Etiket arşivi: “Hukukun üstünlüğü” ve “yargı bağımsızlığı”

TÜSİAD’dan Merkez Bankası, TL’nin değer kaybı ve laiklik mesajları

Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan, “Başta Merkez Bankası olmak üzere düzenleyici kurumların bağımsızlığı tartışma dışı olmalı” dedi. TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski ise, Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkışına tepki gösterdi.

https://tusiad.org/tr/basin-bultenleri/item/10853-tusi-ad-yuksek-i-stisare-konseyi-toplantisi-i-stanbul-da-gerceklestirildi  19.10.21

TÜSİAD'dan Merkez Bankası, TL'nin değer kaybı ve laiklik mesajları

  • “Başta Merkez Bankası olmak üzere düzenleyici kurumların bağımsızlığı tartışma dışı olmalı. Gelir dağılımı bozukluklarını da gidermek istiyoruz. Faiz ve enflasyonun yanı sıra emisyonları da azaltmak istiyoruz. Hak ve özgürlük alanlarının genişletilmesine de ihtiyaç duyuyoruz” diye dikkat çekti. Konuşmasının başında,

“Bu gün Türkiye’nin geleceğine baktığımda, dünyadaki jeopolitik risklerin, sosyo-kültürel gerilimlerin, iklim değişiminin etkilerinin ve bereketsiz ve dengesiz ekonomik büyümenin mahşerin dört atlısı olarak üzerimize geldiğini görüyorum.”

diyen Özilhan,
  • “Karşı karşıya olunan tehditler dikkate alındığında, büyümenin sadece hızlı değil, aynı zamanda istihdam yaratan, yeşil ve adil bir büyüme olması gerektiği ortaya çıkıyor.”
ifadelerini kullandı.
detayKulis: MB’deki görevden almalar ardından Lütfi Elvan ‘istifa’ etmek istedi

Özilhan, iktidarın politikalarına yönelik doğrudan işaret etmeden eleştirilerde de bulundu:

Cari açık ve bütçe açığına beceri açığı, bilgi açığı, liyakatlı kadro açığı ve yönetişim açığı da ekleniyor.

  • Düşen sadece TL’nin değeri değil, su rezervlerimiz, birbirimize güvenimiz, ihracatımızda yüksek teknolojili ürünlerin payı, mutluluk ve huzurumuz da geriliyor.
  • Sadece makroekonomik dengesizlikleri değil, bölgesel kalkınma farklılıklarını ve gelir dağılımı bozukluklarını da gidermek istiyoruz.
  • Faiz ve enflasyonun yanı sıra emisyonları, hava, su ve toprak kirliliğini de azaltmak gerekiyor.
  • Üretimin, tüketimin, yatırımların artmasına ihtiyaç duyduğumuz kadar, hak ve özgürlük alanlarının genişlemesine de ihtiyaç duyuyoruz.”

LAİKLİK VURGUSU

Konuşmasında laiklik vurgusu da yapan Özilhan, “Birlik ve beraberlik içinde sorunlarımızı aşarak gelişmiş, adil, saygın ve çevreci bir Türkiye inşa etmemizi sağlayacak kurumlar arasında özellikle laikliğe ve demokrasiye vurgu yapmak istiyorum.

100 yıl önce cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk ve arkadaşlarının modern dünyanın üyesi olmak doğrultusunda atmış oldukları geri dönülemez kararlı adımda en önemli ilke laikliktir” dedi.

Özilhan, şöyle devam etti: “100 yıl boyunca ayakta dimdik durmamızı sağlayan bu ilke önümüzdeki 100 yıl içinde de özlemlerimizi gerçekleştirmemizin en büyük teminatı olacaktır.

Kurumlar başlığı altında şu üç öneriyi çok önemsiyorum.

1. Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığının sağlanması çerçevesinde devletin tüm işlemlerinde hukukla bağlı olması ve etkin hak arama özgürlüğünün güvence altında olması.

2. Çoğulcu ve katılımcı demokrasinin güçlendirilmesi; bütün vatandaşlar için tüm hak ve özgürlük alanlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi standartlarında geliştirilmesi, siyasette ötekileştirme, ayrımcılık ve nefret söylemleri ile mücadele edilmesi.

