(AS: Bizim kısa uyarı notumuz yazının altındadır..)
Bu yazımızda “arızalı demokrasi”, “iktidar körlüğü” ve basına uygulanan hukuk dışı uygulamalar ve baskılar üzerinde durulacaktır.
The Economist dergisinin kuruluşu “Economist Intelligence Unit” her yıl demokrasi tutarlılığına dair (ilişkin) bir rapor yayımlıyor. Bu tabloda, “zayıf demokrasiler”, “karışık (melez) rejimler” ve “otoriter rejimler” biçiminde kategoriler ortaya çıkıyor.
2021 yılı verilerine göre dünyada sadece (yalnızca) 24 ülke tam demokrasi, 53 ülke zayıf demokrasi, 34 ülke karma (melez) rejimler ve 59 ülke otoriter rejimler bölümlerine giriyor.
Bu sayılar, sadece (salt) seçimle demokrasi olamayacağını gösteriyor.
Nitekim, dünyada seçim yapan 201 ülke olmasına karşın, bunların oldukça küçük bir bölümü “tam demokrasi” niteliklerini taşımaktadır.
“Az gelişmiş” ya da “arızalı demokrasi” adı verilen modellerde, halk desteğini kaybeden (yitiren) siyasal iktidarların izledikleri politikalardan en önemlisi, yazılı ve görsel basına yasaklar uygulamalarıdır.
Bu yöntem, “arızalı” demokrasilerde kesin bir uygulama olarak ortaya çıkıyor. Evrensel demokrasi modelinden giderek uzaklaşan Türkiye’de uygulanan sistemin özeti ise şudur:
Demokrasinin en önemli unsuru (ögesi) olan “güçler ayrılığı ilkesi” yok edilip, yasama organının elinden denetleme yetkileri alınırken, tek adama dayalı siyasal modele işlerlik kazandırılmaktadır.
Kamuoyunun haber alma ve bilgi edinme hakkı engelleniyor, yazılı ve görsel basına baskı uygulanıyor.
Modelin sürmesi için yazılı basın ve TV’leri denetleyen Basın İlan Kurumu, RTÜK, Bilgi Teknolojileri İletişim Kurumu (BTK) ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı adını alan kuruluşlar, ceza vererek, ilan keserek, ekran karartarak, “arızalı demokrasi” modelinin destekleyici kurumları olarak görev yapmaktadırlar.
Büyük deprem sonrasında, yıllardır süren ihmalleri, yaptığı hataları ve beceriksizlikleri gün yüzüne çıkan AKP’nin siyasal iktidarını koruma ve kollama fonksiyonu (işlevi) daha da belirgin bir duruma geldi.
Deprem sonrası basın kuruluşlarına uygulanan yasaklar, duraksanmadan birbiri ardına uygulamaya kondu.
Önce, depremde iletişimin sağlanmasına yardımcı olan Twitter’a yasak kondu. Ardından Bilgi Teknolojileri İletişim Kurumu (BTK) kararıyla Ekşi Sözlük erişime kapatıldı.
İlahiyatçı İhsan Eliaçık’ın Kuran’ı yorumlayan “tefsir” kitabına Diyanet İşleri Başkanlığı’nın talebi (istemi) sonunda toplatma kararı verildi.
RTÜK, deprem felaketinin ardından ortaya çıkan ihmal ve hataları haberleştirip halkın sesini kamuoyuna duyuran basın kuruluşlarına ceza yağdırdı.
TELE1, Halk TV, Fox TV kanalları bu cezalarla karşı karşıya geldi, yayınları durduruldu.
Merdan Yanardağ ve Emre Kongar’ın 18 Dakika programında depremle ilgili eleştiri nedeniyle TELE1’e %5 para, 5 kez de program durdurma cezası verildi.
Fox TV’de Orta Sayfa programı ve Halk TV’de Halk Meydanı programına “özgürce kanaat oluşumunu engellemekten” %3’er para cezası verildi. Tüm bu cezalar deprem sonrası yorum ve haberlere dayandırıldı.
Artık haber yapmanın suç ama halka parmak sallamanın ve hakaret etmenin “özgürlük” sayıldığı bir dönemi yaşıyoruz.
Böylesi bir durumla karşı karşıya kalmamız şaşırtıcı değildir. Bu yazının başında belirtildiği gibi bunlar, “arızalı ve otoriter” demokrasi modelinin doğal uygulamalarıdır.
Değişmeyen kural, seçimlere giderken sıkıntıda olan bu tip siyasal rejimlerin basın özgürlüğünü kısıtlayıcı uygulamalara girmeleridir.
Bu tip siyasal iktidarlar, bütün dünyada meclis kürsülerinden muhalefet partilerine saldırırlar, eleştiri yapanları tehdit ederler, basın ve televizyon organlarına yasaklar getirirler.
Ülkemizde 1960 öncesinde de bu uygulama yaşandı. 1950’lerde bir elinde özgürlük diğer elinde “Yeter! Söz milletindir” bayrağı ile iktidara gelen DP, ekonomik sıkıntı baş gösterdikçe, enflasyon yükseldikçe, seçimleri kaybedeceğini (yitireceğini) gördükçe basına uyguladığı yasaklarla dikkatleri çekmiştir.
Bu uygulama, siyaset biliminde “kibir” ve “kendine aşırı güvenmenin” yarattığı “iktidar körlüğü” kavramı ile anlatılmaktadır. Bu yol demokrasiye, hukuk devletine, evrensel demokrasi ilkelerine, temel hak ve özgürlüklere terstir, aykırıdır.
Eleştirel basına, televizyonlara, halkın iletişim özgürlüğüne, halkın doğru haber alma haklarına karşı yapılan bu hukuk dışı uygulamalar çok yanlıştır. Hem demokrasiye hem de 21. asrın (yüzyılın) dünya uygulamalarına terstir.
Tüm dünyada kabul edilen evrensel demokrasiye, evrensel hukuka ve temel hukuk kurallarına aykırı olan bu model ve uygulamalar Türk halkı tarafından da reddedilecektir. =============================================== Dostlar,
Başyazının içeriğine bütünüyle katılıyoruz.
Ancak kullanılan dil oldukça eski. Niçin??
Yazarı bilmiyoruz ama, diyelim yaşça olgun (kıdemli) bir yazar..
Bu özür olabilir mi bunca eski dil kullanmaya?
Adını Atatürk‘ün koyduğu Cumhuriyet gazetesi, bu bağlamda, tüm uyarılarımıza karşın, DİL DEVRİMİ‘ne beklenen özeni göstermiyor.
Üzülüyoruz..
Dil Devrimi öksüz bırakılamaz..
Cumhuriyet, bu eksende de öncü olmayı sürdürmelidir..
Önceki genel yayın yönetmeni Sn. Arif Kızılyalın döneminde de kezlerce rica ettik. Kızılyalın Dilbilimci idi üstelik..
Yeni genel yayın yönetmeni Tuncay Mollaveyisoğlu‘nun soruna gereğince eğilmesini diliyor ve umuyoruz.
Doğallıkla, Sn. Dr. Alev Coşkun en başta görev üstlenecektir kanımızca.
Sevgi ve saygı ile. 25 Şubat 2023, Ankara
Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM (Dil Derneği Üyesi ve 2021 Onur Ödülü sahibi)
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı (Toplum Hekimliği) Uzmanı
Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, Mülkiyeli www.ahmetsaltik.net profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik twitter : @profsaltik
RTÜK üyesi İlhan Taşçı, ‘TELE1’in 10 güne kadar fişinin çekilmesi için rapor hazırlattı’ diyerek açıkladı
RTÜK üyesi İlhan Taşçı, sosyal medya hesabı Twitter’dan yaptığı paylaşımında, RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin‘in “TELE1’in 10 güne kadar fişinin çekilmesi için rapor hazırlattığını” söyledi.
Sansür Yasası olarak bilinen Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. RTÜK üyesi İlhan Taşçı sosyal medya hesabı Twitter’dan yaptığı paylaşımında, RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin’in TELE 1’in 10 güne kadar kapatılması için bir rapor hazırlattığını açıkladı.
Taşçı şu ifadeleri kullandı:
“Sansür yasasının mürekkebi kurumadan RTÜK Başkanı Ebubekir Şahin harekete geçti;
TELE1’in 10 güne kadar fişinin çekilmesi için rapor hazırlattı.
Dikkat program durdurma değil ekran karartma!
Üst Kurul’un tavrını yarın göreceğiz.
Basın özgürlüğü mü yoksa ekran kapatma mı diyecek.”
Anayasa Mahkemesi, Basın İlan Kurumu’nun (BİK) gazetelere verdiği ilan kesme cezalarıyla ilgili çok önemli bir karar verdi.
