Etiket arşivi: “TÜRK MUCİZESİ”

Hekimlerin isyanı büyüyor

author

İşaretleri vardı, 14 Mart Tıp Bayramı hekimlerin ve sağlık çalışanlarının büyük eylemlerine sahne oldu. Geniş katılımlarla, üç güne varan iş bırakmalar gerçekleşti. Cumhurbaşkanı’nın “giderlerse gitsinler” açıklaması özellikle genç hekimlerin kırgınlığını ve öfkesini artırdı.

  • Yurttaşların hekimlere sahip çıkması, eylemlerde yan yana duran görüntüsü çok çarpıcıydı.

Sağlıkta işlerin iyi gitmediği ve yeni “müjdelerle” durumun idare edilmeye çalışıldığı görülüyor. Çok mesele var, ancak sıkıntıların vücut bulmuş göstergesi sağlık kurumlarında önüne geçilemeyen şiddettir.

Sağlıkta şiddetin gör dediği

Öldürülen, bıçaklanan, boğazı jiletlenen, kafasında kaldırım taşı kırılan
hekim görüntüleri ne anlatıyor?

Yıllardır Sağlık Bakanlığı bir “Türk Mucizesi” tarif ediyor, dünyada sağlığa en az kaynak ayırarak en yüksek memnuniyet elde eden ülkeyiz! Halkımız bu kadar memnunsa neden hastanelerde doktor dövüyor, kayıt yapan sekreterden hemşiresine gördüğüne hakaretler ediyor? Bu tablo verilmeye çalışılan “sağlıkta işler iyi” imajının üzerini çiziyor.

Bundan olacak, Cumhurbaşkanı’nın verdiği 14 Mart müjdeleri içinde önemli bir yeri sağlık çalışanlarına yönelik şiddetle ilgili düzenleme oluşturuyordu. Hemen arkasından hazırlanan yasa teklifi önceki gün TBMM Adalet Komisyonu’na iletildi. Teklif TTB’nin yıllardır önerdiklerinin bir kısmını içeriyor. Kadına yönelik şiddeti önlemeye yönelik düzenlemeler ve hatalı tıbbi uygulamalarda izlenecek yola ilişkin esaslar da aynı teklifte yer alıyor.

Burada esas olarak, mevcut haliyle 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’na 2014 yılında eklenen “sağlık çalışanlarına yönelik görevleri sırasında ve görevlerinden kaynaklı yaralama suçunun tutuklama nedeni varsayılan suçlar arasında sayılacağına” dair hüküm asıl düzenleme olan Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesi’ne alınıyor. Tutuklama koşulu olarak yaralama suçunun silahla işlenmesine dair hüküm kaldırılıyor. Teklifin Genel Gerekçesi’nde hükmün “görünür hale getirilmesinden” söz ediliyor. Hukukçular zaten bu düzenlemenin kendi kanunu yerine sağlıkla ilgili bir kanunun içinde bulunmasını eleştiriyor ve bu değişikliği öneriyorlardı.

Önceki yerinde düzenleme yeterince “görünür” değil miydi bilinmez, sağlıkta şiddet olaylarında tutuklama kararı pek çıkmıyordu. Şimdi “katalog suçlar” listesine alınması işi çözer mi? Meseleyi sadece tutuklama üzerinden tartışabilir miyiz?

Düzenleme önemli, peki yeterli mi?

Ne yazık ki hekimler de hukukçular da olmayacağı düşüncesinde. Sağlıkta şiddet görünen ve görünmeyen pek çok kaynaktan beslenen, sadece ceza tartışmalarıyla çözülemeyecek ciddi bir soruna dönüştü. Son 10 yıldaki sayısız düzenlemeye rağmen, salgın döneminde bile şiddet arttıysa, samimi olmaya, bütünlüklü çalışmaya ihtiyaç olduğu açıktır.

Dr. Ersin Aslan öldürüldükten sonra hazırlanan “TBMM Sağlık Çalışanlarına Yönelik Artan Şiddet Olaylarının Araştırılarak Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu” önemli tespitler içeriyor, tekrar ele alınmalı, geniş katılımlı ve çok yönlü bir çalışma başlatılmalı.

