Etiket arşivi: Yakup Kadri

AYDIN ÜZERİNE BİR DENEME.. Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

Dr. Halit Suiçmez
İktisatçı, Yazar

“AYDIN” ÜZERİNE BİR DENEME : Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

(AS: Bizim kısa notumuz yazının altındadır..)

Edebiyat alanındaki kitaplarımızdan ilki olan,” Eski Dostlar, Deneme- Öykü Seçkileri” nde; “Aydın ve Entelektüel” adlı bir denememiz yer almıştı.

O yazıda, “aydın” ve “entelektüel“i birbirinden ayırmış, “aydın”ı, … yanlışa, haksızlığa mutlaka tepki veren, tutum alan, adil, özgür ve güzel bir gelecek için ödünsüz savaşım veren … insan” diye tanımlamıştık. (Dr. Halit Suiçmez, Aydın ve Entelektüel, Eski Dostlar Deneme – Öykü Seç ileri, Brc Mtb., Mayıs-2005, Ankara, Ortak Kitap, syf. 76-77)

Elbette her tepki vereni de Aydın sayamayız. Kavramı siyasal, felsefi, ekonomik- politik, psikolojik boyutlarıyla derinliğine ve genişliğine incelemek gerekir. Bu ise, gelecek çalışma ve yazılarımızın konularından biri olacaktır. Aydın kim? Hangi Aydın? İşlevi ne, yazarlar aydın mıdır?.. gibi soruların yanıtlarına –bu yazıda bir parça yer versek de– geniş zamanda eğileceğiz.

Aydınlar çok yerde, çok zaman suçlanmışlardır. Hapislere atılmış, özgürlükleri kısılmış, öldürülmüş, kısıtlanmış, sürgüne gönderilmiş, türlü işkenceler yapılmıştır. Gerçek Aydınlar her koşulda yılmadan mücadele etmişler, Büyük İnsanlık yürüyüşüne kalıcı izler ve katkılar bırakmışlardır.

Kimdir Aydın?

Aydın’ın kim olduğunu anlayabilmek için tarihsel ve toplumsal durumunu özetlemek gerekir. On yedinci yüzyılda Batı Avrupa’da Burjuvazi, dünya görüşü ve bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkar. O tarihe dek bilgiyi elinde tutan sınıf Ruhbanlardı. Kilise ekonomik, politik ve yönetsel güce sahipti.

Okuma salt rahibin işiydi. Kilise, Hıristiyanlığın kutsal bekçisi ve temsilcisi di. Din adamı, derebeyiyle – feodal bey ile köylü arasında bir aracıdır.

Pratik bilgi uzmanları / sahipleri burjuvazinin gelişmesiyle ortaya çıkar. Dönemin Bilginleri mühendisler, matematilçiler, hukukçular, tıp insanları, yazarlar, düşünürlerdir.. Ticaretin gelişip yaygınlaşması, mühendislerin ve bilginlerin varlığını ve bu sürece katkılarını gerekli kılar.

Bunlar birer sosyal sınıf olmadıkları gibi; seçkin bir kesim de değildir. Çünkü ticari kapitalizmle bütünleşmiş Merkantilizm ögeleridir. İşte gelişen ticari ve daha sonra sanayi burjuvazisinin dünya görüşü, analitik yöntemler “Aydınlar” denilen bu kesimlerce oluşturulacaktır.

Türkçe’mizdeki okunuşlarıyla, Mönteskiyö, Volter, Diderot, Russo.. Bunlara “filozof” (Bilgisever) denir, bilgelik tutkunlarıdırlar,  bilgelik ise “akıl – akılcılık” (Rasyonalite) demektir. Analitik yöntemleri tarih ve toplum sorunlarına uygularlar.

İşte ilk klasik aydınlar, bu öncü Aydınlanmacılardır. Burjuvaziye, feodalizmle savaşması için gerekli düşünsel silahları vermişlerdir. Burjuva sınıfının içinde doğduklarından, bu sınıfın nesnel ruhunu ifade etmişlerdir. Burjuvazinin gericileştiği ve işçi sınıfına ve onun dünya görüşüne karşı çıktığı, emek sömürüsünü sürdürmek istediği dönemde gerçek aydınlar ortaya çıkmıştır.

19 ve 20. yüzyılda..

Marks, Engels, Emil Zola, Lenin, Gorki, J. London, Nazım Hikmet, Suat Derviş, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Ahmet Saltık (AS: Sayın yazarın bizim dışımızda övgün değerlendirmesidir.. şükran ile), Taylan Kara.. 19. yy’ın son çeyreğinden sonra artık egemen – sömürgen sınıflar içinden çıkmamıştır aydınlar.

Aydın; J .P. Sartre’nin tanımıyla; “…kendi içinde ve toplumdaki, pratik gerçekliğin araştırılmasıyla egemen ideoloji arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır.” (J. P. Sartre, Aydınlar Üzerine, Can Yay., 1997, syf. 30)

  • Aydın, tarihin ve parçalanmış toplumların eytişimsel (diyalektik) ürünüdür.

Aydınlarından yakınacak bir toplum, önce kendini eleştirmelidir.

Aydın kimseden görev almaz, statüsü hiçbir yetkeye (otoriteye) bağlı ve bağımlı değildir. Her koşulda kanıta dayalı bilimsel doğru’yu söylediğinden, çoğunlukla sevilmez, varoluşuna aldırılmaz, ancak söylediklerine belli bir duyarlılık olabilir.

Aydın eylemi ve sorumunun sonal amacı;

Gelecekte “bir gün” tüm insanların gerçekten eşit, özgür, gönenç ve erinç içinde, kardeş olacakları toplumsal bir evrensellik için çabalamaktır.. Ütopyaları vardır; salt yorumlayıp aktarmakla, “bulmak” ile yetinmez.. “Devrimci Eylem” yükümlenir ve topllumu, yaşamı, insanı sürekli dönüştürmeye çalışır.

