Etiket arşivi: 12 Eylül 1980 askeri darbesi

Çok konuşanlar ülkesi!

Nazım Alpman

Nazım Alpman
https://www.nazimalpman.com.tr/
Güncel
BİRGÜN

Türkiye’nin 1960-2000 yılları arasında en önemli siyasi portresi Süleyman Demirel altıncı kez geldiği başbakanlıktan 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle devrilmiş, çeşitli aşamalardan geçtikten sonra yedinci başbakanlığına hazırlanıyordu.

Eski lakabı “Çoban Sülü” gitmiş demokrasinin “Baba”sı gelmişti. Siyasi yasaklı döneminden (1980-1986) itibaren hürriyetleri savunur olmuştu. Yavaş ve zahmetli de olsa gelişiyor ve değişiyordu. Aziz Nesin ondaki bu tekâmülü şöyle “takdir” ediyordu:

-Bir askeri darbe daha görürse komünist olabilir!

Doğru Yol Partisi (DYP) taraftarları meydanları inletiyorlardı:

-Kurtar bizi Baba!

Süleyman Demirel arkasında bıraktığı yıllarda hararetle savunduğu “zararlı fikirler” meselesinin üzerinden tek adımda atlayarak solcu aydınlara selam çakıyordu:

-Konuşan Türkiye istiyoruz!

Baba’nın iktidar yıllarında ifade özgürlüğü kurbanları olarak hapishaneleri mesken tutmuş aydınlar, yazarlar, sendikacılar, gazeteciler bile “helal olsun” demekten kendilerini alamıyorlardı.

Sonunda 1991 Seçimleri yapıldı, DYP birinci parti olarak TBMM’ye girdi.  Demirel, başbakanlık koltuğuna yedinci defa (kez) oturdu. Hızlıca icraata girişti, bazı yasaları değiştirdi. Solcu aydınlar için her şey yerli yerindeydi. Akademisyen Fikret Başkaya, Haluk Gerger gazeteci Işık Yurtçu, Ragıp Duran, sendikacı Münir Ceylan ve İnsan Hakları savunucusu Akın Birdal gibi daha pek çok isim “Konuşan Türkiye gazileri” olarak hapishanelere konuldular. Bütün akademik hayatını (yaşamını) Kürtlere vakfeden Doç. Dr. İsmail Beşikçi’nin konuşmasına bile gerek yoktu, bilimsel çalışmaları yüzünden yatmadığı cezaevi kalmamıştı. Yine hapishanedeydi.

Hani “Konuşan Türkiye” olacaktık?

Olmasına olduk ama “Konuşan Türkiye” de sadece (yalnızca) tek ses çıkıyordu:

-Susun ulan!

O zamanlardan bu zamanlara geldik. İfade özgürlüğü mağduriyeti katmerlendi. Ama “Konuşan Türkiye” yine var! Hatta “Çok Konuşan Türkiye” de var. “Gereksiz konuşan” yok mu? Üzülmeyin onlardan bol bereket mevcut. Çeşit çeşit akademisyen, türlü türlü televizyoncu, sürüsüne bereket uzman, dur durak bilmeden konuşuyorlar. Hepsi hep birlikte “emir tekrarı” yaparcasına aynı makamdan çalıp söylüyorlar:

-Susun ulan!

Bugünlerde “Çok Konuşan Türkiye”nin yeni gündemi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) içindeki “değişim” süreci… Parti içinde neler oluyor, kim kiminle ittifak halinde, lider kim olmalı, kurultay ne zaman yapılmalı, yoksa yapılmamalı mı?

İktidar partisi için hepsi “dut yemiş bülbül” misali (örneği) hiç sesleri çıkmıyor. CHP içinde en geniş demokrasiyi savunurlarken iktidar partisinde toz kondurmuyorlar. Eğer toz kondurmak gerekiyorsa tepeye bakıyorlar. Oradan “işaret” alırlarsa üzerine çıkıp tepinmek dahil her şeyi yapıyorlar. Hayır, negatif bir bakış hissetmiyorlarsa o zaman olayı görmeden geçip gidiyorlar.

Mesela (Örneğin) aşağıdaki haber demokrasiyi çok seven iktidar partisinde son derece sevilesi bir uygulamayı ortaya koyuyor:

“AKP Teşkilat Başkanlığının sosyal medya hesabından yapılan açıklamada, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın kararıyla 7 il başkanlığına atama yapıldığı duyuruldu.”

