Etiket arşivi: Seyit Rıza

10 Aralık ve “10 Aralıkçılık”

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. / İTÜ

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 10 Aralık 1948’de yürürlüğe girmesinin üzerinden 73 yıl geçti. Elbette pek çok ülkede yaşayan insanlar için 10 Aralık 1948 Bildirgesi ileri bir adımdı. Ancak insanlık tarihi açısından bakıldığında 10 Aralık 1948 gerçekten ileri bir nokta mıydı? Yoksa bir geri adım mıydı? Cesaretle tartışmak gerekiyor.

Bildirge’nin kabul edildiği tarihte dünyanın pek çok ülkesi için insan hakları mücadelesi açısından ileri bir adım olduğu tartışılamaz. Ancak bu ülkelerde insan haklarının düzeyi, Bildirge’nin yürürlüğe girdiği tarihi bırakın, bugün bile yüzyılların gerisindedir. Sözleşme kâğıt üzerinde kalmıştır. Zaman zaman da bizim ve bizim gibi ülkeler açısından da benzer durumlara düşülmediği söylenemez. Ancak bu gibi ülkelerde insan haklarının bulunduğu düzeyin geriliğinin kaynağı doğrudan doğruya insan hakları mücadelesinin ilk ortaya çıktığı ve adının önüne “çağdaş”, “gelişmiş”, “kalkınmış” gibi sözcükler eklenen emperyalist devletlerdir.

İnsan hakları mücadelesi tarihine baktığımızda, ilk sırada 1215 yılında İngiltere kralına kabul ettirilen Magna Carta adlı sözleşmeyi görürüz. Yine 1776 yılında Amerikan Bağımsızlık Savaşı ile birlikte yayınlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesini görürüz. Denilebilir ki Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, kimi önemli maddeler açısından 10 Aralık 1948 bildirgesinden daha da ileridedir. Ve tarihin gördüğü en ileri insan hakları belgesi ise 26 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesidir. En ileri belgedir diyoruz, çünkü bu Belge kanla yazılmıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde yer alan meşruluğunu yitiren hükümetleri değiştirme hakkı, 1789 Büyük Fransız Devrimi‘nin simgesi olan Bildirge’de daha ileri bir adımla “DİRENME HAKKI” olarak yer almıştır. Direnme Hakkı sonraları unutturulmaya çalışılmış ancak Türkiye’de 1961 özgürlükçü anayasası “Direnme Hakkı’nı” anayasanın Başlangıç bölümüne koymayı başarmıştır.

İnsan hakları mücadelesine (AS: savaşımına) öncülük eden ülkelerden İngiltere, ABD ve Fransa yüz yıllardır bütün dünyaya kan, zulüm ve esaret (AS: tutsaklık) götüren ülkeler olmuşlardır. Bu durum, içinde bulunduğumuz iletişim çağında çok daha çıplak bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Toprakları üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk adıyla bilinen İngiltere’nin egemen olduğu ülkelerde özgürlük güneşinin doğması hiç kabul edilmemiş, ABD son 75 yıldır bütün dünyayı kana boğmuş, Fransa kara Afrika’nın kara talihi olmuştur. Bu ülke ve benzerleri için ezilen ülkelerde İnsan Hakkı, eğer o ülke yönetimlerinde emperyalizme karşı bir direnç varsa mevcut (AS: varolan) yönetimleri devirmenin aracı olarak gündeme getirilmiştir.

TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

Türkiye Cumhuriyeti emperyalizme karşı topyekûn bir mücadele içinde doğmuş ve gelişmiştir ki, bu mücadele içinde yaşama hakkı en temel insan hakkı olarak var olmuştur. Kurtuluştan sonra ise dışarıdan gelen kuşatmalar, yine dış destekli ayaklanma ve darbelerin izin verdiği ölçüde insan hakları gelişebilmiş, ülkemizin verdiği bu kutsal savaşım, öbür ezilen ülkelere de umut ışığı olmuş, bu ülkeler özgürleştikçe insan hakları konusunda da adımlar atmışlardır. Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Aydınlanma Savaşımında Büyük Fransız Devrimi’nin etkisi her alanda görülür. Bu etkiyi Atatürk’ün sözlerinden olduğu ölçüde, okuduğu kitaplar listesinden de izleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin özgürlükler yolculuğu 1950-60 yılları arasında diktatörlük hevesleri ile kesilmek istense de 1961 Anayasası ile “Direnme Hakkı” anayasanın giriş bölümüne yazılırken, 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki engelin üzerinden atlayarak, 26 Ağustos 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile buluşmuştur.

“10 ARALIKÇILIK”

Büyük Fransız Devriminin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi arasında 159 yıllık bir zaman var. 10 Aralık tarihli Bildirgenin zaman olarak daha ileride olması, bu Bildirgenin insanlığın gelişimi açısından daha ileride olduğunu ne yazık ki göstermiyor. 73 yıl önceki Bildirgeyi hazırlayanlar 232 yıl önce kanla yazılan Bildirgedeki ölçüde cesur ve özgürlükçü olamamışlar, insanlara “zulme dur!” diyecek direnme hakkını vermekten korkmuşlardır. O halde şöyle bir saptama yapabiliriz : 232 yıl önceki 1789 Bildirgesi, 73 yıl önceki İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinden (İHEB) daha cesur ve daha ileridedir.

Bu saptamadan sonra “10 Aralıkçılık” kavramı ve “10 Aralıkçılar” üzerinde durabiliriz. Türkiye Cumhuriyetini kuran parti içinde son 12 yılda etkin duruma gelen ve “ilerici” olduklarını söyleyenler, 10 Aralık 1948 tarihinden esinlenerek kendilerine “10 Aralıkçılar” adını takmış, ilk zamanlarda Cumhuriyet Halk Partisi’nin kapatılarak müzeye dönüştürülmesini” savunmuşlardır. Ancak, parti içinde üst kademeleri işgal edip giderek etkinlik kazanınca partiyi ele geçirip, Kemalist çizgisinden saptırmayı kendileri ve “etkin güçler” için daha uygun bulmuşlardır.

– Ekmeleddin Vakası
,
– Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı için adının geçebilmesi,
– “Kefere Kemal” diyenlerin kadın kotası ile Genel Başkan Yardımcısı olabilmesi,
– Apo’nun avukatı “TR 705” kodlu şahsın Genel Başkan Yardımcısı olabilmesi,
– “Dersim Katliamı” sözleri,
– Seyit Rıza heykeli önünde milletvekili nöbeti ve son olarak
– “Helalleşme” adıyla partinin geçmişinden hesap sorma hareketi

hep “10 Aralıkçılar” marifetiyle olmuştur.

Bugün büyük bir özgüvenle kendilerine “10 Aralıkçı” diyenler 10 Aralık 1948 ile 26 Ağustos 1789 arasındaki farkı bilemeyecek ölçüde cahil mi? Bir bölümünün adları önünde kocaman Prof. unvanı (AS: sanı) taşıyanların bu denli cahil oldukları düşünülemez. Pekalâ kendilerine “1919’cular”, “1923’cüler” ya da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin tarihi ile Büyük Taarruz’un tarihini birleştirerek “26 Ağustoscular” da diyebilirlerdi. Ama diyemezler, çünkü Mustafa Kemal deyip Atatürk diyemeyenlerden başka bir şey beklenemez. Kendilerine “10 Aralıkçı” adını verenler, bilinçli bir tercihle CHP içinde kendilerini daha gerici bir yerde konumlandırmaktadırlar.

