Etiket arşivi: aydınlanma

Azgın azınlığın saldırısı

79 Gündür haksız – hukusuz tutuklu…

10 Eylül 2023, https://tele1.com.tr/azgin-azinligin-saldirisi-911799/ 

  • Ülkeyi İslamcı faşist bir rejime zorlayan gerici hareket, azgın bir azınlıktan ibaret.
  • Sanıldığı gibi, iktidarı elinde tutmasına karşın güçlü değil.
  • İslamo-faşizm, gücünü muhaliflerin örgütsel dağınıklığından,
    ideolojik bir berraklığa sahip olmamasından alıyor.

Seçimlerden sonra giderek artan, iktidar desteğiyle çığırından çıkan gerici saldırılar, bütün yaşamı kuşatmaya başladı. Cumhuriyetin kazanımlarına, insanlığın ilerici birikimine, Aydınlanmaya, laiklik ve seküler yaşama, demokratik hak ve özgürlüklere yönelik bu saldırı dalgası artık belli sınırlara dayandı. Toplum ayrışıyor.

Sadece Avrupa şampiyonluğunu kazanan kadın ulusal voleybol takımının başarısı karşısında radikal İslamcıların göz aldığı tutum bile, toplumda derin bir saflaşma ve kopuşun yaşandığını göstermeye yetiyor. Festival iptalleri, kültür-sanat sergilerine yönelik baskınlar, içki yasakları, yaşam tarzına (biçimine) yönelik münferit (tekil) saldırıların ötesine geçti.

  • Bütün ülkeye dayatılan ve dinci faşist bir düzenin kurulmasına ilişkin, çift yönlü bir kıskaca (yukarıdan / iktidar ve aşağıdan / gerici topluluklar) dönüştü.

Ancak, ortada son derece açık fakat yeterince bilince çıkarılamayan bir olgu var:

  • Ülkeyi bir şeri düzene, İslamcı faşist bir rejime zorlayan gerici hareket azgın bir azınlıktan ibaret.
  • Sanıldığı gibi, iktidarı elinde tutmasına karşın güçlü değil.
  • İslamo-faşizm, gücünü muhaliflerin örgütsel ve politik dağınıklığından, ideolojik bir berraklığa sahip olmamasından alıyor.

Dolayısıyla; iktidarın, siyasal İslamcı hareketin ve tarihsel gericiliğin güç kaynağı; ilerici güçlerin ve muhalefetin güçsüzlüğüdür. Bu paradoks (çelişki) aşılmadan gerici ablukayı kırmak zordur.

Burada kritik öneme sahip tespit ve kavram, saldırgan gericiliğin, bir azınlığa, ve fakat azgın bir azınlığa dayanmasıdır.

Bu gerçek kavranmadan ne doğru bir mücadele anlayış geliştirilebilir ne de tutarlı ittifaklar oluşturulabilir.
**
Son günlerde BirGün gazetesinin bu durumu saptayarak haberlerinde çok önemli bulduğum yeni bir dil kullanmaya başladığı görülüyor. Arkadaşları kutluyorum. BirGün, İslamcı ve liberal entelijansiyanın ittifakıyla oluşturulan bir illüzyonu parçalayan bu dili, siyasal ve sosyolojik bir tespite dayandırıyor olmalı. Gazete gerici saldırıyı yapanların, yaşam tarzlarına (çağdaş yaşama elbette) müdahale edenlerin “marjinal bir azınlık” olduğunu, sıradan bir olgu gibi ortaya koyuyor. Böyle bir doğallıkla ortaya konulması, yaşamın olağan akışı ve görünümüne de son derece uygun düşüyor.

Örneğin; 5 Eylül 2023 tarihli BirGün’de yayımlanan, “Marjinal Azınlıktan Gericilik Dayatması” başlıklı haberde şöyle deniyor: “Toplumda bir grup azınlığa karşılık gelen bu gerici oluşumların yasakçı, baskıcı, laiklik, Cumhuriyet, kadın ve LGBTİ düşmanı talepleri toplumun geri kalanının arzusu gibi sunulmak isteniyor.”

Tam da böyle oluyor. Burada farkındalık yaratan ve dikkat çeken sadece haberdeki “bir grup azınlığa karşılık gelen gericiler” tespiti değildir; bu azgın azınlığın kendi dar ideolojik taleplerini toplumun / milletin büyük çoğunluğunun “arzusu gibi sunmak istedikleri” saptamasıdır. İşte bu saptama, İslamcıların on yıllardır yaptıkları ve sürekli tekrarlayarak genel bir kabule dönüştürmeye çalıştıkları ideolojik-tarihsel hileyi açığa çıkarıyor. İslamcı bir hipoteze dayalı olan “milletin değerleri” illüzyonunu yıkıyor.

Şeriat isteyenler, İslamo-faşist bir düzeni bütün kurum ve toplumsal / kamusal
yaşam biçimiyle inşa etmeyi planlayanlar, bu ülkede mutlak bir azınlıktır.

AKP’ye oy veren toplum kesimlerinin büyük bölümü de bu “azgın azınlığın” bütün ülkeye, “milletin değerleri” diye yutturmaya çalıştığı düzene karşıdır. Bunu biliyoruz.
***
İslamcıların yaşam biçimi dayatmasının teolojik ve kültürel kaynaklarının yanı sıra -ki bunlar elbette var- esas olarak kendi tarihimizden kaynaklanan ideolojik, siyasal ve kültürel dayanakları da bulunuyor. Ancak; bunlar yalan, çarpıtma ve siyasal-tarihsel bir sahteciliğe dayalıdır. Büyük ölçüde Necip Fazıl tarafından üretilen tarihsel palavralardan ibarettir. Öyledir ama, buna inanan ve bütün bir toplum ve ülke projesini bu İslamo-faşist tarih tezlerine dayandıran önemli bir siyasal güç ve gerici entelijensiya da var. Üstelik bunlar iktidar.

Bu bilimsel dayanaktan yoksun hipotez, açığa çıkarılıp ideolojik bir mücadele, kültürel bir kavga verilmeden gerici saldırıyı püskürtmek ve yenilgiye uğratmak zordur. Şöyle özetlenebilir:

Osmanlı-Türk modernleşme süreci ve Cumhuriyet Devrimi sonucunda devlet ile millet birbirine yabancılaştı. Devlet (siz bunu Cumhuriyet olarak anlayın) milletin değerlerinden koptu. Bu kopuş ve yabancılaşma giderek bir düşmanlığa dönüştü. Devleti elinde tutan bir avuç seçkin, milletin değerleri ile savaşmaya, dolayısıyla millet ile kavga etmeye başladı. Bu nedenle, devletle milleti yeniden barıştırmak gerekir. Bu barış da ancak devletin, milletin değerlerine yaklaşmasıyla mümkündür. Bu amaçla, bir avuç Cumhuriyet seçkininin vesayetine son vermek zorunludur.

