Etiket arşivi: Attila İlhan

Ne darbeler gördüm zaten yoktular

Ne darbeler gördüm zaten yoktular

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli
08 Ocak 2021 Cumhuriyet

 

Büyük şair Attilâ İlhan’a şapka çıkararak bir saygı duruşu ile başlayalım söze.

Ne yararlı bir kavram, ne yararlı ve kullanışlı bir klişe bıraktı bize.

Şair’in dediği gibi:

“Hayır, sanmayın ki beni unuttular
Hâlâ, ara sıra mektupları gelir
Gerçek değildiler, birer umuttular
Eski bir şarkı, belki bir şiir
Ne kadınlar sevdim, zaten yoktular…”

Ülkeyi yönetemeyen ama yönetememesine sürekli bir mazeret, bir özür arayanların hep sarıldıkları bahaneye, artık bayatlamış can simidine, “darbe umacısı”na getireceğim sözü.

Ne zaman sıkışsalar (-ki antidemokratik rejimlerin alametifarikası bu sıkışıklık hali, 19 senedir hiç bitmiyor-) hemen bu sözde darbe tehlikesine dair bir balon uçurmak için fırsat kolluyorlar.

En son da Sayın İlker Başbuğ’un kitabı üzerine Cumhuriyet’te yayımlanan söyleşiden cımbızladıkları bir sözü “Bakın. Bunlar, bugünle 1960 darbesi arasında paralellik kurarak Erdoğan’a parmak sallıyorlar” şeklinde akıl fukaralığı içeren bir paranoya gösterisine başvurmaktalar.

Aynı günlerde, gazeteci Can Ataklı’nın “Bugün artık darbenin koşulları yoktur. Kimse yapamaz” mealindeki sözlerini de “Hah.. Bak.. Gönüllerinden geçiyor ama yapamayacakları için hayıflanıyorlar” mealinde yorumlayarak, yine bu “Darbe de darbe, darbe de darbe” terennümüne, nakaratına başvuruyorlar.

Oysa sanki bu toplum, asıl darbecilerin hem de “damardan Cumhuriyet düşmanı FETÖ’cü darbenin yollarına birinci sınıf kaymak asfalt döşeyenlerin” bizzat kendileri olduğunu unuttu sanıyorlar. ATATÜRK Cumhuriyeti’ni yıkmaya yönelik dinci faşist, özgürlük düşmanı akımların, Cumhuriyeti “100 yıllık bir parantez” olarak gören kapkara kafalı gericiliğin gerçekleştirdiği “gerçek darbe”nin müelliflerini, mühendislerini, müteahhitlerini, bilmiyormuşuz gibi yapıyorlar.

Neredeyse, domatesi ortadan ikiye böldüklerinde içinden “D” harfine benzer bir şekil çıkması, havada uçan kuşların veya gökteki bulutların “D” harfi çizmesi için dua edecekler yakında. “Bakın.. Demiştik biz. Darbe geliyor” diye hoplayıp zıplayabilmek için.

BİZDE BEKLENİRKEN ABD’DE

Tam da bizimkilerin “Darb-o-Fobi” hastalıkları depreştiği günlere denk geldi, ABD’deki faşist kalkışma. Dünyanın başına gelmiş (Hitler, Mussolini, Franko dahil) en büyük belalardan biri olan “Sarışın Ruh Hastası” Trump’ın, “Seçim sonuçlarını tanımam. Gitmem. Koltuğu bırakmam” krizlerinin artık “suyunu” çıkararak taraftarlarını sokağa dökmesi sonucu, çarşamba gecesi Washington D.C.’den dünyaya yansıyan utanılacak görüntüleri kastediyorum.

Bizdeki “Kuruluş, Diriliş, Silkiniş, Uyanış, Çırpınış vb.” dizileri anımsatan kostümlerle Capitol Hill’e (Kongre Binası) hücum eden faşist çetelerin ortalığı kırıp döktüğü anlarda buralarda da hükümet yandaşı bazı çapsız beslemeler “Trump’a haksızlık edildi. Zaten Twitter’da sesini kısmaya çalışıyorlar. Zaten yarın bizde de olursa böyle şeyler ona hazırlık mı yapılıyor?” mealinde kendi açılarından bir altyapı hazırlığına giriştiler bile.

Allah’tan, daha önce bunun provasını 2019 Mart ve haziran ayında iki kez yapıp hüsrana uğramışlardı da belki ders çıkarmışlardır diye umuyorum.

Zaten ortalıkta yaygın biçimde dolaşan (aslında kendileri tarafından kasten dolaştırılan) “Bir daha seçim yapmaz bunlar. Yaparlarsa da yenilgiyi kabul edip hır çıkarmadan gitmezler” yollu endişeleri körüklemekten başka bir şeye yaramaz bunlar.

Halkın, demokratik iradesi ve kitlelerin tertemiz oylarının arkasında durarak geçmişte sergiledikleri kararlı duruşunun, her tür faşist ayak diremenin karşısında dikileceğini anlamıyorlar hâlâ.

Zaten tam da bu yüzden, Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılmak istenen Kayyım Darbesi’ne, yani Prof. Melih Bulu’nun haksız ve hoyratça tayinine sahip çıkarak, bu karara direnen öğrenci ve akademisyenlerin tavırlarını “Şeytanlaştırma” çabasına girişiyorlar. “Sokağa dökülmenin ve barışçıl protestonun” adeta “terör eylemi” sayılması, gösterilmesi için ellerinden gelen çakallıkları artlarına koymuyorlar.

Slogan atmanın, pankart açmanın, saf tutup yürüyüş yapmanın “yasadışı bir eylem” olduğu “çirkin algısını” yaratmaya çalışıyorlar.

Anayasanın 34’üncü maddesi ile 2911 sayılı yasanın verdiği, dahası İnsan Hakları Evrensel Bildirisi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin tanıdığı hakları ayaklar altına almaya çalışıyorlar. “Polisimin arkasındayım” gibi bir etiketle, polisi vatandaşın karşısında bir güç gibi konumlandırıyorlar.

Oysaki polisin, aslında vatandaşın gösteri ve protesto hakkını (ya da herhangi bir anayasal / yasal hakkını) kullanırken “Ona yardımcı olmak” gibi bir görevi bulunduğunu da unutturmak istiyorlar…

Nafile çabalar bunlar.

Darbe heveslileri ve darbe kışkırtıcılarına, darbe-fobisi ile beslenenlere inat bu halk, faşizmi de yitirdiği halde koltuğa yapışmak isteyenleri ve istemeye yeltenecekleri de geçmişte olduğu gibi gelecekte de hüsrana uğratacaktır.

Şaşmaz bir kaidedir çünkü:

Demokrasi, faşizme er geç galebe çalar.

3 Mart 1924 Bir Devrim Günüdür, Kutlu Olsun !

3 Mart 1924 Bir Devrim Günüdür, Kutlu Olsun !

3-mart-1924-bir-devrim-gunudur-kutlu-olsun3

Dr. Serdar ŞAHİNKAYA
03 Mart 2020, Ankara

3 Mart 1924’te üç önemli yasa Mecliste kabul edildi. Bunlar
– Hilafetin ilgası (AS: kaldırılması),
– Şeriye ve Evkaf Vekâleti ile Harbiye Vekâleti’nin kaldırılması ve
Tevhidi Tedrisat Kanunu’dur. (AS: Öğretim Birliği Yasası)

3 Mart 1924 Bir Devrim Günüdür, Kutlu Olsun !

Kuşkusuz ki bu büyük devrim, “Ben cumhuriyeti vicdanımda milli bir sır gibi sakladım” diyen Mustafa Kemal Paşa tarafından, henüz Kurtuluş Savaşı başlamadan önce planlanmış, tasarlanmıştır.

