Etiket arşivi: oksimoron

‘Viva La Muerte’

‘Viva La Muerte’

Oğuz Oyan
03.03.2020
https://haber.sol.org.tr/yazarlar/oguz-oyan/viva-la-muerte-281758

Başlıktaki “Yaşasın Ölüm” ifadesi, İspanya iç savaşında faşistlerin sloganıdır. Bir “oksimoron” yani “imkânsız eşleşme” olarak görülebilecek olan bu slogan, sadece Frankocu falanjistleri cesaretlendirmek için benimsenmiş değildir. Savaşı ve ölümü kutsayan faşizmin doğasına içkindir.

Tıpkı bugün Türkiye’de savaşı ve şehadeti kutsayan iktidar örneğinde olduğu gibi.

  • Savaş, otokratik iktidarlar tarafından, her derde deva bir ilaç gibi görülür.

Sermaye birikimdeki tıkanmalara geçici çözümler üretmeye; toplum ve hatta iktidar partisi içindeki eleştirel sesleri kısmaya ve muhalefeti arkasına dizmeye; biat etmeyenleri “hain” ilan etmeye; toplumu vatanseverler-hainler diye bölerek bir iç savaş kışkırtıcılığını hazırlamaya; özetle, siyaset ve ekonomideki sıkışmışlığı aşmaya, hatta dış politikadaki çöküşün sonuçlarını gizlemeye yönelik bir ilaçtır savaş.

Bu nedenle “şehitler tepesi boş kalmayacak” denilir. Ama son bir haftanın gelişmelerine bakıldığında bunun bir başka nedeni daha vardır:

TSK’nın çok ciddi kayıplar verdiği “İdlib faciası”nın bir şekilde fazla infial yaratmadan toplumca sindirilmesini sağlamak gerekir. Bunun birinci yolu, gerçek şehit sayısının tam olarak açıklanmaması, yani düşük gösterilmesidir. Çelişkili haberler bunun bir yansımasıdır.

İkinci yolu, “karşı tarafa ‘misliyle’ kayıp verdirildiği” söylemi üzerinden kitlelerin (özellikle dinci/milliyetçi taraftarların) teskin edilmesidir. Ancak bu kelle hesabının veya saf dışı bırakılan savaş aracı sayısının toplumun genelinde çok fazla alıcısı olması beklenemez.

  • Toplumlar kendi evlatlarının kayıplarına her zaman daha hassastırlar. 

Gerçi bütün savaşlarda iktidarların kendi kayıplarını düşük, karşı tarafın kayıplarını yüksek göstermesi bir savaş propagandası geleneğidir. Ama otokratik bir iktidar yapısı söz konusuysa, gerçeğin bilgisine ulaşmak çok daha müşküldür. Daha önce yazmıştık:

  • Otokrat, hakikatin ne olduğuna karar verendir.

İnsan/teçhizat kayıpları üzerinden yapılan gayri-insani karşılaştırmalar yeterli görülmezse, toprak kazanımları veya kısmi/mevzii kazançlar da devreye sokulur. Ama arka fonda her zaman “şehitlik” kullanılır. Çünkü, yoksul çocuklarını üç bin lira için “muvazzaf erat” yapmanın manevi yanı boş tutulmamak zorundadır. Özellikle de vatan savunması olmayan savaşlarda.

Bu arada, karşı tarafın kayıplarının şehit olarak anılmasına zinhar izin verilmez. “Karşı tarafta” ölen insanlar da müslüman olsalar ve hatta kendi vatanlarını savunurken şehit düşmüş olsalar bile, onları “katil”, “mezhebi ve meşrebi gayri-sahih” gibi sıfatlarla değersizleştirmek ve “alçak düşmanlar” seviyesinde tutmak gerekir.