3. Kuvvetler ayrılığını güçlendirmek için denge ve denetleme mekanizmalarıyla yargısal denetimin güçlendirilmesi, şeffaf, hesap verebilir, daha az merkeziyetçi ve etkin bir kamu yönetimi anlayışının yerleşik hale getirilmesi

Bu adımları atabilmek, geleceği hep beraber inşa edebilmenin temelini oluşturacaktır.”

Ben bilmem bir tek Saray bilir

KASLOWSKİ’DEN İSTANBUL SÖZLEŞMESİ TEPKİSİ

TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’nin konuşmasında öne çıkanlar ise şöyle:

“Böyle bir ortamda ülkemizin geleceğinin yeni bir anlayışla inşa edilmesi, yeni bir hikaye yazılması ihtiyacı olduğunu dile getirdik. Yaklaşık iki yıl yürütülen yoğun çalışma kapsamında, Türkiye’nin ve TÜSİAD’ın geçmiş birikimlerinden yararlanıldı. Kapsamlı analizler ve öneriler içeren bu rapor, güncel siyasi tartışmalar veya konjonktürel unsurlara değil, ilkelere dayanan, uzun vadeli bir perspektif ile hazırlandı.

LAİKLİK VURGUSU

Tam 10 gün sonra Cumhuriyetimizin kuruluşunun 98. yıl dönümünü kutlayacağız. Yüzüncü yıla da sadece iki sene kaldı. Bu toplantıda, geleceğe ışık tutmaya çalışacak olsak da geçen 98 yılın anlamı üzerine de bazı görüşlerimi de sizinle paylaşmak istiyorum. Zira geçmişlerinden ders alamayan, hatalarını, eksiklerini görmezden gelen ya da ellerindeki değerli unsurların kıymetini bilmeyen toplumlar ileriye dönük sıçramalarını asla gerçekleştiremezler. Cumhuriyeti kuran kadrolar, yıkılan bir imparatorluğun yarattığı travmayı aşıp, yerine o günün ileri ülkelerinin eşiti olacak bir ulus-devlet koyma projesine giriştiler. 10 yıldan uzun süren savaşların yıkımına uğramış, felaketler yaşamış Anadolu’dan yeni bir ulus yaratmaya çalıştılar. Bunu gerçekleştirirken kendilerine rehber olarak aydınlanma çağının ilkelerini aldılar. Bunların en önemlilerinden birisi ve son tahlilde Cumhuriyet rejiminin harcını oluşturan, bugün de demokratik bir rejimin ve barış içinde bir toplumsal yaşamın olmazsa olmaz koşulu sayılması gereken ilke, laiklik idi. Laiklik din ve vicdan özgürlüğünün güvencesidir. Laiklik ilkesini özümsememiş bir toplumda eşit vatandaşlık kavramının ve bilincinin yerleşmesi çok zordur. Hatta imkansızdır. Vatandaşlık bilincinin olmadığı yerde ise modern ve demokratik bir toplumu kurmak, korumak güçleşir.

  • Modern ve demokratik bir toplumun yapı taşlarından birisi de kadınların her alanda var olmasıdır. Kadınların toplumsal hayata katılmaları, tüm beceri ve enerjileriyle toplumun ilerlemesine ve değerlerini oluşturmaya katkıda bulunmaları ise ancak laik bir ortamda gerçekleşebilir.