İslamcı hipotez kısaca böyledir. Hiç kuşku yok ki; burada “milletin değerleri” denilen ideolojik-kültürel toplam sadece din ve geleneklerden oluşmaktadır. Bu anlamda devlet-millet barışının tek yolu, kamu yaşamı ve bürokrasinin dinselleşmesidir. Üstelik bu dinselleşmenin perspektifi, Sünni İslamcılığın dar ve mezhepçi siyasal yorumudur. Selefiliktir. Siyasal İslamcı hareketin “milletin değerleri” diye üstünü örttüğü ideolojik-kültürel toplam, esas olarak İslamcı faşist siyasal programdan ibarettir.

Bu büyük bir aldatmacadır. Çünkü Cumhuriyet Devrimi’nin toplumsal temeli ve desteği sanıldığından daha büyüktür. Üstelik 1980 12 Eylül darbesi ve 21 yıllık AKP iktidarının toplumun dokusunu değiştirme çabalarına karşın durum böyledir.

  • Cumhuriyet bir avuç seçkinin değil,
    toplumun geniş kesimlerinin sahiplendiği bir rejimdir.
  • Laik yaşam, toplumun derinliklerine işlemiş, içselleştirilmiştir.
    Kökleri sanıldığından güçlüdür.

İşte bu İslamcı hipotez -ki yaşam tarafından birçok kez yanlışlanmıştır- çökertilmelidir. Bu da ancak ideolojik ve kültürel mücadele ile yapılabilir, muhafazakâr anlayışa yakınlaşarak değil. Muhafazakâr tezleri çökertmeden bu mücadeleyi kazanmak hayaldir.

  • Şeriat talebi toplumun %8 ile 12’si arasındaki bir kesimden gelmektedir.

Çeperiyle birlikte bu oran en çok %20’ye çıkmaktadır.
İşte o %80’e ulaşmanın yolu dinci-muhafazakâr harekete benzemekle mümkün değildir.
Sol ve CHP bunu anlamak zorundadır.

Kutsal zalimliğe geçit verilmemelidir.

 

Tarihin çağrısı ve cezası

34 gündür hukuksuz olarak tutuklu..

Türkiye’de siyasal İslamcılığa karşı ideolojik bir mücadele yürütmediğiniz sürece, yalnızca ekonomik ve sendikal taleplerle yürütülen bir mücadeleyle kazanma şansınız neredeyse sıfıra yakındır.

Cumhuriyetin kazanımlarının ve insanlığın ilerici birikiminin savunmasız kaldığı; toplumda büyük ve yıkıcı bir sağa savrulmanın yaşandığı, cumhuriyetçi ve merkez solu da içine alarak gerçekleştiği bir siyasal ortamda gericiliğe karşı yürütülen mücadeleyi kazanma şansı çok düşüktü. Öyle ki, din düşmanlığı sanılır diye laikliğin neredeyse ağızlara alınmadığı bir seçim yarışının yenilgiyle sonuçlanması kaçınılmazdı.

Türkiye, ideolojik ve kültürel mücadelenin ihmal edilmesinin bedelini ödüyor. Geçen hafta, Prof. Dr. Korkut Boratav’ın, kurtuluşun yolu olarak sosyalistlerin öncülük edeceği, taşıyıcı gücünü devrimcilerin oluşturacağı bir ideolojik sınıf mücadelesi önerdiğini belirterek bu yaklaşımın önemine işaret etmiştim. Konuyu sürdüreceğim.

Nitekim adil olmayan koşullarda yapılmasına, yalan, iftira ve kara propagandaya dayanmasına karşın, seçim sonuçları yine de çıplak gerçeği bize gösterdi. İktidar blokunun oyları en kötü halde bile %40-45 bandının altına inmemişti. Sanıldığı gibi zamlar, hayat pahalılığı, artan yoksulluk, derinleşen gelir adaletsizliği, evde kaynamayan tencere her zaman ve her koşulda iktidarları düşürmüyordu.

  • Aklı ve vicdanı teslim alınan yığınlar, önlerine sandık konulunca, bütün sefaletlerinin sorumlusu olan efendilerini seçmeye devam ediyordu.

Bu nedenle; laiklik bir orta sınıf fantezisi değil, daha çok emekçiler ve yoksul halk için gerekli olan bir düzendi. Ortaçağdan çıkışın temel ölçütü, modernite ve Aydınlanmanın zeminiydi.

Marx, 1945’te Almanya’da “dinin eleştirisinin tamamlandığını” yazar. Daha önemlisi, dinin eleştirisinin tamamlanmasını, “bütün eleştirilerin başlangıcı” olarak nitelendirir. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı makalesinde Marx’ın yaptığı bu değerlendirme yaşamsal bir önem taşır. Çünkü Marx dinin eleştirisi tamamlanmamışsa, kapitalizm eleştirisine başlayamazsınız, bu işe girişseniz bile sonuç alamazsınız demektedir. Türkiye’nin içine sürüklendiği karanlığın ve dramın nedeni bu olgudur.
***
Marx 1845 Almanya’sında insanların dinsiz olduğunu söylemiyor. Onun kastettiği, dinin kamusal alandan çekilerek, yani siyasetten; eğitimden toplumsal yaşamı düzenleme iddiasından uzaklaşarak, özel alanda kaldığını belirtir. Din, dünya işlerinden çekilmiştir. Sözünü ettiği ya da tanımladığı laikliktir. Marx kendi kuramını, yani kapitalizmin eleştirisini de bu tespit üzerine kurar.

Dolayısıyla, Türkiye’de siyasal İslamcılığa ve dinci gericiliğe karşı ideolojik bir mücadele yürütmediğiniz, bu alanda ideolojik bir hegemonya oluşturmadığınız sürece, ekonomik ve sendikal taleplerle yürütülen bir mücadeleyle kazanma şansınız neredeyse sıfıra yakındır.

Durum böyle olduğu halde muhalefet 14-28 Mayıs seçimlerini neredeyse kazanıyordu. Eğer bazı taktik hatalar yapılmamış ve sandık güvenliği tam olarak sağlanmış olsaydı, sonuç farklı olabilirdi. Çünkü muhalefet alanının en büyük gücü olan CHP’ye rağmen, toplum büyük bir ”nefs-i müdafa” mücadelesine girişmişti. Alınan %48 oyun (aslında daha fazladır) anlamı buydu. Çok değerlidir.

Aslında tablo açıktı. Benim, seçimlerimden hemen önce (Mayıs başı) çıkan ve şu günlerde 3. baskısını yapan İslamo-Faşizm adlı kitabımın sonuç bölümünde şöyle yazmıştım:

  • “Bilinmelidir ki; Türkiye’nin ilerici demokratik, yurtsever ve sol güçleri, topluma ve ulusa güven verecek bir seçeneği geliştiremez ise; faşist bir karakter almış tarihsel gericiliğin bir kez daha kazanması kimseyi şaşırtmamalıdır.
  • “Toplumların tarihi böyle trajik deneyimlerle doludur. Çünkü çok boyutlu ve çok katlı kriz dönemeçleri her zaman ilerici ve demokratik çözümler üretmez, daha koyu bir gericilikle de sonuçlanabilir. (…)
  • “Eğer tarihin çağrısına uygun yanıtlar verilemez ve ilerici/demokratik bir çıkış yaşama geçirilemez ise, toplum gerici çözümlere razı olabilir. Gereğini yapmak tarihsel zorunluluktur, bu nedenle.
  • “Burada gereğini yapmak deyimiyle ifade edilen şey şudur: Kötülüğü örgütleyerek iktidara taşıyanlara karşı gerektiğinde kavgayı göze almak demektir. İslamo-faşizmi sokakta da durdurma cesaretine, siyasal kararlılığa ve önderlik bilincine sahip olmaktır.