Edebiyatımızın ulu çınarı Fazıl Hüsnü Dağlarca, “Çanakkale milli mücadelenin önsözüdür” demektedir. Aslında 3 Mart Devrim Yasaları da “Cumhuriyet Devrimlerimizin Önsözüdür.” 23 Nisan 1920’de Meclisimiz açılmış ve yeni kurulacak Türk devletinin halk egemenliğine dayalı olacağı ilan edilmiştir. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş ve devletin yönetim biçimi belirlenmiştir ama Cumhuriyet’in nitelikleri ve tamamlayıcı yasal ve toplumsal değişiklikler henüz yaşama geçirilmemiştir, Türkiye nasıl bir Cumhuriyet olacaktır? İslam Cumhuriyeti mi, faşist Cumhuriyet mi, teokratik Cumhuriyet mi, oligarşik Cumhuriyet mi? Bu sorular henüz yanıt bulamamıştır.

Attila İlhan Cumhuriyet üç devrim üzerine kuruludur” der.

İlk ikisi olan “Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı ve padişaha karşı demokratik devrim” aşamaları geride bırakılmış. 3 Mart 1924’te 3. aşama olan “toplumun ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü”için harekete geçilmiştir.

  • Bu 3 yasanın her biri başlı başına birer devrimdir.

O yüzden bu 3 yasanın kabul edildiği günü kutlayan Cumhuriyet Aydınları, bu yasalara “3 Devrim Yasası” adını vermiştir.

Bugünden baktığımızda bile bu yasaların geçmesinin ne denli zor olduğu ortadır. Okuma – yazma oranı diplerde, yıllarca dinci taassupla (AS: bağnazlıkla) yetişmiş ve Halifeye kul olduğunu düşünen bir ümmete karşın, bu Büyük Devrim kararlılıkla yalama geçirilmiştir.

Mecliste bu yasa geçerken neler olduğunu Mahmut GOLOĞLU’nun İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-1 (1924-1930), Devrimler ve Tepkileri kitabından aktaralım:

“Meclis Başkanı Fethi Bey, Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile 53 arkadaşının ‘Halifeliğin Kaldırılması ve Osmanlı Soyundan Olanların Türkiye Dışına Çıkarılması’ hakkında bir yasa önerisi verdiklerini, bu teklifin de ötekiler gibi, Komisyonlara gönderilmeden hemen görüşülmesinin istendiğini bildirdi. İstek kabul edildi ve teklif okundu. Teklifin gerekçesinde şöyle deniyordu:

Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde ‘Halifelik Makamı’nın varlığı nedeniyle Türkiye, iç ve dış politikasını 2 başlı olmaktan kurtaramadı. Bağımsızlığında ve ulusal yaşantısında ortaklık kabul etmeyen Türkiye, görünüşte ya da dolaylı ikiliğe dayanamaz. Yüzyıllardan beri Türk milletinin felaket nedeni ve sonunda fiilen ve antlaşmalı olarak Türk İmparatorluğu’nun çökmesine vasıta olan Padişah Ailesi’nin, Halifelik kılığı içinde, Türkiye’nin varlığına daha da etkili bir tehlike oluşturacağı ağır deneyimlerle kesin olarak anlaşılmıştır. Bu ailenin Türk ulusu ile ilişkili olan her durumu ve gücü, ulusal varlığımız için tehlikedir. Esasında Halifelik, ilk İslam emirliklerinde, ‘hükümet’ anlam ve görevinde ortaya çıkarılmış olduğundan, bütün dünya ve din görevlerini yerine getirmekle yükümlü olan çağdaş İslam hükümetlerinin yanında ayrıca bir halifelik makamı bulunmasının nedeni yoktur. Gerçek budur. Türk milleti kurtuluşunu koruyabilmek için gerçeğe uymaktan başka bir davranışı seçemez.’ “

Halifeliğin kaldırılışı tek başına çok büyük devrimdir.

Eğer halifelik kaldırılmasaydı Türkiye Cumhuriyeti ulusal sınırları içinde, üniter (AS: tekil) bir ulus devlet olmak yerine tüm müslüman nüfus üzerinde sorumluluk iddia eden ama somut hiçbir yaptırım gücü olmayan uluslararası hukuk bakımından da tartışmalı bir yapının taşıyıcısı olarak büyük riskler üstlenecekti.

Hilafet kaldırılmasaydı Cumhuriyet’in ilanının fiilen bir hükmü de olmayacaktı zira halifelik makamı bir vesayet makamı olarak etkisini sürdürecekti.

En önemli sonuçlarından biri halifelik kaldırılmasaydı asla laiklik kabul edilemeyecekti (5 Şubat 1937).

Halifelik kaldırılmasa Türk Medeni Kanunu kabul edilmeyecek, yurttaşlık ve kadın devrimimiz yapılamayacaktı (17 Şubat 1926).

Halifelik kaldırılmasa hukuk devrimimiz yapılamayacaktı.

Eğitim ve Öğretimin Birleştirilmesi Yasasının kabulünün gerekçesini anlamak için Atatürk’ün şu sözünü iyi değerlendirmek gerekir:

  • “Eğitimdir Ki Bir Milleti Ya Hür, Bağımsız, Şanlı, Yüksek Bir Toplum Halinde Yaşatır Ya Bir Milleti Kölelik ve Yoksulluğa Terk Eder.”

Yine dönemin Milli Eğitim Bakanlarından Vasıf ÇINAR, öğretmenlere bir seslenişinde:

Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.” demiştir.

Bu iki büyük ve önemli söz, öğretimin birleştirilmesinin ne denli önemli olduğunu vurgulamaya yetmektedir çünkü Atatürk, yeni kurulan “Cumhuriyet’in temeli kültürdür” demiştir, kültürden kasıt laik, bilimsel, çağdaş bir eğitimle yetişen gençler, kuşaklar ve bir toplum yaratmaktır. Ulus birliğini, kültür birliğini sağlamanın en etkili yolu öğretimde birliği sağlamaktır. Bu nedenle Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile o dönem henüz kapatılmayan (30 Kasım 1925) tarikat ve cemaat medreseleri de yabancı azınlıkların okulları da dahil olmak üzere tüm eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na başlanmıştır.

Şeriye ve Evkaf Vekaleti Osmanlı tarihinde şeyhülislamlık kurumuna denk gelen modern devlet yapısında yeri olmayan bir organı ve kaldırıldı, temel görevi çıkarılan yasaların şeriata uygunluğunun denetlenmesi idi ve başlı başına bir vesayet organıydı. Kaldırılarak yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.

Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Vekaleti kaldırılarak Türk Ordusunun yönetimi Vekiller Heyetinden (AS: Bakanlar Kurulu) çıkarılarak bağımsız bir yapı olan Genel Kurmay Başkanlığı’na verildi. Bu sayede Ordunun siyasal etkilerden uzak kurumsallaşması amaçlandı ve bu yapı çok da başarılı oldu.

Bu 3 devrim yasası ile laik Türkiye Cumhuriyeti’nin temel felsefesi kurulmuştur.

Gerçekte 3 Mart 1924 Laikliğin Türkiye’de filizlenmeye başladığı gündür.