Nereden başlanmalı? Öncelikle şeffaflık. Sorunun büyüklüğünü gizlemeden ortaya koymak önemlidir. Sağlık Bakanlığı’nın elinde, açıklamakta ketum davrandığı önemli veriler var. Beyaz kod raporlarını yıllık olarak başvuru gerekmeksizin hukuki yardım sonuçlarıyla birlikte düzenli açıklamalı. TTB’nin önerilerine mutlaka bakılmalı. Adli Sicil İstatistik Genel Müdürlüğü’nün “sağlık çalışanlarına yönelik suçlar” başlığı açarak yıllık raporlarında yer vermesi gerekli. Suçun önlenmesine yönelik kolluk faaliyetleri kapsamında şiddet vaka haritası ile fail profil çalışmalarının yapılması değerli.

En önemlisi uygulanan politikaların bu denli kötüleştirdiği sağlık ortamı. Sağlık kurumlarındaki yoğunluklar, kötü çalışma koşulları, hastaya yeterli zaman ayıramama, piyasacı uygulamalar sorgulanmadan şiddetin önlenemeyeceği belli.

Hekimleri, sağlıkçıları hedef gösteren, küçük düşüren iktidar dili mi? Şiddetin beslendiği önemli bir kaynak, artık son bulmalı.

HALK TV Programımız ve Yakıcı Salgın Gerçekleri – 29 Ağustos 2020

HALK TV Programımız ve
Yakıcı Salgın Gerçekleri…

HALK TV‘de Cumartesi (29.08.2020) günü yaptığımız söyleşinin youtube’a yüklenmesi ve bize erişkesinin (linkinin) ulaşması bu sabah olanaklı oldu (ne yazık ki..)

Sunucu, özellikle artan olgu sayılarının ardalanını anlamak ve izleyicilere aktarmak istiyordu..
Ne var ki tablo hiç ama hiç iç açıcı değil..

Korona virüs tablosu (29 Ağustos) açıklandı Türkiyede son 24 saatte kaç yeni vaka ortaya çıktı İşte son durum...

Şöyle ki :

1. İlk olgunun resmen duyurulduğu 11 Mart’tan bu yana toplam 6.937.088 test yapılmış, (+) bulunan 267.064 olgu yakalanmış ve test / (+) lik oranı %3,8.. Çok düşük ve giderek düşmekte.. Örn. 29 Ağustos’ta 1459/101.414 = % 1,5.. Bu oranlar çelişkili, çünkü salgının başlarında daha düşük olmalı idi.. Oysa son günlerde test sayıları 90 – 100 bin / gün aralığına erişirken, -ki daha başından 100 bin / gün altına inilmemeliydi- giderek artan olgu sayılarına karşın testin yakalama oranının düşmesini açıklamak güç..

2. Kullanılan PCR testi hala, ne yazık ki, %40’lar dolayında duyarlı (sensitif); virüs taşıyanları yakalama yetili. Oysa zaman içinde %90’ın üstünde duyarlı testler geliştirildi ama Türkiye ısrarını sürdürüyor : Tek açıklama, düşük olgu sayısı bildirebilmek için dayanak arama!

3. (267.064 – 242.812) – 6.284 = 17.968 yatan hasta sayısı; S. Bakanlığının COVID-19 kabul ettiği PCR testi (+) hastalar.. Ama Türkiye’de hastane yatakları dolu! İnsanlar yatak ve yoğun bakım için kuyruklarda. Toplam 250 bin dolayındaki hasta yatağının 44 bini yoğun bakım. 50 bini özel sektörün. Özel hastaneler çok sınırlı pandemi hastası alıyor çünkü SGK sağaltım (tedavi) giderini ödemiyor. 200 bin kamu hastane yatağının en az yarısı geçtiğimiz hafta salt pandemi için ayrıldı. Son günlerde eklemeler ve kaydırmalarla bu rakamın 120 bine eriştiğini düşünüyoruz.

Sorular şunlar                            :

  • 120 bin pandemi yatağı, turkuvaz tablo hesabından kolayca çıkarılan 18 bin PCR (+) hasta ile nasıl dolar?? Kalan 100 bin yatakta uzaylılar mı yatıyor??
  • O yüz bin hasta PCR testi negatif ama tüm klinik – lab. bulguları ile COVID-19 hastası ve aynı sağaltımı alıyorlar!Saklanabilecek birşey var mı ortada??4. Resmen COVID-19 kabul edilen 17.968 yatan hastanın 917’si “ağır” hasta.. Ne demekse?? Oranlarsak 917 / 17.968 = %5,1 ve bu oran sürekli artıyor.. “Ağır hasta” yı dünya verilerinde gördüğümüz “kritik hasta” ile eşdeğer alırsak, bu oran Dünya ortalamasında %1! Bizde neden 5 katı! Çünkü, hastane yatakları dolmasın diye S. Bakanlığı “genelge” ile hekimlere buyruk vererek yatırılma koşullarını çok daralttı : Solunum yetmezliği – güçlüğü ve yutma güçlüğü olacak yatırılabilmek için. Yani durumunuz “ağır” laşmış olacak. Değilse evinizde kalacaksınız!