Türkiye Cumhuriyetine ve Mustafa Kemal Atatürk’e karşı olanların başından beri Atatürk adına, hatta Mustafa Kemal adına karşı olduklarını biliyoruz. Bunlar arasında çok “cesurları” pervasızca “keşke Yunan kazansaydı” diyebilmekte, bir kesimi ise Ulusal Kurtuluş Savaşına karşı tutum alamadıkları için Mustafa Kemal Paşa demekten öteye gidememekteydi. Son yıllarda başları sıkışınca Atatürk demeye başlayabildiler. Ne acıdır ki Atatürk’ün partisi içinde mevzilenmiş “10 Aralıkçı” kafalar yeminli Atatürk düşmanlarından da daha geri bir noktaya gittiler. “10 Aralık” kavramının ilericilik görüntüsü altında yatan tutuculukla birleşerek Atatürk’ün partisinin Atatürk’ün partisi olarak kalmasını isteyenlerin direnme hakkını yok ederek partiyi “ulusalcılardan” temizlemekle öğündüler.

Çabaları boşunadır. Kemalizm’in devrimci düşünceleri er ya da geç Mustafa Kemal Atatürk’ün Partisini yeniden Atatürk’ün devrimci partisi yapacaktır. 26 Ağustos, “10 Aralıkçıları” yenecektir.
====================

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DERSİM ve ATATÜRK’e YAPILAN SALDIRILAR

DERSİM ve
ATATÜRK’e YAPILAN SALDIRILAR

Portresi_gulumseyen

 

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

 

Değerli arkadaşlar,

Serdar Kaan Korkmazgil’in Dersim konusundaki bu derlemesini içerik  bakımdan beğendim. Seçim öncesi süreçte bu konunun da gündeme getirilmesi olasılığı var. Üyelerimizin bilgilendirilmesi için yararlı olacağını düşünerek paylaşıyorum. Sevgilerimle. æ 29.3.2015

***

Dersim İsyanı

Serdar Kaan Korkmazgil

Yıllardır Dersim konusu çarpıtılarak anlatılır ve özellikle gerici ve Kürtçü kesimlerce

Dersim’de yaşanan acı olaylardan Atatürk sorumlu gösterilmeye çalışılır
.

Sanki Dersim’de Atatürk tarafından bir Alevi katliamı planlanmış ve uygulanmış gibi yansıtılır. Ayrıca bu konunun Alevilikle bir ilgisi yok. Bu konu Sivas, Çorum, Maraş katliamlarına benzemiyor. Bu konu Madımak katliamından çok farklıdır.

Eğer Kurtuluş Savaşı sırasında çıkartılan isyanlar, Cumhuriyet dönemindeki feodal kalkışmalar Alevilere mal edildiği takdirde Alevilere en büyük iftira yapılmış olur.
Bir hırsızın, bir katilin, bir sapığın mezhebine bakıp “Bu Sünniymiş” diyerek
ne tüm Sünniler karalanabilir, ne de “Bu Aleviymiş” diyerek tüm Aleviler.

Seyit Rıza‘nın mezhebi Alevilik olabilir. Ama yaptıklarının ve isyanının Alevilikle ilgisi yoktur. Yandaşları ona Alevi olduğu için değil, kanun-kural tanımazlıklarından, uşaklıklarından, akrabalıklarından, aşiret dayanışmasından ve feodal zihniyetlerden dolayı katılmışlardır. Çapulcu feodal derebeyi Seyit Rıza idama giderken

“Evladı Kerbelayız, zulümdür, günahtır..” demiş ya;
aslında zulümden şikâyet eden bu eşkiyadan daha zalimi çıkmamıştır Dersim’den:

Seyit Rıza’nın oğlu Bava bir görüşmeden dönerken pusuya düşürülerek öldürülür. Katilinin Sadoğlu aşiretinden olduğu söylenir. Seyit Rıza intikam almak için silahlı adamlarıyla aşiretin köyünü basar. Herkesi çoluk-çocuk-kadın-yaşlı demeden katleder. Evleri yakar. Taş üstünde taş bırakmaz. Öyle bir kindir, öyle bir zalimliktir ki,
bu hırsını alamaz, köy mezarlığına bile saldırırlar. Mezar taşlarını yerlerinden söker, mezarları parçalar, dağıtırlar. Yani sağ olanların canını almakla yetinmemiş,
geçmişteki ölülerine bile saldırmıştır. Üstelik katlettiği bu insanlar da Alevidir.