Ne kadar güzel bir uygulama değil mi? Atıyorsun oluyor!

Bizim memlekette siyasetin sağ kanadı ile demokrasi arasındaki bağlantı, deniz kumu ile karılmış inşaat harcına benziyor. Bir türlü arzu edilen sağlamlığa ulaşamıyor. Ama haklarını teslim etmek de lazım (gerek), her konuda sabit fikirleri, “muktedirimiz bilir” ilkesinden şaşmıyorlar. Uzaktan bakanlar ise halimizi (durumumuzu) görüyorlar:

-Çok konuşanlar ülkesi!    

2021 YILINA GİRERKEN TÜRKİYE’DEKİ TEMEL SORUNLAR ÜZERİNE KISA NOTLAR

2021 YILINA GİRERKEN TÜRKİYE’DEKİ TEMEL SORUNLAR ÜZERİNE KISA NOTLAR


Prof. Dr. Halil ÇİVİ

İnönü Üniv. İİBF Önceki Dekanlarından

(AS: Yazının sonunda yazarın bir de şiiri var!)

Konuya kısa bir anımsatma ile başlayalım. 12 Eylül 1980 Askeri Darbesinden önce Türkiye’de büyük bir ideolojik ve siyasal ayrışma, kutuplaşma ve parçalanma vardı. Siyasal liderler birbiri ile kavgalıydı. Ülke birtakım şer güçler, belki de derin devlet, tarafından büyük bir anarşi ve terör burgacına sürüklenmişti. Ülkede sağcı-solcu, ilerici-gerici, dinci-laik, milliyetçi-komünist, sünni-alevi…ve benzeri zıt ve birbirine düşman yapay kutuplaşmalar üretilmişti. Kentler, mahalleler, iller, üniversiteler…ve kamu kurumları bu birbirine düşmanlaştırılmış şer örgütler tarafından parsellememişti. Siyasal kimlikli örgütlerden kimisi mafya ile işbirliği yapıyorlardı. Gruplar birbirinin özerk(!) bölgelerine gidemiyorlardı. Her gün ortalama 15- 20 siyasal, ideolojik cinayet işleniyordu. İnsanlar için, her akşam sağ-salim işinden evine dönebilmek bile büyük bir başarı(!) sayılıyordu. Halkın can güvenliği askıya alınmıştı. Bu gelişmeler çok büyük dramlara, acılara… neden olmuştu. Yaşları 50’den büyük olanlar bunları anımsar.

  • 12 Eylül 1980 günü gece yarısı, ABD’nin güdümünde ve Kenan Evren liderliğindeki faşist askeri cunta, darbe yaptı.

Ülke yönetimine el koydu. Görsel ve yazılı basın kuruluşları darbecilerin güdümüne alındı. Siyasal partilerin tümü ve dernekler kapatıldı, liderleri tutuklandı. Yürürlükteki Anayasa devre dışı bırakıldı. Sendikalar kapatılıp liderleri gözaltına alındı…

12 Eylül Faşist Cuntasının hedefinde, ülkedeki anarşi ve terör hareketlerinin sorumluları olarak siyasal partiler, dernekler, sendikalar, aydınlar ve üniversiteler gösterildi…

12 Eylül 1980 Darbecileri tarafından Devlet yapısına yeni bir düzen(!) ve disiplin(!) getirmek amacıyla…

1- Askeri darbecilerin gölgesinde yeni bir anayasa yapıldı. Bu anayasa hak ve özgürlükler açısından bir tür “ANCAKLAR ANAYASASI” olarak doğdu. Bir maddede peş peşe sıralanan hak ve özgürlükler, aynı anayasa maddesinin devamındaki paragrafta “ancaklar..” koşuluna bağlanarak ya tümüyle geri alındı ya da kullanılması çok zor koşullara bağlandı.

2- Eski siyasal liderlere 10 yıl siyaset yasağı getirildi. Yeni bir siyasal parti kurmak, seçimlere girebilmek Askeri Konseyin iznine ve onayına bağlandı. Ülke insanının, toplumun siyasal düşünceler ve kurumlardan uzaklaşması, siyasetsizleştirme (depolitizasyon) hedeflendi.

3- İşçi ve emekçi sınıfının mesleksel ve ekonomik pazarlık gücü olan sendikalar yasaklandı. Yönetenlerin ve sendikaların mal varlıklarına el kondu. Sendika liderleri tutuklandı.