1999 sonunda Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı kabul edildi. Bunu takip eden 2000-2007 yılları arasında Türkiye’de yasal ve anayasal reformların yapıldığı çok olumlu bir dönem yaşandı. Bu dönemde anayasadan ceza hukukuna, dernekler hukukundan medeni hukuka birçok alanda kanunlar çıkartılarak, AB normlarını kısmen veya tamamen karşılayan bir dizi reform hayata geçirildi. Hak ve özgürlük alanları genişledi, yargı bağımsızlığı, bireysel haklar, devlet-toplum ilişkileri ve hukukun üstünlüğü alanlarında çok önemli kazanımlar elde edildi. Türkiye’de o dönemde toplumsal enerji kabarmış, geleceğe güvenle bakmamızı sağlayan güçlü bir iyimserlik dalgası ülkenin her yanına yayılmıştı. Bu dönemin, son 50 yılda en olumlu ekonomik gelişmenin yaşandığı dönem olması bir tesadüf değildi. Tüm bu gelişmelerin sonucuydu. Ne var ki 13 yıl sonra kişi başına gelirimiz 2007 seviyesinin dahi altına düştü. Çalışabilen nüfusumuzun iş gücüne katılım oranı ancak %50-55 civarında takılı kalıyor. Bugün iş gücü piyasasında, en geniş tanımlı işsizlik oranımız %22 gibi oldukça yüksek bir seviyede, Dünya Adalet Projesi hukukun üstünlüğü endeksinde 139 ülke içinde 117’nci sıradayız. Bu tabloya baktığımızda bizim yeni bir kalkınma anlayışına duyduğumuz ihtiyaç çok açıktır.

Toplum olarak büyük bir çoraklaşma tehdidi de yaşıyoruz. Denizlerimiz ve akarsularımız kirleniyor, göllerimiz kuruyor. Katliam boyutlarında bir ağaç kesimine maruz kalan ormanlarımız, son yıllarda sayısı artan ve engellenemeyen yangınların da etkisiyle yok oluyor. Meclisimizde onaylanmasından büyük memnuniyet duyduğumuz Paris Antlaşması kriterlerine (AS: ölçütlerine) bir an önce uyum sağlamalıyız. Yoksa çölleşme ve diğer çevresel tehditler ile baş edemeyiz.

GENÇLER İSTİKBALİ BAŞKA ÜLKELERDE ARIYOR

Çoraklaşmanın her anlamda vahim sonuçlarını yaşıyoruz. En becerikli, eğitimli, yetenekli, hayalleri olan gençlerimiz, gözbebeklerimiz istikbali başka ülkelerde arıyor. Ülkemiz 1960’lardan beri göç veriyor. Ancak bugünkü göç yeni ve daha önce benzerini görmediğimiz, bizi kemiren bir göç. Genç işsizliği, özgürlük alanlarının daralması, güzel bir hayat kurabilme olanaklarının azalması da bu yeni nesil göçün hızlanmasına yol açıyor.

  • Doktorlarımız, yazılımcılarımız, girişimcilerimiz, yaratıcı beyinlerimiz, geleceklerini başka yerlerde kurmak üzere ülkemizi terk ediyor.

Bu durumu durduramaz ve tersine çeviremezsek ülkemiz insan kaynağı açısından da çoraklaşacak. Yeni bir anlayışla geleceğimizi inşa etmek, bizi bu olumsuz girdaptan da çıkartacaktır.

Raporda dile getirilen, dikkat çekilen adımlar atılmazsa ülkemizin gelişmişlik düzeyinin ve refahının dünya klasmanında gerilerde kalması kaçınılmazdır. Yeni Bir Anlayışla Geleceği İnşa, bu nedenle yalnızca milli gelir, kişi başına gelir, istihdam rakamlarıyla ilgilenen, kalkınmanın, refahın yalnızca maddi/parasal yönünü öne çıkaran bir rapor değil. Çalışma, ortak bir gayeye sahip, enerjisini, kendisiyle kavga etmeden bu yöne akıtabilen bir toplum haline gelebilmemizin çerçevesini belirliyor.

TÜSİAD olarak kuruluşumuzun 50. yılında, içinde bulunduğumuz koşulların nedenleri ne olursa olsun, ülke olarak birikimlerimizin bizi ekonomik ve toplumsal olarak çok daha iyi seviyelere (AS: düzeylere) getirebileceğine inanıyoruz. Ortak geleceğimizi, kimseyi geride bırakmadan inşa etmek için toplumsal dayanışmaya ve işbirliğine ihtiyacımız var.”

Sevgi ve saygı ile. 20 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik     

Merkez Bankası Faiz İndirmeli mi?

KENDİME YAZILAR

Merkez Bankası Faiz İndirmeli mi?