    5. “Zatürre” li oranını veren yok dünyada ama biz veriyoruz.. Bu hastaları da “ağır” sayarsak %12,5’e erişiyor “kritik” durumda olanlar.. Dünya ortalaması olan %1’in 12,5 katı!

    6. Gene de, yatırılan her 8 resmi COVID-19 hastasından 1’i “ağır / zatürreli” olmasına karşın, ölüm oranlarımız 6.284 / 267.064 = % 2,35… Dünya ortalaması ise %5!

    Hem yatan her 8 resmi hastadan 1’i ağır / zatürreli, dünyanın 12,5 katı; hem de ölüm oranlarımız dünya ortalamasının yarısından az!??

    Bu olsa olsa TÜRK MUCİZESİ olabilir!!??? Ama bu muazzam “başarıyı” (!) açıklayan bir uluslararası bilimsel makalemiz yok!

7. 1549 yeni olguya karşılık 1003 taburcu edilen… Yatan hasta havuzuna 546 eklenme.. Yatan resmi hasta havuzu 10 binin altına inmişken 1 ay kadar önce, şimdi 18 bine erişti, 1 ayda  %80 resmi artış var.. Ama test / (+) lik oranı hala %1,5’lerde??!!

8. Yatan 120 bin COVID-19 hastası (18 bini test pozitif, kalan negatif), olağan koşullarda toplamın %15’i olmak gerekir eldeki bilgilerle. Dolayısıyla toplam olgu sayısı 800 bin olarak kestirilebilir toplumda. Virüsü taşıyan ve bulaştıran 800 bin insan!

Dahası                :
Yatan 120 bin COVID-19 hastası (18 bini test pozitif, kalan negatif), olağan koşullarda toplamın %15’i olmak gerekirken, S. Bakanlığının yatış koşullarını (endikasyonlarını) çooooooook daraltması nedeniyle diyelim %5 ise; bu takdirde toplam hasta yükü 2,4 milyon demektir!

2,4 milyonun %15’i yatırılma durumunda ise bu da 360 bin yapar ama gerçekte yatırılabilen bunun 1/3’üdür.. Bir başka anlatımla, 240 bin COVID-19 olgusu hastanede yatırılarak sağaltım (tedavi) alacak iken, evlerinde tutulmaktadır..

  • Sağlık sistemi açıklanmayan bir iflas içindedir..

240 bin dolayında hasta evlerinde COVID-19 sağaltımı almaktadır ve bunlardan ölümlerin ne oranda olduğunu, ne oranda COVID-19 ölümü olarak kodlandığını bilmiyoruz!

Bir kez daha “dahası” diyelim; pandemi yataklarında yatan 100 bin COVID olgusunun PCR (-) olması nedeniyle, ölümleri zaten COVID-19 ölümü değildir!

9. Yüz bin test / gün iyi rakam ama, kimlere yapılıyor bu çok önemli.. Kişi mi, test sayısı mı? Kaçı yineleme? Örn. neden TBMM’de kişi başına ortalama 5 test yapılmışken Türkiye genelinde her 12 kişiden 1’ine yeni erişildi ortalama?? Üstelik turkuvaz / yeşil tablo verileri gerçekten son 24 saatin mi?? Geçen hafta S. Bakanı Dr. Koca, “10 gün önceki veriler” demişti, dehşet verici idi! Salgın yönetiminde güncel hatta saatlik veri vazgeçilmez önemdedir..

10. Kaç sağlık çalışanı bulaşı aldı, kaçı öldü?? 29 Nisan’da Bakanın açıklamasına göre 7 bini aşkın sağlıkçı bulaşı almıştı. Son 4 aydır durum nedir?? Niçin açıklamıyorsunuz?? Neden sağlık çalışanları COVID-19’a yakalandığında – öldüğünde MESLEK HASTALIĞI saymıyorsunuz??
*****
Sanırız daha çok uzatmaya gerek yok..
Kral çıplak mı çıplak, çırılçıplak..
AKP iktidarı salgını Türkiye’yi batırdığı gibi “yönetmekte” (‘!)..
Kendince başarıya mahkum ama mızrak da bir türlü çuvala sığmıyor..
Bunca açık hata, bunca uyarıya karşın nasıl olur da ısrarla sürdürülebilir??
Aklımıza ister istemez olumsuz seçenekler geliyor.. Onu da sorup bağlayalım :