Bütün bu ideolojik zarflamalara/kuşatmalara rağmen, toplumun tüm bireylerini ve siyasi akımlarını lehinize döndürmeniz veya pasifize etmeniz mümkün olmaz. O zaman yandaş tosuncukları sahaya sürmenin ve faşizmin sopasını uzatmanın zamanı gelmiş demektir. Buna rağmen iki şey bu zihniyettekilerin kâbusu olmaya devam edecektir:

1. Gerçekler bir gün mutlaka günyüzüne çıkar ve
2. Mücadele azmini hiçbir baskıcı rejim -Hitler rejimi dâhil- tümüyle köreltemez.
*****

YAPRAK DÖKÜMÜ 

Önce Şekibe Çelenk‘i kaybettik. “Şekibe Abla“, tıpkı yaşam arkadaşı ve sosyalizm yoldaşı Halit Çelenk gibi, Türkiye solunun simge isimlerindendi. Genç yaşlı demeden her yaşında sosyalizm mücadelesinin her alanında varolmayı sürdürdü. Daha geçen yıl, değerli eşi Halit Çelenk anısına düzenlenen ödül törenine tekerlekli sandalyesiyle katılmayı bir görev bilmekteydi.

Muzaffer İlhan Erdost, 60 yıldan uzun süredir Türkiye’deki sosyalist hareketi etkilemiş ve hep ayakta kalmış, hep üretken olmuş ulu bir çınardı. Eksik bıraktığı hiçbir yazın alanı yok gibiydi; o sadece marksist bir yayıncı, marksist bir yazar ve eleştirmen değildi, aynı zamanda iyi bir şairdi, bir edebiyat insanıydı. Faşizmin sillesini ailece yemiş bir devrimci olarak asla yılmamış, eylem insanı olmaktan asla vazgeçmemiş, mücadelesinde insanı/ yaşamı/ barışı sevmeyi bir yaşam tercihi yapmıştı. Sol ve Onur Yayınları onun kişiliğini kısaca tanımlamak için kullanılabilecek iki sıfatı da içeriyordu.

Bu değerli büyüklerimizin/yoldaşlarımızın yaşamları ışık saçmakla geçti, bundan sonra da onların anısı gençlerin yolunu aydınlatmaya devam edecek. Her ikisinin de anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

EMPATİ KURAMAMANIN HAZİN SONUÇLARI


EMPATİ KURAMAMANIN HAZİN SONUÇLARI

Prof. Dr. M. Kerem Doksat 

AN_GELIR_yikilir_butun_bulutlar_Attila_Ilhan

Bir devleti yöneten insanların en çok sahip olmaları icap eden şey empati (eşduyum) yeteneğidir.

Çığ gibi büyüyen “duran adam”, “durup düşünen adam”, “durup okuyan ve düşünen adam” gibi eylemlere bir davranış bilimci ve psikiyatr gözüyle bakmak istiyorum.

***

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın sarf ettiği şu sözleri hatırlayalım:

“İhtiyaçlarını gidermiyor mu insanlar?

Bu kadar uzun süre ayakta kaldıklarını bilmiyorum.
Bu şiddet eylemi değil.
Göze de hoş gelen bir eylem türü.
Bu çok barışçı bir eylem bunu kınayacak hâlimiz yok.
Kendi sağlıkları önemli, bu insanlar bu kadar nasıl ayakta kalabiliyor?
Meselâ benim boyun fıtığım var, 5 dakikadan fazla öyle duramam.
Demek ki bunlarda bel ve boyun fıtıkları yok.
Sağlıklarına bir zarar gelmesin bu eylemleri anlamlıdır.
Bunlar şiddet barındırmayan eylemlerdir.
Arkadaşımız zarf atmıyorsa 8 saat uzun bir süre.
Bence 5 dakika durmalı, 6’ncı dakikada işine gitmelidir.
8 saat fazla, bunu 8 dakika ile sınırlandıralım”.

Değerlendirme 1

Burada karşılıklı olarak agresyonun (saldırganlığın) ifade farkı çok belirgin.
Eylemciler (direnişçiler) pasif agresif davranıyorlar.
Yâni saldırganca duygularını yıkıcı bir öfkeye dönüştürmeden sergiliyorlar.
Üstelik çok güzel bir sembolizm de var: Durup düşünmek, okumak, tekâmül ve tekemmül etmek (olgunlaşmak).

Peki, muktedir olamayan iktidarın iki numaralı adamı olan Bülent Arınç’ın söylediklerinden ne okunuyor?