Yalnızdır genelde Aydın; yaşanan toplumu anlayabilmek için önündeki tek yol, ezilenlerin bakış  açısıyla çalışmaktır. Aydın, toplumsal köken olarak küçük burjuva olmakla birilikte, işçi ve köylü sınıfının saflarında yer almalı, küçük burjuva koşullanmalarından kurtulup ezilen sınıfların savaşımına somut olarak ve koşulsuz katılmalıdır, katılır.

Her Aydının çağında bir yeri ve mücadelesi (serüveni) vardır. Bunu ekonomi politik, psikanaliz, Marksizm, sosyoloji gibi insan bilimlerinin yöntem ve verileriyle başarabilir. Her insan yaşamdaki yerini, kimliğini, neyi, niçin ve nasıl yaptığını, yapması gerektiğini, yaşamın amacı ve anlamını kendi bilgi ve bilinciyle oluşturabilir.
***
Aydın‘ın kimliği, durumu, işlevi, gelişimi gibi konulara kısaca değindikten sonra şimdi de kimi yazarlardaki Aydın söylemi üzerinde duralım:

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazmıştır çoğu yapıtlarını. Olumsuzlukları sergilerken son derece değerli, yürekli ve gerçekçi tutum sergilemiştir. Panorama, Bir Sürgün, Ankara, Yaban gibi gerçekçi romanlarıyla toplumun en dip ve uzak köşelerine dikkatle bakıp, öz bilgiyi çok varsıl tipleştirmelerle önümüze sermiştir..

Balzac gerçekçiliği kitaplarında üst düzeylere yükselmiştir. Balzac siyasal olarak kralcıydı ama zamanın toplumsal gerçeklerini büyük ustalıkla anlatmıştır.

Tolstoy da öyledir, Lenin; “Rus devriminin aynasıdır” dediği büyük ustadan çok şey öğrendiğini, ama sınıfsal bakış olarak “gerici ve ütopist” olduğunu söylemiştir.

Yakup Kadri de dönemin toplumsal yozlaşmasını büyük ustalıkla anlatır. Toplumu gerçekçi çizer, kendisi sınıfsal bakışa uzaktır, güncel ideolojiye bağlılıkları vardır bu yüzden sınırlarını bir türlü aşamaz. Ve Yaban romanında kahramanı Ahmet Celal’i şöyle konuşturur:

“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin… sana istırap veren bu şey, senin kendi eserindir…” (Yaban, syf. 148)

Yakup Kadri, roman boyunca, aydınları suçlar. Nasıl bir “aydın”dır, Ahmet Celal? O, köylülerden söz ederken “onlar” der. Köylüleri kendinden ayırıp uzak tutar. 1922’de Kurtuluş Savaşı’nın ateşli günlerinde geçer olaylar. Anadolu’daki geriliğin, yoksulluğun, cehaletin suçlusu niçin aydınlar olsun?

Osmanlı Aydını yüzeysel bir Batı hayranlığı içindedir. Toplumsal gelişmelerin ekopolitik yasalarından haberleri var mıdır? Tarihsel gelişmemiz ve bunun bilinçlere yansıması nerede kaldı? Aydınlar “halkın kurtarılmasının” üstesinden nasıl gelebilecekler? Tarihsel deneyimler ve devrimler kapitalizmden ve fodalizmden kurtuluşun ancak bilinçlenen halk hareketiyle olabileceğini kanıtlamıştır. Türkiye’nın geri kalmışlığı üzerine ciltler dolusu sosyal yapı araştırmaları yapılmadı mı?

1838 Balta Limanı Anlaşmasıyla İngiliz Emparyalizmi, Osmanlı ülkesine ve onun az da olsa bağımsız sanayileşme olanaklarına ağır bir darbe vurmadı mı? Sadri Ertem, Çıkrıklar Durunca romanını boşuna mı yazdı? Osmanlı Ekonomisini temsil eden Çıkrıklar kimler tarafından nasıl, hangi süreçlerle ve niçin durduruldu, Doğan Avcıoğlular, Halil İnalcıklar, Markslar, Asya tipi üretim tarzları, Doğu Sorunu diye ortaya konan merkezi feodal yapılar..

Bütün bu azgelişmişlik, emperyalizm kuramları, araştırmaları bir şey anlatmıyor mu? Bürokratlar Batılılaşmak yoluyla devleti –gerçekte kendi mal ve canlarını- kurtarmak isterken, kapitalizmin çarkına kapılarak üretim güçlerini geliştirmek şöyle dursun, var olanlarının da yok olup gitmesine, halkın daha da yoksullaşmasına neden olmadılar mı?

Bu Aydın suçlamaları, sızlanmaları ne zaman son bulacak? Türk Aydınının onuru Nazım Hikmet de şiirinde;

  • … dilim varmıyor ama kabahatin çoğu sende kardeşim…

derken Aydını mı, halkı mı, bilinçsiz ve yanlış siyasal seçim yapan kitleleri mi işaret etmektedir? Doğru siyasal seçim yapamayan kitlelerde kabahat olabilir ama geri kalmışlık, özünde kapitalizmin istendik sorunudur.

Bürokrasinin yazarı Yakup Kadri’ye göre, “onlar”, “vücutları beslenecek, kafaları aydınlatılacak” edilgin yığınlardır. Elbette büyük romancımız Yakup Kadri’nin siyasal bakışı farklı olabilir, roman yoluyla önerdiği çözümler tartışmalıdır, ama şurası gerçektir ki; dönemin toplumsal yapısını büyük bir gerçeklikle yansıtmıştır yapıtlarında.
***
Konumuzun özüne dönersek; Aydın üzerine söyleşirken, “Hangi Aydın?” sorusunu da sormuştuk. Jakoben aydınlardan Kemalist aydınlara, klasiklerden Marksist aydınlara dek birçok addan söz edebiliriz. Entelektüel Aydınlar da olabilir. Entelektüel ve Aydın ayrımına gelince; birinciler Aydın tepkisini gösterse bile rahatlarına düşkündürler, eylemden uzak ve bireycidirler.

