Etiket arşivi: Rönesans ve Reform

HRİSTİYAN DEMOKRATLAR ve SİYASAL İSLAMCI PARTİLERIN İDEOLOJİK YAPILARI

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Vatandaş soruyor :

“Hocam Avrupa’daki Hristiyan demokrat partilerle İslam ülkerinde demokrasi ile iktidara gelen ya da gelmek isteyen siyasal İslamcı partiler arasında bir fark var mı, yok mu? Eğer varsa nedir? Lütfen çok kısa olarak anlatabilir misiniz?”

Anlatmaya çalışalım. Batı toplumları üç yüzyılı aşkın bir Rönesans ve Reform tartışmaları ve ardından önemli bir Aydınlanma yani akıl çağı yaşamıştır. Zihniyet yapıları akla ve bilime dayalı olarak çağdaşlaşmıştır . Teokratik rejimlere geri dönüş fikirleri sönümlenmiştir. Bu nedenlerle Avrupa’daki Hristiyan demokrat partiler laik ya da seküler – sivil siyasal rejimin bir parçası olmuşlardır. Kutsal kitapları İncil‘e göre bir bir siyasal rejim kurma ve İncil’deki yaşam biçimine yani Hristiyan şeriatına uygun bir yaşam benimsetme gibi bir tasarımları ya da idealleri yoktur. Başta seçimle gelme ve seçimle gitme olmak üzere, demokrasinin ve parlamenter sistemin ayrılmaz bir parçası olmuşlardır.

Demokrasiye, sivil hukukun temel ilkelerine, varsa anayasal siyasal rejime, insan haklarına, din ve vicdan özgürlüğüne sıkı sıkıya ve içtenlikle bağlılardır. Rejim değiştirme, Hristiyan şeriatına geri dönme gibi açık ya da gizli bir gündemleri yoktur.

İslam ülkelerine gelince : Bu ülkelerin gerçek demokrasiye dayalı bir sistemin parçası olmak gibi içten bir tutum ve davranışları ne yazık ki olamamıştır. Çünkü tarihsel olarak, ayrıklar dışında (istisnalar hariç), İslam ülkelerindeki saltanat ve iktidar değişmeleri hep güce ve entrikalara dayalı ve çoğu kez kanlı olagelmiştir. Başka bir söylemle, kuramsal tartışmalar, yani İslamın demokrasi ile bağdaşıp bağdaşmadığı bir yana bırakılacak olunursa, İslam ülkeleri henüz aktarmaya (nakle) dayalı bir din, toplum ve devlet anlayışından akla dayalı ve aydınlanmacı bir hukuk, ekonomi, toplumsal, kültürel, sanatsal ve siyasal yapıya geçememişlerdir. Geçmişlerinde, Atatürk dönemi Türkiye’si dışında akla, bilime, laik hukuka ve sivil demokrasiye dayalı bir zihinsel birikimleri ve zihniyet devrimi olamamıştır

İslam ülkelerindeki yüzeysel ve ikircikli sözde demokrasi anlayışının en çarpıcı örneği İran’daki Humeyni rejimi ve bu rejimin İslam ülkelerine devrim ihraç etme amacı güden politikasıdır.

1979’daki İran devrimi ve Humeyni‘nin takiyeci (gizli amacını saklayan) uygulamaları Müslüman toplumlara yeni bir takiyeci demokrasi dönemi açmıştır. Önce demokrasi ilkelerini tam anlamıyla benimser görünüp tüm ideolojik, yerel, etnik ve dinsel farklı kesimler için demokrasi ve özgürlük isteminde bulunmak. Bu kesiemlerin desteği ile demokrasi kartını kullanıp seçimle iktidar olmak.

Ancak iktidardaki yerini sağlamlaştırdıktan sonra, İslamcı ve dinci bir rejim kurmak. Yani DİNCİ – GERİCİ DEVRİMİ İKTİDAR OLDUKTAN SONRA İKTİDAR GÜCÜYLE YAPMAK. Başka bir söylemle, kendisine iktidar yolunu açan gerçek demokrasiyi rafa kaldırıp, ülkede şeriat kurallarına dayalı gerici bir siyasal rejime dönüş yapmak.

Ne yazık İki yüzlü emperyalist Batılı yöneticiler de İslam ülkelerinde istikrarsızlık yaratmak ve kendi çıkarlarına uygun yöneticileri iktidara getirebilmek için bu ikircikli ve takiyeci demokrasileri desteklemişlerdir. Bu iki yüzlü emperyalist Batı, daha doğrusu Amerika Birleşik Devletleri (ABD) politikasının uygulamadaki en önemli aracı da Büyük Orta Doğu projesidir (BOP).

Irak, Mısır, Pakistan, Afganistan, Cezayir, Fas, Suriye… ve hatta Türkiye’deki gerici – dinci – faşist darbeler, İslamcı siyasal iktidarlar ve siyasal rejim değişmeleri ya da sarsıntılarına biraz da bu açıdan bakmak gerekir.

Son söz                                :

Avrupa’daki Hristiyan demokrat partilerin gizli ajandaları, takiyeci ve ikircikli sonal (final) amaçları yoktur. Bu partiler mevcut anayasal düzenin ve demokratik rejimin sadık paydaşlarıdır. Buna karşılık, çoğu İslam ülkelerindeki siyasal İslamcı partiler, demokrasi yolu ile iktidarı ele geçirip, İslamcı gerici devrimi, yani şeriat hukukuna dönüşü ve dinci – gerici devrim yapmayı, iktidarda iken, iktidar gücünü kullanarak gerçekleştirme yoluna gitmişlerdir. Bu tür İslamcı partilerin en büyük destekçisi hatta özendirici ise hep emperyalist Batı ve özellikle ABD’dir.

AYDIN NE DEMEK, KİMLERE AYDIN DENEBİLİR?

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

AYDIN NE DEMEK YA DA KİMLERE AYDIN DENEBİLİR? YÖNÜMÜZ NEREYE?

Vatandaş soruyor, “Hocam AYDIN ne demektir ya da kimlere AYDIN insan diyebiliriz? Ülke nereye gidiyor??” Kısaca özetlemeye çalışayım.

Aralarında kesin bir sınır olmamakla birlikte, Avrupa’da 14. yy’dan 17. yy’a dek süren zaman dilimi Rönesans ve Reform (Yeniden Doğuş ve Yeniden Yapılanma) dönemi olarak adlandırılır. Bu dönem, eski Grek ve Roma döneminde, o devrin filozoflararınca üretilen, dinden bağımsız özgür akıl, laik felsefe, özgür fikir ve çağdaş hukukla ilgili yorumların çoğaldığı, Hırisyan Roma Kilisesinin ürettiği dinsel dogmaların kökten eleştirildiği, yeniden gözden geçirildiği bir dönemdir. Avrupa’da Akla, bilime, teknolojiye, sosyo-ekonomik ve kültürel değişmelere dayalı Batı tipi uygarlık kodları Rönesans ve Reform hareketleri ile mayalanmaya başlamıştır. Tarihsel açıdan, Avrupa’daki Rönesans ve Reform dönemini Aydınlanma Çağı izlemiştir.

17. yy’ın ilk çeyreğinden 1789 Fransız Devrimi‘ne dek olan dönem ise, aydınların düşünce merkezinin tümüyle usa (akla), bilime, hümanizme, adalete (eşitliğe) ve kardeşliğe kaydığı bir yüzyıldır. Feodalitenin (derebeyliğin) ve teokrasinin (dine dayalı devlet anlayışının) yıkıldığı, siyasal egemenliğin Kiliseden halka geçtiği, Merkezi, laik ulus devletlerin kurulmasına yol açan parlamenter demokrasilerin temellerinin atıldığı bu yüzyıl, ADINLANMA YÜZYILI (Siecle de la Lumière) ya da Aydınlanma Çağı olarak adlandırılmıştır.

Batı toplumlarında Aydınlanlanma Yüzyılında (17. ve 18. yy) yetişen, özgür akıl ve bilime göre düşünen ve davranan bu devrimci ve yeni bir siyasal rejim getiren ya da düzen değiştirici bu yeni insan tipi ENTELLEKTÜEL yani AYDIN İNSANLAR olarak tanımlanmıştır. Avrupalıların Aydınların hümanizme, eşitliğe ve kardeşliğe (humanitè, egalitè, fraternitè) dayalı düşünceleri Fransız İhtilali‘ne, teokratik ve dogmatik devlet yapısının giderek sonlanmasına, siyasal rejimlerin laik, demokratik, parlamenter sisteme dayalı merkezi cumhuriyetlere dönüşmesine neden olmuştur.

AYDIN kavramının Osmanlı dönemindeki karşılığı MÜNEVVER’dir. Köken olarak münevver ya da AYDIN, Akıl ve bilim girdilerini öğrenip çağının düşünce değişikliği ile donanmış kişi demektir. Osmanlı Toplumundaki “münevver” kavramı, Alim karşılığından çok, Batıdaki entelektüel, Aydın kavramının karşılığıdır.

Geleneksel ve tarihsel olarak Osmanlı döneminden günümüze aktarılan kimi kavramlar ve karşılıkları şunlardır.

Alim: Geleneksel, dinsel, tarihsel ve kültürel bilgi birikimi geniş insan.

Allame: Alimlere bile hocalık yapacak düzeyde geniş ve derin bilgi sahibi kişi.

Ulema: Alimler, alimin çoğulu.

Günümüzdeki kimi kavramlar ise şöyledir :

Bilgin: Alim, bilgi dağarcığı geniş.
Bilge: Alleme, bilgi ve kültür dağarcığı hem çok derin ve hem de çok geniş olan.
Bilim insanı : Belli bir bilim dalını kendine meslek olarak seçip o alanda derinleşen ve uzmanlaşan.
Entelektüel: AYDIN
Entel: Sahte aydın, Aydınlara öykünen.

