Etiket arşivi: 27 Mayıs 1960

FARKI FARK ETMEYENLER

Suay Karaman 

27 Mayıs 1960, Demokrat Parti’nin demokrasiye yaptığı sivil darbeye karşı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin demokrasiyi korumak için gerçekleştirdiği bir askeri harekâttır, ihtilâldir. 27 Mayıs 1960, getirdiği özgürlük ortamıyla, yeni kurumlarıyla ve özellikle 1961 Anayasası’yla devrim niteliğindeki yerini tarih sayfalarına yazdırmıştır.  

Bugün bazı kesimler tarafından 27 Mayıs İhtilali, acımasızca ve haksız olarak eleştirilmektedir, demokrasiye vurulan darbe denilmektedir. Ancak her olayı, her olguyu kendi zaman, mekân ve koşullarında ele alarak, değerlendirmek gerekir. 27 Mayıs öncesindeki Meclis Tahkikat Encümeni, tutuklanan gazeteciler, öldürülen gençler, Kore’ye asker göndermek, 6-7 Eylül 1955 olayları, vatan cepheleri, kardeş kavgası, ulusal bütünlüğümüzün parçalanması, laiklik dışı eylemlere ödünler verilmesi, yönetimin partizanlaştırılması, büyük ekonomik kriz, hukuk dışı tutum ve davranışlar ile yolsuzluklar gündeme getirilmiyor ama demokrasiye darbe yapıldı denilerek, yıllardır bir kandırmaca ile uyutulmaktayız. Her şey bir yana hangi demokraside Meclis Tahkikat Encümeni (Meclis Soruşturma Komisyonu) kurularak, ülkedeki bütün askeri ve sivil yargının, savcı ve yargıç yetkilerinin iktidar partisinin 15 milletvekiline verildiği görülmüştür? Kısaca; “kuvvetler ayrımı” yok edilmiştir. Bu 15 milletvekili, muhalefetin ve basının Demokrat Parti aleyhine olan etkinliklerini soruşturacak; her istediği kişiyi hem suçlayacak, hem yargılayacak, hem de mahkûm edecekti. Üstelik verdikleri kararların temyizi bile yoktu.

27 Mayıs 1960 öncesinde Demokrat Partili bazı bakanların günlükleri, olayları daha iyi görmemize, anlamamıza ve günümüzdeki benzerliklere de ışık tutmaktadır. Demokrat Parti’nin Milli Savunma Bakanı Ethem (Ertekin) Menderes (1899-1992), günlüğüne 8 Kasım 1957 tarihinde şunları yazıyor: “DP grubunun fiskos havasını beğenmiyorum. Dün gece bazı arkadaşlar Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a (1883-1986) davetli idi. Bayar, “Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz” demiş, dinleyenler üzerinde etki olumsuz. Bu hava yavaş yavaş grup içinde yayılıyor; arkadaşlar endişede, tenkit ediyor.”

14 Kasım 1957 tarihinde ise günlüğüne şunları yazıyor: “Celal Bayar’ın Umur teknesinde, bazı arkadaşlarla beraber konuştuk. Bayar ‘icap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem’ dedi. Korkunç ihtiras. Böyle bir neden hiçbir zaman mevcut olamaz. Bu düşünceler karşılıklı, Başbakanla hangisinden çıkıyor acaba?” 11 Haziran 1958 tarihinde şunları yazıyor: “Başbakan Adnan Menderes, bir milletvekili arkadaşımızın gruptaki konuşması nedeniyle çok ağır konuştu. Başbakanlığı bırakmamak için silaha dahi başvuracağını söyledi. Bir çeşit delilik belirtisi.” Günlüğüne 2 Ekim 1959 tarihinde şunları yazıyor: “Adnan Menderes, Avni Doğan’a (1892-1965), ‘Seçimi kaybedeceğimizi hissedersem Halk Partisi’ni dağıtırım, yine iktidarda kalırım’ demiş. Düşüncesi de bu; ‘Radyo mücadelesiyle Halk Partisi’ni eriteceğim, İsmet Paşa’yı mahvedeceğim’ diyor.”

Ulaştırma Bakanı Şem’i Ergin (1913-1996), günlüğüne 19 Haziran 1959 tarihinde şunları yazıyor: “Cumhurbaşkanı’nın daveti üzerine Çankaya Köşkü’ne gittim. O gün pek iltifat etti. Acaba nedir diye kendi kendime sordum. Biraz sonra iltifatın anlamı ortaya çıktı. Cumhurbaşkanı, ‘Çankaya Köşkü’ndeki Muhafız Alayı TBMM’ye bağlı, Köşk’e bir baskın olduğu zaman bu alay kimden emir alacaktır?’ diye sordu. Cumhurbaşkanı olarak doğrudan emir verebilmeli imiş ve alay Meclis’ten ayrılmalı imiş. Bilinen kuşkuların uyku kaçıran sancıları; darbeci hükümet. Sanki her gün, herkes Cumhurbaşkanı’nı nasıl devirebiliriz, nasıl Köşk’e baskın yapabiliriz diye düşünüyor. İşte devlet adamının kafasına bu kuşku girdikten sonra ondan memleket ve millet adına hizmet beklemeye olanak yoktur. Onda artık yalnız ve yalnız sandalyenin korkusu ve endişesi vardır. İşte Cumhurbaşkanı Celal Bayar da kendisini buna kaptırmış durumdadır. Artık düzelmez.”