***
“Nedeni açıktır; bir rejimin temelini tartışılmaz, eleştirilemez sorgulanamaz ve itiraz edilemez kutsal inançlar oluşturmaya başlamışsa, orda demokrasi ve özgürlüklerden söz edilemez. Siyasal İslamcılık ve faşist ideolojinin, yani dincilik ve aşırı ırkçı milliyetçilik ile şiddet kültürünün bir sentezi olarak tanımlanabilecek İslamo-faşizm, kutsallara dayalı bir siyaset kültürü oluşturur. Böylece halkın geniş kesimlerinin genel kabullerine dayalı, kutsal değerlerinin istismarı üzerinden, her türden siyasal itiraz bastırılır. (İslamo-Faşizm, 1. Baskı, Kırmızı Kedi Yay. Mayıs 2023, İst. s.165)

Böyle özelliklere ve siyaset tarzına sahip bir iktidara/harekete karşı mücadeleyi ideolojik-kültürel perspektiften kurmadan, salt ekonomik taleplerle yürütmek ve başarılı olmak zordur. Korkut Boratav hocanın, “ideolojik sınıf mücadelesi” yürütmek gerekliliğine işaret etmesinin anlamı budur. (BirGün, Pazar, 16 Temmuz 2023)

Tıpkı 1960’lar ve 70’lerde olduğu gibi, sosyalistlerin ve devrimcilerin önderliğinde ideolojik derinliği olan bir siyasal- toplumsal mücadeleyi örgütlemek aydınlığa çıkmanın ilk koşuludur.

Değilse, toplumun en geri kesimleri, alt sınıfları bütün yoksulluklarına ve olumsuz şartlara karşın “alnı secde görüyor” diye güçlü olana yönelir.

  • Bilinci kuşatılan ve teslim alınan yığınlar, çaresizliğe düştüğünde otoriteye ve egemen olana sığınmayı seçer.

Deprem illerindeki seçim sonuçlarının anlamı budur. Bu nedenle, ideolojik inisiyatifi ele geçirmek, iktidarın gücünü sahada dengelemek yaşamsal öneme sahiptir.

  • İnsanların aklını ve vicdanını yeniden özgürleştirmek gerekir.

Şartlar determinist değil, volantrist olmaya zorluyor.

Tarihin çağrısı budur.

Bu çağrıya doğru yanıt veremeyenler, onun cezasına razı olur.

Not: Silivri’de henüz spor buluşması yapamadık. Bu hafta Can Atalay, Osman Kavala; Tayfun Kahraman ve Hakan Altınay ile maç yapmayı umuyorum. Golleri Cem için atacağım. Umarım bir aksilik olmaz. Dilekçeyi verdik, bakalım.

 

CHP’yi işgal ve bölme operasyonu

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
26 Haziran 2023, Cumhuriyet

 

Emperyalizme hizmet eden odaklar, 12 Eylül askeri darbesinden sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’ni kapattılar.

  • Çünkü CHP, Türkiye’de bağımsızlığın, Aydınlanmanın, laikliğin,
    ekonomik ve sosyal adaletin simgesi olmuştur.

Emperyalizm ise ülkeleri din, mezhep, etnik kimlik ve ekonomik sınıflar üzerinden böler.

Bağımsızlığına kavuşmuş, Aydınlanma sürecinin bir parçası olmuş, cehaletten kurtulmuş, dinsel dogmatizmin ve despotizmin esiri olmamış, ekonomik sınıfların arasındaki uçurumu gidermiş bir ülkeyi, hiçbir emperyalist güç bölemez ve parçalayamaz.

CHP bu nedenle her zaman emperyalizmin hedefinde olmuştur. CHP’nin eski genel başkanları Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü ve Bülent Ecevit, emperyalizmin CHP’ye müdahalelerine karşı her zaman onurlu bir direniş sergilemişlerdir.
***
CHP 12 Eylül’de kapatıldıktan sonra CHP kadroları, önce SODEP ve HP, daha sonra SHP ve DSP arasında bölünüp parçalandılar. Bu bölünmelerin ve parçalanmaların sonucunda, merkez sağ ve İslamcı sağ siyasi partiler geliştiler ve iktidar oldular.

1992 yılında Deniz Baykal, Altan Öymen, Erol Tuncer gibi CHP’lilerin öncülüğünde CHP yeniden açıldı ve SHP kendisini kapatıp CHP’ye katıldı. Ancak bu gelişme de, CHP’nin 1950’lerde, 1960’larda ve 1970’lerde sahip olduğu %30’lardaki ve %40’lardaki oy oranına ulaşmasını sağlamadı.

Çünkü bu sefer (kez) de, parti içi demokrasi mekanizması bertaraf edildiği gibi, CHP’yi içeriden işgal etme ve bölme operasyonları başladı. Deniz Baykal, 1 Mart tezkeresinde (AS: 2003) söz konusu olduğu gibi, dış politika alanında emperyalist müdahalelere direnmiş olsa da, parti içinde bu konuda yeterince etkili olamadı.

Kemal Derviş’in partiye alınmasıyla, partide sosyal demokrasi ve “Altı Ok” karşı karşıya getirildi. Oysa CHP’nin Kurultay tarafından onaylanan Parti Programı’na ve Parti Tüzüğü’ne göre, Altı Ok olarak da bilinen Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik, Milliyetçilik/Ulusçuluk, Devrimcilik ilkeleri, 1960’larda başlayan bir sürecin sonucunda, sosyal demokrasi ve demokratik solculuk ilkeleriyle bağdaştırılmıştı ve sentezlenmişti.

Derviş ise Olof Palme ve Willy Brandt gibi gerçek sosyal demokratların siyasetiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan sahte bir sosyal demokrat anlayışı CHP’ye ithal ederek, Altı Ok”o partiden silmeye kalktı.

Parti tabanının, örgütünün ve parti meclisi üyelerinin baskısıyla, Derviş CHP’den ayrılmak zorunda kaldı.
***
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına gelmesiyle büyük bir umut oluştu ancak zaman içinde Kılıçdaroğlu da CHP’nin kurumsal kimliğinden uzaklaştı, hatta Baykal’dan da farklı olarak, laiklik karşıtı İslamcı siyasetin yörüngesine girdi, laikliği AKP gibi, “din ve vicdan özgürlüğüne” indirgedi.

CHP’de sözde bir değişim söylemi geliştiren Özgür Özel ve Tunç Soyer gibi siyasetçiler ise son günlerde, “Altı Ok” ve Atatürk vurgusu yapmadan, tek başına sosyal demokrasiyi ön plana çıkararak, Derviş’in ve Kılıçdaroğlu’nun yolunda ilerliyorlar.

Ekrem İmamoğlu da bugüne kadar, “Her şey çok güzel olacak” ve “Sevgi kazanacak” dışında bir söylem geliştirmiş değil.