Anayasa Mahkemesi’nin kararında BİK’in başta Cumhuriyetgazetesi olmak üzere, Sözcü, BirGün ve Evrensel gazetelerine verdiği ilan kesme cezalarının “hukuka aykırı olduğu” belirtiliyor, siyasal iktidarın “sansür” aracına dönüştürdüğü bu ilan kesme cezaları “basın özgürlüğünün ihlali” olarak değerlendiriliyor.
Bu karar dün gazetemizde ayrıntılarıyla verilmiştir.
Anayasa Mahkemesi kararında “BİK’in ilan kesme kararlarında takdir yetkisini aştığını, bu kararların ifade ve basın özgürlüklerine yönelik geniş ve keyfi bir müdahale olduğu da” belirtilmiştir.
En fazla ceza Cumhuriyet gazetesine verilmişti. (13 haber ve yazı için) Cumhuriyet gazetesi bu hukukdışı cezalar için çok ciddi bir hukuk mücadelesi vermiştir. Bu karar “basın özgürlüğü” adına çok önemli bir gelişmedir. Anayasa Mahkemesi bu kararıyla AKP siyasal iktidarına tarihi bir uyarı yapmıştır.
BİK’İN GÖREVİ
Resmi ilanların adaletli dağıtımını sağlamak için kurulmuş olan BİK, ne yazık ki AKP siyasal iktidarının elinde, muhalefet yapan basın organlarına karşı bir baskı aracına dönüştürülmüştür.
Bu cezalarla hukuka aykırı olarak özellikle ve en başta gazetemiz Cumhuriyet hedef alınıyordu. Ekonomik açıdan bir baskı aracına dönüştürülen bu uygulamaya ve cezalara karşı Cumhuriyet okuyucusu isyan etmiş ve dünyada nadir görülür bir biçimde haftalarca süren bir dayanışma kampanyası yürütmüştür.
ŞAKŞAKÇILAR VE ‘KİFAYETSİZ MUHTERİSLER’
Tarih boyunca siyasi iktidarları en çok onun bilinçsiz şakşakçıları, onun “liyakatsiz” bürokratları zor duruma sokmuşlardır.
Siyasal iktidarların etrafında toplanan “kifayetsiz muhterisler” (yetersiz hırs sahipleri) tarih boyunca siyasal iktidarlara zarar vermişlerdir.
Eleştirel basına, Cumhuriyet, Sözcü, BirGün ve Evrensel gazetelerine hukuka aykırı cezalar veren AKP zihniyetine bağlı BİK’teki bu bürokratlar işte bu “kifayetsiz muhterisler” tanımına giriyor.
Bir de BİK’i kendi kişisel hırsları için kullanan üst bürokratlar var. Bunlar da Anayasa Mahkemesi’nin kararından ders almalıdırlar.
Kuşkusuz İletişim Başkanlığı ve onu yöneten üst düzey bürokratlar, en başta Başkan Sayın Fahrettin Altun, Anayasa Mahkemesi’nin bu kararını dikkatle okumalıdırlar, ibret almalı ve ders çıkarmalıdırlar.
Bu noktada şunu belirtmeliyiz: Bu tip “kifayetsiz muhterisler” yardım edeceğini sanarak aslında AKP iktidarına zarar veriyorlar.
Hukuk herkese lazımdır. Anayasa Mahkemesi “basın özgürlüğü”ne sahip çıkmıştır ve bu karar, siyasal tarihimizde önemli bir karar olarak onurlu yerini alacaktır.
Bugün Türkiye’de, dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan ucube bir sistem yürürlüktedir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adı verilerek uygulanan bu model, Türkiye’nin 150 yılı aşan parlamento geleneğini de altüst etmiştir. Kuvvetler ayrılığı sistemiyıkılmış, kuvvetlerin birleştirildiği tek kişi yönetimi kurulmuştur. Altı siyasal parti liderinin bu “ucube” modele karşı çıkma yönünde kesin kararlılık göstermeleri, demokratik ilkelerden kopmuş olan bu sistemi sonlandırmak ve yeniden parlamenter sisteme dönmek iradesini ortaya koymaları, Türk siyasal yaşamında çok önemli bir gelişmedir.
CUMHURİYET GAZETESİ
Kuşkusuz konu, tüm halkı ilgilendirmektedir. Bu nedenlerle Cumhuriyetgazetesi, bu siyasal gelişmeyi takdir ve önemle karşılamıştır. Türkiye’nin en önemli düşün, politika ve kültür gazetesi olan Cumhuriyet, konulara eleştirel akıl çerçevesinde yaklaşır ama katkıda da bulunur.
Nitekim, gazetemizin yazarları altı partinin yayımladığı metin üzerinde görüşlerini özgürce belirttiler. Özellikle demokratik yaşamın vazgeçilmez unsuru laiklik ilkesi üzerinde durdular. Bunlar dikkate alınması gereken eleştirilerdir.
Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden vazgeçilip parlamenter sisteme dönüş yapılması için anayasada değişiklik yapmak zorunludur. Bu nedenle, bu yazımızda anayasal konulara değinilecektir.
1921 ANAYASASI
Bildiride 1921 Anayasası olumlanıyor. Bilindiği gibi 1921 Anayasası (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu), sadece 23 maddedir, milli iradeyi egemen kılmak ve işgalcilere karşı Kuvayı Milliye’yi yürütmek amacıyla 20 Ocak 1921’de kabul edilmiştir. Bu anayasanın 2. maddesine göre, “Yürütme ve yasama yetkisi milletin yegâne ve gerçek temsilcisi olan TBMM’de toplanır.”
Bu model, “kuvvetler birliği”dir. Bu anayasa bir ihtilal anayasasıdır ve işgallere karşı Kuvayı Milliye’yi yürütmek amacını taşır. Anayasada parlamenter demokrasiyle ya da iktidarın sınırlandırılmasıyla ilgili hiçbir kural yoktur.
CUMHURİYETİN İLANI ve 1924 ANAYASASI
Cumhuriyet, 29 Ekim 1923 tarihli ve 364 sayılı kanunla ilan edilmiştir.
Egemenliğin kayıtsız, koşulsuz millete ait olduğu zaten 1921 Anayasası’nın temel ilkesiydi. Saltanatın 1 Kasım 1922’de kaldırılmasından sonra, yönetim biçimi Cumhuriyetten başka bir şey değildi. Bu nedenle 29 Ekim 1923 tarihli anayasa değişikliği aslında var olan ancak adı konmamış bir siyasal yapıyı açıklığa kavuşturmaktaydı. Bu yüzden kanunun başlığında “tavzihan tadil” (açıklık getiren değişiklik) deyimi kullanılmıştır.
1924 Anayasası toplam 105 maddedir. Bu anayasaya gelenekçi çevrelerden gelen eleştiriler, Batı taklitçiliği, din ve maneviyat düşmanlığı, otoriter, totaliter hatta oligarşik iktidar yarattığı iddialarıdır. Bütün dünyadaki önemli siyaset bilimciler ve anayasacılar, 1924 Anayasası’nın 1921 Anayasası ile başlayan süreç içinde “ulusal ve demokratik bir devletin temellerinin kurulmasına yardım ettiğini” kabul ederler.
Bu anayasadan 1928 yılında “Türk devletinin dini İslamdır” hükmü çıkarılmış,
1937’de de laiklik ilkesi anayasaya girmiştir.
1924 Anayasası, anayasa hukuku açısından milli irade ilkesini öne çıkarmakla birlikte, çoğulcu ve özgürlükçü çok partili demokratik sistem açısından yetersizdir. Nitekim DP’nin 1954 yılından sonraki keyfi kararlarını dengeleyememiştir. Zaten o dönem dünyasında çoğulcu ve özgürlükçü demokrasiyi kurumsallaştıran anayasalar da pek azdı.
YARGILAR
Altı partinin ortak bildirisi, 1921 Anayasası’nın “kısmen kapsayıcılığının” ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin sonraki anayasalarının tümünü “dar kalıplara” girmiş olarak nitelendirilmektedir. 1961 Anayasası için de “1961 Anayasası birçok yeni ve önemli düzenleme getirmiş olsa da çok partili siyasal hayatımıza sekte vuran bir askeri darbenin ardından hazırlanmıştır; ayrıca “1961 Anayasası’nda geçerli olan bürokratik kurulların siyaset üzerinde bir vesayet makamı olarak kurgulanmasını reddediyoruz” deniliyor.