Meclis Başkanı Refik Koraltan (1889-1974) günlüğüne 1 Şubat 1958 tarihinde şunları yazıyor: “Bu Başbakana bir zamandır gurur geldi. Artık dediğim dedik; nerede ise tek adam. Her şeye hakim ve sahip rolüne geçti. Yani geçmişteki çökenlerin hatalı yoluna giriyor. Yüksek düşünceler diye de tehdit savuruyor.” Günlüğüne 3 Şubat 1960 tarihinde şunları yazmış: “Cumhurbaşkanı Celal Bayar geldi. Otomobilde muhalefet partilerinin verdiği soruşturma önergelerinin gündeme alınmamasını istedi; bu durum TBMM gibi denetleme organını manen bitiriyor. Yok yere ısrar, artık kendini savunma olmaktan çıkan bir iş haline geldi. ‘Ben çok zor durumdayım’ dedim; ‘Bunda ne var, bir süre daha kalsın’ gibi yüzeysel bir yanıtta bulundu.”

18 Nisan 1960 tarihinde ise şunları yazmış: “Cumhurbaşkanı 4 Nisan’dan bu yana her gün; gerek sathı vatanda ve gerekse basında artan tahrik ve bozgunculuk ile bunalan ve adeta tehlikeli bir durum almaya başlayan fitne ve fesattan çok endişeli olduğunu, hükümetin en şiddetli önlemleri almasını söylüyor. Aslında öteden beri bu şahıs hep böyledir. Ne yazık ki iş çığırından çıkmış, doğru yanlış tezgâha konmuştur. Gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın (1888-1972) hapishaneye girmeden affını söylemiş ve Bayar’a adeta birçok kez söylemiştim. Hayır, dedi. Başvekili de doldurdu.”

22 Mayıs 1960 tarihinde Demokrat Parti’nin son Bakanlar Kurulu toplantısı yapıldı. Gündemde İstanbul ve Ankara’daki sıkıyönetimin tüm yurdu kapsaması ve TBMM Tahkikat Komisyonu Encümeni’nin raporu vardı. Bu toplantıda Koordinasyon Bakanı Abdullah Aker (1905-1977) tüm konuşmaları bir bir not almıştır:

Ticaret Bakanı Hayrettin Erkmen (1900-1975): “Sokak olayları hükümet içinde bile endişe yaratmaktadır. Üç subayın bile katılması bizi düşündürürken, üzerine bir de Harbiye öğrencilerinin böyle bir olaya katılması oldukça önemlidir. Başlangıçta ilgisiz görünen halk şimdi alakalı görünüyor. Sıkıyönetim fonksiyonu itibarıyla tatmin edici görünmüyor. Ama olaya neden olanların cezalandırılması çok önemlidir.”

Devlet Bakanı İzzet Akçal (1906-1987): “Bunları mutlaka cezalandırmak gereklidir. Bu tür etkili önlemler alınmazsa olaylar devam edecektir. Cumhurbaşkanımızın bildirdiği gibi Harbiye öğrencileri hemen tutuklanmalı ve mahkemeye sevk edilmelidir.”

Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu (1910-1961): “Biz sokakta hasta birileriyle uğraşıyoruz. Gazetecilerin kötülüğü vardır; orada gördüğü 200 kişiyi 1000’den fazla yapıyor. Gazete kapatıyoruz, peki yarın? Tek çare vardır; Halk Partisi’ni kapatmak ve bütün milletvekillerini tutuklamaktır.”

Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri (1911-1961): “Bu raporu mutlaka kullanmak mecburiyetindeyiz. Bu raporu meydana çıkarmadan seçime gitme taraftarı değilim. Böylesine seçime gidersek bu hava içinde sandık başına müşahit bulamayacağız. Seçim yoluyla iktidarı CHP’nin eline vermiş oluruz. Bunlardan hesap sorabilir miyiz, soramaz mıyız? Komitecilerden soramazsak kendimizden şüphe ederiz. Fatin Rüştü’ye katılıyorum; her sahada kuvvetle olur. Yoksa bu korku içinde hükümeti idare edemeyiz.”

Çalışma Bakanı Haluk Şaman (1911-1986): “Bu raporu vicdanlı, anlayışlı bir mahkeme tarafından suçluların mahkûm edileceklerine emin olduktan sonra yayınlayalım. Bu raporun suçluları beraat edecekse bu bizim için ağır olur. Şahısların ceza görmeleri şarttır.”

Maliye Bakanı Hasan Polatkan (1915-1961): “Raporu hemen yayınlayalım. Çok rica ediyorum Milli Savunma Bakanı arkadaşımızdan, basın hürriyet karşıtı, önlem alınsın.”

Başbakan Adnan Menderes (1899-1961): “Biz bunları iki dakikada cezalandırma yoluna giderdik. Ama askeri, halkın huzurunda dövdürmek istemedik. Şimdi neticede bundan sonra ne olacak onu düşünelim. Bu işin içinden nasıl çıkalım? Soruşturma raporu yarın Meclis’e gelecek, müzakeresi yapılacak, kabul olunacak. Raporda istenilen cezalar için ne yapacağız? Biz nerelerde tertiplendiğini yakaladık. Üç yerde yirmişerlik ekip birbirinden habersiz çalışıyor. Biz yerlerini bulduk, yarın tutuklanacak. Bunlar bir merkezden idare ediliyor. Yedek subay ve Harbiye de buradan dağılıp gidecektir. Bu raporda birtakım telefon konuşmaları vardır. Bunlar orijinal sesleriyle teybe alınmıştır. Bu Halk Partisi’nin nasıl bir yolda çalışmakta bulunduğunu açıklamaktadır.”

Bugünlerde demokrasi havarisi olarak sunulan, meydanlarda alkışlattırılan Nazlı Ilıcak, 16 Eylül 1980 tarihinde Tercüman Gazetesi’nde şunları yazmıştı: “12 Eylül Harekâtı ile 27 Mayıs’ın mukayesesi yapılıyor ve hemen herkes birincisinin üstünlüğünü ortaya koyuyor. Biz bu konuda tarafsız olamayız. Çünkü 27 Mayıs mensup bulunduğumuz Demokrat Parti camiasına karşıydı. Hâlbuki 12 Eylül’de açıklanan hedeflerle, yıllardır bizim yazdıklarımız arasında geniş bir mutabakat mevcuttur.”

CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, 27 Mayıs 2021 tarihinde TBMM’de basın toplantısı düzenledi. Konuşmasından öne çıkanlar şöyle: “27 Mayıs 1960 tarihi, demokrasi tarihimizin en kara günüdür, en utandığımız gündür, en ayıplı gündür. Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası bakımından da kötülüklerin miladıdır. Türkiye’nin, demokrasinin, insanların temel hak ve özgürlüklerinin geri bırakılmasının, gasp edilmesinin, köreltilmesinin de miladıdır. Bugünün bir ayrı anlamı da şudur: Yüce Meclis’in çatısı altındayız. Adnan Menderes Başbakan, Fatin Rüştü Zorlu Dışişleri Bakanı, Hasan Polatkan Maliye Bakanı. Bu insanlar idam edildiler, asıldılar. Ne uğruna? Kimse bilmiyor. Hangi gerekçeyle? Kimse bilmiyor. Bunun siyasi penceresi, baktığı perspektif, görüşü ne olursa olsun, hiçbir insan tarafından, demokrasiyi benimsemiş hiçbir insan tarafından kabul edilmesi mümkün değildir. 27 Mayıs 1960, büyüyen, gelişen, güçlü Türkiye’nin önünde kurulmuş ilk ve en büyük tuzaktır.”

Bu bilgisizlikle, bu bilinçsizlikle ve bu şarlatanlıkla altı dönem milletvekili olabilirsiniz ama toplumda yer tutamazsınız, unutulup gidersiniz. Çünkü biat kültüründen böyle bir vekil çıkar; tezekten ev bu kadar yapılır. Bunlara çakma Atatürkçü adı verilmektedir çünkü Atatürk ilke ve devrimlerini benimsemeden Atatürk’le toplumu kandırmaktadırlar.

Böyleleri utanmadan her 24 Ocak’ta Uğur Mumcu’yu anarlar ama Mumcu’nun şu sözünü duymazdan gelirler:

  • “Biz sapına kadar Kemalist ve sapına kadar 27 Mayıs’çıyız. Atatürk’ü ve 27 Mayıs Devrimi’ni savunmak, devrimci aydının namus borcudur. Atatürkçü ve 27 Mayıs’çı olmayan bir devrimciyle alışverişimiz yoktur.”

61 yıl sonra 27 Mayıs 1960 İhtilali için karanlık insanlarla, aydın insan taklitleri darbe söyleminde birleşmektedirler. Günümüzde halen 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin farkını fark etmeyenler için söylenecek söz yoktur. Basit mantıkla 27 Mayıs 1960 Devrimi ile 12 Mart 1971 muhtırasını ve 12 Eylül 1980 darbesini aynı kefeye koyan kafalar, sivil darbenin gizli ya da açık destekçileridir. 27 Mayıs Devrimi için darbe demek, emperyalizmin güdümüne girmek, sözcülüğüne soyunmaktır.

  • Ne denirse densin tarihe kalan tüm hikâyelerde 27 Mayıs Devrimi’nin anısı ışıl ışıl parlayacaktır. 

Azim ve Karar, 31 Mayıs 2021

BİR YAŞLI ADAM KONUŞUYOR

Prof. Dr. ÇETİN YETKİN HOCA NELER YAZMIŞ??.

BİR YAŞLI ADAM KONUŞUYOR

Image result for Çetin Yetkin

Ben 81 yaşındayım, çok yaşlıyım. Resmi kayıtlara göre bu topluma 33 yıl hizmet ettiğim için, kimilerinin bugünlerde dillerine doladıkları “emekli aylığı” bağlanmış bana. Ne ki, bu hizmet yıllarımın bir bölümü de ölümcül saldırı, sürekli tehdit altında geçirmiş bulunuyorum. Ama emekli oldum diye bir köşeye çekilmiş değilim. 1969’dan bu yana başka çalışmalarımın yanı sıra 39 kitabım yayınlanmış bulunuyor. 14 yıl dergi çıkardım. Türkiye’de olabilecek en yüksek eğitimi aldım. Kazandığım ödüller de var. Ama artık, dedim ya, iyice yaşlandım. Ve “yaşıtlarım”a reva görülenlere, TV’lerde gördükçe, isyan ediyorum. O nedenle o aşağılan, horlanan, alay konusu yapılan, yaşamdan zorla soyutlanmak istenen yaşlılar adına birkaç söz söylemek benim için kaçınılmaz bir görev.
* * *
Önce memur ve işçi emeklilerine tanınan sosyal haklar aşama aşama kısıtlandı. Sonra, asalaktan başka bir şey olmayan birileri kalktı emekli aylıklarına göz dikti. Öyle bir hava yaratıldı ki, şu emekliler olmasa Türkiye ekonomik olarak düzlüğe çıkacak. Hal böyle iken, yalnızca yaşlılara sokağa çıkma yasağı getirildi. Bu yasağın yalnızca yaşlılar için konması, kültürel besin kaynağı yüzeysel TV yayınlarından öteye geçmeyen, bilimsel eğitim yüzü görmemiş kitlelerde bu salgının kaynağı sanki yaşlılarmış gibi bir algının doğmasına neden olması kaçınılmazdı. Nitekim öyle oluyor. Elbette sonuç, yaşlıların suçlanması, dışlanması, alay konusu olması olacaktı. TV ekranlarında izliyoruz bütün bunları.
* * *
ŞİMDİ SÖZÜM, YAŞLILARLA ALAY EDENLERE, ONLARI SOKAKLARDAN KOVALAYANLARA:

Senin sözcük dağarcığın bile küçük mü küçük. Birkaç yüz sözcükle yaşamını sürüklersin. Çoğu sözcüğü hiç duymamışsındır bile. Örneğin, “ışıldak”, “ihtikar”, “mütekait” nedir, biliyor musun? Bilemezsin, çünkü sen 2. Dünya Savaşı’nı yalnızca Hollywood filmlerinden belki bilebilirsin. ama benim çocukluğum o yıllarda biçimlendi. Sen açık oy – gizli sayım nedir bilemezsin. Ama bizler o seçim günlerini de yaşadık. Sen Celal Bayar‘ın kim olduğunu çok büyük bir olasılıkla belki bilmiyorsun, ama ben 1950 seçimi sonrası O’nun elini öptüm. Sen Adnan Menderes‘i “demokrasi kahramanı” sanırsın, nereden bileceksin demokrasiyi katlettiğini. 27 Mayıs 1960‘ı eğer biraz mürekkep yalamışsan, birbirinden kopya çeken kitaplardan yalan yanlış öğrenmişsindir, ama ben Kızılıy’da polislerle didişen gençler arasındaydım. 12 Mart 1971‘i ben yaşadım. Ben, birbirini öldüren sağcı – solcu gençlerin kanlar içindeki ölülerini morglara taşıdım, otopsilerini yaptı(rdı)m (AS: Yekin hoca savcı idi, hekim değil..), sen yaşamadın bunları. 12 Eylül 1980‘in cezaevlerini ne olduğunu bilmiyorsun, sıkıyönetim mahkemelerinde sanıkları savunan bendim, sen değil. Bendim Kenan Evren ile karşılıklı oturup ona sorgu sual eden. Sen neredeydin o zaman? Bak, Celal Bayar’ın, Bülent Ecevit‘in bana imzalayıp verdikleri kitapları var bende.

  • Ben tarihim, çünkü yaşlıyım.

Sen nesin, dünkü çocuk? Gerçi benim yaşıtlarımın birçoğu benim yaşadıklarımı yaşamamışlardır, kimileri ise daha çoğunu görüp geçirmişlerdir; ama ne olursa olsun, onlarla aynı zaman dilimini paylaşıyorum, onlar yaşıtlarım benim.
* * *
Doğrudur, biz yaşlılardan kimilerimiz bunuyoruz. Ama bizler yılları geride bıraktığımız için, yaşadığımız için bunuyoruz. Uzun yaşamımız boyunca verdiğimiz savaşımlar, geçim derdi, yitirdiğimiz yakınlarımızın ve sevgililerimiz derin acıları… beynimizi yorup, kemirdiği için bu sonla karşılaşıyoruz. Dahası ve asıl önemlisi, vatan ve ulus aşkı yüzünden yediğimiz darbeler kimilerimize artık dayanılmaz geldiği için!… Ama sen, yaşlıları hor gören, alay eden, sokaklardan kovalayan sen, bir ayrıkotu gibi gerçek yaşamdan o denli uzaksın ki, bunamaktan bile acizsin. Çünkü, bunamak için bunayacak bir beynin olması gerekir. Sen, otsun.

Evet, yaşlılar tutucu olur. Öğrenme yetenekleri azaldığı için genellikle birikimlerine dayanarak yaşamlarını sürdürmek eğilimindedirler. Bu, yaşlıların en büyük “zaaf”ıdır. Ne var ki, Türkiye’de benim ve benim gibi olanlar için bu “zaaf”, bir üstünlük, bir” meziyet”tir. Çünkü tutunduğumuz birikimlerimiz Kemalist Cumhuriyet’in ta kendisidir. Yeni yetme “yükselen değerler” değil! Yaşlıları kovalayan, aşağılayan sen! Sen yalnızca cep telefonu tutsağısın. Kapitalist emperyalizmin “dijitalizm“inin kölesisin!…
* * *
Şunu iyi bilin                        :

Bizler bu dünyadan çıkıp gittikten sonra, bu bozuk eğitim düzeni, yobazlık, cahillik yüzünden geçmişle bağlarınız tümden kopacak.

İşte o zaman nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, bu yerkürede nerede durduğunu algılayamayan bireylerden oluşan toplumsal bunaklık olacak.

Prof. Dr. Çetin YETKİN
https://m.facebook.com/story.php?story_fbid=885184245263750&id=100013165472040 

27 Mayıs’ın 59. yılı: Neler olmuştu?

27 Mayıs’ın 59. yılı: Neler olmuştu?

27 Mayıs 1960’ta Başbakan Adnan Menderes‘i iktidardan indiren darbenin üzerinden tam 59 yıl geçti. 27 Mayıs’a giden süreci ve sonrasında yaşananları üzerinden geçen 59 yılın ardından bir kez daha anımsatıyoruz… (soL – Haber Merkezi, Pazartesi, 27 Mayıs 2019)

* 1950’lerin sonunda Demokrat Parti iktidarı muhalefete karşı tutumunu sertleştirerek baskıcı tedbirlerini ve saldırgan politikalarını artırdı. 1958’de DP kendi cephesini sağlamlaştırmak üzere bir Vatan Cephesi kurdu ve Cephe’ye üye olanların adları her gün radyodan yayınlanmaya başlandı. 27 Nisan 1960’da DP milletvekillerinin vermiş olduğu öneri doğrultusunda temel işlevi muhalefet ve basın hakkında soruşturma yapmak olan bir Tahkikat Komisyonu kuruldu ve gazete kapatmak da dahil geniş yetkilerle donatıldı. Bu dönemde pek çok gazete ve dergi kapatıldı, gazeteci tutuklandı.