3 Mart Devrimci bir gündür kutlu olsun !

2017-2018 Müfredatı Açıklandı; Yalandan Eğitime Geçiyoruz

2017-2018 Müfredatı Açıklandı;
Yalandan Eğitime Geçiyoruz

Mahiye Morgül
Eğitimci

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Eğitim programlarında değişmedik dönüşmedik ne kaldı diye soruyorsun kaldırılsın, diyor. Oraya gidiş bu gidiş. internetten ödev yapıyor çocuklar. Akıllının bir tanesi de öneriyor, artık kaynak oluşturmayan tüm kütüphaneler kapatılsın, eski kitaplar ortadan kaldırılsın, diyor. Haber Türk internet sayfasına koymuşlar. Aslında akıl o akıl da, sanki okuyucu istiyormuş gibi gösteriyorlar, eleştiren yorumları koymazlar.

İnternetten ödev yapılmasından en çok şikayet eden de ABD ve Avrupa. Abbas Güçlü yazdı, katıldığı Almanya’daki eğitim konferansında fark etmiş durumu. Ödev yapılan internet siteleri porno reklamlarla dolu diye şikayet eden ülkeleri anlatıyor köşesinde. Yalan haber yazmayı ders olarak koyan Harvard gazetecilik fakültesinin buna örnek verdiği gazete 60 bin satıyormuş.

Şimdi Abbas Güçlü’ye sormak gerek, yalan haber yazmak modası var da yalandan eğitim veren okul yok mu? Hatta kendi halkına yalan söyleyen Eğitim Bakanı yok mu?

Bakın şimdi, 1. sınıfta DİK TEMEL HARFLERE geçiyoruz, dediler; “tablette okuma-yazma getiriyoruz, kalemi defteri kitabı kaldırıyoruz” demediler, farkında mısınız?

Halkımız bu yıl 1. sınıfta çocuğunun neyle karşılaşacağını bilmiyor, bu nasıl olabildi?

Gelelim 5. Sınıfta 15 saat İngilizce’ye, ne demektir? Ana dil İngilizce…

Peki de, bu kadar öğretmen yok, bu yıl pilot okullarda başlayacak, ya sonra?

Diyor ki: “İngilizce dershaneleriyle, okullarıyla işbirliği edeceğiz.”

Bu nedir, bilen var mı? 2006 yılında bunun yasası geçti, uyudunuz. Hatta 1995’te Tansu Çiller eğitimi küresel eğitim piyasasına peş keş çekeceğinin taahhüdünü vermişti de halktan sakladı. Hatta anlayan beri gelsin, 15 Temmuz şehitleri anma fotoğrafında Tayyip beyle birlikte resim (AS: fotoğraf) verdi.

Siz de sözleşmeli İngilizce öğretmeni alacaklar sanırsınız, öyle değil. Eğitimi küresel piyasaya eklemleme görevlileri işbaşında, MEB’in amacı bile bu oldu. Ağzının salyaları akıyor şimdi yabancı dil kurslarının. Reklamlarını bile, yabancı öğretmen 30 günde sınavın ipuçlarını da öğretiyor diyerek yapıyor.  Yani?.. Bu işten kim kazanıyor, ona bakın lütfen.

4. sınıftan sonra çocuklarınız İngilizce piyasa kurslarına atılacak. Öğrendiği kadarını sınav şirketleri ölçecek, belge getireceksin sınıf geçeceksin. Paran kadar İngilizce… Hamiş!

  1. sınıfta konular iyice hafifledi, 4 yıllık Anaokulu başlıyor, 2. sınıfında İngilizce var, bunun öğretmenleri de bilmem nereden 5544/2006 sayılı yasaya uyarak “Dışarıdan Paket Eğitim Hizmetleri” olarak Hıristiyan dadılar göreceksiniz. Çünkü mevcut İngilizce kitapları, dil eğitimi değil, bizde hiç olmayan bir Hıristiyan kilisesinin din eğitimini verecek şekilde hazırlandı. (Lütfen okutulmakta olan ilkokul İngilizce kitaplarına dikkatle bakınız.)

Gelelim içeriğe eklenen İsmet İnönü gibi tarihsel kişiliklere ve Atilla İlhan gibi şairlere.

Daha öncekilere ne yaptılarsa onların başına da o gelecek; resimlerinin yanına birer börtü böcek, sanal çizgi kahraman, kolaj resimlerle karartma, soldurarak buharlaştırma…  Kâbe resminin üzerine boyaması için salyangoz, Atatürk’ün aile fotoğrafıyla yan yana anıran eşek, Kuran üzerinde kurbağa resmi, hadislere karikatür, vb.

Değerler eğitimi her dersteymiş… Siz de inandınız?

Talim Terbiye’nin başı olan Tablette İlmihal yazarı bir kişi, bir de özel eğitim şirketinin başıysa, siz bu adamın kendi şirketine para kazandırmak için eğitimi değiştirdiğini düşünmek için
ne bekliyorsunuz?

2004’te Tebliğler Dergisinde yayınlanan o resmi yazıyı bir daha anlatayım bari. Bu plan kaç yıllık plandır bilinsin. İngilizce’yle beraber piyasada kurslara atılacak daha ne dersler var, bakın:

RESİM, MÜZİK, BEDEN EĞİTİMİ, İNGİLİZCE, DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ, BİLGİSAYAR VE SEÇMELİ DERSLER.

Belgesini görmek isteyenler internette pdf dosya olarak Milli Eğitimde Emperyalist Kuşatma kitabıma bakabilirler. 2006’da MEB Hüseyin Çelik “Desantralizasyona geçiyoruz, 28 kriter (AS: ölçüt) belirledik” derken neyi planladıysa aynen uygulanıyor. Yani

  • Feto MEB içinde hiç uyumadan çalışıyor.

Kamucu ve bilimsel eğitim berhava…  Bilimsel Ders kitapları berhava…
Akıl dışılıklar had safhada. Böyle bir durumda ortada eğitim var diyebilir misiniz?

Abbas Güçlü Harvard’da yalanla gazetecilik öğretiliyor diye yazdı, ben de ekliyorum:

Eğitimi de piyasaya devredeceği üzerine Küresel efendilerin bankası WB ile GATS’ı imzalayan Tansu Çiller ve mahkemelik o bankayı (AS: FETÖ’cülerin Bank Asya’sı!) FETO’ya kuran bu hatun eliyle pişirilip önümüze getirilen MEB EĞİTİM PROGRAMLARI DA YALAN!

Türkçe 8. sınıfa kadar masal kitabı ise, gerisini siz anlayın.

  • Türk Milli Eğitimi bir masal oldu.

Onlar erdi muradına, ya siz sayın okurlar, direnme hakkınız yok mu?

Bu kitaplarla, bu müfredatla eğitim olmaz, buna bizi mecbur edemezsiniz deme hakkınız yok mu? (21.7.2017 – Rize)
============================================
Dostlar,

  • Feto MEB içinde hiç uyumadan çalışıyor.

Çok kıdemli ve çok yetkin eğitimci Sayın Mahiye Morgül hanımefendinin yukarıdaki yazısı
çok çarpıcı..

  • AKP = RTE’nin bu “eğitim müfredatıyla kuşatma ve son hamle” girişimini
    der-hal geri çekmesi gerek. Bu stratejik bir hata!
    Ancak son derece ilginç bir AKP = RTE hattı izliyoruz..
  • Gerek ulusal gerek uluslararası kişi – kurum – kamuoyunı hiç dinlemeden,
    kör inatla bodoslama giden bir TEK ADAM DESPOTİZMİ!

Gemi çatırdamaktadır, su almaktadır..

  • Titanik 1914 faciası gibi güvertede AKP = RTE’nin CİHATLA SON TANGOSU sahnededir!