PEKİ KİME YA DA KİMLERE AYDIN DEMELİ?

Aydın olma, yaşadığı dönemin olaylarına tanıklık edip, zalimlere karşı çıkan, mazlumları savunan, siyasal iktidarlara karşı hiç korkmadan yanlışları söyleyen, doğruları dile getiren, her türlü, siyasal, ekonomik, toplumasal ve kültürel sorunları kendisine dert edinen, bu sorunlara çözüm yolları üretebilme çabası içinde olan, dönek ve çıkar için sürekli rota değiştirmeyen (fırsatçı – opportunist), gerektiğinde bedel ödemeye hazır / ödeyen hümanist insanların niteliğidir.

Kıssadan Hisse           :

Yazının tümünü dikkate alarak söylemek gerekirse, tıpkı Aydınlanma Çağının Avrupalı Aydınları gibi, Türkiye Toplumu açısından hem entelektüel birikimi, hem engin yurt ve toplum sevgisi, hem canı pahasına kurulu düzene (saltanata) direnme, hem tüm ülke ve toplum düşmanlarını yenme ve en önemlisi de laik ve demokratik ilkelere dayalı devrimci bir cumhuriyet yani Türkiye Cumhuriyeti‘ni kurabilme başarısını göstermiş olması nedeniyle;

  • Türkiye’nin en büyük AYDINI VE AYDINLATICISI,
    hiç kuşkusuz Mustafa Kemal ATATÜRK‘tür.

Özgür akla, çağdaş bilime, demokrasiye, laikliğe, hukukun üstünlüğüne, tüm yurttaşların önkoşulsuz eşitliğine ve kardeşliğine dayalı Aydınlanma ışığı yolumuzu açmayı sürdürecektir.

“Enseyi karartma” ya ve kötümserliğe gerek yoktur. Tüm olumsuz koşullara karşın, toplumdaki bilinç düzeyi hızla yükselmektedir. Her yanlış kendi karşıtını, doğrusunu pekiştiren bir işlev görür. Bu nedenle Türkiye, akıl ve bilim merkezli bir bilinç sıçraması ve değişimine gebedir.

Gençlik ve Ötesi: Ne Yapmalı?

PROF. DR. YAKUT IRMAK ÖZDEN

Cumhuriyet (14.07.2020)

Türk dilinin büyük ustası Nâzım Hikmet (yanlış hatırlamıyorsam Küba’da) izlediği bir uluslararası gençlik kongresi vesilesiyle katılımcıları şöyle tanımlamıştı:

Gelmiş dünyanın dört bir ucundan
Ayrı diller konuşur, anlaşırız
Yeşil dallarız dünya ağacından
Gençlik denen bir millet var, ondanız..

Hepimizin bildiği gibi, her konuda gözlerini ve aklını bulunduğu noktadan çok ilerilere çevirerek yaşayan Atatürk,
– ulusal egemenliğimizi çocuklara armağan ederken,
– bağımsızlığımızı da gençlere emanet etmekteydi.

HANGİ GENÇLİK?

Bugün, aradan geçen yüz yılı aşkın süre ve üç-dört kuşak sonra, aklımıza ister istemez şu sorular geliyor: Hangi gençlik? 1915’te tüm geleceklerini yok sayarak, İstanbul Erkek Lisesi ve İstanbul Tıp Fakültesi derslerini terk edip Çanakkale’ye gönüllü olarak ölüme giden çocuklarımız mı?

Sivas Kongresi’nde Mustafa Kemal’e bile kafa tutmayı göze alan Tıbbiyeli Hikmet mi? İnançları uğruna darağacına yürüyen fidanlarımız mı? Yoksa, 21. yüzyılın ortasında, beyinleri hâlâ “düşünme, inan” diyen bir eğitimle baskılanmış olan gençlerimiz mi?

Ya da ülkemizin koşullarından bunalıp, çözümü daha gelişmiş bir ülkede arayanlar mı? Hele yaşamdan, bütün beklentileri her alanda teknolojinin son ürünlerini sahiplenebilmek ve olabildiğince çok tüketebilmek olanlar mı?

Bundan birkaç yıl önce İstanbul Taksim Meydanında bir Fransız dostumla birlikte yürürken, kendisi bana Fransız nüfusunun hızla yaşlanmakta olduğundan söz ediyordu. Bir ara Meydanı arşınlayan (çoğu gençlerden oluşan) kalabalığa bakarak, “böyle genç bir nüfusla neler yapılmaz ki!” demişti. Evet, diye düşünmüştüm, ama hangi ve nasıl bir eğitimle?

Cumhuriyetin ilk yıllarında gençlerimizin, dolayısıyla ülkenin geleceğinin biçimlenmesinde en büyük paya sahip olan eğitim sistemi oluşturulurken, üç temel ilkeden yola çıkılmıştı. Eğitim:

a) milli,
b) laik ve
c) karma, olmalıydı…

Ne yazık ki, en iyi niyetlerle, tüm gençlere olabilecek en çağdaş eğitimi sağlamak umuduyla çıkılan bu yolda pek çok engelle karşılaşıldı ve nice sapma yaşandı…

Önce Köy Enstitülerinin kapatılması, ardından çok kısa bir zaman aralığına sığan büyük bir nüfus artışı ve kentlere göçle, sunulan hizmetlerin kapasitesini çok aşan, ilkokuldan üniversiteye kadar her eğitim kurumunun kapısını zorlayan çocuk ve genç nüfus.. Derken eğitimi gerici baskılarla yönlendiren siyasal tercihler.. Ne yazık ki, geldiğimiz nokta, Cumhuriyetin ilk yıllarında çizilen yol haritasından oldukça uzaklarda..

VE YAŞLILAR

Dünyanın hemen hemen her yerinde, farklı kuşaklar arasında uyumsuzluk ve anlaşmazlıkların olması doğal karşılanmıştır. Burada aklıma, 1990’larda çok moda olan, değerli sanatçı Orson Welles’in etkileyici sesiyle dile getirdiği şarkıda, yaşlı bir insanın bir gence hitap edişi geliyor:

  • Ben genç olmanın ne olduğunu biliyorum,
    ama sen yaşlılığın ne olduğunu bilmiyorsun…

Ama acaba yaşlılıktan zamane” gençliğine doğru bakıldığında, görüntü her dönemde böylesine uzak ve karmaşık mıydı? Bu soruyu ülkemiz özelinde yanıtlamaya çalışalım.. Türkiye Cumhuriyeti’nin, küllerinden doğarak içinden çıktığı Osmanlı İmparatorluğu’nun temel özelliği durağan (statik) yapısıydı. Böyle bir yapıyla, Batı’nın özellikle Rönesans ve Reformla başlayan, daha sonra sanayileşme ve kentleşmeyle belirginleşen değişme sürecinin uzağında kaldı. (Nitekim, Cumhuriyete geçişin ilk yıllarında, toplam nüfusumuzun hâlâ yüzde yetmiş beşi köylerde, yalnızca dörtte biri de her türlü yenilik ve değişimin beşiği olması beklenen kentlerde yaşamaktaydı.)

Batı toplumlarını yepyeni noktalara taşıyan devingen (dinamik) süreçlerin dışında kalan Osmanlı’da birbirini izleyen kuşakların da fazla farklılaşması beklenemezdi. Çok uzun yıllar, değişmeyen bir ekonomik altyapı üzerinde, hemen hemen hiç değişmeyen teknolojilerle üretim yapan bu geleneksel toplumda, hayata bakışın ve değer yargılarının da bir kuşaktan diğerine fazla değişmesi olası değildi.

Böyle bir toplumda yaşlıların, gerek sahip oldukları toprak mülkiyeti haklarından, gerekse pek değişmeyen deneyimlerinin birikiminden kaynaklanan, karar verici, yol gösterici olarak saygın ve ayrıcalıklı bir yer tutmaları da doğaldı. (Acaba köylerde hâlâ ihtiyar heyetleri var mı? Ben bilmiyorum.)

Oysa günümüzde, kapitalizmin dinamizmasının ve baş döndürücü bir hızla değişen teknolojilerin, bir kuşaktan diğerine tüm değer yargılarını yerle bir ettiklerine tanık oluyoruz. Bir ya da iki kuşak önce gençlerin hâlâ ara sıra danışmak gereksinimi duydukları yaşlı kuşak, bilgisayarlarını kullanabilmek için torunlarının yolunu gözler oldu..

TÜM KUŞAKLAR GÜÇ BİRLİĞİ YAPMALI

Her fırsatta Türk Devrimi’ni gençlere emanet ettiğini vurgulayan Atatürk, zaman zaman “gençlikten” ne kast ettiğini de açıklamak gereksinimi duymuştu. Şu düşüncesini hatırlayalım: 

“Benim anladığım gençlik, bu inkılabın fikirlerini ve ideolojisini benimseyip gelecek nesillere götürecek kimselerdir. Benim nazarımda yirmi yaşında bir yobaz ihtiyardır. Yetmiş yaşında bir idealist de güçlü bir gençtir.”

Görüyoruz ki, gençliği kronolojik ya da biyolojik değil, düşünsel bir nitelik olarak tanımlayan Ata’ya göre, Atatürkçülüğün 6. Ok’u olan “Devrimcilik”in dinamizmasını benimseyen her yaştan insan genç’tir. Elbette bir toplumu çağdaş uygarlığa, onun da ötesine taşıyabilmek için yaşça gençlerin enerji ve coşkusu vazgeçilmez bir güç kaynağıdır.

Geleceğe hep iyimserlikle bakan ve kendi konumunu “Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geri” ifadesiyle tanımlayan Nâzım Hikmet, ölüme yaklaştığını hissederken, geleceği şu anlamlı dizelerle oğluna, yani gençliğin yaşam enerjisine emanet etmekteydi:

  • Daha uzun yıllar sende sürecek
    Bende tükenen yaşam.