* 28 Nisan’da Beyazıt Meydanı’nda hükümeti protesto etmek için toplanan üniversite öğrencilerine polis saldırdı. Üniversite öğrencisi Turan Emeksiz vurularak öldürüldü. 30 Nisan’da İstanbul’da bir öğrenci daha öldürüldü. 29 Nisan’da öğrenci eylemi Ankara’ya yayıldı, eylemler 27 Mayıs’a dek sürdü. Hükümet eylemlere 29 Nisan’da üniversiteleri kapatarak yanıt verdi.

* 3 Mayıs’ta darbeci subayların liderliğini üstlenen Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, Milli Savunma Bakanı Ethem Menderes’e bir mektup yazarak cumhurbaşkanının istifa etmesini de içeren 15 maddelik bir tedbirler dizisi önerdi.

* 21 Mayıs’ta Harbiyeliler Kızılay’da sessiz bir yürüyüş gerçekleştirdi.

* Orduda 1950’ler boyunca var olduğu söylenen gizli subay örgütlenmeleri ve darbe teşebbüsleri, 1960 Mayıs’ında somut adımlara dönüştü ve bir süredir darbe planladığı belli olan genç ve yüksek rütbeli olmayan subaylar, Orgeneral Cemal Gürsel’i de aralarına alarak 27 Mayıs sabahı erken saatlerde cumhurbaşkanı, başbakan ve tüm bakanları tutukladı, yönetim merkezlerini, radyoyu, havaalanlarını ele geçirerek darbeyi gerçekleştirdi.

İLGİLİ HABER 27 Mayıs’a Dair…

* 25 Mayıs’ta Menderes Eskişehir’den başlayan bir yurt gezisine çıkmaya karar vermişti. 27 Mayıs sabahı darbeyi gerçekleştiren subaylar yönetimi ele geçirirken Menderes Eskişehir’den Kütahya’ya doğru yola çıkmıştı. Menderes Kütahya’da subaylar tarafından gözaltına alınarak Ankara’ya getirildi. 27 Mayıs akşamı cumhurbaşkanı, başbakan, DP hükümeti bakanları da dahil yaklaşık 500 kişi tutuklanmıştı. Tutuklular daha sonra, yargılanmak üzere Yassıada’ya gönderildi.

* 12 Haziran’da darbeyi yapan subayların da dahil olduğu 38 kişilik Milli Birlik Komitesi Kuruldu. 13 Kasım’da “en radikal” olarak nitelenen 14 genç subay MBK’dan çıkartılarak yurt dışı görevlerine gönderildi.

* MBK’nın yeniden düzenlenmesinin ardından 1961 Ocak ayında 272 üyeli bir Kurucu Meclis oluşturuldu. Kurucu Meclis 20 kişilik bir Anayasa Komisyonu kurarak Anayasa çalışmalarını başlattı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyeleri tarafından ayı ayrı hazırlanan taslak ve öneriler değerlendirilerek bir Anayasa Tasarısı hazırlandı. 27 Mayıs 1961’de Meclis’te onaylanan Anayasa 9 Temmuz 1961’de halkoylamasına sunuldu. 1961 Anayasası % 61.5’i “evet” oyuyla kabul edildi.

* 14 Ekim 1960’ta Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes ve DP Hükumeti Bakanları ve DP üyelerinden oluşan 592 sanıklı Yassıada duruşmaları başladı. 15 Eylül 1961’e kadar 11 ay süren duruşmaların sonunda Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, Maliye Bakanı Hasan Polatkan da dahil 15 kişi hakkında idam kararı verildi.

* 4 Nisan 1963’te 27 Mayıs “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” ilan edildi ve 1980’e kadar kutlandı. 12 Eylül darbesinin ardından 17 Mart 1981’de Milli Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararla “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” kaldırıldı.

Umuda Yolculuk 5: 1961 Anayasası

Umuda Yolculuk 5: 1961 Anayasası

Emre Kongar

İsmet İnönü’nün Demokrasiye sahip çıkacak çağdaş toplumsal sınıflar ve demokrasi kültürü yeterince gelişmeden, Çok Partili Düzen’e erken geçiş kararının bedeli ağır ödendi: Bugün bile, yargı bağımsızlığının ortadan kaldırılması, Meclis’in denetim etkinliğinin sona erdirilmesi, hukuk mezunu olmayanların idari yargıç  atanabilmeleri, rektör olmak için profesörlük koşulunun kaldırılması, sivil ve asker bürokrasideki hiyerarşinin bütünüyle yerle bir edilmesi gibi kararlarla görülen “hazımsızlık sorunlarına” yol açtı! 

1) Birinci hazımsızlık sorunu, Demokrat Parti’nin, başta ifade ve muhalefet hakkı ve özgürlüğü olmak üzere, Demokrasinin bütün ilkelerini, “Milli İrade” adı altında pazarladığı “Çoğunluk Diktatörlüğü” anlayışı ile yerle bir etmesiyle yaşandı.

2) Sonunda, yarattığı fiili durumu yasal alana da taşımak için Meclis’te, “Muhalefetin ve Basının Rejim Aleyhtarı Faaliyetlerini Soruşturmak” üzere, Anayasa’ya aykırı yetkilerle donatılmış bir Tahkikat Encümeni kurarak bir sivil darbe yaptı. Böylece Çok Partili Rejim’in ilk darbesi gerçekleştirildi..

3) Hazımsızlıktan kaynaklanan bu Sivil Darbe, bir grup askerin 27 Mayıs 1960’ta “İhlâl edilen anayasayı korumak için” yeni bir darbe yapmasına yol açtı.

4) Demokrasiye erken geçişin yarattığı hazımsızlığın en büyük bedeli  ise MenderesPolatkan ve Zorlu’nun idam edilmesiyle ödendi.

5) Bu arada, Demokrat Parti’nin Sivil Darbesinden önce, İsmet İnönü liderliğindeki CHP, Demokrasiyi evrensel standartlarda yeniden kurmak için bir “İlk Hedefler Beyannamesi” hazırlamıştı.