Dr. Mahfi EĞİLMEZ
23.7.19, http://www.mahfiegilmez.com

Şimdiye dek bana sorulan “Merkez Bankası faizi ne denli indirir ya da ne denli artırır?” biçimindeki sorulara hiç yanıt vermedim. Çünkü yanıtını bilmiyorum. Bunun yanıtını bilmem için ya Merkez Bankası’nda bu kararı alan kişilerden birisi veya hükümette en üst düzeyde yetkili karar alıcı konumunda birisi ya da falcı olmam gerekir. Ben hiçbiri değilim. Bu durumda benim yanıtlayabileceğim soru: “Merkez Bankası faizi ne denli indirir ya da ne denli artırır?” sorusu değil “Merkez Bankası faizi ne denli indirmeli ya da ne denli artırmalı?” sorusudur. Bu, benim ekonomide ve piyasada izlediğim, gördüğüm, analiz ettiğim verilere ve bilgilere göre olması gerektiğini düşündüğüm oranı söylemem demektir. Bence iktisatçının yanıtlaması gereken soru budur.

Buna karşılık kurumların iktisatçıları, kurumlarının yatırım fonlarını, tasarruflarını yönetenlere veya o konuda karar alanlara yardımcı olmak için Merkez Bankası’nın ne yapması gerektiğinden çok ne yapacağı ile ilgilenirler ve o konuda kestirim (tahmin) yaparlar. Bulundukları konum bakımından (itibarıyla) haklıdırlar da.

Bu girişten sonra gelelim Merkez Bankası’nın Perşembe günü ne yapması gerektiğine : Öncelikle bu konunun dayanağını oluşturan verileri ele alalım. Bugün Merkez Bankası kararına dayanak oluşturacak veriler aşağıdaki tabloda gösterilmiş bulunuyor (Tablodaki veriler TÜİK ve TCMB sitelerinden alınmış resmi verilerdir. Son sütundaki veriler TCMB’nin Beklenti Anketine verilen yanıtlardaki kestirimlerdir.)

23 Temmuz 2019 Yılsonu Kestirimi
TCMB Politika Faizi (%) 24,00
2 Yıllık Gösterge Faiz (%) 17,68
Enflasyon (TÜFE) (%) 15,72 14,84
Enflasyon (Yİ – ÜFE) (%) 25,04
(TÜFE + Yİ-ÜFE) / 2 20,38
USD / TL Kuru 5,69 6,1448

Bu verilere baktığımızda Merkez Bankası faizinin gerek enflasyona (TÜFE) gerekse gösterge faize göre oldukça yüksek kaldığını görüyoruz. Enflasyon (TÜFE) TCMB Beklenti Anketindeki kestiriminin gerçekleşmesi durumunda, yıl sonunda %15’in biraz altında olacak gibi görülüyor (benim kestirimim biraz daha düşük olabileceği yolundadır.) Buna karşılık üretici enflasyonu (Yİ-ÜFE) hala TÜFE’nin 10 puan üzerinde bulunuyor. Yine TCMB Beklenti Anketinde Dolar kurunun yıl sonuna dek 6,15 TL dolayına yükseleceği kestiriliyor (bu kestrimin ardında, kestirimi yapan kişilerin faiz indirimi beklentileri var mı yok mu ya da varsa ne ölçüde bir indirim öngörerek bu kestirimi yapmışlar, bunları bilmiyoruz.)

Eldeki verilerden ve bildiklerimizden hareketle Merkez Bankası’nın karşısındaki seçenekleri (alternatifleri) sıralayalım:

(1)   Merkez Bankası faizin neden, enflasyonun sonuç olduğu kanısını taşıyorsa faizi enflasyon düzeyine (%16) indirebilir (8 puan) hatta çok daha fazla indirerek enflasyonu düşürmeye yönelebilir. Burada Merkez Bankası’nı sınırlayan tek şey, yabancı yatırımcıların hızlı düşen faiz nedeniyle paralarını Türkiye’ye getirmek yerine başka ülkelere götürmeleri sonucunda TL’nin değer yitirmesi olabilir. Bu durumda Merkez Bankası’nın bunu dikkate alarak faizi, enflasyonun biraz üzerinde (örn. %18 gibi) bir orana indirmesi makul olabilir ki bu 6 puanlık bir indirim anlamına gelir.