Bu bilgiyi Alevilerden saklarlar. Açığa vurulsa bir anda gözden düşecektir ama siyaseten gizlerler. O dönemin ünlü bir Alevi ozanı vardır Dersim’de, adı Sey Kaji. Seyit Rıza,
bu ozandan oğlu Bava için bir ağıt yazmasını ister. Ancak Sey Kaji kabul etmez:
Sen ki Sin’i yaktın, ben senin oğluna ağıt yakamam” der.

Kurtuluş Savaşı sırasında İngilizlerin kışkırtmasıyla çıkarılan Koçgiri İsyanının
elebaşılarından Alişer ile Baytar Nuri’yi devlete teslim etmeyip, onlarla yeni bir isyana hazırlanan çapulcu Seyit Rıza’nın İngilizlere yazdığı mektubu görelim şimdi:

***

Büyük Britanya Dışişleri Bakanlığına,

Yıllardır, Türk Hükümeti Kürt halkını asimile etmeye çalışıyor ve bu amaçla halkı eziyor, Kürtçe yayınları ve gazeteleri yasaklıyor, anadilini konuşan insanlara işkence ediyor ve sistematik olarak insanları Kürdistan’ın bereketli topraklarından söküp,
Anadolu’nun çorak bölgelerine göçe zorluyor ve birçoğu oralarda telef oluyor.

Türk Hükümeti son olarak, hükümetle yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı. Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930′da Ağrı Dağında, Zilan vadisinde ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor. Savaş araçları bakımından eşitsizliğe rağmen ve bombardıman uçaklarının yangın bombaları, zehirli gaz bombaları atmalarına rağmen, ben ve arkadaşlarım Türk ordusunu başarısızlığa uğrattık. Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını
tüm Kürdistan’da işkence yaparak almak istiyor. Hapisler, ağzına kadar
masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin
ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor. Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt,
barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor.
Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım.”
30 Temmuz 1937

Seyit Rıza
Dersim Generali

*****

Bu mektubun aslı Londra’da, ‘Public Record Office’ arşivleri arasındadır.
O yüzden inkâr edemiyorlar ama Seyit Rıza’yı kurtarmaya çalışan zihniyet, mektubu O’nun yazmadığını, Nuri Dersimi’nin yazdığını iddia ederler. Öbür yalanları gibi bu da yalandır. Mektubun altında Seyit Rıza’nın olduğu kesin olan imza vardır. Nuri Dersimi’ye yazdırtan ve imzalayan Seyit Rıza’dır. Seyit Rıza’ya seyitlik babasından kalmıştır.
Bu şeyh-seyit denen soytarılar babadan oğula, oğuldan toruna sömürür milleti.

Şeyh Sait ya da Seyit Rıza fark etmiyor. Çünkü Şeyh’in karşılığı, Seyit’tir.
İkisinin de isyanı Laik Cumhuriyete karşıdır, devrimlere karşıdır.
Gerici niteliğe sahip isyanlardır.

Mustafa Kemal, “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.” demiştir.
Ama hala bu ünvanları sürdürmeye çabalayanlar mevcut.

DERSİM YALANI

Dersim konusu Atatürk‘ü, Cumhuriyeti ve Devrimleri itibarsızlaştırmak amacıyla
karşı devrimciler tarafından kullanılan bir tezgâhtır. Bu nedenle, katliamın gerçekleştiği 1938 yılını değil, ilk harekât kararının alındığı 4 Mayıs 1937 tarihini katliamı anma günü olarak belirlemişlerdir. Bu tezgâhın gericiler ve Kürtçüler tarafından ortak dille
ortaya atılan yalanı şöyledir:

“Dersim bir çıban olarak görülüyordu. Amaç Dersimi Türkleştirmekti. Ama bunda başarılı olamayınca katliama karar verdiler. O amaçla 1935’te Tunceli Kanununu çıkardılar ve 1937′de de katliam harekatına giriştiler. Ortada bir isyan yoktu.
Sanki isyan varmış gibi, isyanı bastırıyormuş gibi Dersim’i yakıp yıktılar,
halkı katlettiler.
Katliamdan Atatürk’ün de haberi vardı. Bizzat “vurun!” emrini Atatürk verdi. Manevi kızı Sabiha Gökçen de uçakla Dersim’i bombalayanlar arasındaydı. Dersim’in katliam planını Atatürk yaptı. Trabzon Atatürk evi’nde
bu plan hala duvarda asılı durmaktadır.”

Sapla saman birbirine karıştırılır, tarihsel gerçekler göz ardı edilir ve sanki
Tunceli Kanunu çıkarılıp Dersim’e saldırılmış ve sivil halk katledilmiş gibi gösterilir. Gerçek ise çok farklıdır.

GERÇEKLER

Dersim’de devleti tanımayan, yasalara uymayan, başına buyruk feodal aşiret düzeni vardı ve devlet 10 yıl boyunca bunu düzeltebilmek için uğraştı. Bu amaçla Tunceli Kanunu çıkarıldı ve 1937’de Tunceli’ye yol, köprü, okul, karakol vb. atılımlara girişildi.
Buna Dersim’deki onlarca aşiretten yalnızca 6’sı karşı oldu ve aralarında anlaşarak
Devlete karşı koyma kararı aldılar.

21 Mart 1937 nevruzunda toplanan kalabalık isyancı grubu telgraf tellerini kesip,
köprüyü yaktıktan sonra karakolu bastılar ve 33 askeri şehit ettiler.
Seyit Rıza denen çapulcu derebeyi, isyancıların başındaydı.
Haber Ankara’ya ulaşınca Atatürk; 
“Başka çare kalmadı, vuracağız.” dedi ve harekât başladı.

Şimdi bu nokta çok önemli: Harekât Ekim ayında tamamlandı ve 262 isyancı öldürüldü.
Altı elebaşı idam edildi. Bunlardan biri de Seyit Rıza‘ydı. Ortada katliam falan yoktu. Sivil halktan-köylülerden öldürülen yoktu. Atatürk’ün harekât planı da böylece tamamlanmıştı.

Gelelim Haziran.1938’deki olaylara :
Tertipçilerin çarpıttığı ve aradaki kalın çizgiyi yok sayıp sanki 1937 ve 19338 iç içeymiş gibi göstererek Atatürk’ü katliamcı olarak sundukları dönem.
Bu dönemi iyi bilmek ve doğru ortaya koymak gerekir.

1938 Haziranında, 1. İsyan’dan yaklaşık bir yıl sonra, birkaç aşiret yeniden
isyana başlıyor. İsyan büyüyor ve Hükümet yeniden müdahale kararı alıyor.
Temmuz-Ağustos ayında isyan dış basına yansıyor. Dış basında hükümetin isyanı gizlediği öne sürülüyor. O sıra Atatürk Ocak ayından beri hasta. Mayıs’tan başlayarak İstanbul’a çekiliyor ve bir daha da Ankara’ya dönemiyor, yatağa düşüyor.
Temmuz-Ağustos döneminde ağır hasta ve memleket sorunlarıyla uğraşacak, emir-talimat verecek durumda değil. Celal Bayar-Fevzi Çakmak ikilisinin sorumluluğunda
çıbanı tedavi etmek yerine kesip atmak fikriyle çok sert bir müdahale başlatılıyor.
Öyle ki; ibret olsun, bir daha isyana kalkışamasınlar düşüncesiyle

insanlık dışı denebilecek boyutta bir katliama girişiliyor.
Sonuç: 13 binden fazla ölü ve 11 bin kadar sürgün.