Ne söylense, ne yazılsa, ne uyarılsa, ne rica edilse, ne ihtar edilse…. bo – şu – na!
Bu gemi ya kayalara çarparak parçalanıp batar ya da karaya oturur şanslı ise.
Ne oldu bu siyasal kadroya?
Neyin hesabındalar? Mühürlendi – kilitlendi tüm sağduyuları..
Belagatları bağlandı sanki.. Anlamak, çözmek çook zor çoook..
Gitmeye gidecekler de, kendileriyle birlikte, enkaza çevirdikleri Türkiye de batacak!

  • Bir şey yapmalı, bir şey yapmalı, bir şey yapmalı…
  • Bu çığlıklar Türkiye’den Dünyaya “SOS” feryatlarıdır..

Umarız zamanında duyulur..

Sn. Rıfat Serdaroğlu‘nun şu dehşet verici saptama ve uyarısına bakar mısınız??

  • “İleride 15 Temmuz’un üstündeki örtü kaldırıldığında, Hulusivil-Fidan işbirliği ile sahnelenen tiyatronun gerçeğini, Tayyip-Gülen işbirliğinin esas yüzünü, kendi insanının üzerine kurşun sıkan istihbaratçıları, mafya tetikçilerinin nasıl adam öldürdüklerini, CIA uşaklarının gerçek yüzlerini göreceğiz.”

Sn. Serdaroğlu‘nun yazısının tümü için tıklayınız :
http://ahmetsaltik.net/2017/07/23/rifat-serdaroglu-15-temmuzun-fatihi/

Sevgi ve saygı ile. 23 Temmuz 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Yiğit Savcı Doğan Öz’ü 39 yıl sonra saygı ve özlemle anıyoruz..

Yiğit Savcı Doğan Öz’ü
39 yıl sonra saygı ve özlemle anıyoruz..

Emperyalizmin Türkiye’de başlıca NATO eliyle yerleşik gladyosunca katledilen yurtsever Savcı merhum Doğan Öz‘ün aziz mücadele anısını saygı ile selamlıyoruz.

O tarihlerde ne yazık ki biz de Keban’da, tüm hastalarına karşılıksız gece gündüz koştuğumuz halde ölüm tehditleri alıyorduk.. Birtakım çevreler ”Cumhuriyet gazetesi almasın!” diye sözde gerekçeli tehditler savuruyordu. 1 yıl hizmet verdiğimiz ilçeden, Hacettepe Tıp Fakütesi’nde kazandığımız Toplum Hekimliği uzmanlık eğitimini yapmak üzere ayrılırken, yaşamın acı cilvesine bakınız ki, Emniyet Başkomiseri olan babamız Halis Zeki Saltık,
yakın korumamızı yapmak üzere İstanbul’dan kalkıp gelmişti..

O bizi kuvvetle olası bir suikast girişiminden korudu ama ne yazık ki 7 temmuz 1980 günü görev yeri İstanbul’da, görevi sırasında özveriyle ve cesaretle giriştiği çatışmada biz O’nu koruyamadık.. 7 kör kurşunla şehit verdik babamız Emniyet Başkomiseri Halis Zeki Saltık’ı..

Türkiye, Batı emperyalizmi ve özellikle onun iğrenç aleti NATO gladyosunca denetimli bir istikrarsızlık (controllable instability) içinde tutuluyor. Çok yönlü ve çok ağır bedelin bir bölümü ise ülkenin yurtsever aydınları (İTÜ Rektörü Ord. Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu), subayları (Jand. Gn. Kom. Org. Eşref Bitlis), gazetecileri (Abdi İpekçi, Uğur Mumcu), sanatçıları (Doç. Bedrettin Cömert..), polisleri (Diyarbakır Em. Md. Ali Gaffar Okkan..) … oluyor..

Emperyalizm, Türk toplumunu derin gaflet uykusunda tutmak istiyor..
Ne çare ki boşuna.. Attila İlhan‘ın büyük isabetle saptadığı gibi,

  • BİR MİLLET UYANIYOR!

”Türkiye Cumhuriyeti ebediyen payidar kalacaktır..” 
Emir – talimat büyük yerdendir..
Yüce ATATÜRK‘ün bu sözleri hedefe atılmış ok gibidir..

Sevgi ve saygı ile. 06 Mart 2017, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

TARIK AKAN’IN ARDINDAN…

TARIK AKAN’IN ARDINDAN…

tarik-akan-1b716

Dr. Ceyhun BALCI

portresi

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Şöhretli birisi öldüğünde pek çok kişinin onu kendisine yakın bir yere yerleştirme telaşına düştüğüne tanık oluyoruz. İki yüzlülük ve düzenbazlık kokan bir yaklaşımdır.

Örneğin Tarık AKAN!
Yaşamının son döneminde ulusalcı, Aatürkçü ve Cumhuriyetçi bir tutum sergilemiştir. Bu tutumu gün gibi ortadadır. Doğum gününde bile Silivri barikatlarını yıkanların en önünde yer almıştır. Bu denli ortadayken tutumu şuraya, buraya çekiştirme çabalarını içtenlikten yoksunlukla ve hatta düzenbazlıkla suçlama hakkına sahip değil miyiz?
*****

Tarık AKAN’ın ardından yazılanlar, çizilenler ve söylenenler bende “de ja vu” etkisi yarattı! Çok değil 10 yıl önceye döndüm. Benzer yaklaşım Attila İLHAN’ın ardından da sergilenmişti.

Atilla İlhan’ın şiirine evet ama ulusalcılığına hayır!” diyerek ardından sessiz kalmama görevini yürütenler bir kez daha iş başındadır! Bu kez Tarık AKAN için!

Emperyalizmin kapıkulluğunu etnikçilik kontenjanından yerine getirmekte olanların Tarık AKAN’ın ulusalcılığına dil uzatmakta sakınca görmediklerine tanık oluyoruz. Bunu yaparken de sundukları tatsız, tuzsuz, kokmuş yemeği Marksist-Engelsist sınıf mücadelesi garnitürü ekleyerek servis ettiklerini hiç de şaşırmayarak izliyoruz.

Salon filmlerinden, Hababam’a oradan da toplumcu sinemaya evrilen Tarık AKAN pek az kişide örneği görülebilecek olumlu bir yaşam sürdü.

Yılmadı, köşesine çekilmedi daha da önemlisi halkına küsmedi!

Zor günlerde mücadele vermek için halkını aşağılayan, onu bidon kafalılıkla, göbeğini kaşımakla suçlama kolaycılığına kaçmadı.

O’nun yerine Silivri barikatını yıkan kitlelerin en önündeki yerini almayı seçti. Edindiği haklı şöhreti kendisine kalkan yaparak miskinleşmek yerine şöhretini mücadelesinin gücüne dönüştürdü.

Son dönemde ulusalcı, Atatürkçü, Cumhuriyetçi çizgiyi ikilemsiz benimsedi. Koşullar öyle olmayı gerektirdiği için yaptı bunu!

Ölenin ardından bir şeyler yazmak zorunlu mudur? Bence kesinlikle değildir. Bunu yapmadığınız için yerilmeniz, suçlanmanız söz konusu bile olmaz. Ama, ölenin ardından öleni kendi meşrebinizde bir yerlere oturtmaya çalışmak, yetinmeyip O’nu kendi meşrebinize uymadığı için ateş altına almak doğru olmadığı gibi namuslu da olmayan bir tutumdur.

Tarık AKAN, yaşamı boyunca çeşitli aşamalardan geçerek belirli bir yere erişti. Eriştiği nokta pek çoğumuzun gönül tahtıdır. Son kertede geldiği yer Atatürkçü, Cumhuriyetçi, ulusalcı duruştur.