CHP il başkanlarının açıkladığı gibi, önemli olan kişilerin değil, fikirlerin ve ilkelerin değişmesidir. Ancak bunun için öncelikle, fikir ve ilke sahibi kişilere ihtiyaç vardır.

Partinin ilkelerini ve fikirlerini bütüncül bir biçimde özümsememiş olan kişiler değişmeden, ilkelerin ve fikirlerin değişmesi olanaksızdır!

UŞAK MİLLETVEKİLİ DR. ALİ KARAOBA’YA AÇIK MEKTUP

Dr. Levent Seçkin (YSL)

Meslektaşım, dava arkadaşım ve yoldaşım, değerli kardeşim!

Biliyorsun doğru tedavi için doğru teşhis şarttır. Önce tanıyı doğru koyalım.
Halkın yaklaşık %60’ının kendini “muhafazakâr” olarak, yani dini korunması gereken değerlerin en önünde gördüğünü ifade ettiği ve bu dinin açıktan siyasal talebinin olduğu bir toplumda Aydınlanma değerlerini ve bu bağlamda laik- demokratik Cumhuriyet‘i savunan bir siyasetin iktidar olmasının zorluğu ortada.

Üstelik siyasal İslam’ın 21 yıllık mutlak iktidarı sonunda, bu %60’ın çoğunluğu (halkın yaklaşık yarısı) laikliği dini için, demokrasiyi de vatanın bekası için bir tehdit olarak görürken çok ama çok zor.

Son seçimler bize gösterdi ki; bu halkın en az yarısı dinin dünyevi alanlardan dışlanması ve bir inanç olarak kalması olan laikliği, apaçık siyasal istemi olan ve siyaseten iktidar olmadan dinini yaşayamadığını ifade eden inançları için bir tehdit olarak algılamaktadır.

Gene halkın en az yarısı için azınlık haklarının savunulması anlamındaki bir çoğulcu demokrasi vatanın parçalanması ile neticelenebilecek tehlikeli bir durumdur.

  • 21. yüzyıl başına hiç uymasa da Türk halkının yaklaşık yarısı teokratik monarşiyi laik ve çoğulcu demokrasiye tercih etmektedir. Öbür yarısı da tam zıddı!

Bu ahval ve şerait altında laik-demokratik Cumhuriyet yanlılarının ve onların Parlamentodaki (TBMM) temsilcilerinin daha çok hata yapma; dinci temelli tek adam rejimine payanda olma lüksleri yoktur.

Demokrasi ve (doğal olarak) laiklik yanlılarının Anayasa başta olmak üzere hukukun üstünlüğünden zerre ödün vermemeleri, yapılan yasalara aykırılıklara ve oldubittilere karşı demokratik direnme haklarını kullanmaları, mücadele etmeleri gerekmektedir.

John Locke‘un (17. yy) ve O’ndan çok önce Mencius’un (MÖ. IV. yy) yazdıkları gibi,

  • Toplumların adil olmayan yönetimlere karşı direnme hakları vardır.

Demokrasi asla belli aralıklarla sandığa gitmek değil, her zaman adaletsizlere karşı demokratik tepkiler (boykot, grev, gösteri, yürüyüş vs.) gösterebilmektir. Meclisteki muhalefete düşen nutuklar atmak, tartışmalı seçimlere dek halkı oyalamak değil, halkın demokratik tepkilerini sahiplenmek -örgütlemek ve desteklemek- olmalıdır.

Seçimli otokratik (dayatmacı) sistemlerde yapılan seçimlerin tek bir anlamı vardır: Yönetimin meşrulaştırılması!

Tüm güçleri bir elde toplayan böyle yönetimlerin seçimlerle gittiğini tarih yazmaz.

Sık sık yapılan seçimlerle yönetim kendini meşrulaştırdığı gibi, dinsel nedenlerle gazino, disko, konser, lokanta, meyhane türü eğlence olanaklarından pek de yararlanamayan halk kesimleri “seçim zaferleri” ile eğlenme olanağı bulurlar (!)

Yüksek Seçim Kurulu’nun adil oluşturulmadığına inanıldığı, seçmen listelerin adil düzenlenmediğinin düşünüldüğü, mükerrer (yinelenen) oya kesin çözüm olacak “parmak boyası” isteminin kabul edilmediği, özetle koşulların iktidar tarafından dayatıldığı ve akla yatmayan bir seçime muhalefet partileri katılmamalı, otokratik rejime payanda olmamalıdırlar.

Demokrasi yanlıları dayatmalara karşı demokratik yollarla direnmeli, mücadele vermelidirler. Demokrasiyi sonuna dek savunarak ve demokrasi bayrağını yere düşürmeyerek çıkmaza saplanan teokratik monarşiye (din temelli tek adam rejimine) karşı laik- demokrasi seçeneğini canlı tutmalıdır.

Bu da halka iktidar tarafından koşulları dayatılacak, güven vermeyen bir seçime dek sabretmelerini öğütleyerek değil; halkın demokratik tepkilerini sahiplenerek -örgütleyerek ve destekleyerek- olanaklı olacaktır.

Birlikte bekleştiğimiz mahkeme koridorlarının, birlikte yürüdüğümüz yolların ve birlikte sabahladığımız nöbetlerin ve verdiğim oyun hatırına bu görüşlerin savunusunu senden bekliyorum.

Başarılarının sürmesini diler, gözlerinden öperim. (01.06.2023)

Muharrem İnce’ye, Ümit Özdağ’a, Sinan Oğan’a açık mektup

Ataol Behramoğlu
Ataol Behramoğlu
ataolbehramoglu@gmail.com
20 Nisan 2023, Cumhuriyet

 

Sayın Muharrem İnce, sizinle ilk kez Yalova’da, Şiir Sokağı’nın açılış töreninde karşılaştık. Yanlış anımsamıyorsam ikimiz de şiir okuduk o törende. Şiir üzerine kısa fakat güzel bir sohbetimiz de oldu.

Sonrasında Haluk Çetin’le şiir-müzik dinletimizi, en ön sırada, yüzünüzde hep sıcak bir gülümseyişle izlediniz.

Çünkü siz siyasetçi olduğunuz kadar, belki ondan da önce, şiirin ne olduğunu ve ne olmadığını bilen bir şair, bir duygu insanısınız.

Daha sonra Adalet Yürüyüşü’nde aynı saflarda, omuz omuza yürüdük.

Bir önceki cumhurbaşkanlığı seçiminde sizi coşkuyla izleyip alkışlayan ve size oy verenler arasında olduğumu söylememe ise zaten gerek yok.

Sayın Ümit Özdağ, sizinle her karşılaşmamızda aramızda samimi bir selamlaşma, kısa da olsa samimi bir söz ve düşünce alışverişi olduğunu elbette biliyorsunuz.

Size, değerli babanızla tanışmamızdan söz ettiğimi de anımsarsınız.

27 Mayıs’ı gerçekleştiren askerlerin en genci olan Muzaffer Özdağ, 1965’te, kurucularından biri olduğum Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun Sıhhiye’deki lokalini bir iki kez ziyaret etmiş, ülke ve dünya sorunları üzerine görüş alışverişinde bulunmuştuk.