Yazımı burada noktalarken, her yaştan gençlerin Ata’nın emanetine sahip çıkarken, biyolojik açıdan genç olanların enerjisi ve yaratıcılığıyla, daha yaşlı olanların sentez güçleri ve bilgeliklerini bağdaştırmalarını diliyorum.
=================================
Dostlar,

Sn. Prof. Dr. Yakut Irmak Özden, Demografi ağırlıklı yetkin bir sosyal bilimcidir. Yurt dışında çok nitelikli eğitimler almıştır. T.C.’nin Başbakanlığını da yapan Tıp (Fizyoloji) hocası Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak‘ın kızıdır. Babası gibi, İstanbul Tıp Fakültesi (Toplum Sağlığı Anabilim Dalı) Öğretim üyesi iken, biz de o birimde Tıpta Uzmanlık eğitimimizin son bölümünü tamamlamıştık (Hacettepe’de başlayarak).

Prof. Özden’in bu makalesi, yaklaşık 1,5 yıl önce 19 Mayıs bağlamında hayınlanmıştı. Güncelliğini koruyor ve iletileri çok değerli. Arşivimizden çıkararak izleyicilerimizin dikkatine sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 22 Mayıs 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Aşı Diplomasisi, AKP ve Türkiye

Op. Dr. Fikret Şahin’den Şehir Hastaneleri İle İlgili Önemli Tespitler

Op. Dr. Fikret ŞAHİN
CHP BALIKESİR MİLLETVEKİLİ
ESKİ BALIKESİR TABİP ODASI BAŞKANI

Cumhuriyet, 06 Mayıs 2021

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Covid-19 pandemisiyle birlikte yaşamımıza yeni bir kavram girdi “aşı diplomasisi”. Covid aşısının üretim teknolojisine sahip olmak uluslararası alanda güç, itibar ve etkinlik aracına dönüştü. Buna bağlı olarak tıbbi alandaki bilimsel yetenek ve üretim gücü son yıllarda ülkelerin bölgesel ve küresel etkinliğinin en önemli kaldıraç mekanizması durumuna geldi.

Covid aşısını başka ülkelerden bağımsız olarak üretebilmek, aşıya sahip olmak ve aşıyı gereksinimi olan ülkelerle paylaşmak uluslararası gücün ve etkinliğin en önemli göstergesi oldu. Zorlu ve çözülmesi güç uluslararası sorunlarda, ilgili ülkeleri ikna etmek ya da istenilen noktaya getirebilmek için Covid aşısı diplomasi masasında yerini aldı. Bu diplomasi türüyle dünya ilk kez karşılaşıyor. Bu. küreselleşmenin ve neo-liberal politikaların vardığı noktayı bize göstermesi bakımından da manidar (AS: ) anlamlı.

BÜYÜK KOZA DÖNÜŞTÜ

DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) başta olmak üzere pek çok tıbbi otorite Covid aşısına ulaşım konusunda adaletli davranılmasını hatta aşı patentinin ve üretim teknolojisinin açık olması gerektiğini belirtmesine karşın, tıbbi üretim teknolojisini elinde bulunduran emperyal ülkeler ve onların küresel firmaları aşı üzerinden güç ve para kazanma peşindeler.

Covid pandemisi başladığından bu yana DSÖ’nün resmi kayıtlarına göre yaşamını yitiren insan sayısı 3.5 milyona yaklaşmakta, resmi olmayan rakamlar doğal olarak bunun çok daha üzerinde. Her ne olursa olsun acı gerçek apaçık önümüzde duruyor ve günde ortalama 10 bin kişi yaşamını Covid nedeniyle yitiriyor. Herkesin çevresindeki çember o denli daraldı ki her gün bir tanıdığımızın acı haberini alır hale (AS: duruma) geldik.

İnsanoğlu yaşam ve ölüm arasında zamanla yarışıyor. Bu tablo karşısında, aşı teknolojisini elinde bulunduran emperyal ülkeler, DSÖ’nün çağrısını duymak istemiyor, aşı patentini açmıyorlar. DSÖ’nün yaptığı oldukça insancıl ve bilimsel olarak yapılması gereken bir çağrı fakat bu çağrının muhatabı ülkeler aşıyı diplomatik bir koz olarak kullanmakta kararlılar.

BİYOLOJİK SAVAŞ

Dünya şu anda bir biyolojik savaş durumunda. Düşman koronavirüs, buna karşılık insanoğlunun elindeki en etkili silah Covid aşısı. Bu silaha sahip ülkeler bu güçlerini başka ülkelerle paylaşmak yerine bu silahı küresel güçlerini artırmak ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak niyetindeler. Her gün binlerce kişinin aşılanamadığı için yaşamını yitirmesi umurlarında değil. Onlar için önemli olan salgın sonrasında çok daha güçlü ve etkili olabilmek. Covid salgınını güçlerini artırmak ve pekiştirmek için fırsata çevirme peşindeler.

Küresel güçler açısından şu anda Covid aşısına sahip olmak nükleer güce sahip olmak gibi bir durum, belki de bundan daha da etkili. Ulaşmak istedikleri amaçları için Covid aşısını etkili bir argüman (AS: araç, silah) olarak kullanmaktan çekinmiyorlar. Bunun bir örneğini de ülke olarak biz yaşadık. Çin’den Sinovac aşısının tedariki (AS: sağlanması) sürecinde, Çin’in aşıyı yeterli dozda vermek için Türkiye’den suçluların iadesi anlaşmasını uygulamaya koymasını ve Türkiye’ de bulunan kimi Doğu Türkistanlıların iadesini istediği gündeme gelmişti. Bu konu her ne denli inkâr edilmiş (AS: yadsınmış) olsa da Çin’den aşı sağlanmasında duyurulan takvime uyulmaması, bu sorunun görüşmelere konu olduğunu düşündürmektedir.

Aşı üreten ülkeler, salgın sonrası siyasal ve ekonomik olarak daha avantajlı olabilmek için ilişkilerini geliştirmek istedikleri veya üzerinde etkili olmak istedikleri ülkelere aşı vererek ya da vermeyerek siyasal manevra yapıyorlar.

Aşı adeta Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir mücadele zemini oluşturdu. ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Almanya bu mücadelede başroldeler. Herkes aşısını kendisi için önemli olan ülkelere gönderme çabasında, rakip ülkenin aşısının kendi bölgesine girmesini istememekte, bunun için amansız bir mücadele sürüyor.

Hangi aşının, hangi ülkelerde kullanıldığına bakarak kimin nerede etkili olmak istediğini anlamak olanaklı. ABD bu yarışta özellikle Avrupa kıtasında var olmak isterken, EMA (Avrupa Birliği İlaç Dairesi) Rusya’nın Sputnik ve Çin’in Sinovac aşılarına halen kullanım onayı vermeyerek bu ülkelerin Avrupa’ya girişini engellemeye çalışmakta. Buna karşın, onaysız olsa da kimi AB ülkeleri bu aşıları kullanmaya başladılar.

İnsanlık tarihine baktığımızda her salgın hastalık sonrası dünyada kayda değer değişimler meydana gelmiştir. 14. yüzyılda yaşanan kara veba salgını sonrasında feodal sistem yıkılmış, kapitalist düzen başlamış, Katolik inanca güven azalmış Protestanlık inancı doğmuş, kilise ve eğitimde egemen dil Latinceden İngilizceye dönüşmüş, Rönesans ve Reform hareketleri yaşanmıştır.

  • Bu salgın geçtikten sonra yeni bir dünya düzeniyle karşı karşıya kalacağımız kesindir.

Tarihsel olaylardan ders çıkaran ülkeler buna yönelik hazırlıkları ve zeminlerini özellikle aşı üzerinden yapmaktadırlar.

BİZ TÜRKİYE OLARAK NE YAPIYORUZ?

AKP iktidarıyla birlikte yerli aşı üretimini terk edip aşı ihraç eden (AS: dışsatımı yapan) ülke konumundan aşı ithal eden (AS: dışalımı yapan) ülke konumuna geriledik. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nün 80 yıllık tarihsel birikim ve deneyimlerini bir anda sıfırladık. Vatandaşlarımız için başka ülkelerden gelecek aşıları bekleyerek zaman ve yaşam yitiriyoruz.

Oysa AKP iktidarından önce olduğu gibi kendi aşımızı üretebilseydik şimdi hem kendi vatandaşlarımızın aşılarını tamamlamış olacaktık hem de Türkiye olarak, aşı sayesinde bölgesel güç olmak fırsatını yakalayacaktı. Çevresindeki ülkelere ürettiği aşıları gönderecek güçte olan bir Türkiye’nin uluslararası itibarı (AS: saygınlığı) ve etkinliğinin ne ölçüde artacağı tartışılmaz bir gerçektir.

Bilimin gücüyle ülkemizin gücünü örtüştürme fırsatını maalesef AKP’nin öngörüsüz sağlık politikaları nedeniyle kaçırdık. Bilim insanları bundan sonraki süreçte de benzer pandemilerin gerçekleşebileceğini düşünmekteler. Bu nedenle yerli aşı üretimi yalnızca bugün için değil, gelecekte de ülkemizin stratejik hedefleri ve diplomasi gücü açısından hayati (AS: yaşamsal) öneme sahip olacaktır.
============================
Dostlar, 

AŞI SAVAŞLARI ve AKP İKTİDARININ SINAVI

Başlıklı makalemiz 12 Aralık 2020 günü Cumhuriyet gazetesinin 2. sayfasında yayınlanmıştı…

Not                                 :

Sayın Milletvekili Dr. Fikret Şahin’in izni alınarak metinde çok sayıdaki Arapça- Farsça sözcüklerin yerine yaşayan – varolan güzelim Türkçe karşılıkları konmuştur; anlama dokunmaksızın. Yer yer de ayraç içinde Türkçe karşılıklar önerilmiştir.
ATATÜRK DEVRİMLERİ bir bütündür ve bir halkı Ulus yapan ortak niteliklerin başında DİL gelir. Bu yüzden, DİL DEVRİMİNİ sahiplenmek, yaşatmak ÖKSÜZ BIRAKMAMAK zorundayız.. Dr. Şahin’e olgunluğu için teşekkür ederiz.