4- 12 Eylül 1980 faşist cuntasının bir başka hedefi de üniversiteler, bilim insanları ve ülke aydınları oldu. Birçok bilim insanı, üzerlerine atılan çoğu yapay suçlarla ya tutuklandı ya işinden kovuldu yahut yurt dışına kaçmaya zorunlu bırakıldı. Milli Güvenlik Konseyi’nin (MGK) güdümünde hazırlanan yeni üniversiteler yasası (ve YÖK) ile birlikte üniversiteler yukarıdan aşağıya kademelendirilmiş mali, bilimsel düşünce ve kendi kendini yönetme özerkliği elinden alınmış, askeri yönetime benzer emir-komuta hiyerarşisine dayalı bir yapıya dönüştürüldü.

5- Yine 12 Eylül Askeri yönetimi, Anayasanın 2. maddesinde devletin laik yapısını korunur görünürken, öbür yandan anayasaya zorunlu din dersleri eklendi. Suudi kökenli dinci RABITA Örgütü ile işbirliği yapıldı. 12 Eylül 1980 Anayasasının halk oylamasından geçebilmesi için dinci tarikat ve cemaatlere ödünler verilerek işbirliği yapıldı. ABD’nin Yeşil Kuşak Projesi desteklendi. Bu ödünlerin en somut örneği anayasadaki zorunlu din dersleridir.
***
2021 yılına birkaç gün kalmışken ben bunları, niçin yazıyorum?

1- Türkiye’de parlamenter sistem terk edildi, Parlamentonun işlevleri daraltıldı yani halkın sesi büyük oranda kısıldı. Peki şimdi “MİLLİ İRADE” nin, Meclis gücünün, neresindeyiz?

2- Acaba emekçi -işçi sınıfı sendikal, mesleksel, hukuksal, demokratik haklarına tam olarak kavuştu mu? Emekçilerin hak ve çıkarlarından uzaklaşmış, devlet ya da patron yanlısı SARI SENDİKACILIK niçin bu denli güçlendi?

3- Üniversitelerin hiyerarşik, emir – komuta biçimindeki örgütlenme biçimi sona mı erdi? Yoksa akademik düzen ve örgütlenme biçimi daha da mı kötüye gitti? Mali, bilimsel, yönetsel üniversite özerklik anlayışının neresindeyiz?

Bilim ve özgür düşünce kuruluşları olması gereken üniversiteler gerek iç ve gerek dış politika konusunda doğru kamuoyu oluşturabilmek için niçin bilimsel düşünce katkısı sunmuyor ya da sunamıyorlar?

4- Türkiye deki milli eğitim politikaları, mevcut eğitim ve öğretim sistemi 12 Eylül döneminden daha da gerilere götürülmedi mi? Anayasamızın 2. maddesindeki buyurucu ve kalıcı hükmüne karşın din ve vicdan özgürlüğünün olmazsa olmaz koşulu olan LAİKLİĞİ savunmak neden gericilik oluyor?

5- Hukuk devletinin vazgeçilmez hiyerarşik düzeni olan ANAYASA MAHKEMESİ ve AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ kararlarına niçin uyulmuyor? Örneğin AİHM kararlarının hukuksal, kesin bağlayıcılığına karşın, Alevi – Bektaşi yurttaşların dinsel özgürlükleri ve hakları konusundaki yasal düzenlemeler niçin yapıl(a)mıyor? Bu bağlayıcı ve kesin kararları reddeden yöneticiler, kurumlar ve mahkemeler neden hukuk hiyerarşisine uymuyorlar? Eğer uymayacaklarsa hâlâ HUKUK DEVLETİ sayılır mıyız?

6- Demokratik ülkelerde halkın gözü ve kulağı olan, halk adına siyasal iktidarların olumlu ya da olumsuz icraatlarını halka duyurma görevi üstlenen yazılı ve görsel basının ülkemizdeki temsilcileri ne denli özgür ve yansız olabiliyor ? Ya da medya ne denli bağımsız ve özgür?

7- 12 Eylül 1980 Darbesi yöneticilerinin darbe için gerekçe yaptıkları siyasal, ideolojik kutuplaşmalar, ırk, din, mezhep, bölge ayrımcılıkları, etnik bölünmeler, mafyatik bağlar ortadan kalktı mı? Toplumun ve devletin birlik ve bütünlüğünü bozmaya yönelik bu tür gerginlik ve dışlamaları körüklemeye, yeniden pazarlamaya, tedavüle sokmaya çalışanlar var mı?