(2)   Merkez Bankası enflasyonun neden faizin sonuç olduğu kanısını taşıyorsa o zaman faizi 3 – 4 puan indirerek bir yandan reel faiz makasını daraltırken bir yandan da enflasyonu daha çok düşürmek için faizin baskı yaratmasından yararlanmayı sürdürebilir. Böyle bir hamlede USD/TL kurunda yukarı yönlü bir hareket olabilir ama bu hareket olasılıkla kalıcı olmaz.

(3)   Merkez Bankası, enflasyonun neden, faizin sonuç olduğu ve henüz enflasyonda kalıcı düşüşler için gerekli ortamın ortaya çıkmadığı, maliye politikasının para politikasını yeterince desteklemediği kanısını taşıyorsa, o zaman faizde 1 2 puanlık bir indirimle yetinebilir.

Enflasyonun neden, faizin sonuç olduğu görüşünden yola çıktığımda enflasyon ve gösterge faiz oranlarındaki gerilemeyi ve USD/TL kurunda oluşabilecek dalgalanmayı dikkate alarak bendeniz Merkez Bankası’nın bu aşamada 3 – 4 puanlık faiz indirimi yapmasının uygun olduğunu düşünüyorum. Bununla birlikte eğer faiz indirimiyle yetineceksek, bunun geçici iyileşmelerden öteye bir katkı veremeyeceğini, enflasyonun düşüşünde faiz indiriminin değil baz etkisinin rol oynayacağını, başta hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı olmak üzere yapısal reformları devreye sokmadığımız sürece geçici iyileşmeleri kalıcı duruma dönüştüremeyeceğimizi anlamamız gerekiyor.

AB: Yargı bağımsızlığı konusunda endişelerimiz daha da artıyor

AB: Yargı bağımsızlığı konusunda endişelerimiz daha da artıyor

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)
AYM’nin Mehmet Altan ve Şahin Alpay kararına alt mahkemelerin uymamasına AB Komisyonu sözcüsünden de tepki geldi. Sözcü, karara uyulmamasının Türkiye’deki hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı konusundaki endişeleri artırdığını hatırlattı.

AYM’nin gazeteciler Mehmet Altan ve Şahin Alpay’ın serbest bırakılması için verdiği kararı
alt düzeydeki mahkemelerin uymamasına
AB Komisyonu sözcüsünden tepki geldi. Sözcü, karara uyulmamasının Türkiye’nin hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı konusundaki ciddi endişeleri artırdığını anımsatırken, Türkiye ile ilgili Nisan ayında yayınlanacak raporu anımsattı. AB, OHAL’in bir kez daha uzatılmasına da tepki gösterirken
“adil yargılama” hakkına saygı duyulmasını istedi ve “OHAL Komisyonu’nun etkin şekilde faaliyet göstermesi yaşamsaldır.” dedi. AB’nin yanı sıra BM ve AGİT’ten de benzer açıklamalar geldi.

Artık Türkiye ile müzakerelerin adını anmayan AB, “İlerleme Raporu” olarak bilinen rapor için de “yıllık rapor” tanımlamasını kullanırken, Türkiye’den AİHS ve AİHM içtihatlarına uyması istendi. AB Sözcüsü, AYM’nin, Altan ve Alpay’ın temel haklarının ihlal edildiğine karar verdiğini ve yerel mahkemelerin bunu uygulamadığının anımsatılması üzerine “AB’nin, Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı ile ilgili ciddi endişelerini daha da artırıyor” dedi. Türk yetkililerden, masumiyet karinesinin yanı sıra tutuksuz yargılama konusunda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihatlarına uyulmasını beklediğini anımsattı.