Entelektüel Aydın her iki özelliği de, yani kökten kapitalizm karşıtlığı ve adil, özgür yeni düzen svaşımcısı olup, Evrenin derin bilgisini öğrenip içselleştirmekten geri durmayan bir kişiliktir.

Gelecek çalışmalarımızda konuyu yeni boyutlarıyla ilerleteceğiz.
===============================================
Dostlar,

Seçkin yurtsever Aydın, Mülkiyeli dostumuz Sn. Dr. Suiçmez, salt Doktoralı bir iktisatçı olmakla yetinmeyerek, Aydın sorumluluğunu kapsamlı üstlenen bir kişi. Yukarıda sunduğumuz “Deneme” bize göre de oldukça nitelikli bir metin. Kendisine hem bu emeği hem de sitemizde yayınlama ayrıcalığını bize tanıdığı için teşekkür ederiz.

Büyük bir değerbilirlikle bizi de Türk Aydınları arasına katarak, yükümüzü daha büyütmüş sağolsun. Ancak İlhan Selçuk, Rıfat Ilgaz ve Melih Cevdet Anday da bir çırpıda çağrıştırdıklarımız.. Çoook bereketli bu topraklar, bu kültür gerçekte. Ilgaz’ın “Aydın mısın?”, Anday’ın ise “Sis Çanı” şiirlerini site okurlarımıza özellikle salık vermek isteriz.. Okumak, duygudaşlıkla titreşmek ve gereğini “Aydın sorumluluğuyla” yapmak üzere..

Sevgi ve saygı ile. 08 Ağustos 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu – Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

 

Yazmak-Çizmek-Betimlemek

Yazmak-Çizmek-Betimlemek

Yazmak-Çizmek-Betimlemek

 

Bizde ta öğrenciliğimizden beri öğretmenlerimizin kazandırdığı bir kabul vardır; ”yazmak ve çizmek özdeştir”. Bu kazanımlarla bir eğitimci olarak, her insanın ”eğer isterse” yazabileceğini, çizebileceğini öngörürüm her zaman. Ama burada en önemli nokta ”Eğer isterse”.  İstemek, amaç ve ideal edinmek.  Elbette herkes kendine göre, kendi çapında yazar ve çizer. Bunun niteliği, yeterliği, yetersizliği de ayrı bir değerlendirme konusudur. Ama yazılmayan, çizilmeyen, yani yok olan bir şeyin de hiçbir yönü tartışmaya bile değmeyeceğine göre, var olanın tartışılması bile kazanç sayılır.

Bunları neden yazıyorum; ”ben iki cümleyi bile yan yana getiremem” ya da ”ben cin Ali bile çizemem” sözlerini çok duyarız.  Bana göre bir teslimiyet ifadesidir bunlar. Kaçamaktır, aslında yine bana göre insanın kendisine, belki de çok iyi yapabileceği bir özelliğine, niteliğine ihanettir.”Hiç beceremem,  hiç çizemem, yapamam, yazamam” diyenlerden çok başarılı olanlara da tanık olduğum için bu denli iddialı yazabiliyorum.

Konuşma uçucudur, dahası suya yazılan yazıdır. Ama yazma, çizme-betimleme kalıcıdır. Tarih bunun için önce çizilenlerle, yontulanlarla, sonra yazılanlarla okunmaya, çözülmeye başlamıştır. Çok basit bir sorgulamayla üç bin yıl önce, Kadeş Savaşı’nı yapanlar kendi aralarında neler konuştular, savaşı nasıl barışla bitirmeye karar verdiler, bilmiyoruz. Ama Kadeş Savaşı’nın bir anlaşmayla ve yazılı bir belgeyle sonuçlandığını somut olarak, tartışmasız kabul ediyoruz. Günümüzde bile herhangi bir durumda, tartışmalı bir konu olduğu zaman ”yazılı belgesi var mı”, demiyor muyuz?

Konuya bir başka açıdan daha bakarım her zaman, yazma ve betimleme eyleminde; bireyin kendini anlatacağı çeşitli anlatım yolları yanında yaşadığı aileyi, yaşadığı çevreyi, toplumu, dönemi, siyasal ve sosyal atmosferi de anlatmasının yollarını açar.  Bu gibi birikimler önce bireysel bellek, aile belleği ve toplumsal bellek için verileri oluşturur. Bunların aslında yeri ve zamanı geldiğinde tarihsel belleğin de kaynağı olabileceği, tarihin her döneminde örneklerle doludur.

Örneğin, bugün kitaplığımızda oturup, Gazap Üzümleri’ni okumaya başladığımızda beş on dakika içinde o dönemin Amerika’sının toplumsal yapısının, etik değerlerinin neler olup olmadığını anlamaya başlarız. John Steinbeck bu eserini yazarken ”Türkiye’de bir evde ya da kitaplıkta Ahmet Beyler okurken şunu, şunu düşünsünler” diye yazmadı. O yaşadığını, hissettiğini ya da hissettireceğini yazdı, o kadar. Ondan sonrasıdır işte sanatın gücü, başarısı, etkisi, yaratma, anlatma kapasitesi, evrenselliği.

Bir başka örnek verelim; Goya bir saray ressamıdır. Bir eli yağda, bir eli baldadır. İspanya iç savaşlarında saraya karşı bayrak açan isyancılara, asilere katılır; sefalet içinde ölür. Bugün Madrid Prado Müzesi’nde Goya’nın eserleri iki ayrı salonda sergilenir. Birinde saray resimleri, diğerinde ”Black Paintings” denen, saray sonrası resimleri. Her gittiğimizde bunu özellikle takip etmişimdir; saray resimleri dönemi salonunu insanlar beş dakikada geziyorsa, Kara Resimler salonunda yarım saat kalıyorlar. Bugün Goya İspanyol sanatının ve kültürünün gurur kaynağıdır; yine tüm dünya sanatında Goya denince İspanya ve 3 Mayıs katliamı resmi akla gelir, hemen.