8- Türkiye’deki istihdam, işsizlik, üretim, teknolojik geri kalmışlık, döviz kıtlığı, tasarruf açığı, enflasyon, gelir ve servet dağılımı adaletsizliği, aşırı dış ve iç borçlanma gereksinimi, eş – dost – ahbap kayırmacılığı… vb. sorunlar neden artarak sürüyor?

9- Türkiye kendine ufuk açıcı, halkın umudunu ve moralini yükseltici, doğru, gerçek verilere ve tutarlı bilimsel irdelemelere dayalı kısa, orta ve uzun vadeli (AS: erimli) ikna edici ve inandırıcı ekonomik ve sosyal program ve projeler neden üretemiyor?

10. Türkiye, iç politikada genelde ayrıştırıcı ve dışlayıcı, dış politikada ise “değerli yalnızlık” burgaçlarına mahkum olmak zorunda mı?

SON SÖZ                                           :

2021 yılına girerken Türkiye ve Türk toplumu için, yönetenlerin bireysel özlem, tutku ve isteklerden değil; toplumun ortak istek ve gereksinimlerden doğan, ekonomi yönetiminin zorunlu ilke ve yasalarını göz ardı etmeden kısa, orta ve uzun vadeli (AS: erimli), ayrıntılı, kapsayıcı ve kamuoyunca benimsenen bilimsel, gerçekçi ikna edici ve inandırıcı programlara gereksinim var. Mevcut siyasal iktidar, söz konusu sorunların bir bölümünün doğrudan üreticisi olduğu için halka çok umut veremiyor. Muhalefetin ise kendini, projelerini ve çözüm önerilerini doğru anlatmaya, halka ulaştırabilmeye ve topluma mal etmeye gereksinimi var. Ancak koşulları ve olanakları iyi kullanarak bunun bir yolunu mutlaka bulmaları gerekiyor.
***
YENİ YIL HERKESE SAĞLIK, GÜVEN, HUZUR, BARIŞ, SEVGİ, ADALET, DEMOKRASİ, SÜREKLİ İŞ VE GELİR GÜVENCESİ GETİRSİN.
YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN…
=====================================

BİZİ DIŞLAMA DEVLETİM
(Sağduyu)

Laik devlet taraf tutmaz,
Bizi dışlama devletim.
Din, mezhep ayrımı yapmaz,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Bayrağımın hayranıyım,
Vatanımın kurbanıyım,
Bu milletin insanıyım,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Devletin gücü birliktir,
Birlik düzendir, dirliktir,
Bunu görmemek körlüktür,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Her bir göreve koşarız,
Vatan aşkıyla coşarız,
Dün vardık, bu gün de varız.
Bizi dışlama devletim.
X x x
İnançlara şaşı bakma,
Irklara, cinslere takma,
Devlete ikilik sokma,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Her ırktanım, her dindenim,
Herkesle eşit bir canım,
Tek nefsim var, ben insanım,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Aynı yurdun yurttaşıyız,
Bin yıldır can yoldaşıyız,
Devletin temel taşıyız ,
Bizi dışlama devletim.
X x x
Halil Çivi der ki düşün,
Adalettir senin işin,
Eşittir her bir yurttaşın,
Bizi dışlama devletim.
X x x

Prof. Dr. Halil Çivi.

26 Aralık 2020, Çiğli/İZMİR

Zeki Sarıhan : “BU OKULU BİZ DAHA İYİ YÖNETİRİZ!”


“BU OKULU BİZ DAHA İYİ YÖNETİRİZ!”

portresi

 

Zeki Sarıhan

 

 

 

1968 yazında ülkede gençlik ayağa kalkarken eğitim enstitüleri öğrenci temsilcileri toplanarak ortak sorunlarımızı saptadık, İsteklerimizi Bakanlığa ve okullarımızın yöneticilerine de ilettik. Bütün ülkede olduğu gibi öğrencilerin huzursuz olduğunu
fark eden  Öğretmenler Kurulu, birkaç öğretmeni öğrencileri dinleyerek huzursuzluğun kaynaklarını öğrenmek istedi.