  • Salgın gerekçe yapılıp OHAL ilanına mı gidilmek isteniyor??!!
    Sakın ha, asla ve asla, aklınızdan bile geçirmeyin..
    Epey, epey geç ama hala dönülmez yerde değiliz..
    EPİDEMİYOLOJİK İLKELERE TAM BAĞLI ve HALKA KARŞI DÜRÜST salgın yönetimi tek yol!
  • Bu arada, en az 14 günlük tam kapatma giderek daha gerekli olmakta; ciddi ciddi hazırlığı yapılmalı ve gerekli 50 milyar Dolara yakın kaynak ne edip edip bulunmalı.
    SALGINLA FLÖRT OLMAZ !
    Türkiye Erdoğan’ın bir A.Ş.’i gibi değil, insan haklarına dayalı, çağdaş, onurlu bir hukuk devleti gibi yönetilmek zorundadır.

    Salgın gereğinden çok uzadı / uzatıldı, bastırılabilirdi, çok sayıda masum insanımız kurban / feda edildi. Böylesi bir siyasal tercih olamaz; bu açık bir insanlık suçudur ve DERHAL durdurulmalıdır.

    TBMM soruna el koymalıdır,

    Bilim Kurulu sesini yükseltmelidir ve muhalefet ayağa kalkıp görevini yapmalıdır.. Örn. bir Ulusal Salgın Kurultayı toplamalıdır.

    Ve de yalaka / yandaş basın… masum insanlar, önlenebilecek iken sapır sapır ölürken, bir an olsun aynaya bakmalıdır!

    Son soru                  :

  • 6 aydır yazdıklarımızın, 110’u geçen TV konuşmamızın tek hecesi yalanlanabildi mi??
    Sevgi, saygı SONSUZ ACI ama umut ile. 31 Ağustos 2020, TekirdağProf. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
    Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Uzmanı
    Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
    www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

Her Yer Reno Her Yer Direniş

Her Yer Reno Her Yer Direniş

Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek,
Reno direnişini yazdı.

portresi_bayrakli

Haziran-Temmuz 2013’teki halk ayaklanması,
Tayyip Erdoğanları titretmişti. Aradan tam iki yıl geçti. Artık o hareketin bayrağı, işçilerin elindedir. İşçi sınıfı, Vatan Partisi önderliğinde bütün milleti birleştirecektir, birleştirmektedir. Türk milletini Anayasadan sileceklerini söyleyenler, şimdi Türk milletini görecekler. Milletin başında emekçiler var. Türk Mucizesi gündemdedir.

7 Haziran’a giden süreçte en önemli olay,
Bursa’da başlayan işçi hareketidir.

 

Kriz, önce işçiyi vurdu ve işçi ayağa kalkıyor.
Reno’dan sonra TOFAŞ işçileri, biz de varız dediler.
Delphi, Mako, Coşkunöz, Maysan, Farba, Oto-Trim, Karsan, SKT emekçileri,
Reno işçileriyle dayanışmaya girdiler.

Renault grevi ile ilgili görsel sonucu

Bursa Mustafa Kemal Paşa’nın Nestle işçileri zaten aylardır direnişteydiler.
Kocaeli Yeniköy Ford Fabrikası işçileri, dün Reno işçilerini destekleme amacıyla
öğlen yemeği almadılar.

Adana’da da hareketlenmeler var.

Artık: Her yer Reno, her yer direniş! 

DİLENME EKONOMİSİNİN CENAZE TÖRENİ

İki yıldır, krizin kapıda olduğunu bildiriyoruz. Tayyip Erdoğanlar, Dilenme Ekonomisi kurdular. Dilenmenin bir sonu vardı, şimdi oradayız. Yüksek faizli borç için avuç açarak çarkı çeviremiyorlar. Sıcak Para Diktası çatırdamaktadır. “Sıcak para komisyoncularının saltanatı, 2016 yılını göremeyecek” diyorduk. Bursa’da başlayan hareket, bütün milleti dalga dalga
ayağa kaldıracaktır. Bu, daha başlangıçtır. İnişleri çıkışları vardır, ama bu hareketi bastırabilecek güç yoktur. Çünkü işçi, milletiyle birleşiyor.