Siz yurtsever bir babanın ona layık çocuğusunuz. Milliyetçiliğinizin şoven, ırkçı, çağdışı bir düşünceden değil, ait olduğunuz ülkeye, onun tarihine ve kültürüne sevginizden kaynaklandığını, Atatürk milliyetçiliği olduğunu biliyorum. Çağdaş, uygar, gerçek bir yurtsever ve bilim insanı olduğunuz apaçık bir gerçektir. Aslında siz de siyasetçi olmaktan çok, sanki bilim ve düşün insanı olmaya daha yakınsınız. Zorunlu olarak, ülkenize hizmet etmek amacıyla siyasetin içindesiniz.

Sayın Sinan Oğan, sizinle kişisel olarak tanışmadık. Fakat TV programlarında, saygılı, ölçülü, samimi konuşmalarınız her zaman dikkatimi çekmiştir.

Sayın İnce, Sayın Özdağ, Sayın Oğan,

Bu her sözcüğünü her zaman savunacağım girişten sonra, sözü hiç uzatmadan asıl söylemek istediğime geliyorum ve bunun ne olacağını zaten tahmin ediyorsunuz.

Kader seçimi yaklaşıyor. Türkiye uçurumun tam kıyısındayken, ülkenin onuru demek olan paramızın değeri dünya paraları karşısında sıfırlanmışken, sadece gelişmiş kapitalist ülkelerin değil hâlâ yoksul sayılabilecek komşu ülkelerin yurttaşları bile kendi paralarıyla Türkiye’ye sömürgeye gelir gibi gelip pazarlarımızı, kıyılarımızı yağmalamaktayken, bu ülkenin çocukları için sadece başka ülkelere seyahat değil kendi ülkeleri içinde bile bir yerden bir yere gidebilmek hayal olmuşken, T.C. yurttaşlığı bir pazar metasına dönüşmüşken, çocuklarımız yeterince beslenemeyerek cılız ve sağlıksız büyümekteyken, eğitim çökmüş ve çağdaş bir eğitime ancak çok yüksek paralar ödenerek ulaşılabiliyorken, kendi yurttaşları için her anlamda ve her alanda gittikçe yaşanılamaz bir ülkeye dönüşen

  • sevgili ülkemiz hızla sömürgeleşmeye, parçalanmaya, yok oluşa sürüklenmekteyken,

bütün bunlar apaçık ve çok acı gerçeklerken, aldatılmış, cahil bırakılmış, korkutulmuş halkımızın küçümsenemeyecek sayıda bir bölümü, uyutulmuş ve uyuşturulmuş gibi, yaşamakta olduğumuz ve çok daha büyükleri gelmekte olan felaketlerin farkında değil gibidir.

Bu ve sonsuzca çoğaltılabilecek başkaca benzer nedenlerle, yaklaşmakta olan kader seçimlerinde tek bir oy bile yaşamsal önem taşımaktadır.

Çağdaş düşünceden, Cumhuriyet değerlerinden yana olan adayların ayrı listelerle seçime girmeleri nedeniyle 1994 İstanbul Belediye seçimlerinin nasıl bir hüsranla sonuçlandığının hepimiz tanığıyız.

Aynı acı sonuç aynı yıl aynı nedenlerle Ankara Belediye Başkanlığı seçiminde de yaşandı.

Sevgili İnce, Değerli Özdağ, Sayın Oğan,

Siyasi görüşleriniz ya da görüşlerimiz farklılık taşısa da Cumhuriyet ve çağdaşlık değerleri konusunda farklı değilsiniz, farklı değiliz.

Aslında ülkemizin insanlarının çoğu (potansiyel olarak ezici çoğunluğu) bu değerlerin yanındadır.

Şimdi, hepimiz, bütün bir ülke olarak yol ayrımındayız.

Yaşam, tarih, kader, bu süreçte özellikle sizlere bir seçenek sunuyor.

Tek bir oyun bile yaşamsal öneme sahip olduğu cumhurbaşkanlığı seçiminde, Millet İttifakı adayı çevresinde kenetlenerek, onun lehine adaylıktan çekilerek, seçimin ilk turda hepimizin, bütün yurtseverlerin, çağdaşlığın, Aydınlanmanın, Cumhuriyetimizin değerlerinin zaferiyle sonuçlanmasına katkıda mı bulunacak, yoksa sevgili ülkemizi sonucu belirsiz bir kumar masasında kötü bir kader olasılığıyla baş başa mı bırakacaksınız?

Sevgili, değerli arkadaşlarım, kardeşlerim, yurttaşlarım, sizlere sadece sevgili ülkemizin sevilen, dünya ölçüsünde de tanınıp değer verilen bir şairi olarak değil, yaşça büyüğünüz, bir ağabeyiniz olarak da sesleniyorum. Milletvekili seçimlerine elbette kendi partilerinizle girin. Buna layıksınız. Parlamento seçimlerinden güçlenerek çıkmanızı da candan dilerim. Fakat cumhurbaşkanlığı seçiminde lütfen, mutlaka bir çaresini bularak Milllet İttifakı adayı çevresinde birleşin.

Her şeyden önce bir yurtseverin yüreğinden kopup gelen bir kaygı çığlığı olarak da algılanabilecek bu sözler, sadece benim değil, inanıyorum ki bütün yurtseverlerin, kendileriyle tek tek konuşmamış olsam da Sanatçılar Girişimi’ni, Pen Yazarlar Derneği’ni, Türkiye Yazarlar Sendikası’nı ve benzer sanat-kültür örgütlerini oluşturan bütün sanatçı ve edebiyatçı arkadaşlarımın, bu ülkenin istisnasız bütün sanat kültür insanlarının da çığlığıdır.

Bu çığlığa sessiz ve duyarsız kalamazsınız. Kalmamalısınız.

EVRENSEL İNSANİ DUYGUDAŞLIK, HÜMANİZM ve ÇAĞDAŞLAŞMA

Prof. Dr. Halil Çivi
İnönü Üniv. İİBF Eski Dekanı

Herhangi bir ırkın, ideolojinin, dinin, mezhebin, tarikat ya da cemaatin üyesi olmakla övünmek; doğruyu, barışı, ahlakı, hukuku, adaleti, kurtuluşu, insanlığı ve tüm insani güzel değerleri teokratik dogmatizmin ve ırkçılığın o dar kalıpları, kısıtlayıcı ve ötekileri dışlayıcı aidiyeti ya da mensubiyetinde aramak yerine; ayrımsız olarak, insanlık aleminin tümünün ortak üyesi olmak; tüm insanları eşit ve kardeş bilmek çok daha büyük bir onur ve gurur kaynağı olmalıdır.

Hatta bu çerçeveye doğa ve her türlü canlı sevgisini de ekleyebilirsiniz. Ortaçağın en büyük Anadolu hümanisti ve aydınlanmacısı olan ve ” Yatılmışı severim, Yaradan’dan ötürü” diyen büyük ozan YUNUS EMRE‘miz bu toprağın insanıdır. Kendisi ile ne denli onur ve gurur duysak azdır.