Bildiride, “… geçmişe geri dönmüyor, hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı esasına dayanan yeni bir sisteme geçiyoruz” deniliyor. Bunlar açık olmayan “muğlak” ifadelerdir. Parlamenter demokrasi getirmeyi hedefleyen bir metinde yer alan böylesi bir değerlendirme hem bilime aykırıdır hem de hatalıdır. Türk siyasal yaşamında kuvvetler ayrılığı sistemi, hukuka bağlı kurallar içinde 1961 Anayasası’nda düzenlenmiştir. Güçlendirilmiş parlamenter sistem için ister istemez temel kaynak olarak 1961 Anayasası kullanılacaktır. Bu nedenle 1961 Anayasası’nın hukuksal gerçeklerine ve kurumlarına bilimsel olarak kısaca değinmekte yarar vardır.
1961 ANAYASASI
1961 Anayasası, dünyadaki tüm anayasa ve siyaset bilimi otoritelerinin kabul ettikleri gibi Türklerin tarih boyunca yarattıkları en ilerici, en demokratik ve hukuk devleti ilkelerini yaşama geçiren anayasadır.
Öncelikle kamuoyunda oluşan yanlış bir algıyı düzeltelim. 1961 Anayasası, daha sonraki askeri darbelerde olduğu gibi, atanmış bir grup tarafından değil; seçilmiş Meclis tarafından yapılmıştır. Anayasayı yapan Kurucu Meclis’in temeli olan Temsilciler Meclisi 276 kişiden oluşuyordu. Bu meclisin 226 üyesi (%82) Aralık 1960 tarihli 157 ve 158 sayılı yasalar ile belirtilen seçim yöntemiyle seçilmişlerdi. On üyeyi devlet başkanı, on sekiz üyeyi Milli Birlik Komitesi seçmiştir. Bakanları Kurulu üyeleri Meclis üyesi sayılmışlardır.
Seçimle gelen üyelerin 75’i iller tarafından seçildi. (İstanbul dört, Ankara üç, İzmir iki) Diğer illerin hepsi birer üye gönderdiler. İl temsilcileri, ildeki tüm muhtarlar, o ildeki tüm ilkokul, ortaokul ve liselerin başöğretmenleri; köy dernek temsilcileri, o ildeki tüm meslek, esnaf, işçi, sendika başkanlarının bir araya gelerek yaptıkları seçimle belirlendiler.
Siyasal partiler CHP’ye 49, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CKMP) 25 kişilik kontenjan tanındı. Siyasal partiler kendi içinde seçim yaptılar. Geriye kalan üyeler meslek kuruluşları esasına göre kendi aralarında yapılan seçimlerle oluştu. Bu kuruluşlar, üniversiteler, yüksek yargı organları, basın ve yayın kuruluşları, barolar, ticaret ve sanayi odaları, işçi sendikaları, öğretmen kuruluşları, tüm tarım ve kooperatif kuruluşları ve esnaf kuruluşlarıdır.
1961 Anayasası’nda yer alacak basın özgürlüğü ile ilgili maddeleri konuşmak için Ord. Prof. Sıddık Sami Onar başkanlığında toplanan Anayasa Komisyonu üyeleri, gazeteciler ve sendika temsilcileri bir araya gelmişti. Toplantıda; komisyon üyeleri, Prof. Dr. H. Nail Kubalı, Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. Muammer Aksoy ve İstanbul gazetelerinin yazıişleri müdürleri bulunuyordu.
Örneğin tüm üniversite öğretim üyeleri bir araya gelip kendi aralarından 12 profesörü seçti; Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’ın yüksek yargıçları bir araya gelip kendi aralarından 12 yüksek yargıcı seçti. Aynı biçimde tüm basın-yayın kuruluşları, tüm sendikalar, tüm barolar, tüm öğretmenler, tüm ticaret ve sanayi odaları, tüm esnaf kuruluşları, tüm tarım kooperatifleri kendi aralarında toplanarak temsilcilerini seçti ve Kurucu Meclis’e gönderdi. Demokratik bir süreç yaşandı. Görüldüğü gibi, 1961 Anayasası’nı hazırlayan Meclis, tüm illerin temsilcilerinden ve toplumu oluşturan kurum ve katmanların bir araya gelerek seçtikleri üyelerden oluşuyordu.
Türk siyasal tarihinde ilk kez gerçekleşen bu uygulama çok önemlidir ve 1961 Anayasası’nın toplumsal niteliklerini oluşturmuştur. 1961 Anayasası’nın kaynakları, 12 Ocak 1959 tarihli CHP’nin “İlk Hedefler Beyannamesi”, İstanbul ve Ankara üniversiteleri anayasa ve hukuk hocalarının ayrı ayrı hazırladıkları anayasa taslaklarıdır. Bu taslaklardaki temel ilkeler, 2. Dünya Savaşı sonrası Avrupa devletlerinin kabul ettikleri modern ve evrensel anayasalardır.
61 ANAYASASI İLERİCİ VE DEVRİMCİDİR
“Demokrasi”, “hukuk devleti” ve “hukukun üstünlüğü” kavramları ilk kez 1961 Anayasası ile anayasaya girmiştir. Kısaca irdeleyelim.
DEMOKRASİ KURAMI
“Demokratik yaşamda siyasal partilerin vazgeçilmezliği” ilkesi ilk kez 1961 Anayasası ile kabul edilmiştir. Anayasada “Siyasal partiler ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar, demokratik, siyasal yaşamın vazgeçilmez unsurlarıdır” kuralına yer verilmiştir. Daha adil bir temsili öngören nispi temsil seçim sistemi getirilmiştir. 1961 Anayasası, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra güçlenen ve tüm Avrupa’da gelişen demokratik ve çağdaş anayasalardan (Fransız, Alman, Belçika, İtalya, İskandinav ülkeleri gibi) esinlenmiş ve hepsinden ileride kurallar koymuştur.
İNSAN HAKLARI ve ÖZGÜRLÜKLER KURAMI
1961 Anayasası, 2. maddesinde devlet yaşamını düzenleyen temel ilkeleri saptamıştır. Türk anayasa sistemine ilk kez, “insan haklarına dayalı devlet” kavramı girmiş, insan hakları kavramı devletin temelleri içine alınmıştır. Anayasa, insanın doğuştan kazandığı hakları korumakla yetinmeyip, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli koşulları da hazırlaması yönünde devlete görev vermiştir. (md.10) 1961 Anayasası’nda “temel haklar ve özgürlükler” devletin kuruluşunu düzenleyen esaslardan önceye alınmıştır. Anayasa, böylece temel hak ve özgürlüklerin taşıdığı önemi açıkça belirtmek istemiştir.
Temel hak ve özgürlükler kısaca sayılıp geçilmemiş, tersine anayasanın üçte biri bu olguya ayrılmıştır. Bu konudaki en önemli yenilik “Bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunulamaz” ilkesidir. Yukarıda sözü edilen “insan haklarına bağlı devlet” ilkesiyle “temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunulamayacağı” ilkesi yan yana getirilip irdelendiği zaman 1961 Anayasası’nın ne derece ilerici ve devrimci bir anayasa olduğu açıkça ortaya çıkıyor.
SOSYAL DEVLET KURAMI
Anayasanın 2. maddesi yalnızca insan hakları temeline dayalı bir anayasadan değil, “sosyal bir hukuk devleti”nden söz etmektedir. Sosyal devlet ilkesi anayasada başlı başına ele alınarak kurallaştırılmıştır. Bireyin devletçe korunması, çalışanlara sendikal hakların tanınması, asgari ücretle insanlık onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi sağlanmasının gerekliliği, açık bir biçimde belirtilmiştir. Sosyal devlet; güçsüzlerin, yoksulların önündeki engellerin kaldırılmasını öngörür. Ekonomik ve kültürel yönden zayıflara ve güçsüzlere haklarının tanınması, sendikal haklar ve bölgeler arasındaki dengesizliklerin giderilmesi yönünde devlete görev verilmiştir.
HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ KURAMI
Türk siyasal yaşamında “kanun devleti”, sonraları “hukuk devleti” kavramları özellikle 1950’den sonra çok partili sistem içinde kullanıldı. Ama 1961 Anayasası bir adım daha ileriye giderek “hukukun üstünlüğü” ilkesini, anayasanın vazgeçilmez unsuru durumuna getirdi.
HUKUK DEVLETİ
Devletin hukuka bağlı olması, hukuk üzerine kurulu olması, hukuk tarafından yönetilmesi, bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine bağlı olması demektir. Bu denetimin işlemesi için yargı bağımsızlığının sağlanması gerekir. Bu unsurlarıyla hukuk devleti, keyfiliğin, tek adam yönetiminin ve “polis devleti”nin karşıtıdır. Hukuk devleti olmadan, güçlendirilmiş parlamenter sistem kurulamaz. Hukuk devletini sağlayan çağdaş anayasaların en önemli kurumu Anayasa Mahkemesi’dir. Anayasa Mahkemesi, Türk hukuk sistemine 1961 Anayasası ile girmiştir. Ayrıca, 1961 Anayasası ilk kez, Meclis’te kabul edilen yasaların anayasaya uygunluğunun yargısal denetimini sağlayacak olan sistemi kurmuştur. Türk anayasa geleneğinde bir devrim yapılarak yasaların yargısal denetimi böylece kurumlaştırılmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kurulması Türk demokrasinin çağdaş ve evrensel demokrasi düzeyine ulaşmasını sağlamış, insan hakları ve demokrasinin de güvencesi olmuştur.