Bölüm Başkanımız İbrahim Olgun’un başında bulunduğu birkaç öğretmenle
Türkçe bölümünde yaptığımız toplantıda İdarenin öğrenci derneğine yaptığı baskılardan ve okuldaki düzensizlikten söz ettikten sonra dedim ki:

—     Bu okulu biz öğrenciler daha iyi yönetiriz!

Bu söz onlara göre oldukça cüretliydi. Koskoca bir enstitüyü biz öğrenciler mi yönetecektik? Acaba yanlış mı duymuşlardı. Sözü bana bir kez daha tekrar ettirdiler. Not aldılar.

Çok ileri bir öneri gibi görünse de düşüncemde içtenlikli idim. Okulda 18-30 yaş arası 1.500 öğrenciydik. İçimizde liseden bir yıl önce mezun olup gelenler olduğu gibi en az üç yıl öğretmenlik yaptıktan sonra gelenlerimiz de vardı. Akademik kadroyu belirlemekten değil, okulu yönetmekten söz ediyordum. Okulu biz öğrenciler yönetseydik, Bakanlık gibi okula partizan atamalar yapılamazdı. Eğitim Şefi
Millî İstihbarat Teşkilatı’na bilgi taşımaz, öğrenciler arasında ayırım yapılmaz,
Öğrenci Derneği ile okul idaresi arasında zıtlaşma yaşanmazdı.

Bizi dinleyen öğretmenlerimiz, dile getirdiğimiz istekleri okul idaresine, öğretmenler kuruluna ve Bakanlığa iletmiş olmalıydılar. Fakat Okulun yönetim işlerinde bir değişiklik olmadı. Biz de 1968 güzünde okullar açılınca boykota gittik. Gazi Eğitim’de bu boykot 17 gün sürdü ve çok zorlu geçti. Sonunda Bakanlık isteklerimizi kabul etmek zorunda kaldı. Okulda öğretmenlerden oluşan bir komisyon, Enstitüler için yeni bir yönetmelik hazırlamaya başladı. Bunun esası, Eğitim Enstitülerinin artık Bakanlık tarafından yönetilen değil kendi kendini yöneten, yani özerk kurumlar olacakları idi.

DEMOKRASİ MÜCADELE İLE KAZANILIR

Bunu sağlamak için ileri sürdüğümüz isteklerimizden biri okul müdürünün öğretmenler kurulu tarafından seçilmesi, öbürü ise her bölümden seçilmiş birer öğrenci temsilcisinin oy haklarıyla birlikte bu kurula katılmasıydı. Dolayısı ile “Biz bu okulu daha iyi yönetiriz” sözüm kısmen ve dolaylı olarak gerçekleşmiş sayılırdı. Enstitünün yönetiminde Bakanlığı aradan çıkarıyor, onu öğretmenler ve öğrenciler olarak yönetmeye başlıyorduk. Gençlik kitleleri, mücadele ederek okullara demokrasiyi getiriyordu.

Nitekim daha yönetmelik çıkmadan Türkçe, Matematik, Fen, Sosyal Bilgiler, Eğitim, Müzik, Resim, İngilizce, Fransızca, Almanca, Beden Eğitimi bölümleri olmak üzere
11 bölüm temsilcilerimizi seçtik. Öğretmenler Kuruluna oy haklarımızla katıldık ve okul müdürünün seçiminde de oy kullandık.  Uygulama 12 Mart 1971 darbesine dek sürdü. O tarihte darbeciler bütün ülkede olduğu gibi Enstitü’de de demokrasinin kırıntısını bırakmadılar. Hatta seçimle gelmiş son müdür Naciye Öncül’ü de gözaltına alarak devrimci öğrencilerle birlikte yargıladılar. Demokrasi açısından Okulu bir harabeye döndürdüler.

Devrimcilerle karşıdevrimciler arasındaki en önemli farklardan biri, halk kitlelerinin
kendi kendilerini yönetip yönetemeyeceği konusundaki görüş ayrılığıdır.
Devrimciler kitlelere güvenirler ve onların yönetimde inisiyatiflerinin
sürekli artmasını isterler. Çünkü ortak akla güvenirler. Asıl demokrasi budur ve demokrasiyi çiçeklendirecek olan yığınlardır.