Bu gün ayrıca Cumhuriyet Gazetesi Vakfı Bşk. Sn. Dr. Alev Coşkun‘a da ilettik sorunu, Cumhuriyet gazetemiz yeterli özeni göstermiyor.. diye yakındık.. Sn. Işık Kansu‘ya da..

Sevgi ve saygı ile. 07 Mayıs 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter  @profsaltik     

TOPLUMSAL GELİŞME ve BİREYİN DÖNÜŞÜMÜ ÜZERİNE KISA NOTLAR

Prof. Dr. Halil Çivi / İMZA...

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Çağdaş Toplumlar

Çağdaş toplumlar eski Grek ve Roma uygarlığının yeniden yorumlanması, aydınlanma felsefesi, rönesans ve reform haraketleri, özgür aklın ve bilimin yol göstermesi vb. nedenlerle insanların başta din, doğa, çevre, siyaset, iktidar, ekonomi, hukuk, ahlak, adalet, devlet, toplum, aile, birey, egemenlik…vb. kavramlar dizelgesinin yeniden yorumlanması ve uygulamaya aktarılmasına dayanır. Başka bir söyleyişle de bu çağdaş düzen, yeni bakış, düşünüş ve davranışların yarattığı yeni bir toplum, yeni bir devlet yeni bir aile ve yeni bir birey olma düzenidir. Batı kaynaklıdır. Günümüzde de gelişmiş Batı toplumlarında somutlaşmıştır.

Çağdaş toplumlarda ruhban (din adamları) sınıfının devlet, toplum ve bireyler üzerindeki vesayeti ortadan kalkmıştır. Devlet ve toplum laikleşmiş, bireyler din ve vicdan özgürlüğüne kavuşmuştur. Feodal beylerin (toprak ağalarının) toplum üzerindeki vesayeti de sonlanmış, derebeylikler yok olmuş, merkezi devletler doğmuştur. Dinsel ve geleneksel cemaatler yerlerini modern mesleksel, teknik, ekinsel (kültürel), sosyal, siyasal… ekonomik örgütlere bırakmıştır.

Ataerkil, erkek egemenliğine dayalı geniş aile yapısı çözülmüş, onun yerini anne – baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile ve kadın – erkek ilişkileri, hak ve sorumluluk eşitliğine dayalı demokrat aile almıştır. Cinsiyet ve ırk ayrımcılığı büyük oranda gerilemiştir.

Çağdaş toplumun bireyleri, genel olarak, özgür aklın ve bilimin rotasından çıkmayan, başka grup liderleri ve bireysel kişilerin akıl dışı telkinlerini dikkate almayan, başkalarının hak ve hukukuna saygılı, fakat kendi hukukunu sonuna dek savunan ve kendi özgür istenci (iradesi) ile davranan bireylerdir. Bencilleşmeden bireyselleşmişlerdir. Demokrasi kurallarına, hukuk devletine ve çalışma düzenine uyum yetenekleri çoktur. Çoğunlukla eğitim ve kültür düzeyleri yüksektir. Kendi bireysel kazançları ile geçinirler.

  • Çağdaş toplumlarda siyaset kurumu meşruiyetini dinden değil halkın özgür istenci ile oluşan seçimlerle belirlenen halk egemenliğinden alır.

Halk, kendisini yönetenlere belirli sürelerle sınırlı iktidar olma yetkisi verir. Beğenmediklerini yine seçim yolu ile iktidardan uzaklaştırır. Gelişmiş toplumlar mili iradeye dayalı parlamenter demokrasilerlerle yönetilirler. Dinsel hukuk yerini modern  – laik hukuka bırakmıştır. Devleti yönetenlerin gücü anayasalarla sınırlandırılmıştır. Hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı, eşit yurttaşlık, insan hakları, azınlıkların korunması, basın özgürlüğü vb. değerler vazgeçilmez bir konumdadır. Çağdaş toplumlarda, cinsiyet farkı olmadan, yetişkin her kadın ve erkek kendi aklını ve özgür istencini kullanır. Her konuda son karar daima bireyin kendine aittir.

Geçiş Dönemi Toplumları

Geçiş dönemi toplumu hem geleneksel, feodal ve teokratik toplum düzeninden tam olarak kurtulamamış hem de çağdaş toplumun değer ve yaşam standartlarını tam olarak yakalayamamış bir yapıyı anlatmak için kullanılır. Geçiş dönemi toplumlarında çağdaş olanla geleneksel olan yan yana ve iç içe yaşar. Bu durum, ailede, sokakta, işte, resmî ve kamusal alanda, tatilde, kahvehanede hatta ibadet yerlerinde bile kendini belli eder. Dinde siyasette, meslekte, eğlencede, yeme – içmede, giyim – kuşamda… her yerde ve her konuda insanlarca gündeme getirilir.

Geçiş dönemi toplumlarındaki demokrasi hukuk, adalet, insan hakları, din ve vicdan özgürlükleri gibi temel değerler hem siyasal iktidarlar hem toplum ve hem de bireylerce yeterince derinleşmemiş ve içselleştirilmemiştir. Çoğu zaman da biçimseldir. Bu tür toplumlarda ırkçılık – demokratlık, tutuculuk – çağdaşlık, ilericilik – gericilik, dindarlık – dinsizlik, müminlik – sapkınlık, yurtseverlik – hainlik, maçoluk – feministlik, modern  mahrem… tartışmaları hiç bitmez. Ayrıca varolan tartışmalar ideolojik kamplaşma ve kutuplaşma ve hatta uzun süreli çatışma ve savaşlara neden olabilir.

Geçiş dönemi toplumları kuşak çatışmalarına, aile içinde, karı-koca arasındaki iktidar mücadelelerine, siyasal, etnik ve dinsel yarılmalara her zaman gebedir. Kimlik ve üstünlük çekişmeleri söz konusudur.

Türkiye’de kadına şiddet ve kadın cinayetleri konusunda şöyle bir yorum yapılabilir :

Kültür ve eğitim düzeyleri düşük kimi erkekler; erkek egemen ataerkil feodal kültür değerlerini korumak istiyorlar. Halbuki ilişki ve iletişim kurdukları kadınlar çağdaş değerleri içselleştirmişlerse çatışma kaçınılmaz oluyor.

Bu tür toplumlarda, farklı toplumsal kümeler arasında sürekli ötekileştirme, had bildirme, sindirme vb. güç gösterileri olabilir.

Geçiş dönemi toplumlarında en elverişsiz konumda olanlar etnik azınlıklar ve özellikle yeni yetme gençlerdir. Etnik azınlıklar iki arada bir derede gibidir. Gençler açısından da toplumun rotası, yani normal – anormal, doğru – yanlış, iyi – kötü, faydalı – zararlı, güzel – çirkin anlayışları net değildir. Evde annesinin öğütleri ile babasının öğrettikleri çelişebilir. Evin, sokağın, eğiticinin, yöneticinin, arkadaşların ve komşuların doğru ve yanlışları çoğu zaman çelişir. Eğitim sistemleri bile bu çağcıl (modern) ve mahrem çekişmelerinin çelişkilerini içlerinde barındırır.

Geçiş dönemi toplumları ekinsel (kültürel), sosyal, ekonomik, siyasal ve yönetsel… kararsızlıkları (istikrarsızlıkları) bünyesinde taşımaya elverişlidir. Türkiye ne yazık ki geçiş dönemi sürecini henüz geride bırakmamıştır

SONUÇ                       :

Toplumsal gelişme evrimi yavaştır. Bu nedenle hiçbir toplumun birden bire, akşamdan sabaha, çağdaşlaşma olanağı yoktur. Ayrıca değişim yasaları gereği, çağdaş toplumlar da değişme ve gelişme içindedir. Geleneksel toplumdan çağdaş topluma geçişte, her toplum geçiş dönemi evresini yaşamak ve geçiş dönemi sorunları ile karşılaşmak ve yüzleşmek zorundadır.

Ancak, hiçbir toplum geçmişe dönemez ve geçmişin “altın çağ masalları” ile yaşayamaz. Geçmiş kendi koşullarında yaşanmış ve bitmiştir. Önemli olan geçmişten doğru ders çıkarabilmektir. Çünkü toplumsal yaşam çarkı, geçmişe doğru değil, geleceğe doğru döner ve yaşam zinciri geleceğe doğru uzanır.

Öyleyse yapılacak şey bellidir ve nettir: Akıldan, bilimden, laiklikten, demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, adaletten, insan haklarından, eşit yurttaşlıktan, din ve vicdan özgürlüğünden… her türlü çağdaş girdiler ve çağdaş değerlerden yana; kimseleri incitmeden ve ikna yolunu seçerek akılcı tavırlar bulup üretmek gerekir. Gençlerimize de her alanda doğru rotalar göstermek gereklidir.

Bu görev de başta eğitim sistemi ve siyasiler olmak üzere, kamu yöneticilerine, aydınlara ve medyaya düşer. Bir ipin iki ucundan tutup ip çekişerek siyasete ve toplumsal gelişmelere yön ve güç verilemez. İdeolojik ip çekişmeler, ayrışmalara, geriye düşmelere ve toplumsal enerjiyi ziyan etmeye neden olur.

