaşması sadece İngiltere, Fransa ve İtalya’ya manda ve nüfuz alanları tahsis etmekle kalmıyor, Yunanistan’a Batı Anadolu ve Trakya’da geniş topraklar sunduğu gibi, doğuda da büyük bir Ermenistan kuruyordu. Belki İngiliz, Fransız ve İtalyanların öninde sonunda “gidici” oldukları söylenebilir, ama Yunanlar ve Ermeniler için bu asla söylenemez.
(Mehmet Hasgüler, usakgundem.com 10 Aralık 2007)

Osmanlı Devletinin son 150 yılı parçalanma tarihidir. 1.Dünya savaşı sonunda ise kalan son yurt parçası Anadolu da parçalanmıştır.

Sevr; Türk Ulusunun belleğinde karanlığın, ihanetin, tutsaklığın, parçalanmanın, dağılmanın, tükenişin bütün dünyaya itiraf edildiği belgedir.

Lozan Antlaşması; son yurt parçasının kurtarıldığını, bağımsızlığın ve özgürlüğün yeniden sağlandığını dünyaya kabul ettiren bir belgedir.

Misak-ı milli sınırlarına büyük ölçüde ulaşılmıştır.
Hatay ve Boğazlar sorunu da sonradan Türkiye’nin kazanımıyla çözülmüştür.

Lozan Antlaşması; hukuksal, siyasal, ekonomik bir bağımsızlık belgesidir.
Altyapısı sağlam gerekçelere dayandırılmıştır. Dünyada bir yüzyıl boyunca bozulmayan tek uluslararası Antlaşmadır.

Lozan Antlaşması; Türk Ulusu’nun tarihte yeniden doğuş belgesidir.

Lozan Antlaşması; Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük akımlarının Türkiye’ye özgü bir çözüm olmadığının daha yüz yıl önce kanıtlandığını gösterir.

  • Türkiye’nin çözümü Kemalizm’dedir.

KAYNAKÇA
(1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1#cite_note-3http://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1#cite_note-3
(2) Vadettin Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, Turgut Özakman
(3) http://haber.stargazete.com/yazar/oyle-ya-bir-de-lozan-vardi/yazi-735039http://haber.stargazete.com/yazar/oyle-ya-bir-de-lozan-vardi/yazi-735039(4) http://bianet.org/bianet/siyaset/108532-herkesin-lozan-i-farklihttp://bianet.org/bianet/siyaset/108532-herkesin-lozan-i-farkli(5) http://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/lozanin-gizli-maddeleri_1324551.htmlhttp://www.zaman.com.tr/mustafa-armagan/lozanin-gizli-maddeleri_1324551.html
(6) http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=970499http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=970499