6) Askeri darbeden sonra, bir Kurucu Meclis, bu beyanname paralelinde gerçekten çağdaş ve Demokratik 1961 Anayasası’nı halkoylamasına sunarak Atatürk/İnönü Cumhuriyeti’ni, Çağdaş Bir Sosyal Devlet aşamasına kavuşturdu; ama ne yazık ki bu Anayasa da bütün mükemmelliğine rağmen askeri darbe ve asılan üç politikacının kanı ile lekelenmişti.

7) 1961 Anayasası, 2.Dünya Savaşı’ndan ve DP yönetiminden alınan derslerle, iktidarın eylemlerini Anayasa Mahkemesi’nin denetimine bağlıyor, Meclis’in yanında bir Senato kuruyor, yargıyı bütünüyle bağımsızlaştırıyor, TRT ve basın ile üniversitelere, özerklik ve özgürlük getiriyor, Devlet Planlama Teşkilatı’nı (DPT) kuruyor ve en önemlisi, emekçilere sendikal örgütlenme, ve grev hakkı veriyordu. Özetle, bireyi, devlet ve iktidar karşısında özgürleştiriyordu.

Ama hazımsızlık bu Anayasayı da yok etti: 

Demirel
“Bu Anayasa lüktstür” sloganıyla yeniden Toprak Ağaları/Din adamları ittifakının temsilcisi olarak Başbakan oldu ve ülkeyi 12 Mart 1971 faşizmine ve bugünlere getiren “hazımsızlığı”, yeniden iktidara taşıdı.
***
Sonuç olarak, İstiklal Savaşı’yla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, İsmet İnönü’nün iyi niyetle ama erken davranmasıyla iktidarı teslim ettiği Toprak Ağaları/Din Adamları ittifakına karşı, yeniden, yine İnönü’nün önderliğinde bu kez “Demokratik, Laik ve Sosyal Hukuk Devleti” çizgisinde bir Anayasa yapmış ama askeri darbe ve üç idamla lekeli olan bu Anayasa da, Demirel’in, altını oymasıyla ve ABD’nin desteğiyle yapılan 12 Mart 1971 Askeri darbesi sonunda hacamat edilmişti!. 
DİREN DEMOKRASİ: 
BU TOPLUM SENİN İÇİN ÇOK BEDEL ÖDEDİ!

====================================
Dostlar,

Geldiğimiz / sürüklendiğimiz yer Dünyanın sonu değil.

Umutsuzluk ve karamsarlığa yer yok – tur!.

Türkiye’de güçlü bir demokratik, ilerici muhalefet dinamiği görülmüştür ve bu kesim gerçekte %50’nin üstündedir.

Erdoğan ve AKP iktidarı görüldüğü düzeyde güçlü ve ezici değil. 

Bu toprakların 200 yıllık geçmişi olan bir Çağdaşlaşma ve Aydınlanma geleneği ve deneyimi var. Bu birikim, öyle kolay kolay yok sayılamayacağını kanıtlayarak geliyor.

Vurgulayalım; o tarihsel kalıtın “şövalyeleri” asla teslim olmayacak.

  • Tarih, ütülü ipek kumaş değil; sarp – engebeli ve yaşamın en uzun koşusudur.

Sevgi ve saygı ile. 13 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Rifat Serdaroğlu : BÖYLE DARBE OLMAZ!

BÖYLE DARBE OLMAZ!

portresi_kravatli

 

Rifat Serdaroğlu
16 Temmuz 2016

 

Siz hiç darbeye doğrudan muhatap oldunuz mu?
Ben oldum. Hem de tam tamına iki kere!
27 Mayıs 1960 darbesinde (AS: Bize göre sonuçları bakımından Devrimdir), sabahın köründe evimizi subaylar bastı. Demokrat Parti Milletvekili olan rahmetli babamı alıp götürdüler. Babamızın arkasından bakakalmıştık. Alpaslan Türkeş’in sesi ile darbe yapıldığı açıklanmıştı.

12 Eylül 1980 darbesinde Bergama Belediye Başkanı idim. Bu kez alıp götürülme sırası bana gelmişti! Ailem arkamdan bakakalmıştı! Kenan Evren darbe yaptığını kendisi açıklamıştı.

Dün bir darbe girişimi daha yaşadık! Tutuklanan 1 tane siyasetçi yoktu. Ordu’nun yönetime
el koyduğunu TRT’den bir kadın spiker açıkladı! Darbeye kalkışanlar ortalıkta yoktu!
Emir alan zavallı askerler sadece Boğaz köprülerini tutmuşlardı, o da bir yönünü!

Erdoğan, cep telefonundan Türk Milletini meydanlara çağırdı.

– “Gelin, evinizden çıkın meydanlara gelin. Demokrasimizi koruyun..”

diye çağrı yaptı! Eşzamanlı olarak, ülkedeki camilerin çoğundan meydanlara çıkın çağrısı yapıldı! Çoğu sakallı-fesli-şalvarlı tipler, dillerinde “Allahuekber” ve “İdam isteriz” diye,
emir almış zavallı askerlerin üzerine saldırdılar ve acımadan bir askerin kafasını kestiler
(AS: Bu vahşetin sorumlusu, halkı sorumsuzca, uyarmadan sokağa döken Erdoğan’dır!)
Ne darbeydi ama! Sanki bir tiyatro oynanıyordu!

Hatırlar mısınız? Dönemin Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, Genelkurmay 2. Başkanı ve MİT Müsteşarı, Dışişleri binasında yaptıkları toplantıda
Hakan Fidan şöyle diyordu;

“Bu işi bana bırakın, adamlarıma söyleyeyim, üç-beş füze salladık mı, hooop Suriye’deyiz.” demişti. Bu kafadaki adamlardan çakma darbe beklenemez mi?