Burada bir başka örnekle şu soruları soralım kendimize; Hititler ve Mısırlılar Kadeş Savaşını yazıya dökmeselerdi; John Steinbeck yazmasaydı; Göbeklitepe sakinleri o devasa taşları yontmasaydı, üzerlerini betimlemeseydi; Goya 3 Mayıs katliamını, Picasso Guernica tablosunu betimlemeseydi? Bizden de çok örneğimiz olabilir; Nazım Hikmet ”Memleketimden İnsan Manzaraları‘nı, Yakup Kadri, ”Yaban” Romamını, Yaşar Kemal ”İnce Memed’i  yazmasalardı… Gerisini siz düşünün.

Yazma-betimleme hiç kimsenin tekelinde değildir. Başarı ve başarısızlık elbette tartışılır ama yazılanlar, çizilenler, yontulanlar somut çabaların varlığıyla anlamı olan bir başka boyutudur konunun. Binler, on binler, milyonlar yazmalı, çizmelidir. Bu zenginlik içinden kim bilir ne cevherler çıkabilecektir; en azından bu kültürel birikim yazanın, çizenin de anlaşılmasını, iyi okunmasını, iyi değerlendirilmesini sağlayacaktır.

Paris’te yüzbin ressam olduğu söylenir, abartı da olsa. Yüzbin içinden beşbinlerin-onbinlerin çıkması ile ikibin, üçbin kişinin resimle ilgilendiği bir toplumdan kaç kişinin çıkabileceği iyi düşünülmelidir. Aynı şey yazma eylemi için de geçerli; milyonlar anı, öykü, masal, şiir, mektup, günce yazmalı ki içinden milyon sayıda gerçek okur-yazar çıksın.

Burada bir özel konuya daha değineyim; Her aileden birkaç kişi mutlaka bir ”aile belleği” yazmalıdır. ”Dedesinin dedesinin adını bilen kaç kişi var aramızda” sorularını kendi kendimize sorduğumuzda ne demek istediğim daha net anlaşılır. Aidiyet bilinci, kimin nereye, hangi aileye, anaya, ataya, kültüre ait olduğunun sorgusu ve bir yönü ile de ulusal bilincin kaynağı olacaktır.  Yazmayan, okumayan, çizmeyen, betimlemeyen, belgelemeyen toplumlar; sözel, uçucu, unutucu, unutturucu; hatta inkârcı geleneğe dayanır. Bu toplumlar tarihten, geçmişten dersler alamazlar; bu nedenle de sık sık aynı tökezlemeleri, aynı hastalıkları, aynı aymazlıkları, aynı travmaları yaşamak zorunda kalırlar.

Kişisel olarak ben; yazarak, çizerek, boyayarak; öncelikle gören, duyan, düşünen, kendine göre çözümler arayan, üreten insan olarak, kendi özüme saygı sayıyorum, yaptıklarımı.  ”Başarılı mıyım, değil miyim; iyi mi yapıyorum, kötü mü” sorgusu çok sonra gelen değerlendirmeler hanesindedir. Bunun değerlendirmesi de çoğunlukla zamana, okuyana, izleyene ve onların yargısına havale edilir. En azından ”Ustamın adı Hıdır, elimden gelen budur” diyebilme özgürlüğüne sahip olmak az şey midir?

Zeki Sarıhan : 30 AĞUSTOS BASINI

Dostlar,

Değerli dostumuz Sayın Zeki Sarıhan, “uzuuun “tatilinden (?) Ayvalık’tan yazmayı sürdürüyor.. Engin tarih bilgisinden keyifle yararlanıyoruz.

Aşağıdaki makalesi, 26 Ağustos 1922 öncesi ve sonrasında Büyük Taarruz ve
30 Ağustos Zaferi odaklı olmak üzere İstanbul gazetelerinden seçkiler içeriyor.
Öğrenerek ve dersler çıkararak okuyoruz.

Teşekkür borçluyuz Sayın Sarıhan öğretmenimize..

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 30.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

30 AĞUSTOS BASINI

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye’de canlı bir basın yaşamı vardı.
Mütareke’nin (A.S.: Mondros, 30 Ekim 1918) başında İstanbul’da yayımlanmakta olan İkdam, Vakit, Tasviriefkâr, Peyam, Alemdar, İleri gibi gazetelere, daha sonra Anadolu’da çıkmaya başlayan İradei Milliye, Hakimiyeti Milliye, Öğüt, Açıksöz, Babalık, Seyyarei Yeni Dünya gibi gazeteler eklendi. Yenigün gazetesi de İstanbul’un işgalinden sonra Ankara’ya taşındı.

Mütareke’den hemen sonra İstanbul basınına hem hükümet, hem Müttefikler tarafından sansür kondu. Gazetelerin birçok yeri boş çıkmaya başladı.
Hele İstanbul’un işgaliyle ve Damat Ferit Hükümetleriyle İstanbul, basın için nefes alınamaz bir yer halindeydi. Ancak 1920 Ekim’inde Damat Ferit Paşa’nın iktidardan düşürülüp yerine Tevfik Paşa Hükümeti gelince basın üzerindeki sansür hafifledi. İstanbul basınında Anadolu ile ilgili haberler daha gerçekçi olarak, hatta Mustafa Kemal Paşa’nın demeçleri bile yer almaya başladı. Bu dönemde vatanın kurtuluşu için bütün Türkiye basınının tek vücut olduğunu söyleyebiliriz.

Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Sakarya Savaşı’nın yapıldığı günlerde (Ağustos – Eylül 1921) bütün harekât planlarının İngilizlerin eline geçmesinden
ders çıkararak, 25 Ağustos 1922 günü Anadolu’nun İstanbul’la haberleşme kanallarının kesilmesini emretmişti. Büyük Taarruz, Müttefiklerden ve Yunanlardan bir süre gizlenmiş olacaktı.