 

TÜRK MUCİZESİ GÜNDEMDE

Haziran-Temmuz 2013’teki halk ayaklanması, Tayyip Erdoğanları titretmişti. Aradan tam iki yıl geçti. Artık o hareketin bayrağı, işçilerin elindedir. İşçi sınıfı, Vatan Partisi önderliğinde
bütün milleti birleştirecektir, birleştirmektedir.

Türk milletini Anayasadan sileceklerini söyleyenler, şimdi Türk milletini görecekler.
Milletin başında emekçiler var. Türk Mucizesi gündemdedir.

Türkiye’yi özerk bölgelere ayırma planları kuranlar, şimdi Türkiye’yi birleştiren güçle karşı karşıyadırlar. Vatanı birleştirecek güç sahnededir.

Bursa’da Atatürk Cumhuriyeti ayağa kalkmaktadır.

ÜRETEN TÜRKİYE GELİYOR

Türkiye’nin sorunları artık ancak Halkçı-Devletçi Ekonomiyle çözülebilir.
Halkçı Devletçi Ekonominin dayanacağı temel güç, işçilerdir, çiftçilerdir, kamu emekçileridir
ve esnafı, zenaatkarı, sanayicisi ve tüccarıyla üretime katkıda bulunan herkestir.
Bu hareket, Üreten Türkiye’nin hareketidir. 

AYAKLAR BAŞ OLACAK

ABD güdümlü Mafya-Tarikat sistemi, çaresizdir. Ayaklar baş olacaktır.
Türk milletini ayak altına almaya kalkanlar, Türk milletinin ayakları altında kalacaktır.
Türk milleti, ancak üretim ekonomisiyle başı dik yaşayabilir.
Vatan, Üretim Ekonomisiyle birleşir.
Vatan Partisi’nin alnında Emek Namus Vatan yazıyor.

 

7 HAZİRAN’I BELİRLEYECEK HAREKET

7 Haziran seçimini belirleyecek güçler ayağa kalkıyor.
Sandığa demokrasiyi getirecek güçler tarih sahnesine çıkıyor.
Demokrasi, halkın hakimiyetidir yoksa hokkabazlıkla halkın aldatılması değildir.
Şimdi aldanmayan işçi, demokrasinin tanımını yapıyor ve içeriğini belirliyor.
Demokrasi, bir CIA gevezeliği değildir. Halk yönetimi kurulacak.
Millet egemen olacak. Devlet halkın olacak.
Vatan Partisi, halkı hükümet yapacak büyük hareketin partisidir.
Vatan Partisi, bütün örgütleriyle ve Genel Başkandan üyesine kadar bütün kadrolarıyla
görev başındadır.

Doğu Perinçek
Vatan Partisi Genel Başkanı

Atatürk’te Birleşmek!


Atatürk’te Birleşmek!

portresi

 

Prof. Dr. Ayhan Filazi
ADD Genel Başkan Yardımcısı

 

Tam 11 yıl, 1911 ile 1922 yılları arasında aralıksız süren savaşlar.
Yanmış, yıkılmış bir ülke. Yoksulluktan başını kaldıramayan bir millet.
Bir çılgın adam, her türlü lüksü yaşama olanağına sahipken, canını dişine takıp önce milleti mahvetmek isteyen emperyalizme ve yutmak isteyen kapitalizme karşı başkaldırıyor.

Dünya tarihinde eşi benzeri olmayan bir zafer kazanıp tüm mazlum milletlere de
örnek oluyor.

Ardından ümmetten millet, kuldan birey yaratıyor.

Bu devrimin adı Türk Mucizesidir.

Bu mucizenin mimarı Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Bu devrim, kimi Marksistlerin iddiasına göre Ekim 1917’deki Rus Devriminin sonucudur. Ancak yine Atatürk’ün mimarı olduğu 18 Mart 1915 Çanakkale Deniz Zaferi olmasaydı, İngiliz donanması İstanbul Boğazının Karadeniz kıyısında bekleyen Rus (Menşevik) donanmasıyla birleşecek ve Rus (Bolşevik) Devrimi de
hayalden öteye gidemeyecekti.

Bütün aklı başında tarihçiler bunu bilir.

Bu devrim elbette ki birkaç cümleyle geçiştirilecek basit bir olay değildir.
Konumuz o değil. Sadece bir hatırlatma yapalım istedik.
Doğaldır ki, kendi çıkarlarını halkın çıkarlarından üstün tutan insanlar bu mucizenin mimarı olan Atatürk’ü kullanmak isteyeceklerdir.
Nitekim Cumhuriyet tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Atatürk’ün adını en fazla ananlar, O’na en fazla zarar verenler olmuştur.