Atatürk’ü Anlamak ve Özümsemek

Atatürk’ü Anlamak ve Özümsemek

Cumhuriyet, 24 Eylül 2020
Son günlerde, anlamsız bir biçimde Gazi Mustafa Kemal Atatürk tartışması yaratıldı.

Bu konuda, gazetemiz her zamanki objektif tutumunu sürdürdü. Gazetemizin yazarları da kendi açılarından konuyla ilgili görüşlerini açıkladılar. Bu başyazı, Türkiye’nin en ciddi, aydın kesimin güvendiği ve itibar ettiği, temelinde Atatürk’ün aydınlanma devrimlerinin harcı bulunan Cumhuriyet gazetesinin kurumsal görüşünü belirtmek ve konunun çerçevesini çizmek amacıyla yazılmıştır.

Konu basit değildir. Bu, basit bir konu olarak değerlendirilemez. “Ülkemizde birçok sorun varken bu konunun öne çıkarılması doğru değildir” biçiminde formüle edilen görüş, temelinden sakattır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu Cumhurbaşkanı, CHP’nin kurucu önderi Atatürk’ün adını kullanmamak ve bu konuda çeşitli gerekçeler üretmek olağan sayılamaz.

KONUNUN TEMELİ

I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra 1918 Kasım ayından itibaren (AS: bşlayarak) Anadolu’nun dört bir yanında yabancı orduların işgalleri başladı. Sosyalist düşünceye bağlı bilim insanı ve anayasa hukukçusu Prof. Bülent Tanör, Türkiye’de ve Türk toplumunda, “1918’de başlayıp 1940’lara kadar süren büyük bir dönüşüm yaşandığını” belirtir. (Kurtuluş-Kuruluş, s. 7)

Önce Kuvayi Milliye örgütlenmesi, sonra 3 yıl süren antiemperyalist savaş… 9 Eylül 1922 zaferlerinden sonra 1940’lara kadar süren aydınlanma devrimleri… Yine Tanör’e ve birçok yabancı siyaset bilimciye göre “1940’lardan sonra çok partili yaşama geçiş, 1920’lerde başlayan yeni oluşumun uzantısı niteliğindedir”.

Kimi yazarlar çok partili yaşama geçişi “karşıdevrimin başlangıcı” olarak yorumlasa da, yabancı siyaset bilimciler, bu demokratik atılımı da Atatürk devriminin kendini yok etmesi değil, kendini tamamlaması olarak değerlendiriyorlar.

BÜYÜK DÖNÜŞÜM BİR BÜTÜNDÜR

1919’da başlayan ve 1940’lara kadar giden bu hareket, ister “ihtilal” ister “inkılap”, ister “devrim” adı verilsin, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, yüzlerce yıl durağan olarak kalmış Türk toplumu açısından büyük bir dönüşümdür.

Bu nedenle, 1919-1940 arası bir bütündür. Birinci aşama Kurtuluş Savaşı, 2. aşama Kuruluştur. Birbirinden ayrılmaz. Her iki aşamanın önderi Mustafa Kemal’dir. Bu nedenle Gazi Mustafa Kemal ve Atatürk birbirini izleyen bir süreçtir ve birbirinden ayrılamaz.

KİM KULLANIYOR?

Osmanlıcılar, halife hayranları, siyasal İslamcılar laik devrimleri anımsattığı için “Atatürk” adını kullanmazlar. Bir kesim soldan dönen ve kendilerine ikinci cumhuriyetçi denilen liberaller de kendi “entel takıntıları” çerçevesinde Atatürk adını kullanmayarak solculuk yaptıklarını sanırlar.

KENAN EVREN: ‘KENDİNDEN MENKUL ATATÜRKÇÜLÜK’

Atatürkçülüğü hiç anlamamış, 12 Eylül askeri cuntasının başı Kenan Evren’in Atatürkçülüğü “kendinden menkuldür”, “kendi kendine verilmiştir”, tutarsızdır. Bu nedenle gerçek Atatürkçü Nadir Nadi, “Ben Atatürkçü değilim” yazısını yazdı. Ancak Atatürk ismini kullanmaktan da hiçbir zaman geri durmadı. 16 Aralık 1965 günü bir yazısında aynen şöyle demişti:

“… Böylece büyük kahramanın ömrü boyunca nefret ettiği ve bütün gücü ile bizi kurtarmaya çalıştığı dogmacılığı şimdi gericiler O’nun adına sığınarak tam anlamıyla hortlattılar…”

Nadi, böylece “dogmacı” Atatürkçülere de karşı çıkıyordu.

Bu günlerde hiçbir değeri olmayan 40 yıl önceki Kenan Evren’e gönderme yaparak ve sebep göstererek Atatürk adını kullanmak istememek, kendini ve karşısındakileri aldatmaktan öteye bir anlam taşımaz. Bu davranışlar; Türk devriminin sosyolojik gelişimini anlayamamış, sözü edilen ayrımın da bir emperyalist tuzak olduğunun ayırdına varamamış, “entel takıntılar”dır.

SINIFSAL AÇIDAN DEĞERLENDİRME

Gerçek sosyalistler, Mustafa Kemal, Gazi Mustafa Kemal Paşa ya da Atatürk adlarını kullanmakta bir sakınca görmezler. Bundan bir ayrıcalık yaratma yoluna gitmezler. Sosyalistler, gerek Kurtuluş gerekse Kuruluşu’ ele alırken temelde eleştirel yaklaşırlar. Kurtuluş ve Kuruluş döneminde yapılanları, günümüz emekçi sınıflarının işine yarayacak düşünce modeli çerçevesinde değerlendirirler. Atatürk’ün antiemperyalist liderliğini daima üstün tutarlar. Bu nedenle, sosyalist düşünce sahiplerinin bu tutumu önemlidir ve saygıyla karşılarız.

DİNCİLER VE ‘İKİNCİ CUMHURİYETÇİLER’

Radikal dinciler, kutsal din duygularını her zaman siyaset rantı için kullananlar, Atatürk’ten nefret ettikleri için numaracı solcular da her fırsatta Türk toplumunda tartışma yaratma zeminini kullanmak istedikleri için bu ayrıma sarılmak isterler. Bu girişten sonra konuya daha somut noktalardan bakmalıyız.

KENDİSİNE UNVAN VERMEDİ

Atatürk, kendisine hiçbir zaman isim ve unvan vermedi. O’nun isimleri ya öğretmenleri ya da Meclisler tarafından verildi. Mustafa idi, ortaokulda öğretmeni tarafından kendisine Kemal adı verildi ve Mustafa Kemal oldu. Anafartalar’da savaş kahramanı olarak Mustafa Kemal adını tarihe geçirdi. Yabancı askeri strateji uzmanlarının kitaplarına genç Yarbay Mustafa Kemal adı, askeri bir deha olarak girdi.

MUŞ VE BİTLİS’İ KURTARDI

Çanakkale savaşlarındaki başarılarından sonra Diyarbakır’a kolordu komutanı olarak atandı. Generallik rütbesini Diyarbakır’da Nisan 1916’da aldı. Henüz 35 yaşındaydı.

Kolordu komutanı olarak ilk girdiği savaşta Çarlık Rusyası’nın işgalci ordularından 7-8 Ağustos 1916’da Muş ve Bitlis’i kurtardı. Böylece Mustafa Kemal Paşa adı savaş tarihi kitaplarına işlendi. Acaba bu tarihsel gerçeği dinciler, kendilerini yerli olarak tanıtanlar ve “İkinci Cumhuriyetçiler” biliyorlar mı?

KUVAYI MİLLİYE ÖRGÜTÇÜSÜ

19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya ayak bastı ve yalnızca 80 gün sonra tüm rütbeleri elinden alındı, ordudan tart edildi ve apoletleri söküldü. Tarih 8 Temmuz 1919’dur. Ve o tarihten sonra “Kuvayı Milliye” önderi olarak sivil örgüt çalışmalarına başladı, Erzurum ve Sivas kongrelerini gerçekleştirdi, 23 Nisan 1920’de Meclis’i açtı.

Meclis başkanı olarak ve tartışmalarda demokrasiyi koruyarak dünyanın en acımasız emperyalist işgaline karşı antiemperyalist bağımsızlık savaşını yönetti. Sakarya Savaşı’ndan önce Meclis’in kararıyla Başkomutan oldu. Ancak bu karar nedeniyle asker elbisesini yeniden giydi ve savaşı yönetti. Sakarya Savaşı’nda “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır” diyerek dünyanın binlerce yıllık savaş stratejisini tersyüz etti. Tüm dünyada, anti-emperyalist savaşların temel ilkelerini belirledi. Sakarya savaşının zaferle sonuçlanması sonunda Meclis tarafından kendisine “Gazilik” unvanı oybirliğiyle verildi.

MAZLUM MİLLETLERİN ÖNDERİ

30 Ağustos 1922 bir saldırı savaşıdır. Türklerin son 200 yıldır yenilerek ve toprak yitirerek gerilemelerinden sonra ilk kez yaptıkları bir savaştır. Her şeyden önce emperyalist işgalcilere karşı bir saldırı savaşıdır. Mazlum milletlere cesaret veren bir zaferle sonuçlandı. İşte bu nedenle 30 Ağustos zafer haberini alan ve İngiliz sömürge yönetimi altında yaşayan Gandi şu açıklamayı yapıyordu: “Bu zafer, mazlum ve tutsak uluslara ilk kez bağımsızlık düşüncesini kavrattı.” (8 Eylül 1922)

Bizim ayakları yere basmayan “İkinci Cumhuriyetçi” solcular Gandi’nin bu sözlerini kavrayabiliyorlar mı, anlamını algılayabiliyorlar mı? Bu zaferin tüm dünyadaki tutsak halkların üzerindeki etkilerini değerlendirebiliyorlar mı?