Arap toplumlarında ve hatta Türkiye’de, ırklar, dinler, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, bölgeler, en önemlisi de siyasal guruplar ve siyasal partiler arasında genellikle STADYUM KÜLTÜRÜ sendromu geçerlidir. Bu sendromda hep ötekilerden, rakiplerinden üstün olma, onları sürekli ezme, her başarı ya da güzelliği kendine, kendi kümesine (gurubuna), kendi inancına ve kendi partisine maletme, ötekilerini de sürekli olarak şeytanlaştırma ve düşmanlaştırma söz konusudur.

Bu çarpık ve sürekli düşmanlık üreten çağdışı zihniyet topluma barış, sevgi ve kardeşlik getirmez. Sürekli gerilim ve çatışma yaratır.

Türkiye dahil, Arap ve İslam toplumları, ırklar, dinler, mezhepler, inançlar, ideolojiler, siyasal partiler ve her türlü toplumsal kümeler arasında sürekli bir gerilim ve düşmanlık üreten bu stadyum kültürü sendromundan kurtulmak zorundadır. Çünkü İslam toplumları arasındaki kabilecilik tarihsel, dinsel ve siyasal düşmanlık ve çatışmaların temelinde de bu stadyum kültürü sendromu vardır.

İslam toplumları arasındaki bu gerilim ve düşmanlıkların en büyük destekçisi, fitnecisi ve yarar sağlayanı da emperyalist Batıdır. Batının bir yüzü ne denli akıl, bilim, aydınlanma ve çağdaşlaşma ise, öteki yüzü de fitnecilik ve sürekli çatıştırma ve sömürüdür.

İslam ülkeleri, hep birlikte, sevgi, barış, kardeşlik içinde ortaklaşa yaşamayı ne zaman öğrenecekler?

Başka bir söyleyişle, İslam toplumlarına akla, bilime, teknolojiye, yurttaşların eşitliğine, hukukun üstünlüğüne, laikliğe ve gerçek demokrasiye dayalı bir aydınlanma ne zaman gelecek?
Yanıt, bu toplumlar insana, topluma, devlete ve doğaya dogmatik değerler yerine, akıl ve bilim gözlüğü ile bakmaya, her türlü kararlarını bu bakış açısı ile almaya başladıkları zaman.

Artık bir saniye bile yitirecek zaman kalmamıştır. Neden hep kendimize düşman üretiyoruz ki!?
“Düşmanımsın, hızımsın / Sen hep bana lazımsın” diyen bu kinci ve düşmanlaştırıcı zihniyet çağdışı ve hastalıklı bir zihniyettir. Toplumu ayrıştırıp, ötekileştirip, düşmanlaştırıp Batının ekmeğine yağ sürmek ve tuzağına düşmektir.

Çağdaşlaşmanın yolunu, ulu önderimiz, kurtarıcımız, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk bize göstermiştir.

Uyanalım artık…
Sen-ben yok, biz varız. Toplumsal yapı açısından stadyum kültürü sendromunun yarattığı gerilim ve düşmanlıklara son verme zamanı çoktan gelmiştir. Herkes laik ve anayasal bir hukuk devleti güvencesinde, temel ve evrensel insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü, sevgi, barış, kardeşlik, adalet ve liyakat… yönetimi ve rejiminde, gerçek bir demokrasi anlayışı ile korkmadan, dini vicdanı ve irfanı özgür olarak yaşamak istiyor.
Karar sizin.

DÜZGÜN TV Programımız : 3 Mart 1924 : Hilafetin Kaldırılması ve Devrim Yasaları

Dostlar,

Güncelleme                                                                        :

Geçen yıl, 3 Mart 2022 günü, Halifeliğin Kaldırılması ve 3 Mart 1924 Devrim Yaslarının 98. yıldönümü nedeniyle yaptığımız bir TV konuşmasını ve kullandığımız yansıları (slaytları), içeriğin güncelliğini koruması nedeniyle, 1 yıl sonda bu gün, 3 Mart 2023’te, 99. yılda bir kez daha paylaşmak istiyoruz..

Dr. Ahmet SALTIK
================================================

Dostlar,

Birkaç gün gecikme ile de olsa, 4 Mart 2022 günü Avusturya’da yayın yapan DÜZGÜN TV‘de
Sn. Kazım Balaban ile yaptığımız söyleşiyi paylaşmak istiyoruz.

Konumuz,

  • 3 Mart 1924 : Hilafetin Kaldırılması ve Devrim Yasaları idi..


Kapsamlı biçimde konuyu bilimsel temelde irdeledik.

Halifelik kurumunun siyasal yöneticilikten kutsallık yüklenerek dinselleştirilmesi ve dinci sömürü aracı yapılmasını anlattık.
Muhammet peygamber ölünce Allah’ın elçisi olma görevi sonlandı. Kuran’ın tebliği bitti.

  • Peygamber’in yerine halef / halife atamak Tanrı’nın iradesine şirk koşmaktır; din dışıdır.

Hele Osmanlı’da Halife’yi bir de ZILLULLAH (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi) düzeyine yükseltmek tümü ile şirktir ve yapan din dışı kalır. Allah’ın yeryüzünde bir Gölgesini bulundurmaya gereksinimi mi vardır! O, zamandan – mekandan münezzeh değil midir eyyy müslümanlar??

Halifeliğin Kuran’da da yeri – karşılığı yok ayrıca…
İslam’da ruhban sınıfı yok; Tanrı ile insan arasında ilişki doğrudan ve gönülden gönüle!

DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) açıkça Anayasa dışına savrulmuştur ve Devletin bir organı olacakken, Devlete ortak ve onu dönüştürmeye çalışan hukuk dışı bir zemindedir.
Bu durum kabul de edilemez, sürdürülemez de..

İslamiyet bu üstteki fotoğraf değil.. Bu düpedüz dini siyasete alet ederek insanları sömürme! Kapitalizm ekonomo-politik ideolojisi ile İslamiyet de inanç istismarı ile insanları sömürmekte ve Aydınlanma‘yı önleyerek insanın insanlaşmasına engel olmakta.

  • İslam, Reformunu yapmadığı sürece Hıristiyan dünyasınca pataklanması (sömürülmesi!) sürecek.
  • Asla unutulmasın; Batı, günümüz konumunu DİNDE REFORMA = LAİKLİK DEVRİMİNE borçlu..

87 yansı ile konuyu ayrıntılı aktardık.. Yansıları izlemek için lütfen tıklayınız..

3_Mart_2022_Düzgün_TV_Avusturya

Sevgi ve saygı ile. 10 Mart 2022

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

 

 

Av. Turgut Kazan : Anayasa’nın ilgili maddesi yoruma kapalı

Av. Turgut Kazan’dan Erdoğan’ın adaylığına ilişkin değerlendirme:

Anayasa’nın ilgili maddesi yoruma kapalı!

Eski İstanbul Barosu Başkanı Av. Turgut Kazan, AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın
yeniden cumhurbaşkanı adaylığı ile ilgili,

  • “Anayasa’nın 101. maddesinin 2. fıkrası çok açık bir biçimde
    Bir kimse en çok iki kez Cumhurbaşkanı seçilebilir‘ diyor.
  • Anayasa’nın 101. maddesinin 2. fıkrasını yorumlamak söz konusu olamaz.
    Mesele o kadar net.
    değerlendirmesini yaptı.
cumhuriyet.com.tr, 01 Şubat 2023

Turgut Kazan'dan Erdoğan'ın adaylığına ilişkin değerlendirme: Anayasa'nın ilgili maddesi yoruma kapalıAKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yeniden cumhurbaşkanı adaylığı siyaset gündemindeki yerini koruyor. Eski İstanbul Barosu Başkanı Turgut Kazan, Erdoğan’ın adaylığı ile ilgili değerlendirmelerde bulundu.