Karşıdevrimciler ise kitlelerin yönetimde söz sahibi olmasına şiddetle karşıdırlar.
Bunu önlemek için ya doğrudan doğruya halkı şiddet araçlarıyla bastırır, bütün dizginleri kendi ellerinde bulundurmak isterler, ya da kendi güdümlerinde yaptıkları sözüm ona serbest seçimlerle birçok mekanizmayı devreye sokarak halkı yönetimden uzak tutarlar. Türkiye’ye parlamento için üye seçimine başlandığında (1876) yalnız mülk sahibi erkekler oy kullanabiliyordu. Kadınlar seçme hakkına ancak 1930’da kavuşabildiler,
tek dereceli seçime geçmek için ise 1946’yı beklemek gerekmiştir. Bütün bunlar
halkı yönetimde söz sahibi olmaktan uzak tutmak içindir. Onların uyguladıkları yöntemlerden biri de sus payı olarak kitlelerin önüne attıkları kimi ekonomik olanaklardır. Tarih boyunca İktidar mücadelesi bastırılmış halk da bir süre için bu kadarına razı olmak zorunda kalır. Ama bir süreliğine… Onun doğal eğilimi, kendi kendini yönetecek bir düzene kavuşmaktır.

Günümüzde ise “Demokratik yaşamın vazgeçilmez ögeleri” olan siyasal partilerimizde doğru dürüst önseçimler bile gerçekleşemiyor ve parlamentoya milletvekili sokabilmek için bir partinin en az %110 oy alması gerekiyor.

Türkiye’de demokratik öğretmen hareketi 1975’ten sonra yıllarca “Yöneticilerini öğretmenler seçmelidir” istemini yükseltti? 1978’de Millî Eğitim Bakanlığında
demokrat bir kadronun yönetiminde bu isteğin gerçekleşmesine ramak kalmıştı. Öğretmenler Kurulunun seçtiği kişiyi Bakanlık müdür olarak atamaya başlamıştı.
Şimdi böyle şeylerin esamisi bile okunmuyor!

GERÇEK DEMOKRASİNİN ANAHTARI

12 Eylül 1980 Askeri darbesinden bir ay önce özgün bir halk katılımı örneği olan Fatsa’daki yerel yönetimin dağıtılması, Belediye Başkanı Fikri Sönmez’in tutuklanması, belediyeyi doğrudan halk katılımıyla yönetmenin Ankara’daki muktedirler için nasıl bir korku yarattığının da işaretiydi. 12 Eylül 1980 askerî darbesinden sonra çıkarılan bir yönetmelikte liselerde sınıf başkanlarının seçimle değil, atamayla belirlenmesi, ceberudun liseli gençlikten bile ne denli korktuğunun ifadesidir.

Ülkedeki bütün okul ve eğitim müdürlerini öğretmenlerin seçtiğini, hatta buna liselerde öğrenci temsilcilerinin de katıldığını düşünün. Okullarımızda gerçek bir demokrasi bayramı yaşanmaz mı?

Bütün ülke böyledir. Fabrikalar, çiftlikler, okullar… Bütün kurumlar o birimde çalışanlar tarafından yönetiliyor! Bu, o zamana dek yalnızca yönetilen kitleleri nasıl harekete geçirir, onların bilinçlerinde ne büyük sıçramalar yapar ve onların sorumluluk alma duygusunu nasıl pekiştirir, bir düşünülsün.

Yerel yönetimlerin yetkilerini artırmak ve o yerin yönetimiyle ilgili kararları
oranın insanlarına bırakmak… (AS: çekincelerimiz var…) Gerçek demokrasi budur. Halk kendi kendini yönetecek mekanizmalara (AS: düzeneklere) sahip olursa,
orada ya gerici ya bölücülerin duruma egemen olacağını zannedenler var.
Aksine… Kendi kendini yöneten halk kitleleri böyle şeylere geçit vermez. Sorunlarımızın temelinde zaten halkın yönetimden uzak tutulması yok mu?
(16 Ekim 2014)

===================================

Evet dostlar,

Sayın Zeki Sarıhan yaşamının en üretken yıllarını yaşıyor belki de.
Her hafta 2-3 makale yazıyor, okuyor bol bol.. (Bize kendisinin söyledikleri..)

“Yerel yönetimlerin yetkilerini artırmak ve o yerin yönetimiyle ilgili kararları
oranın insanlarına bırakmak… 
(AS: çekincelerimiz var…) Gerçek demokrasi budur.”