Devleti yönetenler, Anayasa’dan – Yasalardan saparlarsa T.C. Devleti bir hukuk devleti olmaktan çıkar ve bir çadır devletine dönüşür. Şimdi olduğu gibi…

Gerçekler                                 :

-Eğer Erdoğan ve AKP demokratsa, ben de astronotum. Anayasayı tanımayan, hukuk devletini yok eden, yargı ile sürekli oynayarak Bağımsız Yargıyı yok eden adam, demokrat olamaz.
Bu yüzden, “Biz Erdoğan’ı değil, demokrasiyi savunuyoruz” masalını kimse kullanmasın.

17/25 Hırsızlık-Yolsuzluk-Rüşvet olaylarını da kimse Cemaatin üzerine atmasın.

Evdeki paraları oraya saklayan Cemaat mi idi?

-Eğer Erdoğan’ın dediği gibi bu darbe girişimi “Paralel” denilen Cemaatin işi ise, en az onlar kadar Cemaati devletin kozmik odasına ve en hassas birimlerine sokan Erdoğan da sorumludur.

-Eğer darbeci subaylar, söylendiği gibi Cemaatçi iseler, şimdiki ve bir önceki
Genelkurmay Başkanları, bu örgütlenmeye göz yumdukları için kesin olarak suçludurlar.

-Altını tutamayan, kendi emrindeki askerler tarafından esir alınan bir adamdan
değil Genelkurmay Başkanı, kır bekçisi bile olmaz.

-Türk Milleti evlâtlarını, “Vatani Görevlerini” yapsınlar diye askere gönderiyor,
kafaları yobazlar tarafından kesilsin diye değil.
(AS: İsyanımızı ifadeye sözcük bulamıyoruz.. Bu vahşet, 23 Aralık 1930’dan sonra
adeta 2. Kubilay olayıdır!)

Bu çirkin olay sebebiyle ölen, yaralanan tüm vatandaşlarımızdan ve devlet görevlilerinden Cumhurbaşkanı – Başbakan – Genelkurmay Başkanı – İçişleri Bakanı ve Emniyet Genel Müdürü müteselsil olarak sorumludurlar.

-T.C. Devletini ve Türk Milletini yönetenler, hem siyasiler hem de resmi-sivil bürokratlar
sizlere soruyorum;
– Sizin istihbaratınız yok mu? Eğer böyle bir olayı bile önceden haber alamıyor ve
olayı başlamadan bastıramıyorsanız, sizin o koltuklarda ne işiniz var?

Değerli Okurlar;

Türkiye şu an demokratik bir ülke değil!
Sağlıklı ve doğru haber alabilmek de mümkün değil.
Deneyimlerimize ve yaşadıklarımıza dayanarak bunları yazıyoruz.
Olay daha netleştikçe, yazmaya devam ederiz. Ama daha önce yazdığım ve hala inandığım
bir gerçeği sizlerle paylaşmak isterim;

-Bundan böyle kimse Türkiye’de hür-eşit-dürüst-şeffaf bir seçim beklemesin.

-T.C. Devleti dış destekli iç hainler tarafından adım-adım
“Federe İslam Devletine” götürülüyor…

Sağlık ve başarı dileklerimle.

Rifat Serdaroğlu: Şebekeci Şebekler


Şebekeci Şebekler

rifatserdaroglu

Rifat Serdaroğlu

Rahmetli babam Ecz. Kemal Serdaroğlu, 27 Mayıs 1960‘ta DP Milletvekili olarak önce idama sonra müebbet hapse çarptırılmıştı. 54 yıl öncesi Cezaevlerinde
“Kader Mahkûmu” denilen kişiler bulunurdu.
Siyasal mahkûm olarak yalnızca Demokrat Partililer vardı. Babam, Kayseri Cezaevindeki 8 aylık hücre cezasını hiç rapor almadan kesintisiz olarak, rahmetli
Celal Bayar ile tamamladıktan sonra, çok sayıda cezaevine “Sürgün” olarak gönderilmişti.

Tabii ki, sürgün cezası yalnızca babama özgü değildi.
Biz de aile olarak O’nun arkasından cezaevi turlarına katılıyorduk!
Rahmetli Serdaroğlu ağa adamdı, varlıklı ve yardımsever biriydi. Gittiği cezaevini boyatır, tamir ettirir, temizletir, yoksul mahkûmları meslek sahibi yapacak işleri,
kendi cebinden para harcar ve kurdururdu. Bergama Cezaevinde çorap imalathanesi, İzmir Buca Cezaevinde marangoz atölyesi, tiyatro ve saz (Bağlama) kursu bunlardan kimileri idi.

Serdaroğlu, gönderildiği cezaevinde böylelikle sevgi ve saygıya dayalı egemenlik kurar ve oranın ağası olurdu. Tam rahat edeceği zaman, haydi İstanbul Toptaşı Cezaevine sürgün. Bizim nasibimize de İstanbul yolları düşerdi!

Bu yüzden rahmetli babamın cezaevi kültürü ve mahkûm dostları çok fazla idi.
5,5 yıl sonra özgürlüğüne kavuştuğunda, dostları O’nu hiç yalnız bırakmadılar.
İzninizle O’nun bir anısını sizlerle paylaşmak isterim :

Bir gün, Türkiye’nin en ünlü yankesicisi İzmir Buca Cezaevine düşer.
Adamı, Serdaroğlu’nun yanına getirirler ve tanıtırlar. Babam, doğru mu diye sorar! Adam, “benim soyamayacağım adam yok” der.
Serdaroğlu, cüzdanını pantolonunun arka cebine koyar ve “madem öyle, cüzdanımı çal bakalım” der. İkisi birbirine doğru yürüyecek ve adam Serdaroğlu’na çarpacak ve
o arada cüzdanını alacaktır.
Yürürler, adam Serdaroğlu’na çarpar. Serdaroğlu gülerek cebinden cüzdanını çıkarır ve “ne oldu” diye sorar. Adam, hiç istifini bozmadan elini cebine atar ve Serdaroğlu’nun kolunda taşıdığı saati çıkarır, gösterir ve “dikkatinizi cüzdanınıza vermiştiniz,
ama ben saatinizi çaldım. Başka bir gün cüzdanınızı da çalarım.” der.