1950 yılında iktidara gelen Menderes hükümeti bir yandan Atatürk’ün hayattayken yapmış olduğu devrimleri bir bir yıkarken öbür yandan “Atatürk’ü koruma yasası” çıkarmıştır. Sanki O’nun korunmaya gereksinimi varmış gibi.

Hele 12 Eylül 1980’de Atatürk’ün de adı kullanılarak yapılan darbe, O’nun mirasını bile reddetmiş, neredeyse tüm aydınlar üzerinde baskı, zulüm ve işkenceye dönüştürülmüştür. Bir kuşak o dönemde yok edilmiş, yurtseverler işlerinden,
evlerinden, yurtlarından edilmişlerdir.

Rahmetli Attila İlhan bunlara Gardrop Atatürkçüleri diyordu.

Atatürkçü olduğu kuşku götürmez Nadir Nadi bile bu çıkarcıları gördükçe çileden çıkmış ve “Ben Atatürkçü değilim!” diyebilmiştir.

Bu yıl kuruluşunun 25’inci yılını kutlayan ve yıllardır gerici olmayan halkımızı gericiliğin
ve yobazlığın baskısı altında tutup ona göz açtırmak istemeyen dar kafalı çıkarcılarla, ümmetçilerle amansız bir savaşım içindeki Atatürkçü Düşünce Derneği,
aydın olması gereken kişilerin de kimi zaman gizli, kimi zaman açıkça bu çıkarcıların yanında yer aldıklarını görmektedir.

Bizler, gözü dönmüş kanlı bir düşmanlığın ulusu birbirine düşürdüğü, Atatürk’e ve devrimlere saldırıların coşkunluk içinde doruklara ulaştığı dönemlerde, yüreği sevinçten çatlama kertesine ulaşan kişileri çok gördük. Bunlara karşı yılmadan savaşım veren ve bu uğurda kurucusu Muammer Aksoy dahil pek çok aydınını şehit veren bir avuç inançlı insanın oluşturduğu ADD, “Atatürk’te birleştik” diyerek O’nu kullananları da
ne yapmak istediklerini de iyi bilir.

Atatürk’ün halka mal ettiği kurumları özelleştiren ve Türk Ulusunun öz malı olan değerlerin talan edilmesi konusunda büyük çaba gösteren eski patronları da
yakından tanır.

Elinden İslam dinarını, dilinden İslam Ortak pazarını düşürmeyen kişileri “millici” olarak yutturmaya çalışanları da iyi bilir.

Geçmişte Kemalizmi burjuva devrimi olarak görüp eleştirenlerin, terör örgütleriyle
iş birliği yapanların, uyduruk davaların savcısı olan kişilerle sırf çıkarları için işbirliği yapanların “Atatürk’te birleştik” demelerini de anlayabilir.

Yıllardır mücadele ettikleri rejim ve yandaşlarıyla koalisyon kurmaları da
bizi ilgilendirmez. Tümüyle çıkar ilişkileri üzerine kurdukları merkezlerinde yolunuz
açık olsun diyebiliriz. Birlikte yola çıktıkları kişiler arasında masum ve çok şeyin farkında olmayan dostlarımızın da olması bizi ancak üzer ve onların yüzü suyu hürmetine
buna saygı da duyabiliriz. Ama Atatürk’ü hiçbir zaman siyasal çıkar ve sömürü konusu yapmayan, bunun tartışılmasını bile hakaret sayan Atatürkçü Düşünce Derneği‘ne
dil uzatmak hiç kimsenin haddi değildir. Üstelik bu kişiler masum Atatürkçülerin de izledikleri ulusal bir televizyon kanalında ADD ve yöneticilerini mahalle dedikodusu yapar gibi, kulaktan dolma bilgilerle eleştirip muhalefet yaptıklarını zannediyorsa,
onun altında ezilmeye mahkûmdurlar. Şimdilik uyarmakla yetinelim.

Çünkü geçmişi karanlık olanların Türkiye’nin geleceğine ışık tutmaları olanaklı değildir.

98. YILDÖNÜMÜNÜ KUTLADIĞIMIZ ÇANAKKALE ZAFERİ!


Prof. Dr. Özer OZANKAYA
Toplumbilimci
ADD Eski Genel Başkanı

portresi

98. YILDÖNÜMÜNÜ KUTLADIĞIMIZ ÇANAKKALE ZAFERİ! 

98. yıldönümüne ulaştığımız 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin, gerçek anlamı olan Türk ulusal birlik ve yurt bilincinin dirilip pekişmesi, uluslar arası sömürgeciliğin anlaşılıp tepelenebileceğinin kavranması, gerçek ulusal önderliğin anıtlaşmış örneğinin ortaya çıkması .. ile kutlanması gerekir.