Tümcesi yukarıdaki makalede yer alıyor. Özeksel (merkezi) ve yerel yönetimlerin
yetki ve sorumluluklarını çok iyi dengelemek gerekir. Hem ülke bütünlüğünü ve
makro planlama hedeflerini gerçekleştirerek verimli kaynak kullanmak hem de
yerel gereksinimleri belirleme ve karşılamada yöre insanlarına söz ve karar hakkı tanımak..

Ölçüyü kaçırmadan..

Hele hele belli etnisitelerin ülkenin belli yörelerinde yoğunlaştığı ve ayrılıkçı teraneler dillendirdiği ülkelerde.. Ötesi, demokrasi adına tehikeli ütopik ve romantik serüvenlere sürüklenmek olabilir..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Soner Yalçın : O gazetecilere dair özel notlar

Dostlar,

Yiğit, yürekli ve birikimli gazeteci Soner Yalçın, yakın tarihimiz bakımından gerçekten çok önemli bir yazıya da imza attı.

Özellikle Fatih Altaylı ile ismet Berkan nam gazetecilerin (!?) ipliğini belgeli olarak pazara çıkarıyor.. Özenle okunmalı, paylaşılmalı, arşivlenmeli..

Alkışlıyoruz sizi Sevgili Soner Yalçın!

Sevgi ve saygı ile.
21 Şubat 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

O gazetecilere dair özel notlar

portresi_kasketli

Soner Yalçın
Sözcü – 20 Şubat 2014
syalcin@sozcu.com.tr

 

 
Biri; “Alo Fatih” telefon kayıtlarının ortaya çıkardığı Fatih Altaylı.

Öbürü; Kabataş’taki malum görüntüleri seyrettiğini söyleyen İsmet Berkan.

İkisi de, Cumhuriyet gazetesi spor servisinde yetişti.

İkisi de, genel yayın yönetmenliğine yükseldi.

İkisi de, her fırsatta solcuları aşağılayan “solcu oldu.

İkisi de, bindikleri otomobillerle övündü.

İkisi de, kulüp yöneticisi oldu; biri Galatasaray’da, diğeri Beşiktaş’ta.

Uzatmayayım, bir benzerlikle sonlandırayım:

MİT’çi Mehmet Eymür dedi ki; benim görevli olduğum yıllarda
Fatih Altaylı MİT İstanbul bölge teşkilatının ajanıydı!

Kod adı, “Siyah”tı.

MİT İstanbul Bölge Başkanı Galip Tuğcu ile görüştüğünü saklamayan Fatih Altaylı,
bu diyaloglarını gazeteci-istihbaratçı ilişkisi olarak açıkladı.

İsmet Berkan ise MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun‘un
kendisine ajanlık teklif ettiğini
 söyledi.

MİT’çi Atasagun, “Sen bize yardımcı olursan biz de sana yardımcı oluruz.
Biz sana özel haberler veririz, sen de bize zaman zaman böyle bilgi verirsin
 demişti.

İsmet Berkan kabul etmemişti.

Benzerlikler, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ürünü bir “gazeteci tipolojisini
ortaya çıkarıyor.

Kim bunlar?

Soruyu İsmet Berkan üzerinden somut örnekler vererek yanıtlamaya çalışacağım.

Zamanlamaya dikkat

İsmet Berkan…

Seyretmediği Kabataş görüntüleriyle ilgili neden “çok acı, ama çok acı bir olay ve maalesef gerçek dedi?

Yetmedi ekledi; “Mobese görüntüleri dahil pek çok şey var. Savunulur tarafı olmayan bir olay!

Herkes merakla sordu, siz görüntüleri izlediniz mi?” Yanıtı, “evet” oldu.

Tarih 12 Haziran 2013 idi…

İsmet Berkan bunları yazdığında, Türkiye, tarihinin en büyük toplumsal muhalefet hareketine sahne oluyordu.

Milyonlarca insan 16 gündür sokaktaydı. Polis şiddetini her geçen gün artırıyordu.

Cesur evlatlarımız Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş ve Ethem Sarısülük öldürülmüştü.

10 kişi gözünü yitirmişti, 4 bin 177 kişi ise yaralıydı.

Erdoğan 11 Haziran’daki AKP grup toplantısında; “Çok önemli bir yakınımın başörtülü gelinini, Başbakanlık ofisimin yanında, yerlerde süründürdüler, kendisini, çocuğunu taciz ettiler” demesi üzerinden 24 saat geçmeden İsmet Berkan o yazıyı yazdı!

Bu kadar sürede o görüntüleri seyretmesine olanak yok.