ANTİEMPERYALİST BAŞARI

Kuvayı Milliye ordularının, 9 Eylül 1922’de İzmir’e girişleri, vatanın işgalci emperyalistlerden temizlenişi salt Türk milletinin bağımsızlık yolundaki temel sınır taşı değil, tüm bağımsız milletlerin emperyalistlere karşı zaferidir.

YENİ BİR EVRENE GİRİŞ

Bundan sonra, Mustafa Kemal yeni bir evrene giriyordu. Zaferden yalnızca 50 gün sonra, 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldı. 29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanıdır. Yalnızca bu iki tarih, Ortadoğu ve tüm İslam dünyası açısından çok büyük 2 devrimdir. Hemen ardından 1500 yıllık halifelik ilga edilerek (kaldırılarak) din devleti yıkılıyordu. Bundan sonra aydınlanma hareketi başlıyordu. Çağdaş bir toplumun inşası, adım adım yaratılması başlıyordu.

Alfabe reformu, Türklerin yüzyıllardır süren ve Araplaştırılmalarına son veren büyük devrimin adıdır. Tekke ve zaviyelerin kaldırılması, mahalle mekteplerinin kapatılması, eğitim (AS: Öğretim olacak) birliği yasasının kabul edilmesi ardından alfabe devriminin kabul edilmesi, kadın haklarının verilmesi, hukuk devrimi, kimilerinin sandığı gibi üstyapı değil; sosyolojik açıdan toplumbilimi yönünden tümüyle altyapı devrimleridir.

EKONOMİDE DEVLETÇİLİK

Cumhuriyetin ilanından sonra ekonomiye de önem verildi. Ülkenin nüfusu 13 milyon, genç kesim savaşlarda yitirilmiş, Osmanlı Devleti’nden çok büyük borç yükü devralınmış; işte bu koşullarda ülkenin dört bir yanında yabancıların elinde bulunan tüm demiryolları millileştiriliyor, tüm limanlar kamulaştırılıyordu. 1930’lardan sonra planlı ekonomiye giriliyor, kamu iktisadi girişimleri yaratılıyordu.

“Yetmez ama evet”çi liberaller, 1923’te başlayan bu sol görüşlü ekonomi politikalarının önemini ve anlamını ne yazık ki kavrayamıyorlar…

KARL MARKS VE AVRUPA AYDINLANMASI

Karl Marks, Avrupa aydınlanma devriminin ürünüdür. 400 yıl süren karanlık ortaçağ, Rönesans ve Reform, büyük Fransız İhtilali derinlemesine özümsenmeden Atatürk devrimlerinin sosyolojik nedenleri de anlaşılamaz. Karl Marks’ı Avrupa aydınlanma devrimlerinin temel bağlamından kopararak okumaya kalkanlar, ne kapitalizmi ne de sosyalizmi anlayabilirler. Marks’ı aydınlanma devrimlerinin bağlamından kopararak Atatürk’ün yaptıklarını anlayabilmek olanaksızdır.

AYDINLANMAYI BİLMEDEN OLMAZ

Sol düşünce ile Atatürk’ü bağdaştıran, Atatürk’ün temelde sol düşünce metodolojisi içinde değerlendirilmesi gerektiğini savunan İlhan Selçuk’un bir yorumunu anımsatalım. İlhan Selçuk, ayakları yere basmayan, Atatürk’ün yaptığı büyük dönüşümü küçümseyen ve anlayamayan kimi sol liberaller için şöyle diyordu:

  • “Onlar, Avrupa’daki gelişmeleri, Fransız İhtilali’ni, Aydınlanmanın büyük yazarlarını (J. Locke, Voltaire, Kant gibi) okuyup özümsemeden Karl Marks’ı okudular. Marks’ı aydınlanmanın bağlamından kopardılar, bu nedenle Atatürk’ün yaptığı büyük devrimin boyutlarını anlamalarına olanak yoktur.”

“Gardırop Atatürkçülüğü” deyimini kullanan İlhan Selçuk, bu gibiler ve burjuvalar için şöyle yazmıştı:

“Türkiye’de hiç kimse gardırop Atatürkçüsü kadar Atatürkçülüğe zarar vermedi.”

ATATÜRK, MUSTAFA KEMAL’İN DEVAMIDIR

Mustafa Kemal olmasaydı, Aydınlanma devrimcisi Atatürk olamazdı. Atatürk, Mustafa Kemal’in devamıdır. Atatürk, yüzlerce yıl ümmet olarak yaşamış bir topluma vatandaşlık bilincini vermek istedi. Atatürk devriminin temeli; ümmetten ulusa, kulluktan vatandaşlığa geçiştir. Kadının 2. sınıflıktan eşit vatandaşlığa taşınmasıdır.

Atatürkçülük, eleştirel aklın öne çıkarılmasıdır. Atatürk, “En gerçek yol gösterici ilimdir” diyen bir devrimcidir. Bu nedenle Atatürk, Gazi Mustafa Kemal’in devamıdır ve birbirinden ayrılamaz.

DEMOKRATİK DEVLETİN HAZIRLANIŞI

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk on beş yılı kendini kabul ettirme ve dış kaynaklı iç isyanların bastırılma dönemidir. Yönetim modeli otoriterdi, ancak Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren sivil örgütlenme ve demokratik meşruluk temellerine dayanılmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra karizmatik lider Atatürk, Avrupa’da 400 yıllık bir süreç sonucu ortaya çıkan Aydınlanma hareketini Türk toplumuna getirerek devrimci ve Aydınlanmacı bir yol izlemiştir.

Dünyaca ünlü siyasetbilimci Duverger, 1930’lar CHP’sini şöyle değerlendiriyor:

“…Faşist rejimlerde her gün rastlanan otorite savunuculuğunun yerini, Kemalist Türkiye’de demokrasi savunusu almıştır…

…Türk tek parti sistemi, hiçbir zaman bir tek parti doktrinine dayanmamış; tekele resmi bir nitelik vermemiş, liberal demokrasiyi ortadan kaldırma arzusuyla meşrulaştırmaya çalışmamıştır. Sahip olduğu tekelden daima rahatsızlık, utanç duymuştur.” (M. Duverger, Siyasi Partiler, s.364)

BİR SİMGE

Atatürk adı bir simgedir ve Gazi Mustafa Kemal’e Meclis kararıyla soyadı olarak verilmiştir.

Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini general üniformalarını giyerek Nazi ve faşist diktatörlüklerini kurarlarken Atatürk; askeri üniformasını dolabına koyarak, Türk toplumunun çağdaşlaşması yolunda devrimlerini gerçekleştiriyor, aynı zamanda bir muhalefet partisi kurulmasının girişimlerini de yapıyordu.

Bizim “İkinci Cumhuriyetçiler”, esip gürleyen, kimi noktalarda ego şişkinliği yaşayan, ancak ayakları yere basmayan ve kendileri için sol etiketini yapıştıran sol liberaller, tüm bu büyük değişimi, devrim niteliğindeki dönüşümü anlayabiliyorlar mı? Bunları değerlendirebiliyorlar mı?

Bu gelişmeleri dünya tarihi, Ortadoğu tarihi ve Türkiye tarihi açısından ele alıp makro düzeyde özümseyebiliyorlar mı?

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, “Anadolu aydınlanması”nın devrimci önderi Atatürk adı, kimi “entellerin takıntılarını” tatmin etme alanı ve oyun sahası olmamalıdır.

Günümüzde Atatürkçülük Nerede?


Günümüzde Atatürkçülük Nerede?

portresijpg


Prof. Dr. Kemal ARI

“-En büyük Türk, Atatürk”

 

 

Şakşakçı, yağdanlık; her türlü ortama kendini uydurmakta pek hünerli kesim konuşuyor:

“Artık Kemalizm bitti!”

Niçin diye sormaya gerek bile yok.
-“Çünkü Kemalizm, çağın gereklerine karşılık veremiyor.

O;

1. Ulusalcı,
2. Devrimci,
3. Laik,
4. Halkçı,
5. Cumhuriyetçi ve
6. Devletçi… (6 Ok ilkesi)

Bu değerlerden bugünümüze dek ne kalmışsa, kalana bile dayanamıyor;
Atatürk gibi “dahi” bir kimlik ve kişiliğin karşısına olmadık kişileri çıkarıyorlar.
Bir tür tarihten rövanş alma… Bir şeyleri içselleştirememe ve kanıksayamama… Dünyayı doğru okuyamama…

Örneğin, çok etkili ve yetkin bir kişilik tutup, ulusçuluk kavramından “ırkçılığı” anlayabiliyor ve çağdaş dünyanın bir önceki evresi olan feodal ilişkiler düzenini ve ümmetçi siyaseti, çoğulcu demokrasinin bir parçası gibi allayıp, şekerleyip önünüze koyabiliyor…

Ulusçuluktan ırkçılığı,
Cumhuriyetçilikten vesayetçiliği;
Halkçılıktan yozlaşmayı anlayan ve konuları böyle algılayan bir kafanın çağdaş bir kafa olduğu söylenebilir mi?

Ya tutup, “demokrasi, demokrasi, ille de demokrasi; Kemalist vesayetçi düzen
sona erdi
, yerlerde debeleniyor; çağın gerisinde kaldı derken”; gidip demokrasiyi
Said-i Nursi’nin nur ayetlerinde, Ortadoğu’nun haremlerin içinde kaybolmuş
Vahabi kültüründe arayan ve Osmanlı Devleti’ne de bakarak, ondan kendine bir kimlik
ve edinim bulmaya çalışan kafaya ne demeli?