AB Sözcüsü OHAL’in 3 ay daha uzatılması kararını da not ettiklerini belirtirken, “Daha önce de belirtildiği gibi, her türlü koşulda Türk yetkililerin; tüm vatandaşların adil yargılanma hakkı dahil olmak üzere; hukukun üstünlüğü, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı duyması önemlidir” denildi. AB’nin OHAL’deki uygulamaları yakından izlemeye devam edeceğini belirten Sözcü, “OHAL Komisyonu’nun etkin şekilde faaliyet göstermesini sağlamak önemlidir” dedi. AB, Türkiye’yi, OHAL konusunda Avrupa Konseyi’nin dile getirdiği endişe ve tavsiyelere uymaya çağırdı.
=====================================
Dostlar,

Böyle giderse Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Türkiye’yi Konsey üyeliğinden çıkarmayı ya da üyeliğini askıya almayı, dondurmayı… vb. önlemleri gündeme alabilir. Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden olan Türkiye’nin yarım yüzyılı aşkın bir süre sonra dışlanması ne hoş (!) olur değil mi? AKP kalkar gene bin dereden su getirir.. Örn. Konsey Bakanlar Komitesi üyelerine “sizi gidi monşerler” diye çıkışabilir. Uygar dünyadan giderek soyutlanmamızı şizofrenik biçimde “değerli yalnızlık” diye niteleyebilir.. Hatta yağmur yağdırabilir, şimşek çaktırabilir!

  • Ülkemizin temel direkleri çatırdar aşamaya sürüklenmiştir devr-i AKP’de.
    Rejim ve sistem daha çok zorlanmamalıdır!

Anayasa Mahkemesi’nin kararların yerine getirilmemesi kimin aklından geçebilirdi
AKP despotizminden önceki yıllarda??

Dünya alem yanılmakta, yanlış yapmakta fakat en doğrusunu AKP = RTE mi bilmektedir?!
Geçelim böylesine bir yargıyı ve eylemi, bunu aklından geçirmek bile ciddi bir patolojidir.

Dış tehditlerin de çok boyutlandığı bir aşamada ULUSAL BİRLİK yaşamsal önemdedir.
Siyasal iktidar bu sorunu çok ama çok ciddiye almak zorundadır..

  • Bir de Suriye topraklarında sıcak çatışma eşiğinde iken, iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinin, parti üst düzey yöneticilerinin, Bakanlar Kurulu’nun, A sınıfı yüksek bürokrasinin askerde olan / olması gereken çocuklarının görev yerlerinin açıklanmasını istiyoruz.. Hangilerinin paralı askerlik yaptıklarını da..
Geldiğimiz yer tam bir hukuk devleti bunalımı.
Bize göre bu yargıçlar reddedilmeli, HSK’ya suç duyurusunda bulunulmalı, HSK kendiliğinden harekete geçerek gereğini yapmalı ve AYM kendi hukukunu uygun yöntemlerle savunmalıdır; her ne denli OHAL KHK’larını denetleyemeyeceği kararı ile kendi ayağına sıktı ise de, toparlanma çabası göstermelidir. Diyanetin – imamların siyaset yapmasını engelleme, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri yasasındaki sınırlamayı kaldırma gibi olumlu adımlar atmışken..
Ayrıca AİHM’ne ivedi kaydıyla başvuru yapılmalıdır.

* Anayasa Mahkemesi Kararının uygulanmaması, 
sanıldığından öte ağır bir bunalımdır! Bu tıkanmaya hızla, hukuk devletinin gereği çözüm getirilmelidir.

Yineleyelim; Şahin Alpay ve Mehmet Altan’ın politik görüşlerini büyük ölçüde paylaşmıyoruz. Ancak her-ke-sin anayasal hak ve özgürlüklerini dokunulmaz görüyoruz. Hiç kimse ama
hiç kimse bir demokratik hukuk devleti olmak zorunda olan Türkiye’de (Anayasa md. 2)
hak ihlaline uğramamalıdır.

Sevgi ve saygı ile. 19 Ocak 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Hangi Dilden Konuşmak?

Dostlar,

Sayın Ertuğrul Latif Kazancı eğitimci ve hukukçudur.
Özellikle yakın tarihe egemen, duyarlı bir yurtsever, emekten yana düşünürdür
ADD’de 2004-2006 döneminde kendileri Genel Başkan, biz de Genel Başkan Yardımcısı, dönem dönem de Genel Başkan Vekili olarak çalıştık.