O halde sormak durumundayım :

  • İsmet Berkan Türkiye’yi iç savaşın eşiğine getirecek provokatörlüğe
    niye ortak oldu?

 

Bakınız, 12 Eylül 1980 askeri darbesine giden yolu, Gladyo gibi kimi odaklar
benzer provokatif yalanlarla döşedi.

Örneğin Çorum’da “Aleviler camiye bomba attı” yalanı üzerine 57 kişi yaşamını yitird!.

İsmet Berkan’ın yalancılığı basit bireysel bir hata olarak geçiştirebilir mi?

İlk vukuatı değil…

“Şaka yaptım”

İsmet Berkan, Radikal gazetesi genel yayın yönetmeniydi…

Ortada iddianame yokken, 4 -11 Nisan 2008’de Radikal gazetesinde yedi bölüm “Ergenekon’un Yakın Tarihi”ni yazdı.

Bugün net olarak ortaya çıktı ki, yazdıkları tümüyle yalandı.

Bu da masum bir hata olarak değerlendirebilir mi?

Bitmedi.

İddianamenin temelini oluşturan; “Kızıl Elma Koalisyonu” iddiasını ilk
İsmet Berkan ortaya attı.

4 yıl sonra Kızıl Elma yalanı ortaya çıkınca, “bunu ben uydurdum, şaka yapmıştım” dedi. (19.3.2011)

Bu “gazetecilik tipi”; ya özür diliyor ya da şaka yapıyor…

Hangisini yazayım; o günlerde hep çabucak hüküm verdi; medyadaki “adam asmaca” oyununa katıldı.

Danıştay katliamı sonrası Radikal‘de, yapılan saldırının darbe amaçlı olduğu manşetlerini attı.

Silivri Cezaevi’nde bugün pankreas kanseriyle boğuşan Kıbrıs Savaşı’nın yiğit komutanı Yüzbaşı Muzaffer Tekin, “İşte Kızıl Elmacı” denilerek yaşarken
ölüme mahkum ettirildi
. (22.5.2006)

Ümraniye’de sözde bulunan bombalar ile Cumhuriyet gazetesine atılan bombaların aynı olduğu yalanının yazılmasına göz yumdu. (30.6.2007)

  • Cenazesini belediyenin kaldırdığı Kuddusi Okkır‘ı Ergenekon’un finansörü ilan ettiler. (21-30 Haziran 2007)

Uğur Mumcu cinayetini aydınlattılar (!); Veli Küçük öldürtmüştü. (28.3.2008)

MİT, Ergenekon’a ikna oldu” palavrasını manşetten verdiler. (3.8.2008)

Cemaatçi polisler-savcılar ellerine ne verdiyse yayınladı;
koca bir yalana, pis bir tezgaha, linç kampanyalarına ortak oldu.

Yalnızca bir kez…

Cemaatçi gazeteler “Ergenekon Şeması”nı yayınlayınca İsmet Berkan itiraz etti; “sulandırmayın” dedi. (8.1.2009)

Çünkü o şemada patronu Aydın Doğan‘ın da adı vardı! Oysa kendisi Abdullah Gül’e dayanarak bir yıl önce yazmıştı: “Tutuklamalar hep o şemadaki isimler.” (24.1.2008)

Ahmet Altan -Yasemin Çongar yönetimindeki Taraf gibi, İsmet Berkan’ın yönetimindeki Radikal kamuoyunu yönlendirmek için neler yapmadı ki:

Ergenekon’un hayali “1 Numarası”nın peşine düştü!

Manşetten, İbrahim Şahin ile Fatma Cengiz gibi iki akıl fukarasını Genelkurmay’la
ilişkili gösterdi
 (11-12 Şubat 2009). Sonra her daim yaptığı gibi, özür diledi.

Medyada kendisinden “Ergenekon uzmanı” olarak bahsedildi.

O da ne siyasal değerlendirmeler yaptı bugün gülersiniz; “PKK olmazsa Ergenekon olmazdı!” TRT’de özel yetkili mahkemelerin kaldırılmaması gerektiğini söyleyecek kadar “taraf”tı.

Sonuçta demem o ki:

Kendilerini gazeteci olarak gösterdiler ama yaptıkları ortada.

Üstelik bunu kendisi yazdı:

“Gazetecilik işi çok basit bir prensibe dayalıdır; yazdığınız her satırın doğru olması prensibine…”