İnsanın bu tür tarihe şaşı bakanları görünce, şunu diyesi geliyor:

A “şaşıbakanım”, senin tarihte çok değer verdiğin, sanki bir Altın Çağmış gibi bugüne taşımaya çalıştığın o düzenin temsilcisi olan sultanların kendi bulundukları zaman diliminde oynadıkları rol, senin savunduğun değerler dünyasıyla hiç uyuşmaz. Öyle ya! Neredeyse Roma’yı yeniden ihya etmeyi düşünen; bunun için Otranto Seferi’ne bile çıkmayı göze almış; dönemin katı taassuplarını kırarak, çok dil öğrenmiş, felsefeye merak salmış… dince günah sayılmasına karşın tablosunu yaptırmış bir
Fatih Sultan Mehmet
; o dönemde O’nun düzenine karşı başkaldırmış gerici zümre varken, nasıl senin tarihsel çizgini ve eksenini temsil eder? O, kendi döneminin koşullarına göre, yaşadığı çağın yerleşik kalıplarını kırmaya çalışan bir anlayışa sahipti…

Ve örneğin, bugün yecelttiğiniz ve göklere çıkardığınız Sultan II. Abdülhamit bile, sizin sandığınız ölçüde şeriatçı bir kimlik ve kişilik değildi. Neyi, kime karşı savunuyorsunuz? O’nun, dönemin koşulları içinde İngilizler’e karşı bir siyaset olarak kurguladığı “İslamcı” politikaya bakarak, Sultan’ı taassup içinde bir kimlik ve kişilik mi sandınız? Dince neredeyse dünyanın en büyük tefekkür sahibi kişisi olarak nitelendirdiğiniz,

Said-i Nursi’yi “Delidir” diyerek tımarhaneye attıran
Sultan II. Abdülhamit değil mi?

Bu zıtlıklar bir yana; Atatürk’ün getirdiği değerler dünyasına baktığımız zaman;
geçmişin eleştirisi yerine, günümüze bakıp, o değerler dünyasından bugünün
geri kalmış toplumları olarak ve elbette kendi gerikalmışlık düzeyimizin içinde değerlendirerek, Atatürk’ü ve O’nun aydınlanma ideolojisini nereye koyabiliriz,
bunu düşünmeye değmez mi?

Atatürkçülük’ü tabu biçimine getirmeye çalışanlar olduğu söylenir sık sık… Doğrudur. Belli dönemlerde, O’nu kalıp haline getirerek, tarihin dar bir alanına hapsedip bırakmaya çalışanlar hep bu ülkede olmuştur. Ancak, şunu söyleyelim:

  • Her şeyi bir yana bırakın: Atatürkçülük; akla, bilime, evrensel ve çağdaş değerlere, Türk Kültürü’nü içselleştirmeye, yurtseverlik duygularına yönelmiş ve ezilen uluslara antiemperyalist duruşuyla örnek olmuş
    bir harekettir.

  • Ben size hiçbir katı dogma bırakmıyorum
    İki şey emanet ediyorum; biri akıl, öteki de bilim!” 

diyen büyük Gazi’yle derdi olanın, akılcılıkla, bilimle, çağdaşlıkla, çağdaş ve evrensel değerlerle ve Türk kültürünün en aşağı yedi bin yıllık geçmişiyle bir derdi vardır.

Türkiye dünyanın en güzel ülkelerinden biridir ve her Türk, O’nu yurtseverce duygularla sever… O’nu başının üzerinde yükseltir. Bütün yurttaşlarını, hiçbir etnik, dinsel ve mezhepsel ayrıma bakmaksızın; yasalar, kamu düzeni ve toplumsal yaşam içinde
eşit görür. Bunun güvencesi, bütün dinsel inanışlara ve inançsızlığa eşit uzaklıkta olan çağdaş hukuksal ilkelerdir.

Devlet; din üzerinden siyasal bir yapılanmaya yönelmez.

O yurttaşını ya da bu yuttaşını; ırkı, dini, cinsi, bağlı bulunduğu boy, aşiret kimliğine bakmadan eşit görür…

Bu yaklaşımlarla derdi olan var mı?

Varsa bilin ki; o yalnız Atatürkçülük’ün değil, evrensel değerlerin de karşısındadır.
Çünkü Atatürkçülük, geri kalmış ve akıl devrimini kaçırmış olan Türkler’in
bu değerlerle buluşmasını sağlayan büyük bir devrimci dönüşüm hareketidir.

O nedenle, günümüzde Atatürkçülük; Rönesans ve Reform Hareketlerini yaşayamayarak; bırakın bu değerler düzenini, Sanayi ve giderek de Bilişim devrimini bile gerçekleştirmiş güçlü devletlerin karşısında, ezilen geri kalmış ulusların kendilerini onlara karşı savunmasını ilkesel olarak içselleştirmiş bir karşı duruş hareketinin adıdır.

Ancak bu karşı duruşu, yalnız yayılmacı duygulara karşı askeri ve siyasal düzende engellemekle yetinmez… Geri kalan ulusların geri kalmışlığını, onların tarihsel süreçte Aydınlanma değerlerini; bu değerler sistemi üzerine binmiş olan Sanayi Devrimi’ni
ve bunun arkası sıra gelen bütün modernleşme çabalarını kaçırmalarına bağlar.
Onları bulundukları noktadan alıp;

– kuldan birey, sonra da yurttaş yaratmayı;
– tebayı ulusa çevirmeyi;
– tanrısal bir öze dayanan kişi egemenliğini ulus egemenliğine dönüştürmeyi amaçlar…

  • Gerçek demokratik cumhuriyetin ancak ulus devlette,
    ulus haline gelmiş yurttaşlar topluluğu tarafından yaratılacağını bilir…

Pekala, günümüzde Atatürkçülük nerede?
O’nun geldiği düzey ve içinde bulunduğu koşullar nelerdir?

Derhal yanıtlayalım:

  • Günümüzde Atatürk, yalnız ve yalnız, milletin temiz vicdanındadır.
    O, her an her yerde belirebilir:

Türkiye Türktür, Türk kalacak! Yaşasın Türkiye, Yaşasın Atatürk,
Yaşasın Atatürkçülük” diye atılan naralardadır Atatürk…

Toplumun nefes alışında, ayak seslerinde; gece uyurken rüyalarındadır.
Artık O’nu koruyacak hiçbir yasaya, kurala gerek yoktur. Kim ne kadar vuruyorsa Atatürk’e ve Onun değerlerine; her vuruşta dipdiri yerden fışkıran diri bir filizdir Atatürk, vicdanlarda açan…

O’nun yeşerdiği bahçe o denli bakir, temiz ve coşkuludur ki;
bir vurana, bin yerden seslenir:

“En büyük Türk, Atatürk” diye…

Bugün; hem kabile ya da aşiret düzenini savunup, hem de çoğulcu demokrasinin
bir gereği olarak bu yapıyı olumlu görenler var ya!

Nasıl ki; “Köre gözlük” diyoruz, onlara da tarihe şaşı bakmalarını engellemek için
ayrı bir gözlük vermek gerekiyor.

Eğriyi doğru, doğruyu da eğri olarak görmemeyi başarırlarsa,
emin olun her şey daha yerli yerine oturur…

Şimdi birileri ve o birilerinin oluşturduğu topluluklar yeni savruluşlar yaşıyorlar…
Heyecanla, bulundukları yerden haykırıyorlar:

Yeni Osmanlılık….
– Osmanlı Düzeni…
Gerçek demokrasiyi yaratacak olan şeriat!

Kör, doğruya eğri baktıktan sonra; demokrasinin şeriatla olabileceğini savunan
bir kişi, Atatürkçü olsa ne olur, olmasa ne olur…
Hani derler ya; kumaş çok eskimiş, dikiş tutmaz…
En iyisi, “Koyver” gitsin…
Su akar, yolunu bulur nasılsa…

Kemal Arı 
27.11.2013, İzmir

TÜRK DEVRİMLERİNE CAN VEREN SİHİRLİ SÖZCÜK “LAİKLİK” NEDİR?


TÜRK DEVRİMLERİNE CAN VEREN SİHİRLİ SÖZCÜK “LAİKLİK” NEDİR?

İzzet Polat AROLAT
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

Atatürk devrimlerinin özü; bağımsızlığını yitirmiş, bilimde, sanatta, teknikte,, ekonomide, yaşamın hiçbir alanında başarı göstermemiş koskoca bir
Osmanlı İmparatorluğu. Okuma-yazma oranı erkeklerde %10, kadınlarda %4.
Yıkılmış viran olmuş bir ülkeden, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmış,
halkı mutluluk içinde çağdaş bir ulus yaratmaktır.

Durumu kısaca özetlemek gerekirse; yükselme dönemi dahil, yönetim padişahların elindeydi, yasaları o koyardı. Dünya işlerine vezirler, din işlerine şeyhülislam bakardı. Hilafetin kabulü ile (1517) ve sonraki yıllarda din yönetim içinde gittikçe ağırlık kazandı. Bilim ve teknikten gittikçe uzaklaşıldı. Devlet din kurallarına göre yönetilmeye başlandı.
Oysa Batı toplumları, Rönesans ve Reform hareketleriyle Ortaçağ karanlığından kurtuldular. Bilim ve akıl tek yol gösterici olarak kabul edildi. Din giderek dünya işlerinden elini çekti. İnsanların vicdanlarında yüce yerini aldı. Aklın ve bilimin yol göstericiliği, beraberinde, bilimde, teknikte, sanatta, ekonomide yeni ufuklar açtı. Derebeyliklerin, imparatorlukların yerini cumhuriyetler aldı. Demokrasiye giden yolun önü açıldı.

Osmanlı Devletinde ise; matbaa 1450’li yıllarda icat edildiği halde Osmanlı Devletine 278 yıl sonra ancak girebildi. Osmanlı tebası Rumlar ve Ermeniler, kendi matbaalarını kurdular. İncil’i ve Tevrat’ı kendi dillerine çevirdiler. Kuran-ı Kerim 1931 yılında Atatürk’ün sayesinde Türkçe’ye çevrilebildi. Ezan halen Arapça okunuyor.
1450’li yıllarda İtalya’da üniversite kuruldu.