Empati eksikliği ve haddini bilmeme…

Kendisi 1948 doğumlu, yâni 65 yaşında.
Hukuk okumuş ve siyaset yapmış hayatı boyunca; san’atla, sporla, Uzakdoğu dövüş teknikleriyle veya baleyle ilgilendiğine dair bir kayıt bulamadım (ne de iyi balet olurdu Allah için).

Tıptan anlamıyor, sahne sanatlarıyla ilgisi nakıs.
Yanında bir danışmanı olsa, eminim ki “aman öyle demeyin” diye fısıldar kulağına ama “istişare sünnettir” diyen Peygamberin izinden gittiğini iddia eden bu kişinin her şeyi bilmek gibi bir kibri var.
Muhtemelen boyun fıtığının (servikal herni) ne olduğunu da tam olarak bilmiyor.
Ama 5 dakikayla ilgili sınır koymayı becerebiliyor.
Neye dayanarak?
Hiçbir şeye!

Üstelik “yapsınlar ama yapmasınlar” şeklinde bir oksimorona (birbiriyle çelişen veya tamamen zıt iki kavramın bir arada kullanılması ve bu şekilde oluşturulmuş ifade.
Bazen anlamı kuvvetlendirmek için veya edebî sanat yapmak amacıyla kullanılır,
bazen de hâlihazırda kullanılan bir kavramı eleştirmek veya alaya almak için kullanılır.
Kavramın kökeni Yunanca oxus: keskin ve môros: aptalca kelimeleridir) düşerek ve çifte-açmazla (birbiriyle çelişen mesajların aynı mesajda verilmesi) kendi kazdığı çukura kendisi düşüyor.

Tıpkı Başbakan gibi, o da her şeyi biliyor ve tecessüm etmiş (cisimleşmiş) Tanrı gibi buyuruyor.

Ne gerek var tıbbiyeye, spor hekimliğine, üniversiteye ve bilime; muhteşem ikili zaten her şeyi bilmekte!

“İnternet portallarıyla ilgili bir çalışma var.
İnsanların özel hayatlarıyla ilgili yapılan yorumların bir sınırı olmalı.
Bir kısıtlama, yasaklama doğru olmaz.
Elbette tivit atılabilir, Facebook’ta yazılabilir.
Hiçbirimiz bunun dışında kalamayız.
Ama özel hayata saldırının, suça teşvik etmenin bir sınırı olmalı.
Denetleyici bir yasa yapılabilir”.

Değerlendirme 2

Hukukçu, hukuku (hakları) kafasına göre tayin ve tespit ediyor.

Üstelik gene “yapsınlar ama yapmasınlar” şeklinde bir oksimorona düşerek ve
çifte-açmazla kendi kazdığı çukura kendisi düşüyor.
Tıpkı Başbakan gibi, o da her şeyi biliyor ve tecessüm etmiş Tanrı gibi buyuruyor.

Bir şeyin suç olabilmesi için, önceden yasalarda tarif edilmiş olması gerekir.
“İyi” haberi de veriyor zaten: “Denetleyici bir yasa yapılabilir”.
Peki, bir davranış bilimci ve psikiyatr olarak soruyorum:

Hangi kriterlere göre iyi ve kötü “tvitleri” ayırt edeceksiniz?

Birisi kalkıp da alenen “birleşip saldıralım, öldürüp vandallık yaparak kafamızı bulalım” derse tabii ki bu suçtur ve zaten yasalarda mevcuttur.

Bakın “o kafa” daha neler yapıyor, hem de İzmir’de…

Ameliyathaneye burun kemiği ameliyatı olması için getirilen mahkumun güvenliğinden sorumlu jandarma, ameliyathanede beklemek isteyince, ameliyathane sorumlusu Prof.Dr. Kenan Erzurumlu, steril olan bir ortamda sağlık görevlileri dışında kimsenin bulunamayacağını belirterek, jandarmadan ameliyathane dışında beklemelerini istiyor.
Mahkûmun güvenliğinden kendilerinin sorumlu olduğunu belirten askerlerin yönetimi arayarak olumlu yanıt almaları üzerine, duruma tepki gösteren Prof.Dr. Kenan Erzurumlu, ameliyathane sorumlusu görevinden istifa ediyor.