Hukukun üstünlüğü ilkesi bağlamında ister yerel ister merkezi idareler olsun, yönetimin bütün işlem ve eylemlerinin yargı denetimine tabi olması olanağı tanınmıştır; bu nedenle anayasanın “İdarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır” (Md.114/1) maddesi çok önemlidir. Anayasa bununla da yetinmemiş, aynı maddenin son fırkasında “kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle”, idareyi yükümlü tutmuştur. 1961 Anayasası, hukukun üstünlüğü ilkesine verdiği önemi, yargı bağımsızlığının vazgeçilmez koşulu olan yargıç güvencesi konusunda da açıkça göstermiştir.
LAİK DEVLET İLKESİNİN PEKİŞMESİ
1961 Anayasası başlangıç kısmında ulus için “Kıvançta ve tasada birlik”; esin kaynağı “Milli Mücadele ruhu” olan Türk ulusçuluğu “Yurtta barış dünyada barış” ilkesinde dile gelen barışçılık ve her alanda çağdaş uygarlık düzeyine erişmeyi amaçlayan Atatürk devrimciliği kavramlarının altını kalın bir biçimde çizmiştir. Anayasa, yukarıda esasları belirtilen Başlangıçkısmına gönderme yaparak, bu öğeleri kurallaştırmıştır. Şöyle ki:
“Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, milli, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” (Md.2)
Tüm bu nedenlerle, bütün dünyada 1961 Anayasası, Türklerin binlerce yıllık tarihleri boyunca yarattıkları en ilerici, en demokratik, insan haklarını, temel hak ve özgürlükleri koruyan, hukukun üstünlüğünü güvenceye alan bir anayasa olarak kabul edilmiştir.
Cumhuriyetgazetesinin 4 Temmuz 1961 tarihli 1. sayfasındaki Ali Ulvi imzalı karikatür, “Evet” kampanyasına karşı Adalet Partisi’nin tutumunu gösteriyor.
AMAÇ
Bu yazımızın temel amacı eleştiri yapmaktan ziyade katkı sağlamaktır. 150 yılı aşan parlamenter demokrasi deneyimlerimize dayalı olarak güçlendirilmiş parlamenter sistem yeniden kurulurken geçmiş deneylerden ve bilimden yararlanılması gerekir. Günlük siyasetin körüklemelerine, “siyasal istismarlara” boyun eğmemek gerekir. Anayasa değişimi her zaman olmaz, 6 parti lideri tüm bu nedenlerle duygusal baskılara boyun eğmeden Türk halkının geleceğini düşünmelidir; tarihi bir görev yaptıklarının bilincinde olmalıdır. Parlamenter sistem, temelde kuvvetler ayrılığı ilkesine dayanır. Yasama, Yürütme’yi soru, gensoru, güvenoylaması gibi araçlarla denetleyecektir.
Yargı, bir yandan Yürütme’yi, öte yandan da Yasama organının kabul ettiği yasaların anayasaya uygunluğunu yargısal yönden denetleyecektir. Bunun için yargının bağımsız ve tarafsız olması anayasa ilkeleriyle sağlanacaktır. Bütün hukuksal yollar 1961 Anayasası’nda vardır. 1961 Anayasası’nı kötülemek yerine eksik yanları düzelterek ve güçlendirerek ondan yararlanılmalıdır.
===================================
Dostlar,
Sayın Dr. Alev Coşkun‘un (siyaset bilimci) bu yazısı adeta bir ders gibi.
Bilimsel bir makale / kitap bölümü niteliğinde.
Kendisini kutluyor va yazdıklarını bütünü ile paylaşıyoruz.
Yazının çok özenle okunmasını ve 6 partinin yetkillerince mutlaka dikkate alınmasını diliyor ve bekliyoruz.
ADD’nin CumhuriyetGazetesi’nde tam arka sayfa ilanı da benzer öneriler içeriyor.
Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimci
Anayasa Hukuku PhD (Doktora) Öğrencisi
Acımasız, haksız davranmaktan, kıyıcı, can almaktan, işkence yapmaktan ve zulmetmekten zevk alanlara “Zalim” denir. Bunlarda Allah’tan korkmak, kuldan utanmak yoktur. Zalimler, başkalarının malına mülküne, namusuna, hukukuna ve özgürlüğüne saldırmaktan çekinmezler.
Bunlardan korkar, çekinir, “bana ne” derseniz, bilin ki geçen her gün derdiniz daha da artacaktır. Çünkü bunlar kendilerinden korkuldukça, onlara boyun eğildikçe daha da azgınlaşır.
Zalimlerden kurtulmanın yolu, onlarla anladıkları dilden konuşmaktır.
Zalimler hangi yoldan gelip egemen oldular ise, aynı yoldan bertaraf edilmelidirler. Zorla geldilerse, zorla. Demokratik yolla geldilerse, demokratik yolla gönderilmelidir.
Bu yüzden, demokrasi özgür ve cesur insanların rejimidir.
Kimse size “alın işte bunun adı demokrasidir” demez.
Eğer derlerse, zalimlerin Tunus-Libya-Mısır-Irak’a ve Suriye’ye getirdikleri gibi demokrasiniz olur. Ne kadar hak ediyorsanız, o kadar demokrasi alırsınız. Zulüm karşısında susmak, sessiz kalmak zulme ortak olmak demektir.
Bugün ülkemizde, demokrasinin varlığının tek gerekçesi olarak sadece “Sandık” kalmıştır.
İktidar, – gerek silahlı gruplar oluşturmakla, – gerek devletin güvenlik güçlerini “sandıklara müdahale” için kullanmayı planlamakla, gerek YSK’yı İktidarın “Seçim Kolu” gibi kullanmakla,
Türk Milletinin elinden bu hakkı da almak istemektedir.
Ülkede; Hukuk devleti, sandık-seçim güvencesi- basın özgürlüğü-Cumhuriyet değerleri kalmamıştır.
Suçlular, soyguncular, hırsızlar, gerçek FETÖ’cular serbest gezip, suç işlemeye devam ederken, suçsuz askeri öğrenciler, öğretmenler, memurlar, işçiler ya hapisteler ya da işinden-aşından oldular.
Kurmay Albay – General – Ordu Komutanı – Genelkurmay Başkanı rütbesine çıkabilecek, hapisteki vatan evlatlarına şimdiki Genelkurmay Başkanının sahip çıkması mümkün değildir. Kendi silah arkadaşlarının sahte delillerle suçlanıp hapse atılmasına engel olmayan Paşadan, cezaevinde hasta ve ölmek üzere olan silah arkadaşlarını hatırlaması beklenemez.
İş başa düşüyor..
Türk Milleti, kendi evlatlarına sahip çıkmalı ve onların ABD-Tarikat-Cemaat canavarlarının ellerinde çürütülmelerini engellemelidir.
Gözleri olup da görmeyen, kulakları olup da duymayan zalimlere sesimizi duyurmalıyız.
Mehmet Emin Yurdakul, “Bırakın Ben Haykırayım” adlı şiirinde bakın ne diyor :
Bırak ben haykırayım,
Susarsam sen matem et.
Unutma ki şairleri (aydınları-kahramanları) haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş çocuk gibidir.
Haksızlık sonucu zulme uğrayıp, ızdırap içinde olan tek bir kalpten yükselecek bir feryada, dağlar bile karşı duramaz. Hiçbir zalim ilelebet payidar olamaz.
Tek başımıza kalsak dahi, DOĞRU Parti olarak mücadeleye devam edeceğiz.
Bu kararımızı bugün Büyük Atatürk’ün manevi huzurunda saat 14.00’de bir kez daha haykıracağız…
13 Haziran pazar sabahı kalktığımızda, Türkiye’nin tamamında adeta bir matem havası hakimdi. Sanki, çok popüler bir dizinin başrol oyuncusunun başına bir şeyler gelmiş de o haftanın merakla beklenen bölümü yayınlanmayacaktı.
Olamazdı. Ne yapacaktık? Nasıl edecektik? Nerelere gidecektik? Böyle bir acıya(!) nasıl katlanacaktık?