İstanbul basının kulağı sesteydi, ancak Anadolu’dan resmî bir haber alamıyorlardı. (Ordu her gün resmî tebliği yayımlıyordu). Gene de Yunan tebliğlerinden bir anlam çıkarmaya çalıştılar.

27 Ağustos 1922 Pazar gününün Anadolu gazeteleri, Hâkimiyeti Milliye, Yenigün, Öğüt, Yeni Adana dün sabahtan başlayarak Ordu’nun bütün cephelerde saldırıya geçtiğini coşkun başlıklarla yayımladılar. İstanbul’da yayımlanan İkdam ise
“Bir taarruz hareketinin arifesinde miyiz?” diye yazdı. İstanbul basını daha çok doğu barışı için toplanılması düşünülen Venedik Konferansı ile meşguldü.

28 Ağustos 1922 Pazartesi günkü Anadolu gazeteleri, gitgide büyüyen başlıklarla Ordu’nun cephenin her noktasında düşman hatlarını yardığını, Afyon’un kurtarıldığını, çok sayıda tutsak (esir) ve ganimet ele geçirildiğini yazdı.

Öğüt “Ateşli bir sel gibi işgal edilmiş diyarlara akan Ordumuz” diye yazdı.

İstanbul’da yayımlanan Kuvayı Milliyeci Akşam gazetesi, “Ordumuz Afyonkarahisar Cephesi’nde Yunan hatlarına taarruz etti” diyebilecek kadar haber almıştı.

İkdam ihtiyatlıydı. “Bilecik önünde taarruz başladı mı?” diye soruyordu.
Vakit ise “Dün Anadolu’dan hiçbir haber gelmemiştir, telgraf da çekilmemiştir” diye yazarak Atina’dan gelen haberlere göre Kocaeli çevresinde büyük yığınak yapıldığını haber veriyordu.

29 Ağustos 1922 Salı günkü Anadolu gazeteleri coşmuştu.

Hâkimiyeti Milliye

  • Ey Türk yürü! Yürü ki senin bu yürüyüşün tarihte yeni bir devir açıyor.
    Şark âlemine saadet ve hürriyet temin ediyor. Yürü ki bütün İslamiyet gülsün. Yürü ki bütün Şark mesut olsun!” diye yazdı.

ÖğütNur, zulmete galebe çalıyor” başlığını attı. Bugün İstanbul basını da
Yunan tebliğlerinden Türk saldırısının iki gün önce başladığını öğrendi ve yazdı.

30 Ağustos 1922 Çarşamba günkü Hâkimiyeti Milliye’de Ruşen Eşref‘in yazısının başlığı “Vatan Gülüyor” idi. İstanbul basını savaşın gidişini hâlâ Yunan tebliğlerinden çıkarmaya çalışıyor, Tevhidiefkâr gazetesi, Anadolu’nun derin bir sessizliğe gömülmesini onun sinirlerine tümüyle egemen olmasına yoruyor, “Okuyucularımıza pek yakında en sevindirici haberleri vereceğiz” diyordu.

İstanbul’un Kuvayı Milliye’ye düşman tek gazetesi olarak kalan Peyamı Sabah’ta
Ali Kemal, “Hadisatın cereyan tarzı gösteriyor ki Anadolu’da harp ve ateş yeniden tutuştu” dedikten sonra “Bu milletin varlığı ile böyle oynamak en büyük siyasetsizliktir. Maazallah yenemezsek düşman isteklerini artırır” diye ekliyordu.

Vakit gazetesinin birinci sayfası tümüyle savaş haberlerine ayrılmıştı.
Karagöz mizah dergisinde Hacıanesti, elinde kırbaçla kendisini kovalayan
Mustafa Kemal’e şöyle diyor:

  • “Vay kafam vay! Ne oluyoruz a canım?
    Konferansa giderken böyle şaka olur mu yahu?”

Anadolu’nun resmî tebliğlerinin ilki o gün İstanbul basınına ulaştı. Bakalım ertesi gün, yani 31 Ağustos 1922 Perşembe günkü gazeteler hangi manşetlerle çıkmış:

Tevhidiefkâr (boydan boya manşet):

“Yunanlar Eskişehir’i tahliye ettiler. Düşmanın, cephesinin kilidi olan Afyonkarahisarı’nın zaptı üzerine bütün cepheleri sarsıldı. Dumlupınar da ordumuz tarafından işgal edilmiştir. Düşman Afyonkarahisar meydan muharebesinde yedi bin zayiat verdi. Ordumuz bütün cephe üzerinden taarruza geçerek düşmanı takibe başlamıştır.” 

-“Kocaeli Grubumuz Bilecik’i zapt etti.”

-“Askeri mütalaa: Afyonkarahisar zaferi çok mühimdir.”

İleri: Mazlum milletlerimizi ve bilumum Müslümanlarla haksever insanları büyük müjdelere şadan eyleyen resmî tebliğimiz dün geldi. Ordumuz düşmanın kuvvayı külliyesini evvela 60 kilometrelik bir cephe üzerinde bozdu.
Yunanların zayiatı azim. Esirler ve ganimet pek boldur.”

Vakit: (süslü çerçeve içinde): “Yunanlar şimendifer hattı boyunca ricat etmekte. Son haberlere göre Eskişehir de kahraman Ordumuz tarafından işgal edilmiştir.”

-“Askerî mütalaa: Afyonkarahisar muzafferiyeti.”
-“Atina’da galeyan baş gösterdi.”

İkdam: (başlıklar daha da büyümüş olarak): “Resmî tebliğimize göre Afyonkarahisar kurtarıldıktan sonra merkez ve sağ cenahta harekâtımız muvaffakiyetle inkişaf etmektedir. Esirler ve ganimet çoktur.”

Gazetenin köşe yazarı Yakup Kadri, yazısında 9 ay önce “İzmir’de görüşeceğiz” diyen İsmet Paşa‘ya sesleniyor:

“Vuslat saatini bekleyen bir sevdalı gibiyiz. Söyleyin vuslat ne zaman?”