Öncesinde de ADD Genel Yönetim Kurulu üyesi olarak birlikte bulunduk.

Birkaç gün önce Cumhuriyet’in 2. sayfasında önemli bir makalesi daha yayımlandı
Sn. Kazancı’nın :

  • Hangi Dilden Konuşmak?

Gündem öyle yoğun ki, ardından yetişmek çok zor.
Küçük bir gecikmeyle bu önemli makaleyi paylaşmak istiyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
20.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=================================

Cumhuriyet 16.06.2013
Hangi Dilden Konuşmak?

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

Av. Ertuğrul KAZANCI 
Eğitimci-Hukukçu

 

  • Siyasal tarih, bazı iktidar sahiplerinin en masum demokratik kitle istemlerinde bile savurdukları; “Ya yola gelirsiniz ya da biz, anladığınız dilden konuşmasını biliriz” tehditleriyle doludur. Oysa düşünsel nitelikli toplumsal muhalefetleri dinlemeyen yönetimlere, bizzat demokrasiler ders verir. Türkiye’deki Cumhuriyet ve devrim duyarlılığı içeren; akıl, bilim ve çağcıllıktan yana duruş ve önerileri, şiddet ve tertip taşıyan “provokasyon” kategorisine sokmanın nesnel mantığı da hiç yoktur.

Devleti saygın bir kurum konumuna getiren temel nitelik, tüm yurttaşları için
eşit, adil ve nesnel hukuksal kıstaslara sahip olmasıdır. Adaletin onuru da budur. Yoksa devlet, antidemokratik ve buyurgan bir “zulüm” varlığı olmaktan öteye geçemez. Kişi veya zümre otoritesi altında, mutsuz ve umutsuz kitlelerin uyruk olduğu
kimliksiz yığınlara dönüşür.

Baskıcı devlet; hukuksal içerik ve uygulamalara sırt çeviren, özgürlüklere özensiz, hakları zedeleyen ve aydınlanmaya düşman kesilen güçler yaratır.
Adaleti doğrudan etkilemeye çalışır. Siyasal iktidarların; yürütme erkini hukuksuzluk öğesi olarak kullanmak istemeleri ve “yargı bağımsızlığına” el atmaları,
bu yüzden totaliter devletlerde fazlasıyla yer tutmaktadır.

Hak ve özgürlüklerin gelişigüzel daraltıldığı, bireysel ve toplumsal güvencelerin olmadığı bir yapı; “polis devleti” statüsüdür. “Yasa devleti” de kamu yönetimi açısından
başlıca kıyas değildir. Çünkü hukuka aykırı yasaları, buyruk altında ve irdelemeden çıkaran yasama organlarına sahip nice ülkeler vardır. Öyleyse saygın yönetimlerin niteliği; evrensel düzeyde kabul görerek, demokratik hukuk kurumlarının işlemleriyle pekişmiş bir uzlaşma olan “hukuk devleti” anlayışını benimsemek olmalıdır.

‘Taksim’ ve toplumsal bellek

Toplumsal yaşamda; demokratik insani değerlerin özgürlüklerle birlikte göz ardı edildiği yönetsel tutum, “ceberrut devlet”i yaratır. Zora dayalı tavır dış ilişkilere de yansıyabilir. Ülke içinde halka göz açtırılmazken halk zararına dayatmalarla dıştaki çıkar kutuplarının boyunduruğuna girilebilir. Hatta sömürgeleştirilme programlarında, emperyalizmle birlikte saf tutulabilir.

Türkiye’deki gündem, “Taksim Gezi Parkı” olaylarıdır. Çevresel duyarlığı bile kaldıramayan coplu, biber gazlı ve basınçlı su sıkan güç, sabır bardağını taşırmıştır. Sorumluların zorunlu olarak kabullendikleri; “ruhsal ve fiziksel orantısız saldırılara”, insanların katlanma dirençleri kalmamıştır.