Neden böyledir? Günümüz Türkiyesi en çok bu duruşa gereksinim duyduğu için!

Parolası vatan, işareti namus olduğu için!

Anısı önünde saygıyla eğilirken, geride bıraktığı mücadelenin şaşkınlaşan, yolunu yitirme noktasına gelen aydınımıza yol göstermesini diliyorum… (18.09.2016)

===================================

Dostlar,

Bu gün onbinler (80 bin dolayında!) insan saatlerce Tarık Akan‘ı son yolculuğuna uğurlamak için İstanbul sokaklarındaydı.. Muhsin Ertuğrul sahnesinde izdiham vardı.. Yeri geldiğinde Ulusumuzun nasıl vefalı ve değerbilir olduğunu keyifle ve gurula izliyoruz.. Halkımıza değerler katacak erdemli bir Ulusal eğitim sistemine sahip olsaydık acaba nasıl olurdu tablo? Yobaz panik atağa sürüklenirdi herhalde.. Ama çare yok;

  • AYDINLANMA durdurulamaz ve ertelenemez bir evrensel diyalektik gerçekliktir..
    Olsa olsa kimi coğrafyalarda, o arada bu sıralar Türkiye’de AKP – RTE‘nin zavallı ve yenilmeye mahkum geçici engeliyle karşılaşabilir.. Ama “her-kes” iyice anlamalıdır ki;
  • AYDINLANMA aynı zamanda Tanrı buyruğudur! 

    Tarık Akan, son çözümlemede ANADOLU AYDINLANMASINA kendince içtenlikli, değerli katkılar vermiş seçkin bir yurttaşımız, sanatçımızdır; Cumhuriyetin ürünüdür!. Bu eylem ve ürünü O’nu çook saygın kılıyor.

Tarık akanın cenazesi ile ilgili görsel sonucu

Silivri barikatlarının yıkıldığı 13 Aralık 2013 günü biz de oradaydık..

“Atatürk Cumhuriyeti ve Anlamı” konulu konferansımızı sunduğumuz gün, Özel Taş Lisesi‘ nde (İstanbul / Bakırköy ADD Şb. Bşk. Sn. İnci Amca‘nın düzenlemesiyle) 25.10.2005 günü en arkada ayakta bizi izliyordu.. Kendisini selamlamış ve sinema filmleri ile ulusumuza verdiği iletiyi çok değerli bulduğumuzu söylemiştik bir küçük ayraç açarak sunumumuz sırasında.. Gülümseyerek teşekkür etmişti..

O’nu şükranla anarak, emeği önünde saygı ile eğiliyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
18 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Hüsnü “Mahalli : “Mertçe savaşalım” ve Bize Düşündürdükleri

“Mertçe savaşalım”
ve Bize Düşündürdükleri

Dört yıldır onlarca bölgesel ve uluslararası ülke Suriye’ye saldırıyor.
Dört yıldır onlarca ülkenin desteklediği yüzlerce terör örgütü Suriye’de savaşıyor.Dört yıldır binlerce ruh hastası katil Türkiye üzerinden Suriye’ye girerek ölüm saçıyor.Dünyanın tüm yandaş medyası dört yıldır yalan söylüyor. Dört yıldır binlerce din adamı,
imam, hatip ve onların yolunda giden siyasiler fetva üzerine fetva veriyor :
‘Alevi ve Şiileri gördüğünüz yerde öldürün cenneti garanti edin’. Yalnız Suriye’de değil
Irak, Lübnan ve Yemen’de.
‘Hızını alamayanlar Mısır ve Libya’da Sünni de öldürebilir’.
Adamlar ruh hastası ve sapık.
‘Arap Baharı’nın fason üretimi.
‘Her yerde kargaşa yaratılmalı oturup seyretmeli’
Sadist ruhlu zavallılar.

Dünya tarihinde benzeri olmayan bir cinnet hali. Emperyalistler, Siyonistler, müttefikleri, bölgesel işbirlikçileri ve kiralık katiller işini gücünü bırakmış Esad ile uğraşıyor.
Arsız adamlar ne isterler Suriye halkından?
Dört yıl önce Esad Erdoğan’ın dostuydu.
‘Bahar’ gelince eski dost yeni düşman oldu.

Erdoğan bu yeni düşmandan kurtulmak için AKP kurucularını bile devre dışı bırakarak Davutoğlu’nu başbakan yaptı.
Her şeyi o biliyordu.
Davutoğlu için Abdullah Gül bile feda edildi.
Öyle gerekiyordu.
‘Üst Akıl’ öyle buyurmuştu.
Kolay değil bölge çok karışık ve Türkiye her an karışabilir.
AKP yönetiminde Ankara IŞİD’i düşman ilan etti ama yaptığı bir şey yok.
IŞİD’i vurursa Esad rahatlayacak.
Putin ‘Gelin hep beraber IŞİD’in kökünü kazıyalım’ diyor ama Obama Nuh deyip
peygamber demiyor.
Obama öyle deyince diğerleri papağan kesiliyor. Sinirlenen Putin ‘ Bıktım iki yüzlü politikalarınızdan. Siz yok diyorsanız ben de Esad’a en gelişmiş silah veririm ve gerekirse askerimi yollarım’ diyor.
Dört yıldır Suriye’de yapmadığını bırakmayan Esad düşmanı blok yaygaraya başladı.
Herkes Üçüncü Dünya Savaşı hazırlıklarına başladı.
NATO Genel Kurmay Başkanları İstanbul’da toplandı. Uzman geçinen bazı tiplerin
yanıltıcı yorumlarına karşın AKP kongresi Davutoğlu’nu tam oyla seçti.Her şey Erdoğan’ın denetiminde.
İran ‘Yeni dengeler oluşursa ben de Suriye’ye asker yollarım’ dedi.

Nusra ve benzeri terör örgütlerinin medyasına bakılırsa Ankara onlara ‘Halep’i almak için var gücünüzle saldırın. Gerekirse Türk ordusu yardımınıza gelecektir‘ diyormuş.
Aylardır konuşulan ‘güvenli bölge’ hevesi.
Erdoğan’dan hoşlanmayan Sisi giderek Esad’a yanaşıyor
İngiltere’de İşçi Partisi üyeleri anti-emperyalist, İsrail düşmanı ve Suriye dostu Jeremy Corbyn’i kendine lider seçti.
Demek İngilizler ‘Arap Baharı’ ile birlikte bu coğrafyada oynanan iğrenç oyunun farkında.Türkiye dahil bu coğrafyanın her yerinde insanlar ‘Bahar’ın nasıl bir tezgah olduğunu görüyor. İstediğiniz kadar Alevi, Şii, Kürt, Ezidi, Süryani, Hıristiyan, Dürzi ya da Sünni öldürebilirsiniz ama bu coğrafya halklarının dostluk ve kardeşliğini bozamazsınız.Bu kadar kin, nefret, kan ve gaddarlık yeter.
Boşuna uğraşmayın Suriye halkını yenemeyeceksiniz.
Boşuna uğraşmayın Esad kalıcı.

Baksanıza Putin bile ‘İsterseniz buyurun Suriye’de Üçüncü Dünya Savaşı’na tutuşalım’
der gibi. ‘Hem de dört yıldır yaptığınız gibi kalleşçe değil mertçe bir savaşa’.
=================================== 

Dostlar,

Dileriz gelişmeler, Ortadoğu ve özellikle Sıuriye konularının usta ve birikimli – öngörülü yazarı Sayın Hüsnü Mahalli’yi doğrulasın..