Hâkimiyeti Milliye zafer haberlerini birkaç başlık altında verdi. Bunlardan biri
Afyon halkı şükran secdesindeidi. “İslam’ın İhyası” başlıklı başyazıda ise şöyle deniyordu:

“Bundan sonra tarihçiler 3 büyük olayı yan yana anacaklar:

1. Uhud Savaşı,
2. Peygamberimizin ölümü,
3. Anadolu’daki bugünkü harp.”

Yenigün gazetesi de öbürleri gibi Anadolu’da zafer şenliklerini anlatıyor,
Nebizade Hamdi “Misakı Milli’den fazlasını istemeliyiz.” diye yazıyordu.

Peyamı Sabah gazetesi, 27 ve 28 Ağustos 1922 tarihli resmi tebliğleri heyecansız başlıklarla verdi.

“Afyon batısında büyük bir muharebe başladı” diye yazdı.

Gazetenin başyazarı Ali Kemal, müşkül bir durumdaydı. Şöyle yazdı:

“Kuvayı Milliye, Afyon’dan sonra Eskişehir, Kütahya, Bursa vesaireyi kurtarsa da silahla zafere ulaşılamayacağı görüşümüzü değiştirmeyiz. Avrupa’nın nâzım ve hâkimi devletlere karşı Anadolu’da Türk hâkimiyetini devam ettirmek
eski zamanlarda olduğu gibi kılıçla, kuvvetle mi olur?”

O gün İstanbul basınında Ali Kemal’le eğlenen yazılar da vardı.

İleri gazetesi “Ali Peyami Efendi, evvelce ne diyordu, şimdi ne diyor?” diye yazdı.

Aydede
mizah dergisi zafer temin edilince Ali Kemal’in alacağı tavrı karikatürle ifade etti. Mustafa Kemal Paşa, bir duvarın üstünde gururla yükselmiş. Yerden Ali Kemal Şair Nedim’in bir dizesiyle ona yalvarıyor:

“Mesti nazım, kim büyüttü böyle bi perva seni?”

Güleryüz mizah dergisinde de Ali Kemal’le şöyle dalga geçildi :

Ali Kemal, Kral Konstantin’e yalvarıyor:

“Haşmetmeap, hasretinle günden güne sararıp soldum.
Bizi sakın yalnız bırakma, perişan oldum, beni bu diyardan kurtar.”
(Ayvalık, 29.8.2013)

CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?

CHP NEDEN İKTİDAR OLAMIYOR?
Zeki Sarıhan
Zeki_Sarihan_portresi
 
     Kendisine CHP’yi dert edinmeyen kişi yok gibidir.  İktidarı, muhalefeti, sağcısı, solcusundan başka bizzat CHP’liler için de CHP bir dert halindedir.CHP için en çok sorulan, merak edilen konu, onun neden iktidar olamadığıdır. Bu soru iktidar olamamış ve olamayan bütün partiler için geçerli ise de CHP için daha anlamlıdır. Çünkü CHP 1923’ten 1950’ye dek kesintisiz olarak 27 yıl iktidarda kalmıştır. 1950’den sonra muhalefete düşmüş, zaman zaman tek başına iktidara yaklaşan sonuçlar almışsa da çoğunluğun oyunu alamamıştır.
En başarılı olduğu dönem 1971 askerî darbesinden sonra
Ecevit’in genel başkan olduğu 1973 seçimleridir.

Demokrat Parti, Adalet Partisi, Anavatan Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi gibi sağcı, liberal, muhafazakâr partiler tek başlarına iktidara gelecek kadar oy aldıkları halde, CHP niçin bunu başaramamaktadır?

Türkiye’de seçimleri CHP’nin değil de sağ partilerin kazanmasının nedeni tek değildir. İktidara gelebilmek kimi koşulların bir araya gelmesi gerekir.


Birinci olarak partinin temsil ettiği sınıfın güçlü olması,
İkinci olarak partinin geniş yığınların özlemlerine yanıt verecek bir program ortaya koyması,Üçüncü olarak halk içinde yaygın, güçlü ve kararlı bir örgütlülüğe sahip olması gerekir. Bunlara başka kimi koşullar da eklenebilir. Genel başkanın güçlü ve güvenilir biri olması gibi. Ancak unutmamalıdır ki, şeyh uçmaz onu uçuran müritleridir. Her parti, kendi içinden en iyi politika yapanları öne çıkarır, CHP de bunun istisnası değildir. Menderes’in “Odunu aday göstersem kazanır” sözü ve bunun maalesef doğru olması, sorunun genel başkanlıkta veya adaylarda olmadığını kanıtlayan örneklerdendir.

CHP’nin öncelikle sınıfsal ve politik yerini saptamada yarar vardır. CHP’nin sınıfsal tabanı büyük burjuvazinin bir kanadından başlayarak küçük burjuvaziye kadar uzanmaktadır. Politik olarak kendini Sosyal demokrat olarak nitelemektedir. CHP, daha çok öğrenim görmüş, laik, aydın kesimlerin partisidir. Alevi kesimlerin desteğine sahiptir. Köylerdeki nüfuzu çok zayıftır, Kürt nüfus içindeki etkisi ise nerdeyse sıfıra inmiştir.Türkiye’nin en zenginleri günümüzde AKP tarafındadır.

AKP, ABD’nin de bölgedeki çıkarlarına uygun bir politika izlemektedir.
Bu nedenle Batılı büyük güçler tarafından da desteklenmektedir.
Fakat Türkiye siyasal tarihi, seçimi kazanmak için en zenginlerin çıkarlarını savunmanın ve yabancı güçlere dayanmanın koşul olmadığını kanıtlamıştır. Halk kitlelerini harekete geçiren ve onlara dayanan partilerin de seçim kazandıkları gerek CHP tarihinde, gerek dünya tarihinde görülmektedir.