İçi boş övünme demeçleri, siyasal ortamda ve camilerde İslam’a taban tabana aykırı bir din sömürüsü ile şehitlerimizin sözde anılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Mustafa Kemal Atatürk’ün adını bile anmayan hutbeler okutturması, şehitliklere gericilik gösterisi niteliğinde ziyaretler düzenlenmesi, …, başta Çanakkale’de saldırıya gelen ve bugün de emellerinden vazgeçmediği görülen sömürgeci düşmanların gözünde Türk ulusunu ve Türkiye Cumhuriyeti devletini çağdışı, güçsüz, özgürlük ve bağımsızlığın anlam ve değerini bilmeyen bir kitle olarak göstermek işlevini görmektedir.

Çanakkale’de bir ulusun ve bir yurdun kutarılmış olduğu üzerinde, bunu sağlayan yüksek düşünce gücü üzerinde hiç durulmaması, İstanbul’un ikinci bir “fatih”i olduğunun göz ardı edilmesi, bu ikinci “fatih”in, yani Mustafa Kemal Atatürk’ün 18 Martlarda,
29 Mayıslarda ya yasak savar gibi anılması ya da hatta adının bile hiç anılmaması; dahası, Çanakkale’nin gökten, gaipten birtakım sözde-güçlerce kurtarıldığı yolunda akıl ve mantık dışı, bilim dışı, hastalıklı ve çarpık düşüncelerin yayılması ve/ya da bunlara seyirci kalınması, … ne anlama geliyor?

Bunun yanında, daha doğrusu bu saptırmalarla eşgüdümlü olarak “Savaşın insancıl yüzünü anlatma” aldatmacasıyla, Çanakkale’deki düşman askerlerinin anı defterlerinin, mektuplarının, vb. yurdumuzu işgale geldikleri olgusu gözlerden saklanarak, onlara sempati uyandıracak biçimde kullanıldığı sözde-belgesel filmlerle neye hizmet edilmek isteniyor?

Bize göre bu savsaklama ve saptırma, Türk Bağımsızlık, Demokrasi ve Kalkınma Devrimine yönelmiş dış ve iç sömürgeci saldırının bir parçasıdır.

Çanakkale’yi doğru olarak anlamaktan alıkonulan Türk ulusu, Türk Devrimini de doğru anlamaktan alıkonulmuştur ve alıkonulmaktadır.

Çanakkale’nin aşağıda belirtilen gerçek anlamı Türk siyasal kadrolarınca gereğince benimsenip Türk ulusuna, onun yeni kuşaklarına bu özüyle anlatılsaydı, kuşku yok ki Türk Devrimi hem amaçları doğrultusunda daha büyük ölçüde ilerleyecek ve tüm ulusça bilinçle benimsenecekti; hem de dış ve iç sömürgenler, bugün BOP ve AB projeleri altında 75 milyonuyla tüm ulusumuzu ve yurdumuzu parçalamaktan, ulusal ekonomimizi çökertip yabancı mülkiyetine geçirmeğe; laik Türkiye Cumhuriyeti yerine İslamı da, Türklüğü de tümden aşağılayıp çürütmeğe yönelik ilkel bir din baskıcılığı devleti koyma utanmazlığına değin varan korkunç saldırılarından hiçbirisine kalkışamazlardı!

Çünkü Çanakkale Zaferi’nin de, Türk Kurtuluş Savaşı gibi, bilim ve özgürlük düşüncesine doğrulukla bağlı kalan bir önderlik sayesinde kazanıldığını vurgulamak büyük önem taşımaktadır.

Bu bağlamda belirtelim ki; iyi niyetle sık sık kullanılmakta olan “ŞU ÇILGIN TÜRKLER” deyimi de, “TÜRK MUCİZESİ” deyimi de, Türk Kurtuluş Savaşı ve Demokrasi Devriminin temelinde aklın ve bilimin, bilgelik düzeyinde bir önderliğin yattığı gerçeğini gölgeleyici nitelikte bir deyimdir.

Gerçekte ne Çanakkale Zaferi, ne de Türk Kurtuluş Savaşı “çılgınlık” ya da “mucize” ürünü olmayıp, çok yüksek bir bilgeliğin ürünüdür; bu nedenle “ÇILGIN” değil,
“ŞU BİLGE TÜRKLER” demenin daha doğru olduğunu bilmemiz gerekir.