Suriye’nin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı yeniden sağlansın..

Rusya – Çin – Hindistan – İran – Suriye bloku ile ne yazık ki Türkiye’nin de utanıp – sıkılmadan içinde yer aldığı emperyalist ABD – AB – İsrail – Türkiye kamplaşması belirleyici olacak.
Tabii Türkiye’nin rolü “emperyalizmin sopalı taşeronu..” Çok onur ve gurur kırıcı!

Obama ısrarla, Putin’e Suriye politikalarında sonuç alamayacaklarını söylemeyi sürdüreceklerini belirtiyor (YURT, 14.9.2015,syf. 10)..

En ürkünç olasılık 3. Dünya savaşına dek uzanabilecek biçimde silahlı çatışmaların
bölgesel sınırları aşmasıdır. Ne yazık ki Türkiye, kör gözüm parmağına örneği
arı kovanına çomak sokmakta. Bay RTE – AKP’nin akıl dışı Suriye politikası
ülkemizi de neredeyse Suriye’ye benzeyecek iç savaş uçurumuna sürüklemekte.
Ne adına?
Batı tarafından iktidarda tutulmak adına.. Başkan olmak adına..

“AKP – RTE’nin YÜZ KIZARTICI SURİYE POLİTİKASI ve GELİNEN YER”
başlıklı yazımıza bakılmasını öneririz..(http://ahmetsaltik.net/2015/08/01/akp-rtenin-yuz-kizartici-suriye-politkasi-ve-gelinen-yer/)*****Ünlü devrimci yazar – ozanımız üstad Attila İLHAN‘ın dillerden düşmeyen
eşsiz şiir klasiği “An Gelir Attila İlhan Ölür” şiirinde öne çıkan dizelerdir :

 şarabın gazabından kork
            çünkü fena kırmızıdır
                        kan tutar / tutan ölür

sokaklar kuşatılmış
            karakollar taranır
                        yağmurda bir militan ölür

Sevgi ve saygı ile.
14.09.2015, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Atatürk’te Birleşmek!


Atatürk’te Birleşmek!

portresi

 

Prof. Dr. Ayhan Filazi
ADD Genel Başkan Yardımcısı

 

Tam 11 yıl, 1911 ile 1922 yılları arasında aralıksız süren savaşlar.
Yanmış, yıkılmış bir ülke. Yoksulluktan başını kaldıramayan bir millet.
Bir çılgın adam, her türlü lüksü yaşama olanağına sahipken, canını dişine takıp önce milleti mahvetmek isteyen emperyalizme ve yutmak isteyen kapitalizme karşı başkaldırıyor.

Dünya tarihinde eşi benzeri olmayan bir zafer kazanıp tüm mazlum milletlere de
örnek oluyor.

Ardından ümmetten millet, kuldan birey yaratıyor.

Bu devrimin adı Türk Mucizesidir.

Bu mucizenin mimarı Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Bu devrim, kimi Marksistlerin iddiasına göre Ekim 1917’deki Rus Devriminin sonucudur. Ancak yine Atatürk’ün mimarı olduğu 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi olmasaydı, İngiliz donanması İstanbul Boğazının Karadeniz kıyısında bekleyen Rus (Menşevik) donanmasıyla birleşecek ve Rus (Bolşevik) Devrimi de
hayalden öteye gidemeyecekti.

Bütün aklı başında tarihçiler bunu bilir.

Bu devrim elbette ki birkaç cümleyle geçiştirilecek basit bir olay değildir.
Konumuz o değil. Sadece bir hatırlatma yapalım istedik.
Doğaldır ki, kendi çıkarlarını halkın çıkarlarından üstün tutan insanlar bu mucizenin mimarı olan Atatürk’ü kullanmak isteyeceklerdir.
Nitekim Cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Atatürk’ün adını en fazla ananlar, O’na en fazla zarar verenler olmuştur.

1950 yılında iktidara gelen Menderes hükümeti bir yandan Atatürk’ün hayattayken yapmış olduğu devrimleri bir bir yıkarken öbür yandan “Atatürk’ü koruma yasası” çıkarmıştır. Sanki O’nun korunmaya gereksinimi varmış gibi.

Hele 12 Eylül 1980’de Atatürk’ün de adı kullanılarak yapılan darbe, O’nun mirasını bile reddetmiş, neredeyse tüm aydınlar üzerinde baskı, zulüm ve işkenceye dönüştürülmüştür. Bir kuşak o dönemde yok edilmiş, yurtseverler işlerinden,
evlerinden, yurtlarından edilmişlerdir.

Rahmetli Attila İlhan bunlara Gardrop Atatürkçüleri diyordu.

Atatürkçü olduğu kuşku götürmez Nadir Nadi bile bu çıkarcıları gördükçe çileden çıkmış ve “Ben Atatürkçü değilim!” diyebilmiştir.

Bu yıl kuruluşunun 25’inci yılını kutlayan ve yıllardır gerici olmayan halkımızı gericiliğin
ve yobazlığın baskısı altında tutup ona göz açtırmak istemeyen dar kafalı çıkarcılarla, ümmetçilerle amansız bir savaşım içindeki Atatürkçü Düşünce Derneği,
aydın olması gereken kişilerin de kimi zaman gizli, kimi zaman açıkça bu çıkarcıların yanında yer aldıklarını görmektedir.

Bizler, gözü dönmüş kanlı bir düşmanlığın ulusu birbirine düşürdüğü, Atatürk’e ve devrimlere saldırıların coşkunluk içinde doruklara ulaştığı dönemlerde, yüreği sevinçten çatlama kertesine ulaşan kişileri çok gördük. Bunlara karşı yılmadan savaşım veren ve bu uğurda kurucusu Muammer Aksoy dahil pek çok aydınını şehit veren bir avuç inançlı insanın oluşturduğu ADD, “Atatürk’te birleştik” diyerek O’nu kullananları da
ne yapmak istediklerini de iyi bilir.

Atatürk’ün halka mal ettiği kurumları özelleştiren ve Türk Ulusunun öz malı olan değerlerin talan edilmesi konusunda büyük çaba gösteren eski patronları da
yakından tanır.

Elinden İslam dinarını, dilinden İslam Ortak pazarını düşürmeyen kişileri “millici” olarak yutturmaya çalışanları da iyi bilir.

Geçmişte Kemalizmi burjuva devrimi olarak görüp eleştirenlerin, terör örgütleriyle
iş birliği yapanların, uyduruk davaların savcısı olan kişilerle sırf çıkarları için işbirliği yapanların “Atatürk’te birleştik” demelerini de anlayabilir.

Yıllardır mücadele ettikleri rejim ve yandaşlarıyla koalisyon kurmaları da
bizi ilgilendirmez. Tümüyle çıkar ilişkileri üzerine kurdukları merkezlerinde yolunuz
açık olsun diyebiliriz. Birlikte yola çıktıkları kişiler arasında masum ve çok şeyin farkında olmayan dostlarımızın da olması bizi ancak üzer ve onların yüzü suyu hürmetine
buna saygı da duyabiliriz. Ama Atatürk’ü hiçbir zaman siyasal çıkar ve sömürü konusu yapmayan, bunun tartışılmasını bile hakaret sayan Atatürkçü Düşünce Derneği‘ne
dil uzatmak hiç kimsenin haddi değildir. Üstelik bu kişiler masum Atatürkçülerin de izledikleri ulusal bir televizyon kanalında ADD ve yöneticilerini mahalle dedikodusu yapar gibi, kulaktan dolma bilgilerle eleştirip muhalefet yaptıklarını zannediyorsa,
onun altında ezilmeye mahkûmdurlar. Şimdilik uyarmakla yetinelim.