Prof.Dr. Kenan Erzurumlu, yaptığı açıklamada, kendi sorumlu olduğu alanda bütün yetkinin ve sorumluluğun kendisine ait olduğunu vurgulayarak “bu tür uygulama sıkıyönetim dönemlerinde bile yapılmadı.” diyor.

Söz konusu mahkûm dâhil tüm ameliyat olanların canlarının hekimlere emanet olduğunu ifade eden Prof.Dr. Erzurumlu,“yapılan uygulama sağlık kurallarına aykırı ve Üçüncü Dünya Ülkelerinde olabilecek bir uygulama.

19 Mayıs Üniversitesi’ne (Samsun) yakışmayacak bir uygulama.
Bu nedenle ameliyathane sorumluluğu görevimden istifa ettim” diye konuşuyor.

Peki, Başhekim Prof.Dr. Mustafa Bekir Selçuk ne diyor:

Askerlerin mahkûmun ameliyat edildiği odada değil, ameliyathane koridorunda beklediklerini belirterek, “mahkûmun güvenliğinden askerler sorumlu.
Bu nedenle askerlerin orada bulunmasında bir sakınca bulunduğunu düşünmüyorum.
Hocamızın neden böyle bir istifa kararı aldığına da anlam veremiyorum”.

Yani O da “yapsınlar ama yapmasınlar” şeklinde bir oksimorona düşerek ve
çifte-açmazla kendi kazdığı çukura kendisi düşüyor.

Hele Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Devlet Bahçeli’ye de “travma geçiriyorsunuz” diyor ya…

Kendisini “fahri trafik müfettişi” gibi, “fahri travmatolog” olarak bütün yaşam koçlarının, psikologların, psikiyatrların ve sair kişilerin kurumlarının ve camialarının bağırlarına basmalarını hararetle tavsiye ediyorum.

“Söz gümüşse, sükût altındır” demiş atalarımız.

***

“Nemelâzım Padişahım” deyip bir söylenceyi sizlerle paylaşıyorum:

Kanunî Sultan Süleyman, en yüksek duruma getirmiş olduğu devletin akıbetini hayâl eder, günün birinde Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı diye derin derin düşünmeye başlar.

Bu gibi soruları çoğu zaman sütkardeşi meşhur âlim Yahya Efendi’ye sorduğundan, bunu da sormaya niyet eder.
Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahya Efendi’ye gönderir.

“Sen ilahî sırlara vâkıfsın.
Kerem eyle de bizi aydınlat.
Bir devlet hangi hâlde çöker?
Osmanoğulları’nın akıbeti nasıl olur?
Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı?”

şeklinde mektubunu gönderir.

Güzel bir hatla yazılmış mektubu okuyan Yahya Efendi’nin cevabı bir bakıma
çok kısa bir bakıma içinden çıkılmaz bir hâl alır: “Nemelâzım be Sultanım”!

Topkapı Sarayı’nda bu cevabı hayretle okuyan Sultan, bir mânâ veremez.
Yahya Efendi gibi bir zatın böylesine basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez.
Söylenmeye başlar:

“Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta”?
Nihayet kalkar, Yahya Efendi’nin Beşiktaş’taki dergâhına gelir.
Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:

“Ağabey, ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al”!

Yahya Efendi duraklar:

“Sultanım, sizin sorunuzu ciddiye almamak kabil mi?
Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz etmiştim”.

“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım.
Sâdece nemelâzım be Sultanım demişsiniz.
Sanki beni böyle işlere karıştırma der gibi bir anlam çıkarıyorum”.

Yahya Efendi bu cevaptan sonra şu akıl almaz açıklamasını yapar:

“Sultanım!
Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de neme lâzım deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, gizleseler, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere
çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür.
Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır.
Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur.
Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hale gelir”.

Bunları dinlerken ağlamaya başlayan koca Sultan, söyleneni başını sallayarak tasdik eder, sonra da kendisini böyle ikaz eden bir âlime memleketinin sahip olduğu için
Allah’a şükreder, bu türlü ikazlardan geri kalmaması için tembihte bulunarak
oradan ayrılır.

Yahya Efendi ne Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisini bilirdi,
ne de sosyal psikiyatriyi ama belli ki aklıselim sahibiydi. (19.6.13)