İşin şakası-mizahı bir yana, böylesine abuk ve sürreal durumla karşı karşıyaydık. Herkes, “Ya başına bir şey geldiyse? Ya yakaladılar ve susturdularsa? Ya açıklamaları ve Youtube kayıtları durursa?..” gibilerden bir hayal kırıklığı içine düşmüştü.
Ve ardından, Twitter üzerinden yayılan bir bilgi bu kaygıları daha da arttırdı.
“Peker, T.C. İstihbarat birimleri (MİT)’nin düzenlediği, SAT komandolarınının da katıldığı bir operasyonla ele geçirilmiş, Türkiye’ye getirilmek üzereydi.” Anonim bir hesaptan yayılan bu bilgi saatlerce doğrulanamadı, ama yalanlanmadı da. Akşam saatlerine doğru, Peker’in “maiyetindeki” birinden gelen bilgi biraz daha farklıydı. O da, “Yakalanması söz konusu değil ama Birleşik Arap Emirlikleri resmi bakamları tarafından ‘Yalnız başına’ bir adrese davet edilmiş ve orada bir görüşmeye alınmış”tı. Ancak akıbeti belli olmadığı gibi, güvenliğinden duyulan endişe de devam etmekteydi. Saatlerce de bu “versiyon” üzerinden spekülasyonlar ve ileriye dönük tahmin ve senaryolar devam etti.
Sonuçta, bu tedirgin bekleyiş geceyarısını bir kaç dakika geçe, bizzat Peker‘in açıklaması (Twitter üzerinden 6 maddelik flood’ı) ile sona erdi.
Mafya lideri, “Yakalanma diye bu durum yok. Zaten, bir uluslararası yakalama emri (Interpol üzerinden) resmi olarak bu ülke makamlarının tutuklaması vb. gibi bir olasılık da yok. Sadece bir görüşme yaptık. Bana kalmak ya da gitmek anlamında kararın şahsıma ait olduğu bildirildi. İmkanlar çerçevesinde anlatımlarıma devam edeceğim” mealinde, durumu açıklığa kavuşturdu.
Mesajının son bölümünde de üstü örtülü biçimde (mealen)“Suçladığı kişileri (başta İçişleri Bakanı’nı koruyup kollayıp hakkında bir şey yapmayanlarla da hesaplaşma” uyarısı da yaptı. Muhatap besbelliydi.
İşin bu tarafı malûm.
Ancak ben bu yazıda, olayın başka bir yönüne dikkat çekmek istiyorum.
Siyasetin ya da başka bir alemin “üstü örtülü kalmış ve kamuoyu tarafından bilinmesi gereken unsurları”nı biz neden bir mafya reisinden öğrenmek zorundayız? Bunların bir kısmını ya da önemli bir kısmını muhalif siyasetçileri ya da adil ve yansız, omurgalı, satılmamış, namuslu medya zaten söylemiyor ve yazmıyor muydu?
Evet. Peker’den yeni duyduğumuz “taze” bilgiler de olabilir. Bugüne kadar hiç duymadığımız şeyleri de ifşa etmiş ya da edecek olabilir. Ama Peker’in şu farklı (ve çok önemli) özelliğini asla unutmamak gerek.
Neticede kendisi bu kirliliklerin (yakın zamana kadar) suç ortağı değil mi? Neticede, araları bozulduğu için “intikam amaçlı” ifşaatta bulunuyor değil mi?
Neticede, aynı FETÖ’cülerin 17-25 Aralık’ta yaptığı gibi, belki de araları bozulmasa sonsuza dek konuşmayacak bir “yol arkadaşı – yoldaş – kanka” statüsünde değil miydi?
Ve en önemlisi de, 2 şeyi daha düşünmeliyiz:
1. Acaba her şeyi anlatıyor mu? Öyle ya, kendisi de “Bazı şeyler benimle mezara gidecek” demedi mi? Bizim öğrenme hakkımız ne olacak?
2. Acaba her şeyi doğru mu anlatıyor? Bazı gerçekleri, bazı ilişkileri, ilişkilerin içindeki ayrıntıları ve bazı kişileri “es geçip” mi konuşuyor?
Neticede “Kamuoyunun gerçekleri bilme hakkının şampiyonu” birinden söz etmiyoruz.
Oysaki, gerçek gazetecilerin gerçek medyası, yani omurgalı ve satılmamış medya, kamuoyunu siyasetin ve ekonominin kirlilikleri hakkında bilgilendirirken bu tür saiklerle hareket etmez.
Demem o ki, siz yine Peker’i dinleyin. Biz de dinleriz tabii.
Ama, neticede gerçek sağlıklı bilgiyi işi gazetecilik olan ve taraf tutmayan (ya da sadece kamunun bilgi alma hakkının tarafını tutan) adil ve gerçek gazetecilerden almaya devam edin. Bilgiyi, her tür bilgiyi ve belgeyi “gazetecilik süzgecinden” geçiren medyadan almaya özen gösterin.
Ve eğer biri için endişe duyacaksanız, bu bir mafya reisi için değil, gazeteciler için olsun.
Birinin üzerine titreyecekseniz, gazetecilerin özgürce çalışması yani basın özgürlüğü olsun.
Birinin esenliği ve güvenliği için uykularınız kaçacaksa, kalemleri kırılmaya çalışılan, içeri atılmaya çalışılan, gazeteleri kapatılmaya, ekranları karartılmaya çalışılan gazeteciler için kaçsın.
Sedat Peker, neticede dün ve hayatı boyunca iktidarlara yakın olmuş, güçlüden yana tavır almış, onlar adına ve onlarla beraber iş çevirmiş bir suç örgütü lideri. Kendisini şu ya da bu şekilde kurtaracak güce de paraya da sahip. Bir güçlü teşkilatı ve hem ulusal hem de uluslararası “network”üne güvenebilir.
Ama, sadece ve sadece kaleminin gücüne güvenen ve onurundan namusundan güç alan gazeteci, sadece gerçeklerden ve kamuoyunun bilgilenme hakkından yana gazeteci, sizin gerçek tercihiniz olsun.
Peker yarın susabilir ya da susturulabilir.
Susana ya da susturulana kadar, tabii ki onun anlattıklarından yararlanmaya ve gerçeklere ulaşmak için ağzından her çıkanı bir şekilde ciddiye almaya hazırız.
Ancak esas kulak vermeniz ve okumanız gereken odak, bağımsız medya olmalıdır.
Çağdaş toplumlar eski Grek ve Roma uygarlığının yeniden yorumlanması, aydınlanma felsefesi, rönesans ve reform haraketleri, özgür aklın ve bilimin yol göstermesi vb. nedenlerle insanların başta din, doğa, çevre, siyaset, iktidar, ekonomi, hukuk, ahlak, adalet, devlet, toplum, aile, birey, egemenlik…vb. kavramlar dizelgesinin yeniden yorumlanması ve uygulamaya aktarılmasına dayanır. Başka bir söyleyişle de bu çağdaş düzen, yeni bakış, düşünüş ve davranışların yarattığı yeni bir toplum, yeni bir devlet yeni bir aile ve yeni bir birey olma düzenidir. Batı kaynaklıdır. Günümüzde de gelişmiş Batı toplumlarında somutlaşmıştır.
Çağdaş toplumlarda ruhban (din adamları) sınıfının devlet, toplum ve bireyler üzerindeki vesayeti ortadan kalkmıştır. Devlet ve toplum laikleşmiş, bireyler din ve vicdan özgürlüğüne kavuşmuştur. Feodal beylerin (toprak ağalarının) toplum üzerindeki vesayeti de sonlanmış, derebeylikler yok olmuş, merkezi devletler doğmuştur. Dinsel ve geleneksel cemaatler yerlerini modern mesleksel, teknik, ekinsel (kültürel), sosyal, siyasal… ekonomik örgütlere bırakmıştır.
Ataerkil, erkek egemenliğine dayalı geniş aile yapısı çözülmüş, onun yerini anne – baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile ve kadın – erkek ilişkileri, hak ve sorumluluk eşitliğine dayalı demokrat aile almıştır. Cinsiyet ve ırk ayrımcılığı büyük oranda gerilemiştir.
Çağdaş toplumun bireyleri, genel olarak, özgür aklın ve bilimin rotasından çıkmayan, başka grup liderleri ve bireysel kişilerin akıl dışı telkinlerini dikkate almayan, başkalarının hak ve hukukuna saygılı, fakat kendi hukukunu sonuna dek savunan ve kendi özgür istenci (iradesi) ile davranan bireylerdir. Bencilleşmeden bireyselleşmişlerdir. Demokrasi kurallarına, hukuk devletine ve çalışma düzenine uyum yetenekleri çoktur. Çoğunlukla eğitim ve kültür düzeyleri yüksektir. Kendi bireysel kazançları ile geçinirler.