2014 yılında, hırsızlar ve hırsızlık şekilleri çok değişti!
Psikopat-Caca-Yankesici- Kaptı Kaçtıcı- Cepçi-Tırnakçı-At Hırsızı- Askıcı-Gömmeci-Otocu-Dümenci- Kutucu- Gemicikçi- Saatçı- Fenerci- Vakıfçı-Kasaların Efendisi-
Büyük Abi (Hırsız Tayfasının başındaki)- Baron (En Tepedeki Hırsız) ve Muslukçu gibi hırsızlığın mesleki çeşitliliklerine, Şebekeci Şebekler denilen “Siyasal Nüfuz” kullanan hırsızlar katıldı!..

En nefret edilen hırsızlık çeşitleri Muslukçuluk ve Şebekeci Şebeklerdir.

Muslukçu;

Camide abdest alanların ceketlerindeki paraları ve geceleri camilerin musluklarını çalar. İbadetini yapmaya gidenleri ve ibadethaneleri soyan hırsız, bir gün o soyduğu caminin musalla taşına yatacağını düşünmez bile…

Şebekeci Şebekler;

Bunları ilk bakışta tanımak çok zordur. Ağızlarından Allah’ı, Peygamberi, Dini, Kitabı düşürmezler. Kendilerini Müslüman olarak tanıtırlar. Yanınıza yanaşırlar, ağır adam pozlarında “sıkıntıya düşmüş Müslümanlar” için yardım isterler.
Örneğin Bosna’da Müslüman katliamı mı var. Bu şebekler, derhal Avrupa’daki camilere üşüşürler. “Aman yetişin, Müslüman kardeşlerimiz zorda, para-mal neyiniz varsa verin” derler. Tsunami mi oldu, Filistin’de, Pakistan’da karışıklık mı oldu,
bizim Şebekeci Şebekler hop, orada. Topladıkları paraların çok az bir kısmını oralara büyük bir reklam kampanyası ile gönderirler.

Paranın ana bölümünü Türkiye’deki Baronlarına gönderirler. Baronları bu paralar ile televizyon-gazete kurar, siyasete girer ve yargının enselediği adamlarını korur.
Bunların çevresinde namuslu insan bulmak çok zordur, ailece – sülalece şebeke olarak çalışırlar.

Kendileri, karıları, çocukları, dünürleri, yakın adamları hep birlikte çalarlar.
Şebeke içinde “Kıdem” çok önemlidir. Hırsızlar Baronu tarafından konulan racon kesindir. Herkesin ne denli çalacağı bellidir. Haddini aşıp çok çalan, derhal dışlanır.

Örneğin Bakansa unakıtanlaştırılır, pardon yani unutturulur.

Bunların en önemli gücü “Ar Damarlarının çatlaması ve utanma duygularının bitmesidir. Yellenir gibi yalan söylerler.”

Hırsızların Baronuna;

  • “Be insan evladı, bak oğlunun banka hesabı bu. Bu hesaba birileri
    100 milyon $ yatırmış, aha bu da banka hesap numarası.
    Senin oğlun hırsız mı?” 

diye sorsanız, derhal ya inkâr eder, ya da duymazdan gelir. Bağırmaya, suç bastırmaya başlar;

“Bizi çekemediler, bize tuzak kurdular. Bizim veremeyeceğimiz hesabımız yoktur.
Biz ancak Allah’a hesap veririz. İşte kutu, pardon sandık. Sandıkta hesaplaşalım”
diye mağduru oynamaya yatar…

Şebekeci Şebekler, Muslukçulardan farklı olarak camilerden musluk çalmazlar.
Camilerdeki insanların duygularını sömürerek, onları dolandırırlar.

Allah’a hamdolsun bizde böyle yöneticiler yok. Bizimkiler Ak, karda leke var bizimkilerde yok.

Başbakan Erdoğan, rahmetli babacığı ve anacığından kalan milyarlarca dolarlık servetini helal yoldan artırmış ve yabancı basına göre dünyanın en varlıklı siyasetçileri arasına girerek, göğsümüzü kabartmıştır.

Başbakanımızın her biri birer dahi olan bebişleri de çalıştılar, çabaladılar ve harama
el uzatmadan Türkiye’nin en varsıl (zengin) bebişleri arasına girdiler, vakıflar kurdular, üniversite kurdular ve onlar da bir yerlerimizi kabarttılar.

Yalnızca onlar mı? Kardeşler, Dünürler, Kayınçolar, Enişteler, Akrabalar da
bizleri kabarta-kabarta hamur kabartma tozuna çevirdiler!…

Eğer 30 Mart 2014 seçimlerinde AKP, Aziz ve Necip Türk Milletinden vize alırsa,
“Jet Fadıl” namlı namus ehlini Ekonomiden Sorumlu Bakan,
kutuların efendisi Halkbank Genel Müdürünü de, Merkez Bankası Başkanı yapıp, kabartmadık yerimizi bırakmayacaklar…

Haydi, ya Allah, Bismillah, durmak yok yola, yolmaya devam…

Not; İçinde emekli maaşım olan cüzdanım çalınmıştır.
Bu kadar mı düştünüz yahu! Kim çaldı lan cüzdanımı?

Sağlık ve başarı dileklerimle.
19 Şubat 2014