CHP niçin iktidara gelecek düzeyde oy alamıyor?

Bunun birçok nedeni olmakla birlikte yalnız biri üzerinde duracağız.Bu neden CHP’nin 1923-1950 tarihleri arasında uyguladığı halkla bütünleşmeyen, onların özlemlerini dikkate almayan politikalardır. Aslına bakılırsa, Tek Parti Dönemi’ne damgasını vuran CHP diye bir örgüt yoktur. Bu dönem şeflik dönemidir ve CHP şeflik tarafından kullanılan göstermelik bir örgüttür.

1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde Türkiye henüz Tek Parti Dönemi’ne girmiş değildi. Halifelik de 1924’te kaldırılmıştır.

Tek Parti Yönetimini 1925’te Takriri Sükûn Kanunuyla başlatmak gerekir. Bu dönemde tekke ve zaviyeler kapatılmış, medeni kanun kabul edilmiş,
aşar vergisi kaldırılmış, yeni yazı kabul edilmiş, 1930’da kadınlara seçme
ve seçilme hakkı verilmiştir.

Bunların hepsi halkın yararına yeniliklerdir. Ancak bunları gerçekleştiren de CHP örgütü değildir. Sınırsız yetkilerle donanmış Mustafa Kemal Paşa’dır.Bu dönemde CHP, her dört yılda bir, ikinci seçmenlerin oy kullandığı göstermelik seçimlerle mebuslukları “kazanmış” görünse de başka bir parti karşısında zafer ilan etmekten yoksun kalmıştır. Milletvekillerinin tümü atama ile getirilmiştir. Bu nedenle parti, devletin yönetiminde karar verici bir örgüt de değildir. Alınmış kararları onaylama durumunda kalan göstermelik bir partidir.


Bu nedenle CHP’nin “Cumhuriyet Devrimlerini biz yaptık” diye övünmeye hakkı yoktur. Böyle bir hak varsa, bu, tek başına karar veren Ebedi Şef’in ve (biraz daha az olmakla birlikte) Milli Şef’indir. Tek Parti döneminin başarı ve başarısızlıklarıyla ilgili tartışma CHP üzerinden değil, Atatürk, İnönü, Celal Bayar, Fevzi Çakmak üzerinden yapılmak zorundadır. Bütün tek parti döneminde mebus, İş Bankası Genel Müdürü, İktisat Vekili ve Başbakanlık yapan Celal Bayar, 1945’te yeni bir parti kurdu diye
bu dönemin değerlendirilmesi dışında kalamaz.
CHP ancak rakipleriyle yarıştığı 1950 seçimleriyle parti olabilmiştir.

1946 seçimlerini saymıyorum, çünkü bu seçimlerde rakiplerinin oyları
eksik sayılarak CHP hükmen galip sayılmıştır.“Tek Parti Dönemi” olarak anılan, gerçekte parti dönemi de olmayan 1923-1950 döneminin halk kitleleri açısından önemi, kimi üst yapı devrimlerinin onlar tarafından reddedilmesi değildir.


Türkiye halkının halifeliği savunduğu, onu kaldırdığı için devlete
(CHP’ye kızdığı) söylenemez. Halifeliği ancak Osmanlı artığı birtakım feodaller savunuyorlardı. Medreseler zaten devirlerini tamamlamışlardı. Medeni Kanun’un halka hiçbir zararı dokunamazdı. Aşarın kaldırılmasını halk büyük bir memnunlukla karşılamıştır. Okuma yazma bilenlerin sayısı çok az olduğu için Latin harflerinin kabulü önemli bir sorun yaratmamıştır.
Üstelik bu kanun okuma yazmayı kolaylaştırmıştır.   

Ancak… Bu dönemde Türkiye’de küçük bir azınlık, bu üst yapı devrimlerini yaparken halk kitlelerini yanlarına almamışlar,
onların ekonomik ihtiyaçlarıyla ilgilenmemişlerdir. Kurtuluş Savaşı yıllarında bir halk devleti kurmaya, iktidarı halka vermeye söz verdikleri halde, sözlerini tutmamışlardır. Devleti kullanarak kendileri bir an önce zengin olmaya bakmışlardır. Bankalar, şirketler kurmuşlar, kendilerini, eş ve dostlarını devlet olanaklarını kullanarak buradan nemalandırmışlardır. Uygulanan iktisadi devletçilik zengin yaratmayı amaçlayan ve buna hizmet eden bir devletçilik olmuştur. İktidarı denetleyecek, yolsuzlukların hesabını soracak hiçbir örgütlenmeye izin vermemişler, özellikle emekçilerin haklarını savunan örgütleri şiddetle yasaklamışlardır.

Bu iktidar merkezde bir avuç bürokrat-burjuvazidir.

Taşradaki dayanakları ise tüccar, tefeci ve toprak ağalarıdır. Taşranın bu geleneksel sınıfları, kendi iktidarlarına dokunmadığı için merkezin tercihi olan batılı bir yaşam tarzına ses çıkarmamıştır. (Bunun acısını, serbest kaldığı 1950’den sonra çıkaracaktır)

Korkut Boratav’ın işaret ettiği gibi, Kurtuluş Savaşı sonrasında Rum ve Ermenilerden kalan toprakların işlenmesi, savaşın sona ermesiyle üretime yönelen işgücü nedeniyle iktisadi durum bir süre tatmin edici gitmişse de, 1930’lara doğru halkın geçimi iyice zorlaşmış, buna karşılık halk üzerindeki devlet baskısı daha da artmıştır. Yönetici sınıf, kendinin
kısa zamanda zengin olmasına karşı itirazları ve adil bir bölüşüm isteğini önlemek için Türkiye toplumunun “sınıfsız bir toplum” olduğunu ileri sürmüştür. 
Bugün bile o dönemin uygulamalarını haklı çıkarmak için Türkiye’de o dönemde sınıfların olmadığını ileri sürenler vardır! Devlet yatırımlarına sermaye bulma işi, nerdeyse tümüyle köylülerin sırtına yıkılmıştır. Köylüler bu dönemi jandarma ve tahsildarla hatırlamaktadırlar.