Sol Haber’den Aslı İnanmışık’a konuşan Kazan, Anayasa’nın ilgili maddesinin çok net olduğunu, konunun tartışmaya kapalı olduğunu ifade etti.

Turgut Kazan, “Anayasa’nın 101. maddesinin 2. fıkrası çok açık bir biçimde ‘Bir kimse en çok iki kez Cumhurbaşkanı seçilebilir.‘ diyor. Bu daha önce kabul edilmiş bir fıkra. (AS: 2007’de) ‘Sistem değişikliği’ dedikleri şey her ne demekse o bir Anayasa değişikliğidir. Yeni bir Anayasa yapılmamıştır. Bu Anayasa yerine yeni bir Anayasa yapılsa o zaman bu görüş öne sürülebilir. Veya bu Anayasa değişikliği sırasında ‘Daha önce Cumhurbaşkanlığı yapmış olanlar için 2. fıkra uygulanmaz’ gibi bir madde koyarsanız yine olabilir. Ama Cumhurbaşkanı’nın yetkileri genişletilmiştir. ‘Başkanlık sistemi’ diye bir şey Anayasa’da yok ki!” ifadelerini kullandı.

Av. Turgut Kazan

“BAŞKAN DİYE BİR KAVRAM YOK ANAYASA’DA”

“Sayın Erdoğan’ın baş hukuk danışmanı,
‘Bu Başkanlık sistemidir, başkan seçilmiştir.’
diyor” anımsatmasında bulunan Kazan, 
Başkan diye bir kavram yok Anayasa’da.

‘Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi’ diye bir şey de yok.


Anayasa’nın söylediğine göre Cumhurbaşkanı, Yürütmenin başıdır”
 
ifadelerini kullandı.

Turgut Kazan şöyle devam etti:

“Bu gün, Anayasa’ya karşı hile yapılarak seçilen bir üyenin Anayasa Mahkemesi Başkanı
olacağı konuşuluyor. Böyle bir ortamda ‘Yüksek Seçim Kurulu’ndan ne bekliyorsunuz?’
sorusunun yanıtını bir hukukçu olarak gönül rahatlığıyla vermemiz mümkün değil.
Anayasa’yı okuduğum zaman bunun yorumu yok, her şey çok açık. Yorumlanamaz.
Aksi iddia ediliyorsa bir geçici madde konulacaktı.”
“MESELE O KADAR NET”

“Ama bu tabii farklı bir tartışmayı getirir. 116. maddeyi bir tuzak olarak hazırlıyorlardı ve
doğru yazamadılar. Zaten doğru yazacak adamları da yoktu” diyen Kazan, şunları kaydetti:


“Ayrıca bu tartışma yeni başlamadı, anayasa değişikliğinden sonra ilk seçim başlamadan önce başlamıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan seçilir de Meclis çoğunluğu muhalif olursa diye,
Anayasa 116. maddeyle ilgili telaşa kapıldılar. O zaman cumhurbaşkanı, Meclis’i fesheder, cumhurbaşkanı da yeni bir seçime girer ve biz 7 Haziran (2015) gibi bir olanağa kavuşuruz, muhalif parlamentoyu bu tuzakla bertaraf etmiş oluruz diye tuzak hazırlamışlardı.
Ancak dediğim gibi beceremediler. Cumhurbaşkanının feshini öne çıkardılar. O sırada
bu tartışma başladı. Tekrar edeyim, söyledikleri gibi Anayasa’nın 101. maddesinin 2. fıkrasını yorumlamak söz konusu olamaz. Mesele o kadar net.”

ERDOĞAN NE SÖYLEMİŞTİ?

AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 28 Ocak Cumartesi günü Denizli’de
yeniden adaylığı ile ilgili açıklamalarda bulunmuştu. Erdoğan, şunları söylemişti:

“Milletimizin takdiriyle 2017 yılında kabul edilen anayasa değişikliği en küçük tartışmaya
mahal vermeyecek kadar açıktır. Türkiye 2018 seçimleriyle yeni bir yönetim sistemine geçti,
yani kronometreyi sıfırladı. 2018’de seçilen cumhurbaşkanı, yeni sistemin ilk cumhurbaşkanıdır.
Yeni sistemdeki devlet başkanının sıfatını cumhurbaşkanı olarak muhafaza ettik. 3-5 medya şovmeni dışında yeni sisteme hiçbir itiraz yapamadılar. Altılı Masa‘dakiler bir yıl sonra nasıl olduysa aydınlanma yaşadılar. Şimdi de seçim günüyle ilgili kaos (karmaşa) senaryolarına sarılmaları yitirme korkusunun yüreklerini sardığını görüyorum.

Cumhuriyet Devrimi’nin 100. yılına mücadele azmiyle merhaba!

Zülal Kalkandelen
Zülal Kalkandelen
zulal.kalkandelen@cumhuriyet.com.tr

01 Ocak 2023, Cumhuriyet

Dünyanın döndüğünü savunmanın kilise karşıtlığı olarak değerlendirildiği günler artık geride kaldı; bugün aklı başında kimse dünyanın yerinde sabit durduğunu savunmuyor. Hatta Vatikan, kilise tarafından yargılanan Galileo Galilei’den 366 yıl sonra özür bile diledi…

Tarihte bağnaz dincilerin tepki gösterdiği isimlerden biri de Charles Darwin’di.

  • Tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla birkaç ortak atadan evrildiğini
    savunduğu için kıyamet koptu.

Sonunda İngiliz Anglikan Kilisesi, Darwin’in ölümünden 126 yıl sonra, ünlü bilim insanından özür diledi. O’nu yanlış anlayıp, yanlış tepki verdiklerini ve başkalarının da O’nu yanlış anlamasına neden olduklarını itiraf ettiler…

Galilei, kazığa geçirilip yakılmaktan kurtulmak için görüşlerini inkâr etmek (yadsımak) zorunda kalmıştı. Bir diğer (başka) İtalyan bilimadamı Giordano Bruno ise dünyadan başka pek çok gezegen bulunduğunu söylediği için 1600 yılında Katolik Kilisesi’nin kararıyla yakılarak öldürüldü. O da Tanrı’yı reddetmiyordu oysa… Sadece (Yalnızca) Tanrı ile evrenin aynı gerçeğin iki farklı yansıması olduğunu söylüyordu.

Darwin ise dini inancını “agnostik” (bilinemezci) olarak tanımlasa da O’nun kaderi Bruno’nun ve Galilei’nin kaderinden farklıydı. Bunun nedeni, Bruno’nun yakıldığı 1600’den Darwin’in doğduğu 1809 yılına kadar olan dönemde, insanlığın Aydınlanma ekseninde kat ettiği yoldur. Rönesans’ın açtığı yolda ilerleyen toplumlarda zaman içinde din ve devlet işlerinin ayrılması noktasına gelinmiş, bilimsel özgürlükte mesafe alınmıştı.