Çağdaş toplumlarda siyaset kurumu meşruiyetini dinden değil halkın özgür istenci ile oluşan seçimlerle belirlenen halk egemenliğinden alır.
Halk, kendisini yönetenlere belirli sürelerle sınırlı iktidar olma yetkisi verir. Beğenmediklerini yine seçim yolu ile iktidardan uzaklaştırır. Gelişmiş toplumlar mili iradeye dayalı parlamenter demokrasilerlerle yönetilirler. Dinsel hukuk yerini modern – laik hukuka bırakmıştır. Devleti yönetenlerin gücü anayasalarla sınırlandırılmıştır. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, eşit yurttaşlık, insan hakları, azınlıkların korunması, basın özgürlüğü vb. değerler vazgeçilmez bir konumdadır. Çağdaş toplumlarda, cinsiyet farkı olmadan, yetişkin her kadın ve erkek kendi aklını ve özgür istencini kullanır. Her konuda son karar daima bireyin kendine aittir.
Geçiş Dönemi Toplumları
Geçiş dönemi toplumu hem geleneksel, feodal ve teokratik toplum düzeninden tam olarak kurtulamamış hem de çağdaş toplumun değer ve yaşam standartlarını tam olarak yakalayamamış bir yapıyı anlatmak için kullanılır. Geçiş dönemi toplumlarında çağdaş olanla geleneksel olan yan yana ve iç içe yaşar. Bu durum, ailede, sokakta, işte, resmî ve kamusal alanda, tatilde, kahvehanede hatta ibadet yerlerinde bile kendini belli eder. Dinde siyasette, meslekte, eğlencede, yeme – içmede, giyim – kuşamda… her yerde ve her konuda insanlarca gündeme getirilir.
Geçiş dönemi toplumlarındaki demokrasi hukuk, adalet, insan hakları, din ve vicdan özgürlükleri gibi temel değerler hem siyasal iktidarlar hem toplum ve hem de bireylerce yeterince derinleşmemiş ve içselleştirilmemiştir. Çoğu zaman da biçimseldir. Bu tür toplumlarda ırkçılık – demokratlık, tutuculuk – çağdaşlık, ilericilik – gericilik, dindarlık – dinsizlik, müminlik – sapkınlık, yurtseverlik – hainlik, maçoluk – feministlik, modern mahrem… tartışmaları hiç bitmez. Ayrıca varolan tartışmalar ideolojik kamplaşma ve kutuplaşma ve hatta uzun süreli çatışma ve savaşlara neden olabilir.
Geçiş dönemi toplumları kuşak çatışmalarına, aile içinde, karı-koca arasındaki iktidar mücadelelerine, siyasal, etnik ve dinsel yarılmalara her zaman gebedir. Kimlik ve üstünlük çekişmeleri söz konusudur.
Türkiye’de kadına şiddet ve kadın cinayetleri konusunda şöyle bir yorum yapılabilir :
Kültür ve eğitim düzeyleri düşük kimi erkekler; erkek egemen ataerkil feodal kültür değerlerini korumak istiyorlar. Halbuki ilişki ve iletişim kurdukları kadınlar çağdaş değerleri içselleştirmişlerse çatışma kaçınılmaz oluyor.
Bu tür toplumlarda, farklı toplumsal kümeler arasında sürekli ötekileştirme, had bildirme, sindirme vb. güç gösterileri olabilir.
Geçiş dönemi toplumlarında en elverişsiz konumda olanlar etnik azınlıklar ve özellikle yeni yetme gençlerdir. Etnik azınlıklar iki arada bir derede gibidir. Gençler açısından da toplumun rotası, yani normal – anormal, doğru – yanlış, iyi – kötü, faydalı – zararlı, güzel – çirkin anlayışları net değildir. Evde annesinin öğütleri ile babasının öğrettikleri çelişebilir. Evin, sokağın, eğiticinin, yöneticinin, arkadaşların ve komşuların doğru ve yanlışları çoğu zaman çelişir. Eğitim sistemleri bile bu çağcıl (modern) ve mahrem çekişmelerinin çelişkilerini içlerinde barındırır.
Geçiş dönemi toplumları ekinsel (kültürel), sosyal, ekonomik, siyasal ve yönetsel… kararsızlıkları (istikrarsızlıkları) bünyesinde taşımaya elverişlidir. Türkiye ne yazık ki geçiş dönemi sürecini henüz geride bırakmamıştır
SONUÇ :
Toplumsal gelişme evrimi yavaştır. Bu nedenle hiçbir toplumun birden bire, akşamdan sabaha, çağdaşlaşma olanağı yoktur. Ayrıca değişim yasaları gereği, çağdaş toplumlar da değişme ve gelişme içindedir. Geleneksel toplumdan çağdaş topluma geçişte, her toplum geçiş dönemi evresini yaşamak ve geçiş dönemi sorunları ile karşılaşmak ve yüzleşmek zorundadır.
Ancak, hiçbir toplum geçmişe dönemez ve geçmişin “altın çağ masalları” ile yaşayamaz. Geçmiş kendi koşullarında yaşanmış ve bitmiştir. Önemli olan geçmişten doğru ders çıkarabilmektir. Çünkü toplumsal yaşam çarkı, geçmişe doğru değil, geleceğe doğru döner ve yaşam zinciri geleceğe doğru uzanır.
Öyleyse yapılacak şey bellidir ve nettir: Akıldan, bilimden, laiklikten, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, adaletten, insan haklarından, eşit yurttaşlıktan, din ve vicdan özgürlüğünden… her türlü çağdaş girdiler ve çağdaş değerlerden yana; kimseleri incitmeden ve ikna yolunu seçerek akılcı tavırlar bulup üretmek gerekir. Gençlerimize de her alanda doğru rotalar göstermek gereklidir.
Bu görev de başta eğitim sistemi ve siyasiler olmak üzere, kamu yöneticilerine, aydınlara ve medyaya düşer. Bir ipin iki ucundan tutup ip çekişerek siyasete ve toplumsal gelişmelere yön ve güç verilemez. İdeolojik ip çekişmeler, ayrışmalara, geriye düşmelere ve toplumsal enerjiyi ziyan etmeye neden olur.
ÖZGÜRLÜK Basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye 180 ülke içinde 154. sırada.
AKP ve değneklerini kutluyoruz…
YARDIM Diyanet yurt dışına bağış için çağrıda bulundu.
Kendi vatandaşımız ayran bulamıyor içmeye, Diyanet nereye?…
MİLLİ Bizimkilerin Suriye Milli Ordusu dediği Suriye çetesi ÖSO çapulcuları Resulayn’da birbirine girdi.
Dostunu söyle…
AMBULANS RTE, “Biz iktidara geldiğimizde doğru dürüst ambulans bile yoktu”
2002’de Cilalı Taş Devri başlamıştı…
DEVA Babacan, 23 Nisan’ı Atatürk adını anmadan kutlayan bir mesaj yayımladı.
Millete deva olmayacağı baştan belli…
KÖYLÜ MEB Selçuk’un Köy Enstitülerini överek anması AKP içinde rahatsızlık yarattı.
Enstitüleri kapatanların çocukları…
ŞEKER Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Nişasta Bazlı Şeker (NBŞ) üreticisi ABD merkezli Cargill’e (Özelleştirme sürecinde yüzlerce işçi çıkarmıştı) % 70 vergi indirimi uygulayacak, KDV ve gümrük vergisinden istisna tutacak. Bakanlık tarafından kurumlar vergisi indirimi de yapılarak şirketin 44 milyon 659 bin 79 liralık yatırımına da katkı sunulacak.
Oh ne ala, ne ala!
Sen “AKP emperyalizmle mücadele ediyor” de daha……
KAÇIŞ Salgın gerekçesiyle Meclisteki 100. Yıl özel oturumuna katılmayan RTE, TV’de çocuklarla sosyal mesafe-maske gibi önlemleri es geçerek görüntü verdi.
ADD ADD Genel Merkezi, 23 Nisan’da TBMM Başkanı’nın ilan ettiği İstiklal Marşı okuma saatinden farklı bir saat ilan etti.
Atatürkçüleri toplumdan koparma merkezi mi oluyor?…
GÖRÜNTÜ MSB ve Kuvvet Komutanları 23 Nisan’da toplu halde kravatsız resmi görüntü verdi.
Uydum hazır olan imama!…
BİTTİ Mİ?
Barış‘ların iddianamesi mahkemeye gitti. Avukatlar göremedi ama yandaş Sabah yayımladı.
FETÖ ve kumpas davalar bitti mi demiştiniz?…
SON Gaziantep’in AKP’li BŞB Bşk. Fatma Şahin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın CHP’li belediyelerin yardım çalışmalarına “FETÖ ve PKK” benzetmesi yapmasına ilişkin, “Bunu kabul etmemiz mümkün değil. Böyle bir ifadeyi doğru bulmuyorum.” dedi.