Bu yazdıklarım, benim yorumlarım değildir.
Cumhuriyet dönemini yaşamış veya yorumlamış hemen bütün aydınlar Yakup Kadri’den Falih Rıfkı Atay’a, Şevket Süreyya Aydemir’den, Şefik Hüsnü Değmer’e, Hikmet Kıvılcımlı’dan, Mehmet Ali Aybar’a ve Doğan Avcıoğlu’na kadar bu gerçeği belirtmişler, Cumhuriyet’in halkçılık yapamadığını anlatmışlardır.

Attila İlhan, 1940’lı yılları “karanlık yıllar” olarak adlandırırken haksız değildir. Böyle tekçi bir siyasal yapıda bilim ve sanatın geliştiğini söylemek de mümkün değildir. “Barikai hakikati” doğuracak bir “müsademei efkâr”a
izin verilmemiştir. Fevzi Çakmak’a emanet edilen ordu teşkilatı bile yenilenememiştir. 
Hürriyetsizlikten iktidar bile bunalmış, 1930’da icazetli de olsa yeni bir parti daha kurdurulmuştur. Dürüst bir seçim olsaydı, bu seçimde CHP’nin iktidarı kaybetmesi kaçınılmazdı. Bu göze alınmayarak Serbest Fırka çok geçmeden kapatılmış, daha sonra parti içinde kurulan ve üyeleri atama ile belirlenen serbest bir grup kurma işi de işlevsiz kalmıştır.

Tek parti döneminde partiler eşit koşullarla seçime girselerdi halk kitlelerinin
CHP’ye oy vermeyeceği kesin gibidir.

Bunun nedeni “CHP Halifeliği kaldırdı, yeni yazıyı getirdi, onun için oy vermeyelim” değil, “Bizi aç ve hürriyetsiz bıraktı” olacaktı. CHP’nin kentli aydınlar, memurlar ve bir bölüm toprak ağasından oy alacak olması ve daha sondaki yıllarda da alabilmesi, Tek Parti Dönemi’nde kollanıp korunmalarındandır. Yani rejim onlar lehine işlemiştir. Partinin bugün bile, toprak ağalarını dışarıda tutarsak bu kesimlerden oy alması, o dönemin “hatırası” ndandır. Köylülerden ve yoksullardan oy alamayışının nedeni de o dönemin “hatırası” ndandır.

Esasına bakılırsa, Türkiye’deki siyasal mücadele esas olarak örgütlülükleri uzun süre yasaklanmış, kendine güven duygusu bastırılmış olan emekçilerle hâkim sınıflar arasında değil, hâkim sınıfların çeşitli kesimleri arasındadır. Dün de bugün de.

Halk kitleleri esas olarak oy deposudurlar. Hâkim sınıflar, iktidarlarını meşrulaştırmak, yani sandıktan da çıkmak için çeşitli cilveler yapmakta, halka yakın yürümeye çalışmakta, zaman zaman kendi “boğazlarından” artandan halka da koklatmaktadırlar. Halkın desteğini almak için yoksulların bu bölüşümdeki payı biraz daha artırılabilir.
Geleceğini düşünmeyen Tek Parti Yönetimi bunu bile yapamamıştır. Kendi ayağına kurşun sıkmıştır. Bugünkü CHP bunun acısını çekmektedir.


Birçok aydının zannettiğinin aksine, AKP’nin oyların yarısını alması İslamcılığı, gelenekçiliği değildir. Genel başkanının kaşına gözüne âşık olması da değildir. O’nun iktidarı döneminde (hangi nedenle olursa olsun ve sonunda ne olacaksa olsun!) refah düzeylerinin yükselmesidir.
Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni kitabında verdiği anlamlı bir örnek vardır. 1945’te, uygulanmayan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıktığında, her nasılsa Orta Anadolu’da birkaç köylüye toprak verilmiş. O köylüler sonuna dek CHP’ye oy kullanmışlar. Ecevit’in Zonguldak’ta güçlü bir temel atması da nedensiz değildir. İşçilerin haklarını gözeten bir yasayı çıkarmasıdır. 
Bugünkü CHP, Tek Parti Dönemi’nin nasıl ele alınacağı konusunda bocalamaktadır. O dönemin siyasal yapısını eleştirse, bunun kendi aleyhine olacağını sananlar çoğunluktadır. Eleştirilmese, dönemin uygulamaları sonuna dek “başına kakaç” olacaktır.

Tarihe emekçi sınıfların penceresinden bakmayı öğrenemeyenler
veya bir zamanlar bakarken günümüzde bunu unutmuş olanlar,
Tek Parti Dönemi eleştirilirse “Cumhuriyet’in yıkılacağı” kanısındadırlar.
Her türlü dogma gibi bu konudaki önyargılar da bir yana bırakılmalı, gerçek ne ise onu dile getirmelidir. Bu aynı zamanda kendine güvenin
ve olgunluğun kanıtıdır. Başına köylü kasketini geçirerek “Toprak işleyenin; su kullananın” deyip yollara düşen Ecevit’in yaptığı da bundan başka bir şey değildi. 
CHP için yapılacak şey, korkmadan kendi olumsuz geçmişini ele almak, bunu parti içi eğitim olarak işlemek ve topluma da açıklamaktır. Bundan hem kendisi, hem toplum kazançlı çıkacaktır. Bunun siyasete getireceği önemli bir kazanç da, bundan sonra ve her zaman toplumun ezilen kesimleriyle birlikte yürümenin, iktidar olmak için bundan başka bir yol olmadığının anlaşılması ve anlatılması olacaktır.

Partinin geçmişi hakkındaki olumsuz izlenimleri silmek mümkündür.
Ancak bu kararlı bir özeleştiri ile mümkündür.
Korkulmasın, kitleler kin tutmazlar(5 Şubat 2013)