Fatih Sultan Mehmet ise Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev’i medrese kurmakla görevlendirdi.
Yani 1500’lü yıllardan başlayarak Batı, din ve devlet işlerini ayırırken, aklı ve bilimi yaşamın bütün alanlarında yol gösterici olarak kabul ederken, bizim toplumumuz giderek taassubun pençesinde geriledi, durakladı, parçalandı.
Sanayide hiçbir başarı gösteremedi. Ticaret büyük ölçüde Rum ve Ermeni tüccarların elindeydi. Para ve güç Galata bankerlerinin eline geçmişti.
Devlet dış borçların faizini bile ödeyemez durumuna düşmüş,
vergilerini Duyun-u Umumiye aracılığı ile topluyordu.

Emperyalist ülkeler çökmüş devleti soymakla yetinmiyor, topraklarını da elerlinden alarak Türkleri Anadolu’dan sürmek istiyorlardı.

Birinci Dünya Paylaşım Savaşından yenik çıkmıştık. Sıra topraklarımızın paylaşılmasına gelmişti. İşte tam bu sırada Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal ortaya çıktı. Paşalar ve Türk halkı O’nun arkasındaydı. Dünyanın ilk Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Lozan’da sınırları çizilmiş bağımsız bir Türk Devleti kurulmuştu.
Sıra daha büyük, daha zor bir savaşa gelmişti. Çağdaş dünya milletlerinin eşit, çağdaş, saygın bir üyesi olmak.

Bu hedef daha büyük Devrimi gerçekleştiriyordu.
Büyük Atatürk işte bu devrimi gerçekleştirdi.

Batı toplumu Rönesans ve reform hareketleriyle sürekli ve hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Derebeylikler yıkılmış, Kilisenin dinci taassubu, yani ortaçağ karanlığı yerini Aydınlanma devrimine bırakmıştır. İmparatorluklar Cumhuriyet’e giderek Demokrasiyle yönetilen Devletlere dönüşmüştür.

Bilimde, sanatta, teknikte hızlı bir gelişme olmuş kıtalar keşfedilmiş, deniz ticareti
başta olmak üzere, ekonomide büyük gelişmeler olmuştur.

1789 Fransız İhtilali kardeşlik – eşitlik – özgürlük hareketlerinin ateşleyicisi olmuştur.

Fakat bütün bu gelişmeler yıllarca süren savaşları da beraberinde getirmiştir. Yüzbinlerce insanın ölümüne neden olmuştur.
Eşitlik ve özgürlük sloganıyla başlayan aydınlanma hareketi,
aynı zamanda sömürgeciliği de beraberinde getirmiştir.

Ancak hiçbir bilgi birikimi olmayan yanmış yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş bir ülke kurma girişimi gerçekçi olabilir miydi?
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Batı’nın 500 yıla yakın sürede on binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan, bilim, sanat adamlarının ağır bedeller ödeyerek gerçekleştirdiği aydınlanma devrimini başarmak olanaklı olabilecek miydi?

  • Halk bilerek, isteyerek cahil bırakılmıştı.

Medreseler, tekkeler, zaviyeler elinde insanlar köleleşmişti. 13 milyon olan nüfusun yaklaşık yarısı sıtma, verem gibi salgın hastalıkların pençesine düşmüştü.
Genç nüfus büyük ölçüde savaş meydanlarında ölmüştü.
Nüfus çocuklar, yaşlılar ve kadınlardan oluşuyordu.

Kalkınmanın önündeki en büyük engel Saltanat kaldırılmıştı. Cumhuriyet ilan edilmişti.

Fakat en büyük hedef olan çağdaşlaşma nasıl gerçekleşecekti?
Kalkınmanın eşitlik ve özgürlük hedefini gerçekleştirecek sihirli sözcük “Laiklik” ti.
Cumhuriyet’in ayakta kalması beklenen amaçlara ulaşmada akıl ve bilim yol gösterici olacaktı ama sağlıklı kararlar verebilmek için kör inançlardan kurtularak,
aklın özgürleşmesi gerekiyordu.

İşte bu özgürleşmenin sigortası Laiklik olabilirdi.

Din işleriyle dünya işlerinin ayrılması, dinin insan vicdanındaki yüce yerini alması
ve dünya işlerini ise akıl ve bilimin yol göstericiliğiyle çözmek gerekiyordu.

400 yıl hilafetle yönetilmiş, geri kalmış yoksulluğun yazgı gibi kabul edildiği bir toplumda, aklı ve bilimi yol gösterici olarak kabul etmek pek de kolay değildi.
Toplumun yarısını oluşturan kadınların %4’ü okuma yazma biliyor ve sofradaki yeri öküzden sonra geliyordu. Çok kadınla evlilik, mirastan 1/2 oranında pay alma
yasal olmakla birlikte kadınların mirastan pay almaması dinin buyruğu algılanıyordu.

Kadınları yasa karşısında eşit duruma getiren Medeni Kanun kabul edilmişti. Mecelle’nin kaldırılarak İsviçre’den alınan medeni kanunun kabulü
çok büyük bir değişimdi.

Ekonomik kalkınma büyük başarıyla sürüyordu. Gerici ve bölücü güçlerin desteklediği başkaldırılar Devrimin kararlı yaptırımı ile önleniyordu.

Latin harflerinin kabulü Kültür Devrimi’nin dev adımlarından biriydi.
Kılık kıyafette yapılan değişiklikler bile gerici dirençle karşılanıyordu.
Fesin kaldırılmasında bile güçlükler çıkarılmıştı.

Takvim değişti. Ağırlık ölçüleri, çağdaş milletlerle aynı oldu.

  • Devrimin aydınlatma feneri laiklik, 1931’de Altı Ok‘un önemli bir ilkesi oldu.

Laiklik yalnız, din ve devlet işlerinin ayrılması değildir.
Aynı zamanda inanç özgürlüğünün bir güvencesidir.
Ayrıca tüm yaşamı kapsayan bir yaşam biçimidir.
Sanatta, bilimde özgürlüktür.
Sosyal yaşamda ayatta yol gösterici akıl ve bilimin dayandığı temel ilkedir.
Şeriata karşı Medeni Yasadır. Padişahlığa karşı Cumhuriyet, ümmete karşı millettir. Sosyal yaşamda kadın erkek eşitliğidir.
Kulluğa karşı, bireyin özgürlüğüdür.

Yani insanı insan yapan tüm girdilerin ana kaynağı, besleyicisidir.

Ulus olmanın olmazsa olmazıdır.
Laik olmadan bir ülke bağımsız olabilir mi?
Laik bir toplum mutlaka bağımsızdır.

Demokrasi, her anlamda gelişmiş toplumların yönetim biçimidir.
Bir ülke laikliği tüm bireyleriyle içselleştirmemişse o ülkede Demokrasiden
söz edilemez. Toplum ümmetten millete geçememişse o tür toplumlarda demokrasi olamaz.

Demokrasi fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür insanlar ister.

Özgür insan da ancak laik bir toplumda gelişir.

  • Ülkeyi yeniden ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenlerin, en çok saldırdıkları, Devrimin laiklik ilkesidir.

Laik düşünce toplumda egemen değilse o toplum her türlü gerici akımın cirit attığı bir ortam oluşturur.

Cumhuriyet’in, Devrimciliğin, Halkçılığın, Milliyetçiliğin, Demokrasi’nin yaslandığı temel ilke Laikliktir.

Laiklik, İslam dinin yücelmesinin de temel ögelerinden biridir.
Atatürk, 1 Mart 1924’te TBMM’nin 2. dönem 1. toplanma yılını açarken,
sözü dine getirerek, bunun gibi mensubu olmakla içimizin rahat olduğu ve
mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri olabildiği gibi bir siyasa aracı olmaktan kurtarmak ve yüceltmenin gerekli olduğu gerçeğini işlediğini gözlemliyoruz.

Büyük Atatürk hurafeler elinde tutsak olmuş bir ümmet toplumundan;
medeni, çağdaş bir ulus yaratmak istiyordu. Kendi kararlarını kendilerinin verdiği,
özgür bireylerden oluşan bir toplum, elbette ki çağdaş ulus olmanın önkoşulu
laik eğitimden geçer. Şeyhler dervişler ülkesinde çağdaşlıktan söz edilemez.
Onun içindir ki, 29 Ekim Cumhuriyet’in ilanından dört ay sonra Tevhid-i Tedrisat adlı Öğretimin Birleştirilmesi yasasını çıkarmıştır.

Öğretimde birliği sağlamak amacıyla, daha sonra gerici kültür kaynakları medreseler, tekkeler, zaviyeler kapatılmıştır. Bu yolla çağdaşlaşmanın önündeki engeller kaldırılmıştır.

Din işlerine bakmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı durulmuştur.

Sonraki yıllarda Latin harflerinin kabulü ile okuma ve yazma kolaylaştırılmış,
geniş halk kitlelerine ulaşma olanağı doğmuştur.

Devrimlerin hemen hepsi dikkatle incelendiğinde, demokrasiye giden hedef
mutlaka görülecektir.

Demokrasi ise, başka girdilerle birlikte Laiklik ilkesine yaslanmaktadır.
Bir ülkede laiklik ilkesi içselleştirilmeden uygulanan demokrasi eksiklidir.
Giderek sömürge demokrasisine dönüşür.

Laiklik; her türlü inanç, gelenek ve toplumsal baskıdan kurtulmak ve
özgür davranmak demektir.

Her türlü gelişmenin büyülü anahtarı Devrimlerle birlikte Laiklik ilkesidir.