Partiden gelen baskı üzerine, “Cumhurbaşkanı’nın belirlediği politikalara aykırı beyanda bulunmam söz konusu olamaz” dedi.
Yemedi… Kişilik?…
ENSAR Atatürk’ün kurduğu Türk Tarih Kurumu‘nun başına Afyon ENSAR Vakfı yöneticisi Ahmet Yaramış getirildi. Yaramış, kurtuluş mücadelesi karşıtı İskilipli Atıf’a övgüsü ile biliniyor.
Atanana değil atayana bak…
VERGİ Başkentgaz’ın Ensar Vakfı’na aktardığı paranın, 3 yılda ödediği verginin üç katı olduğu açıklandı.
Kaçır/n/ma…
TERS DİB Ali Erbaş, salgını eşcinsellik ve nikahsız yaşamaya bağladı.
Dünya Mersin’e, bizimki tersine…
SORUŞTUR Ankara Barosu DİB Erbaş’ı “İnsanlığın bir kesimini aşağıladı” diye eleştirince Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da Baro’ya “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağıladığı” gerekçesiyle re’sen soruşturma açtı.
Halkın diğer kesimi için kim soruşturacak?…
BAŞARI AKP Kırıkkale Milletvekili Ramazan Can, günlük virüs tablosu yanına RTE’nin fotoğrafını koyarak “Bugün Erdoğan’ın puanları yine artıyor” yazdı. Salgınla mücadeleyi oy hesabına çevirdi.
Ya tabloda hastalanan, ölen insan sayılarındaki başarı kimin?…
OLMAZ İsveç’te hastaneye alınmadı denerek özel ambulans uçağı ile getirtilen şahsın; milyoner iş adamı, AKP’li Bakan’ın hemşehrisi ve milletvekilinin yakını olduğu, koronavirüsten değil kalpten rahatsızlandığı anlaşıldı.
Biz de Türk vatandaşı olmakla gururlanmıştık.
Yok canım, bu sahtekarlığı da yapmazlar!…
ORUÇ 17 yaşındaki genci kalbinden vuran polis ifadesinde; yanlışlıkla yaptığını, yorgunluk ve Ramazanın sebep olduğunu söyledi.
DİB’lığı oruçlu polislerin yanlışlıkla adam öldürmesinin fazla günah olmadığı yönünde bir fetva verirse, cuk oturur…
Son on üç yılda giderek artan ölçüde, gazetecilerin mesleki kimliklerinin erozyona uğradığı bir ortamda, Prof. Dr. Çiler Dursun, 26 Kasım’da tutuklanan gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve
Ankara Temsilcisi Erdem Gül‘e hitaben bir mektup kaleme aldı.
Prof. Dr. ÇİLER DURSUN Ankara Üniv. İletişim Fak. Gazetecilik Bölüm Başkanı Cumhuriyet, 04.12.2015
“Sizlerin beklentisi elbette çoktur ama benim sizden beklentim şu:
Hakikat dilsiz değildir, hakikat kimsesiz de değildir.
Hakikatin kimsesi olacaksınız. Hakikatin dili olacaksınız.
Vicdanı satın alınması zor medya çalışanları olmanızı istiyoruz.
Herkesin fiyatının olduğunun düşünüldüğü bir ülkede,
sizin hiçbir rakama denk gelmeyen bir duruşunuz olmalı.”
İki ay kadar önce, İletişim Fakültemizin açılış günü konuşmamda böyle demiştim öğrencilerimize. Yeni başlıyorlardı gazetecilik eğitimine. Heyecanlıydılar. Gazetecilik yapıp yapamayacakları, yapabileceklerse bunun nasıl bir gazetecilik olacağıyla ilgili kafalarında onlarca soruyla gelmişlerdi. Bilgi, yetkinlik, donanım onlara zaten Bölümün kazandıracağı şeylerdi. Asıl cesaretin, bu mesleğin bir bileşeni olarak aşılanması gerekiyordu.
Hakikatin kimsesi olmak
Çünkü bu ülke, gazeteciliğin geç başladığı, düşünce ve ifade özgürlüğünün alanının belirli dönemlerde olağanüstü daraltıldığı, basın özgürlüğü mücadelelerinin salt gazetecilerin uğraşı olduğunun sanıldığı bir geçmişe sahipti. Eminim siz gazeteciliğin bu şanlı ve kanlı tarihini de biliyorsunuz. Maksadım, size “daha kötü günler de vardı, dayanın” demek değil. Sizin tutuklanmanızın gölgesinde, gazeteciliğin ne olduğunu cümle âleme ilan etmek:
Dilsizleştirilmeye çalışılan toplumun, dili ve sözü olarak, onun adına
yasal ve yasa dışı bütün erklerin yapıp etmelerini sorguya çekme işidir.
Gazetecilik, gerçekliğin sınıfa, ırka, dine, cinsiyete dayalı erk sahipleri tarafından
türlü türlü kurulma biçimlerini, toplumun gözü önünde deşifre etme işidir.
Gazeteci, devletin ideolojik aygıtı değil, toplumun genel çıkarının ve yararının savunucusu olması gerekendir. Son on üç yılda giderek artan ölçüde, gazetecinin mesleki kimliği erozyona uğradı. Buna en yakından sizler tanıklık ettiniz.
Türedi bir gazeteci tipi çıktı ki evlere şenlik! Ama gülemiyoruz çünkü gerçekliğin kurulmasında daima güç sahiplerinin lehine, toplumsalın aleyhine konumlanıyorlar. Bunlar, yanlış olan her şeyin değirmenine üstelik kişisel çıkarları uğuna su taşıyıp duruyorlar. Muhakkak bilinen ya da bilinmeyen bir “fiyatı” var yazdıklarının. Siyasal iktidarın her edimini, toplum adına gözleme, izleme ve gerektiğinde sorguya çekme sorumluluğunu bırakıyorlar. Haberi, bile bile öldürüyorlar. Hakikati dolaşıma sokmaya çabalayan gazetecilerin işsiz kalmasına, tutuklanmasına, öldürülmesine alkış tutuyorlar. Bize de sormak düşüyor o zaman: Kimsiniz siz?
Şeref madalyası
Tuhaftır, gazetecilerin, ifade ve düşünce özgürlüğü için mücadele edenlerin kâh vurulmuş haliyle yolda uzanmış, kâh adliye koridorunda hakkındaki hükmü beklerken ayakkabılarının tabanının görüldüğü (AS: Hrant Dink) her fotoğrafı, Türkiye’nin durumunun bir göstergesi olarak okuyorum: Tabanı sağlam olanların dünyası ile tabansızların dünyası karşı karşıya geliyor ülkede. Ayakkabıları eskimiş de olsa tabanı sağlamların yürekliliği, korku dağlarının kendilerini beklediği tabansızlarda yok.
Özgürlükle, canla, sağlıkla bedel ödemek, söylediğiniz gibi bu ülkede öteden beri bir şeref madalyasıdır. Hakikatin kimsesi olanların ancak takabileceği bir madalya. Hiç kuşkunuz olmasın, gazetecilik öğrencileri, sizlerin gazeteci olarak duruşunuzdan, cesaretinizden, habercilik anlayışınızdan çok şey öğreniyorlar şu anda. Bizlerin derslerde saatlerce anlatmakla kazandıramayacağımız bir şeyi: Hakikate ilişkin gazeteci sorumluluğunun yürekli ve tabanlı olmayı gerektirdiğini.
Hakikat kimsesiz ve dilsiz kalmamalıdır ki, toplum geleceğine yön verebilsin. Bu iradeyi topluma kazandırmak, gazetecinin sorumluluğudur. Sizlerin haberciliğinizle bundan sonra da üstleneceğinizden emin olduğumuz bir sorumluluk. Eminiz, çünkü gazetecinin hakikatin “ajanı” değil ama faili olduğunu ve öyle kalmak zorundalığını en iyi bilenlerdensiniz.
================================
Dostlar,
Sayın Prof. ÇİLER DURSUN’a teşekkür ederiz. Can Dündar‘ın fakültesinden (Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, eski adıyla Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Basın Yayın Yüksekokulu) bu sağlıklı ve yürekli çıkışı görmek sevindiricidir. Arkasının kesilmemesini dileriz.. Türkiye genelinde İletişim Fakültelerinin (Gazetecilik ve Halkla İlişkiler..) ortak açıklamaları, demokratik eylemleri yerinde olur.