Çünkü geçmişi karanlık olanların Türkiye’nin geleceğine ışık tutmaları olanaklı değildir.

BUGÜN 30 AĞUSTOS!


Dostlar
,

Meslektaşımıız, yurtsever Kemalist dostumuz, İzmir Tabip Odası Genel Yazmanı sevgili Dr. Ceyhun Balcı‘dan..

Bizim de içimiz burkuldu..

Paylaşıyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 8.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

Milyon dolayında üyeye sahip dört örgütün 30 Ağustos’a denklenen bildrisi
tarihten ve gerçeklerden bu denli kopuk olabilirdi!

İbretliktir!i

Op. Dr. Ceyhun Balcı
Önce kendi görüşlerimi, sonra da söz konusu bildiriyi okuyacaksınız…
BUGÜN 30 AĞUSTOS!
Posta kutumda bir bildiri!
İmzacıları : DİSK-KESK-TMMOB-TTB!
Emekçileri, mühendisleri ve hekimleri kapsayan dörtlünün milyon dolayında kişiyi temsil ettiğini söylemek olası!
Konu : Suriye’ye yönelik emperyalist saldırganlığın kınanması!
Bildiri 30 Ağustos’a denklenmiş! Umutlanıyorum! Bir an için bu anlamlı güne rastlatıldığına göre, 30 Ağustos’a da gönderme olmalı diyerek bir solukta okuyorum iki sayfayı!
O 30 Ağustos ki, antiemperyalist savaşın zaferidir!
Attila İlhan dünyada emperyalizmin kötülüğünü, antiemperyalizmin erdemini kavrayan yüz milyonlarca insanın varlığına karşın, emperyalizme karşı zafer kıtlığına vurgu yapar!
Rusya’da Bolşevikler,
Çin’de Komüntang ve
Türkiye’de Kemalistler az sayıdaki muzafferlerdir!
Umudum ve sevincim kursağımda kalıyor!
Okuyorum tek satır yok! Acaba, deyip bir kez daha okuyorum yine bulamıyorum olması gereken vurguları!
30 Ağustos’ta yayımlanan ve antiemperyalist ifadeler içeren 4 imzalı bildiride önceden olduğu gibi kendi devrimine ve zaferine şaşı bakış ve hatta görmezden geliş bir kez daha egemen!
Zamandan, zeminden, tarihten ve gerçeklerden kopukluğun böylesine pes diyorum!
Kendi ulusal bayramında kendi zaferini görmezden gelme sefaletini sergileyen

DİSK-KESK-TMMOB ve TTB’ye “Yazıklar Olsun!” diyorum!

Dr. Ceyhun BALCI
30.08.2013

EMPATİ KURAMAMANIN HAZİN SONUÇLARI


EMPATİ KURAMAMANIN HAZİN SONUÇLARI

Prof. Dr. M. Kerem Doksat 

AN_GELIR_yikilir_butun_bulutlar_Attila_Ilhan

Bir devleti yöneten insanların en çok sahip olmaları icap eden şey empati (eşduyum) yeteneğidir.

Çığ gibi büyüyen “duran adam”, “durup düşünen adam”, “durup okuyan ve düşünen adam” gibi eylemlere bir davranış bilimci ve psikiyatr gözüyle bakmak istiyorum.

***

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın sarf ettiği şu sözleri hatırlayalım:

“İhtiyaçlarını gidermiyor mu insanlar?

Bu kadar uzun süre ayakta kaldıklarını bilmiyorum.
Bu şiddet eylemi değil.
Göze de hoş gelen bir eylem türü.
Bu çok barışçı bir eylem bunu kınayacak hâlimiz yok.
Kendi sağlıkları önemli, bu insanlar bu kadar nasıl ayakta kalabiliyor?
Meselâ benim boyun fıtığım var, 5 dakikadan fazla öyle duramam.
Demek ki bunlarda bel ve boyun fıtıkları yok.
Sağlıklarına bir zarar gelmesin bu eylemleri anlamlıdır.
Bunlar şiddet barındırmayan eylemlerdir.
Arkadaşımız zarf atmıyorsa 8 saat uzun bir süre.
Bence 5 dakika durmalı, 6’ncı dakikada işine gitmelidir.
8 saat fazla, bunu 8 dakika ile sınırlandıralım”.

Değerlendirme 1

Burada karşılıklı olarak agresyonun (saldırganlığın) ifade farkı çok belirgin.
Eylemciler (direnişçiler) pasif agresif davranıyorlar.
Yâni saldırganca duygularını yıkıcı bir öfkeye dönüştürmeden sergiliyorlar.
Üstelik çok güzel bir sembolizm de var: Durup düşünmek, okumak, tekâmül ve tekemmül etmek (olgunlaşmak).

Peki, muktedir olamayan iktidarın iki numaralı adamı olan Bülent Arınç’ın söylediklerinden ne okunuyor?

Empati eksikliği ve haddini bilmeme…

Kendisi 1948 doğumlu, yâni 65 yaşında.
Hukuk okumuş ve siyaset yapmış hayatı boyunca; san’atla, sporla, Uzakdoğu dövüş teknikleriyle veya baleyle ilgilendiğine dair bir kayıt bulamadım (ne de iyi balet olurdu Allah için).

Tıptan anlamıyor, sahne sanatlarıyla ilgisi nakıs.
Yanında bir danışmanı olsa, eminim ki “aman öyle demeyin” diye fısıldar kulağına ama “istişare sünnettir” diyen Peygamberin izinden gittiğini iddia eden bu kişinin her şeyi bilmek gibi bir kibri var.
Muhtemelen boyun fıtığının (servikal herni) ne olduğunu da tam olarak bilmiyor.
Ama 5 dakikayla ilgili sınır koymayı becerebiliyor.
Neye dayanarak?
Hiçbir şeye!

Üstelik “yapsınlar ama yapmasınlar” şeklinde bir oksimorona (birbiriyle çelişen veya tamamen zıt iki kavramın bir arada kullanılması ve bu şekilde oluşturulmuş ifade.
Bazen anlamı kuvvetlendirmek için veya edebî sanat yapmak amacıyla kullanılır,
bazen de hâlihazırda kullanılan bir kavramı eleştirmek veya alaya almak için kullanılır.
Kavramın kökeni Yunanca oxus: keskin ve môros: aptalca kelimeleridir) düşerek ve çifte-açmazla (birbiriyle çelişen mesajların aynı mesajda verilmesi) kendi kazdığı çukura kendisi düşüyor.

Tıpkı Başbakan gibi, o da her şeyi biliyor ve tecessüm etmiş (cisimleşmiş) Tanrı gibi buyuruyor.

Ne gerek var tıbbiyeye, spor hekimliğine, üniversiteye ve bilime; muhteşem ikili zaten her şeyi bilmekte!

“İnternet portallarıyla ilgili bir çalışma var.
İnsanların özel hayatlarıyla ilgili yapılan yorumların bir sınırı olmalı.
Bir kısıtlama, yasaklama doğru olmaz.
Elbette tivit atılabilir, Facebook’ta yazılabilir.
Hiçbirimiz bunun dışında kalamayız.
Ama özel hayata saldırının, suça teşvik etmenin bir sınırı olmalı.
Denetleyici bir yasa yapılabilir”.

Değerlendirme 2

Hukukçu, hukuku (hakları) kafasına göre tayin ve tespit ediyor.