O zaman da ortada yurt ve ulus aleyhine yıllarca takınılan yanlışlık ve haksızlıkların nedenlerini bir anda hatırlayan toplumsal bellek belirmiştir. Toplumsal belleğin bastırılmış anılarında, bugünlerdeki “Taksim Gezi” olaylarını Türkiye ölçeğine yayan ulusal bilinçaltı canlanmıştır. Halkın inandığı değerleri istismar ederek başa gelmiş ama halktan yana olmamışların serüvenleri çırılçıplak çıkıvermiştir. Yakın tarihe doğru geri giderek, oralardan günümüze gelmek zorunludur. Hatırlayalım:

1950’ler sonrası İnönü’nün deyişiyle; “Din istismarının daniskası” başlar.
Köy Enstitüleri kapatılarak kitlesel eğitim aydınlanmasına set çekilir.

Milli eğitim, 3 Mart 1924 tarihli “öğretim birliği” esaslarından çıkarılarak,
medreseleşme yoluna çekilir.

Kore’de heder edilen “Mehmetçik” pahasına, NATO’ya üyelik izni, ödül sayılır.
Atatürk’ün onurlu Sâdabat” ve “Balkan” paktları örnekleri dışında Ortadoğu’da
İngiliz çıkarı için CENTO’ya, Avustralya ve ABD güvenlikleri yüzünden de SEATO’ya yanaşılır. Uluslararası eşitlik ilkesi terk edilir. Kurtuluş savaşı ruhuna ve
“Kemalist devrim”e aykırı hangi teslimiyet alanı varsa, gözü kapalı icra edilir.
Halkçı-devletçi ekonomi kenara fırlatılarak vahşi liberalizme kucak açılır.
“Denetimsiz piyasa” dönemi başlatılır. Özelleştirmeyle kamu mülkü, yerli ve yabancı işbirlikçilere peş keş çekilerek “sosyal devlet” tasfiye edilir.

Öbr gelişmeleri de şöyle bir çırpıda sayarsak, saptadıklarımız ülke ve ulusa ancak
zarar veren işlerdir. Onlar nelerdir? Sayalım:

“Hukukun üstünlüğü” ve “yargı bağımsızlığı” kavramları derin yaralar alır.
– Ulus devlet, “T.C.” kimliğinde silinmek istenilir.
– Kıbrıs gözden çıkarılarak,
– sahte Ermeni soykırım savlarına güçlü bir ses çıkarılmaz.
– Köprü isimlerinde bile mezhep gerilimleri icat edilir.
– Haberleşme özgürlüğü yok edilir.

Teokratik, ayırımcı ve eskinin dönek liberal cephe birliği, koruyucu siyasal ortamda Cumhuriyeti temelden örselemenin rahatça yolunu bulur. “Resmi ideolojiyi yergi” tanımlaması altında devrim karşıtlığı sergilenerek, kendi deyişleriyle

“Atatürkçülüğü çöpe atma” denemelerine girişilir. İtici ve hiddet dolu sert söylemler, devlet hiyerarşisinin resmi dili olur. İşte toplumsal bellek, böylesi nice birikimler sonucu taşar.

Şimdilerde

Topluma yönelik genellemelerle; “Ya yola gelirsiniz ya da biz, anladığınız dilden konuşuruz..” teranesini yineleyenler, hangi dili konuşacaklardır? Demokratik kitlesel duruşa karşı yalnızca; “provokasyon” suçlamaları öne sürenlerin, yani sapla samanı karıştıranların “anlatacakları dil” nasıl bir dildir? Şiddet ve tertipleri yadsıyan
“idrak sahibi” binlerce düşünce insanını hedefleyecek baskıcı yöntemler, protestoları hizaya mı getirecektir? Kastedilen bu mudur?

Hukuk devletinde, düpedüz tehdit olarak algılanacak böyle söylem bir olabilir mi?

Çıkar yol ve sonuç                        :

Atatürk’ün istediği “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar,
Cumhuriyet terbiyesiyle birlikte günümüze akarak Taksim’de temsil edilmişlerdir.
Hak ve özgürlüklere toz kondurmak istememişlerdir. Yorulmuş ama ideallerini korumuşlardır. Çünkü devrimciler yılgın olmazlar.

“Namus erbabının” takınacağı en etkili tavır; demokratik düşünsel ilkeleri kararlılıkla yansıtabilmektir. İşte saptanan da budur.