Asıl canımızı sıkan, Hukuk Fakültelerinin kahreden sessizliğidir. Neden duayen Hukuk Fakültelerimiz, Başta İstanbul ve Ankara Hukuk Fakülteleri apaçık hukuksuzluğu uygun bir dille kamuoyuna açıklamazlar?? Yargı bağımszılığına saygı mı? Görülmekte olan bir dava hakkında etkileyici hiçbir eylemde bulunmama özeni mi?
Bunlar artık soyut ve yaşamın gerçekliğinin dışında değil mi?
Soyutlaşan ve içi boşaltılan bu ilkelere saygılı kalma gerekçesi ne ölçüde içtenlikli olabilir?
Tersine, hukuksuzluğa yüksek sesle isyan ederek söz konusu değerler korunabilir.
Bir tek TBB’nin (Türkiye Barolar Birliği) açıklaması yüreğimizi serinletti.
O metni sitemizde yayımlamıştık.. Tam bir bilimsel karşı çıkıştı..
(http://ahmetsaltik.net/2015/11/29/tbb-gazeteciler-can-dundar-ve-erdem-gulun-tutuklanmasi-hukuka-aykiridir/)
Ama ne var ki tutuklama karaı veren İstanbul 7. ve itirazı reddeden 8. Sulh Ceza yargıçları (Mahkemesiz yargıçlar!) galiba hukuku en iyi biliyor!? TBB’nin başkanı Ceza ve Ceza Usul Hukuku alanının yetkin profesörü Metin Feyzioğlu ve TBB’nin uzman hukukçuları bu 2 yargıç kadar Ceza Hukuku ve Ceza Usul Hukuku bilmiyorlar!?
Ayrıca Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu bu yargıçlıkların mahkeme olmadıklarını, mahkemesiz yargıç olamayacağınıdolayısıyla yargılama yapıp karar – hüküm veremeyeceğini vurguladı (http://ahmetsaltik.net/2015/11/30/35564/). İnsan Hakları Hukuku Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak ise tutuklama kararının açıkça AİHS md. 5’e aykırı ve hukuksuz olduğunu yazdı. Bu önemli irdelemeyi de sitemize koyduk
(http://ahmetsaltik.net/2015/11/30/bu-tutuklama-acik-bir-sekilde-aihs-5-maddeye-aykiri/).
Yersiz inatlaşmayı hızla bırakmak ve Türk adaletine yaraşan adil – yansız – hukuka uygun, Anayasa ve AİHS (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) 5. maddesindeki ifade özgürlüğünü gözeten bir düzeltim kararına gereksinim var.. Yargı, kamuoyu ile inatlaşma yeri değildir.
Adalet, tüm çaba ve üstün hukuk kurallarına karşın kendi akışı içinde gerçekleşmezse, düzen meşruluğunu yitirir ve insanların meşru direniş hakkı doğar.. Ve de halk hakkını er ya da geç alır; gaspçılardan da hesabını sorar.. Ülkeyi gereksiz ve tehlikeli biçimde germekten sakınmak herkesin görevidir. Bu yolla gündemini meşgul etmek ve halkı asıl sorunlarından uzaklaştırmaya çabalamak son derece anlamsızıdrı. İnsanlar yoksulluğu, işssizliği, baskıyı, terörü, ölümleri… bizzat yaşamaktadır. Nasıl unutturulabilir, ertelenebilir ki? Beyhude ve akıldışı dayatmalardır.
AKP – RTE, ülkeyi hızla normallaştirmek zorundadır.
Yargılama hızlandırımalı, duruşma tarihi öne alınmalı ve tutuksuz yargılama kararı çıkmazsa, bşize göre, bekletilmeden Anayasa Mahkemesi’ne bireysel “hak ihlali” başvurusu yapılmalıdır (md. 148/3). Bu madde metninde yer alan “… olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır..” koşulunun aranması gerekmeyebilir. Çünkü CMK md 100 üzerinde yapılan yoruma dayalı tutuklama AİHS md. 5’e öylesine aykırıdır ki; “… olağan kanun yollarının tüketilmiş olması şarttır..” kuralına uymak, yerine getirilebilecek, yerine getirilmesi beklenebilecek bir koşul değildir. Bu koşulun baskısı altında fiili cezalandırma sonucu doğuran hukuksuz tutuklama kararının sürdürülmesi açıkça AİHS’ne (md. 5) aykırı olduğundan ve kararın yürütülmesinin (tutukluluğun sürdürülmesinin) ileride giderimi (telafisi) olanaksız zararlara yol açacağından, bir tür “Yürütmeyi durdurma” istemi Anayasa Mahkemesi önünde ileri sürülmelidir. Bu bağlamda AİHM’nin Türkiye’den açılan davalarda örnek kararları vardır. Buradaki koşul “iç hukuk yollarının tüketilmesi” iken, AİHM, bu koşulun yerine getirilmesini beklemenin anlamsızlığı – olanaksızlığı karşısında davayı kabul etmiştir.
“Seçimi demokrasi kazandı” demek isterdim ama maalesef bunu söyleyecek durumda değilim.
Çağdaş demokratik ülkelerdeki seçimlerle kıyasladığımız zaman Türkiye’nin
önemli eksikliklerinin olduğunu görüyoruz. Basın özgürlüğü başta olmak üzere
çağdaş demokrasinin koşulları maalesef Türkiye’de mevcut değil.
Türkiye demokrasi sıralamasında dünya ülkeleri arasında 89. sırada geliyor.
Basın özgürlüğünde 154. sıradayız; basına yapılan baskılar had safhada.
Seçim harcamalarında hiçbir sınırlama yok.
Oysa çağdaş demokrasilerde böyle değil. Oyların sayımı sırasındaki elektrik kesintileri dikkat çekici.
Geçen yerel seçimlerde de böyle olmuştu. Bütün bu ögeler dikkate alındığında demokratik ülkelerin standardına uygun bir seçim yapıldığını söyleyemeyiz.
Türkiye laik bir demokrasi. Laik demokrasilerde din ögesinin siyaset malzemesi yapılmaması lazım. Maalesef Türkiye’de hem iktidar hem de iktidarın hedef aldığı
kimi kesimlerce bu seçimlerde din ögesi ön plana çıkartıldı. Bu da çağdaş,
laik demokrasiye yakışmayan bir durumdur. Ne var ki, bütün siyasal partiler demokrasiyle bağdaşmayan bu hususları bilerek seçime katılmışlardır.
“Bu koşulllar düzeltilsin de seçimlere öyle gidilsin.” diyen olmamıştır.
Türkiye’de siyaset, 4 yıl önce kimi yasa dışı yollardan CHP’ye yönelik komplolarla yönlendirilmiştir. Bunun seçimleri ne ölçüde etkilediğini de değerlendirmek gerekiyor. Son olarak ortaya çıkan bilgilerin ve belgelerin ışığında yapılan komplonun
hukuksal ve siyasal sonuçları olacak ve bu sonuçlar siyasetin yeniden yapılanmasına katkı sağlayacaktır.
Somut sonuçlara gelince; cumhuriyet tarihimizde daha öne örneği görülmemiş ölçüde yıpranmış olan bir iktidara karşı, üstelik ekonomide de iyiye doğru gidişin görülmediği bir dönemde muhalefet maalesef iktidarın yaklaşık 15 puan gerisinde kalmıştır.
İktidar muhalefete karşı önemli bir avantaj sağlamıştır. Bu gerçeği gizlemek olanaklı değildir. Bu çok düşündürücüdür.
Şimdi yapılması gereken şey; iktidarın ve muhalefetin toplumdaki gerilim havasına son verip, daha yumuşak daha uygar ilişkiler düzenine geçmeleri olmalıdır. Seçimlerden sonra halkın beklentisi korku imparatorluğunun sona erdirilmesi,
basının özgür ve yargının bağımsız duruma getirilmesidir.
Seçimlere katılan bütün partilerin de kendi içlerinde kapsamlı bir değerlendirme yapmaları, nerede hata yapıldığını saptamaları gerekiyor. Partilerin söylemlerini de gözden geçirmeleri gerek. Kimi muhalefet partileri mütedeyyin vatandaşların desteğini kazanmaya yönelik bir söylem geliştirdiler. Ancak bunun somut sonuç verdiği görülmedi. Örneğin Konya’da ve Kayseri’de bu söylem seçim sonuçlarını etkilemedi.
Aynı biçimde terör örgütüyle görüşme sürecinin desteklenmesi güneydoğudaki oylarda artışa yol açmadı.
Şimdi siyasal partilerin bu vb. durumları serinkanlılıkla gözden geçirmeleri ve
kendileri açısından gerekli kararları almaları gerekmektedir.
Bu kararlar belli olduktan sonra bütün partililerin ve partiye gönül veren vatandaşların tavırlarını ortaya koyması beklenecektir. Bu tavır siyasetin geleceğinin belirlenmesinde etkili olacaktır.