Üstelik gene “yapsınlar ama yapmasınlar” şeklinde bir oksimorona düşerek ve
çifte-açmazla kendi kazdığı çukura kendisi düşüyor.
Tıpkı Başbakan gibi, o da her şeyi biliyor ve tecessüm etmiş Tanrı gibi buyuruyor.

Bir şeyin suç olabilmesi için, önceden yasalarda tarif edilmiş olması gerekir.
“İyi” haberi de veriyor zaten: “Denetleyici bir yasa yapılabilir”.
Peki, bir davranış bilimci ve psikiyatr olarak soruyorum:

Hangi kriterlere göre iyi ve kötü “tvitleri” ayırt edeceksiniz?

Birisi kalkıp da alenen “birleşip saldıralım, öldürüp vandallık yaparak kafamızı bulalım” derse tabii ki bu suçtur ve zaten yasalarda mevcuttur.

Bakın “o kafa” daha neler yapıyor, hem de İzmir’de…

Ameliyathaneye burun kemiği ameliyatı olması için getirilen mahkumun güvenliğinden sorumlu jandarma, ameliyathanede beklemek isteyince, ameliyathane sorumlusu Prof.Dr. Kenan Erzurumlu, steril olan bir ortamda sağlık görevlileri dışında kimsenin bulunamayacağını belirterek, jandarmadan ameliyathane dışında beklemelerini istiyor.
Mahkûmun güvenliğinden kendilerinin sorumlu olduğunu belirten askerlerin yönetimi arayarak olumlu yanıt almaları üzerine, duruma tepki gösteren Prof.Dr. Kenan Erzurumlu, ameliyathane sorumlusu görevinden istifa ediyor.

Prof.Dr. Kenan Erzurumlu, yaptığı açıklamada, kendi sorumlu olduğu alanda bütün yetkinin ve sorumluluğun kendisine ait olduğunu vurgulayarak “bu tür uygulama sıkıyönetim dönemlerinde bile yapılmadı.” diyor.

Söz konusu mahkûm dâhil tüm ameliyat olanların canlarının hekimlere emanet olduğunu ifade eden Prof.Dr. Erzurumlu,“yapılan uygulama sağlık kurallarına aykırı ve Üçüncü Dünya Ülkelerinde olabilecek bir uygulama.

19 Mayıs Üniversitesi’ne (Samsun) yakışmayacak bir uygulama.
Bu nedenle ameliyathane sorumluluğu görevimden istifa ettim” diye konuşuyor.

Peki, Başhekim Prof.Dr. Mustafa Bekir Selçuk ne diyor:

Askerlerin mahkûmun ameliyat edildiği odada değil, ameliyathane koridorunda beklediklerini belirterek, “mahkûmun güvenliğinden askerler sorumlu.
Bu nedenle askerlerin orada bulunmasında bir sakınca bulunduğunu düşünmüyorum.
Hocamızın neden böyle bir istifa kararı aldığına da anlam veremiyorum”.

Yani O da “yapsınlar ama yapmasınlar” şeklinde bir oksimorona düşerek ve
çifte-açmazla kendi kazdığı çukura kendisi düşüyor.

Hele Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Devlet Bahçeli’ye de “travma geçiriyorsunuz” diyor ya…

Kendisini “fahri trafik müfettişi” gibi, “fahri travmatolog” olarak bütün yaşam koçlarının, psikologların, psikiyatrların ve sair kişilerin kurumlarının ve camialarının bağırlarına basmalarını hararetle tavsiye ediyorum.

“Söz gümüşse, sükût altındır” demiş atalarımız.

***

“Nemelâzım Padişahım” deyip bir söylenceyi sizlerle paylaşıyorum:

Kanunî Sultan Süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayâl eder, günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye derin derin düşünmeye başlar.

Bu gibi soruları çoğu zaman sütkardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye sorduğundan, bunu da sormaya niyet eder.
Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahya Efendi’ye gönderir.

“Sen ilahî sırlara vâkıfsın.
Kerem eyle de bizi aydınlat.
Bir devlet hangi hâlde çöker?
Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur?
Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?”

şeklinde mektubunu gönderir.

Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı bir bakıma
çok kısa bir bakıma içinden çıkılmaz bir hâl alır: “Nemelâzım be Sultanım”!

Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir mânâ veremez.
Yahya Efendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez.
Söylenmeye başlar:

“Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta”?
Nihayet kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir.
Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:

“Ağabey, ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al”!

Yahya Efendi duraklar:

“Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi?
Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim”.

“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım.
Sâdece nemelâzım be Sultanım demişsiniz.
Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi bir anlam çıkarıyorum”.

Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu akıl almaz açıklamasını yapar:

“Sultanım!
Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de neme lâzım deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere
çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır.
Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur.
Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hale gelir”.

Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir âlime memleketinin sahip olduğu için
Allah’a şükreder, bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembihte bulunarak
oradan ayrılır.

Yahya Efendi ne Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini bilirdi,
ne de sosyal psikiyatriyi ama belli ki aklıselim sahibiydi. (19.6.13)

İŞBİRLİKÇİLER…


Dostlar,

TARİHTEN BİR YAPRAK…

“Yunanistan kısa zamanda Mustafa Kemal Kuvvetleri denen Çapulcuları tamamen tepeleyecektir. Anadolu ile değil, Yunanistan ile anlaşmalıyız.” 15.10.1920

Ref’i Cevad  Ulunay

**************************

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan‘dan bir ileti…
portresi
..Ekte Milli Mücadele yıllarında Düşmanla işbirliği içindeki hain takımının gösterisi var. Şair Attila İlhan “her Ülkede hainler vardır; fakatTürkiye’deki oran
çok fazladır.” diyordu. 

Benim kestirimim bu oranın
Çan eğrisi kuralıyla uyum içinde olduğudur;
yani % 16 doğrudan veya dolaylı (potansiyel – 
bilinçsiz) haindir.
Bilmeden Ülkenin aleyhine  çalışanlar. æ
*********************

Eski Dışişleri Bakanlarımızdan Kürt kökenli Bitlisli Kamran İnan’ın 

Türkiye Gerçeği adlı kitabından :

Kamran_Inan_portresi

Çok acı saptamalarım var         :
1. Yabancıların en rahat at koşturduğu memleket Türkiye’dir.
2. Dışardan uzatılan ellerin en kolay karşı el bulduğu memleketlerden biri Türkiye’dir.
3. Kendi içinde en büyük sayıda hain yetiştiren memleket Türkiye’dir.
4. Avrupa’da 407 Türk derneği, kendi devleti aleyhine faaliyet gösteriyor.
Devlet aleyhine faaliyet gösteren insan sayısı 205 bin. Maalesef dış menfaat çevreleri, büyük güçler Türkiye’yi içinden manuple etmekte çok zorlanmıyorlar. (www.cumhuriyet.com.tr, 14.12.2004)

***************************

Attila ilhan; “%10 hain kontenjanımız var..” tümcesini kurmuştu.

portresi_siyah-beyaz

 

 

 

 

 

Sayın Prof. Ercan biraz daha artırmış.. Genel toplamı % 16 dolayında veriyor..

Her 6-7 kişiden 1’i!

Buna hangi ülke dayanır??

Sonumuz hayrola diyelim ve Ali hocabın hazırladığı İŞBİRLİKÇİLER dosyasını sunalım.. Power point yansıları olarak izlenebilecek değerli bir tarihse..

Prof. Ercan’a emeği ve paylaşımı için teşekkür ederiz..

Dünü bilmeden günümüzü değerlendirmek ve de geleceği yordamak olanaksız..

işbirlikçiler. æ

Sevgi ve saygı ile.
11.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net