DEVRİM KARŞITLARININ İKTİDARI

Batı’nın, ortaçağın tutucu skolastik felsefesinden kurtulup Rönesans’ın özgürlük kavramından Aydınlanma’ya uzanması, tarihin en önemli süreçlerinden birisi. Yıkıcı (Yakıcı?) gerçek şu ki; şeriatın hüküm sürdüğü Osmanlı, bu süreci fena halde ıskaladı…

  • Aydınlanma’nın yaşadığımız topraklara gelişi,
    1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla oldu.

Batı’nın yüzyıllar önce ulaştığı aşamayı halka yaşatmak için, dogmayı reddedip aklın egemenliğini ve laik hukuku savunan, emperyalizme karşı gelip halkın kendi kaderini (yazgısını) kendisinin belirlemesi ilkesini hayata (yaşama) geçiren Mustafa Kemal Atatürk, hâlâ dincilerin hedefidir.

  • Türkiye, 21. yüzyılda tarikatçıların yürüttüğü karşıdevrime sahne oluyor.

Tarih kitapları ileride 2002-2022 Türkiye’sini anlatırken siyasal İslamcıların Cumhuriyet kazanımlarını birer birer yok edişinden, Evrim Teorisinin (Kuramının) müfredattan çıkarılışından, devlet kurumlarını yönetenlerin Atatürk’e lanet okuyuşundan, tarikatların ve cemaatlerin devlete çöküşünden, “Şahsım Devleti”nden, emekçilerin ve kadınların haklarındaki gerilemeden, yargının siyasallaşmasından, üniversitelerde bilim insanlarına yapılan zulümden söz edecek…

O kitaplar gerçekleri yazarsa, yıllar sonra bunları okuyanlar, bizim Galilei, Bruno ya da Darwin’e yapılanları okurken hayrete düştüğümüz gibi hayrete düşecek.

  • Laiklik karşıtı odak haline gelmiş, emperyalizm güdümlü bir iktidarın hukuku hiçe sayan baskısını ve yağmasını okuyacaklar…

100 YIL GEÇTİ AMA…

Batı’daki durumu ve Cumhuriyet Devrimi’nin Aydınlanma boyutunu değerlendirirken insanın aklına şu soru geliyor:

Acaba bazılarının (kimilerinin) Cumhuriyet Devrimi’nin değerini anlaması için, kilise özürlerinde olduğu gibi en az 100 yıl geçmesi mi gerekiyor?

Ne hazindir ki 100 yıl geçti ama siyasal İslamcılar, İkinci Cumhuriyetçiler ve
laik Cumhuriyet düşmanları akıllanmadı; emperyalizm güdümlü olduklarından
akıllanmaları da olanaklı görünmüyor.

Bu nedenle bizdeki durum Batı’nın ortaçağından daha vahim. 

  • Laik Cumhuriyetin 100. yılının kutlanacağı 2023’te, onu tamamen kaybetme
    (tümüyle yitirme) riskiyle karşı karşıyayız.

Bazıları, bırakın 100 yıl sonra Cumhuriyet Devrimi’nin değerini anlamayı, ona son darbeyi indirmek için hazırlık yapıyor. 

İşte bu gerçeğin bilinciyle eşitlik, özgürlük, laiklik ve hukuk devleti için daha da güçlenen mücadele azmiyle yeni yıla merhaba!

Nutuk yolumuzu aydınlatıyor

HÜSNÜ BOZKURT, ADD GENEL BAŞKAN ADAYI – Giresun28haber.comDr. MUSTAFA HÜSNÜ BOZKURT
ATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ GENEL BAŞKANI
19 Ekim 2022, Cumhuriyet
  • “Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen felaketlerin doğurduğu uyanış ve aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.
    Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum.”
    Mustafa Kemal ATATÜRK

Atatürk’ün Büyük Nutuk’unu okuduğu günlerin 95. yılını yaşıyoruz. Nutuk bir edebi eser olduğu kadar, sözü edilen her olayı belgeleri ile açıklayan bir bilimsel tarih çalışmasıdır ve bu niteliğiyle dünyada benzerine rastlamak zordur.

19 Mayıs 1919’dan 20 Ekim 1927’ye, esaret (tutsaklık) ve yok oluştan kurtuluşa, kuruluşa ve Aydınlanmaya uzanan 9 yıl boyunca tüm yaşananları, yapılan mücadeleyi, karşılaşılan güçlükleri, aşılan engelleri, bir ulusun varoluşa yürüyüşünü aşama aşama ve belgeleriyle anlatan, böylelikle milletine ve insanlığa 9 yıllık icraatının “hesabını veren” bir başka devlet kurucusu da siyaset insanı da pek görülmüş değildir.

SORUMLULUK BİLİNCİ

Atatürk, 15 Ekim 1927’de toplanan CHP 2. Kurultayı’nda Nutuk’u okumaya (günümüz Türkçesi ile)

  • “Gelecekte yapacaklarımız ile ilgili görüş alışverişinde bulunmadan önce,
    geçmişte yaşadıklarımız hakkında bazı açıklamalar yapmanın ve milletimize yaptıklarımızın hesabını vermenin görevim olduğu kanısındayım…” 

sözleriyle başlıyor, 6 gün boyunca 36.5 saat, 9 yıllık icraatının hesabını verirken aynı zamanda iç ve dış siyaset dünyasına da devlet adamlığı dersi veriyordu.

19 Mayıs 1919’da 9. Ordu Müfettişi olarak Samsun’a çıkan Osmanlı Paşası Mustafa Kemal’i Havza, Amasya, Erzurum, Sivas, Ankara, İnönü, Sakarya, Dumlupınar, İzmir, Mudanya ve Lozan üzerinden zafere, cumhurbaşkanlığına ve Atatürk olmaya taşıyan; ilk gençliğinden itibaren (başlayarak) okuduklarıyla kendini inşa etme ustalığı, eşsiz askeri ve siyasi dehası, cesareti ve kararlılığı, koşulları doğru çözümleme ve sahip olduğu olanakları ve yetenekleri nesnel değerlendirme becerisidir, denebilir. Daha birçok üstün özellikleri de sıralanabilir elbette ama en başta bu sorumluluk bilincinin sayılması gerekir.

GENÇLİĞE EMANETİ

Büyük Atatürk, 20 Ekim 1927 günü Söylev’ini

  • “Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen felaketlerin doğurduğu
    uyanış ve aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedelidir.
  • Bu sonucu Türk gençliğine emanet ediyorum”

sözleri ve ardından belki de dünyanın en veciz hitabelerinden biri olan Gençliğe Hitabe ile tamamlarken aslında bitirmiyor, başlatıyordu. Zira

  • “Ey Türk istikbalinin evladı…”

diyerek seslendiğinin her dönemin Türk ulusu ve bu seslenişin tüm zamanlar için geçerli bir görev talimatı olduğu açıktır.

Nutuk, 95 yıldır Türk ulusunun yolunu aydınlatıyor, sonsuza dek aydınlatmayı sürdürecek.