Gelelim Çanakkale Zaferinin gerçek anlamına :

Bu büyük zafer:

· Türk Ulusunu yok olmaktan kurtarmıştır!
· Anadolu’nun Türk yurdu olmaktan çıkarılmasını, özellikle daha 1915’te, yani Çarlık Rusya’sı devrilmemişken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun “Ermenistan” olmasını engellemiş, “Türkiye”yi haritadan silinmekten kurtarmış olan Birinci Kurtuluş Zaferimizdir!

· İstanbul’un Türk olmaktan çıkarılması yıkımını önleyen zaferdir!
· Tüm Anadolu halkının, “Türk ulusluğu” bilincinde kaynaşıp bütünleşmesini sağlayan direniş zaferidir!
· Bu “kurtuluş” ise, “Özgürlük ve bağımsızlığı karakter edinen, özgürlük düzeninin gerektirdiği gibi davranan” bir önderlik sayesinde başarılabilmiştir!
Çanakkale Zaferi’nin, yıldönümlerinde vurgulanmayan, bilinçlere yerleşmesi istenmeyen yaşamsal önemi, işte bu ölçüde büyüktür!

Hiçbir savaş komutansız kazanılamayacağına göre, Çanakkale zaferinin de bir komutanı olmalı değil mi?

Bu komutanın Alman Liman von Sanders değil, Mustafa Kemal olduğu,
Çanakkale’yi geçilmez kılan etkenin Mustafa Kemal’in sergilediği komutanlık dehası olduğu, Düşman Donanması Başkomutanı İngiliz General Hamilton tarafından bile teslim edilmiştir.

Oysa bu gerçeği, o gün de ulusumuz üzerindeki baskıcı, sömürgen, gerici güçler saklamaya çalışmışlardı; bugün de yine aynı nitelikteki güçler saklamaya çalışıyorlar. Çünkü Çanakkale Zaferinin hem dış, hem iç sömürgeciliği önleyici özünün ve sonucunun anlaşılması istenmemiştir, istenmemektedir!

Osmanlı Devleti’ni bir oldubittiyle Almanya yanında I. Dünya Savaşına sokan,
ondan önce de gizli bir anlaşmayla -Mustafa Kemal’in bütün protestolarına aldırmadan- tüm Osmanlı ordularını Alman generallerinin doğrudan komutası altına sokarak Alman sömürgeciliğine ülkeyi açan baskıcı Enver Paşa yönetimi, Çanakkale Zaferini anlatan bir derginin kapağında yayınlanacak olan Mustafa Kemal fotoğrafını, dergi basılırken
son dakikada çıkarttırmış, yerine Liman von Sanders’in fotoğrafını koydurtmuştu!

Bugün de ABD ve AB’nin güdümünde, AB ve SOROS paralarıyla kalem oynatan,
sözde belgesel filmler hazırlayan … gerici ve çıkarcı, açık ve örtülü işbirlikçi türediler, Çanakkale Zaferi’nin yaşamsal önemini yadsımakla, Mustafa Kemal’i gölgelemekle, hatta yoksamakla, Atatürk Cumhuriyeti’nin ilke ve kurumlarına saldırmakla, gerçekte ulusal bağımsızlığımızı, birliğimizi, yurt bütünlüğümüzü, laik hukuk devletimizi, ileri teknolojiye dayalı üretken ekonomi sahibi olma projemizi …  kısacası bütünüyle sömürgeciliği yenerek kurulmuş olan Atatürk Türkiye’sini yıkmaya çalışmaktadırlar.

Çanakkale Zaferi’nin doğru anlamıyla kavranması, bu hain sömürgeci saldırısını caydıracak bir ulusal bilinç oluşturur.

Bu nedenle Çanakkale Zaferini de, Türk Kurtuluş Savaşı’nı da, Türk Demokrasi Devrimini de, hiç yılmadan, bıkıp usanmadan iç ve dış, açık ve örtülü BOP işbirlikçisi sömürgeciyi caydırmak ve maskelerinin inmesini sağlayarak sindirmek için anlatmak ödevimizi aksatmadan yerine getireceğiz.

Cahit Külebi’nin güzel dizesinde belirttiği gibi

“Bin kez yurdumuzu kurtaran” Mustafa Kemal Atatürk’ün

ve

tüm Çanakkale şehit ve gazilerinin anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. (16.3.2013)