Katliam Ağustos sonu başlıyor, Ekim’de sona eriyor ki, bu dönemde Atatürk kendinde değil, ölüm döşeğinde. Ve bu katliamın iki sorumlusu ve yandaşları çok partili rejime geçişte CHP değil, DP saflarındadır.

  • Dersim olayını bir soykırım, Atatürk’ü bir katil gibi göstermeye çalışanların tertibini bozacak olan bu bilgilerdir.

O nedenle arşivlerin tamamının açılmasını istiyoruz ki, gerçekler tüm çıplaklığıyla
ortaya çıksın. Celal Bayar “Atatürk vurun dedi, vurdum” demiş.
“Vurun” demek; “katliam yapın” demek değildir ki. Türkçemizde gereksiz abartıya örnek, “Vur deyince öldürmek” deyimi vardır ki, Dersim’de yapılan da bu olmuştur.
Atatürk’ün “7′den 70′e kadın-erkek öldürün, kökünü kurutun, ne pahasına olursa olsun isyanı bitirin!” şeklinde bir emri ya da emirden de vazgeçtik bu yönde bir iması bile yoktur. Ve büyük bir olasılıkla Atatürk, 1938’deki 2. Dersim harekâtının sonuçlarından haberi bile olmadan vefat etmiştir.

KOMÜNTERN’İN DERSİM AÇIKLAMASI

Şimdi herhangi bir katliama en sert tepkiyi vermesi doğal karşılanacak olan Komünist Enternasyonal’in ve o dönemde illegal mücadele veren TKP’nin genel sekreteri
İsmail Bilen’in “Rundschau” dergisinin 32. sayısındaki yazısında Dersim hakkında
ne yazdığına bakalım:

“İki ayı aşkın bir zamandan beri Ankara hükümeti, Dersim bölgesindeki
Kürt aşiretlerinin yeni bir gerici ayaklanmasını bastırmakla uğraşıyor.
Feodal unsurlar, Kemalist Parti tarafından gerçekleştirilen reformlara rağmen bugüne kadar ülkenin bu sapa bölgesinde barınmayı başarmışlardır.
Bu bölgeye geçtiğimiz yıl yasa ile Tunceli adı verilmişti. Dersimin hâkim tabakaları yürürlükteki yasalara rağmen, kendi yasa dışı ayrıcalıklarını koruyabilmişlerdir.

Halk Partisi (Kemalistler), iç pazarın gelişmesini isteyen milli burjuvazinin baskısıyla, geçen yıl Cumhuriyetçi devletin bütün ağırlığını ortaya koyarak
bu çağ dışı duruma bir son vermeye karar verdi. Özel bir yasa çıkartarak
ölüm cezalarını onaylamak da dahil olmak üzere geniş, olağan üstü yetkilerle donatılmış askeri bir yönetimin bu kendi başına buyruk vilayeti TBMM’nin yerine
iş başına geçirildi. Amacı, göçebeliğe son vermek ve aşiret reisleriyle (şeyhler, beyler, ağalar ve şeyhler) onların kiralık adamlarını Batı Anadolu’nun modernleşmiş vilayetlerine sürme hedefi güden bir reform planını zorla uygulamaktı.

(…)

Bugün, Kemalist hükümetin enerjik reformları yüzünden kendi iktidarlarını tehdit altında hisseden feodal unsurların ümitsiz bir direnişi ile karşı karşıya bulunuyoruz.

Kemalist hükümet TBMM’de şu tedbir kararlarını aldırmayı başarmıştır.

1- Aşiretler bundan böyle tüzel kişiliğe sahip olmayacaktır. Bu karara aykırı
tüm kararların, belgelerin ve hükümlerin hiçbir geçerliliği yoktur.
2-Aşiret reisinin beyin ya şeyhin tüm yetkilerine son verilmiştir.
3-Aşiretlere ait olan ve aşiret reisleriyle beylerin ve ağaların aşiret adına kendi mülkiyetlerinde bulundurdukları bütün taşınmaz mallar, mülkiyetleri hangi resmi belgeye karar ya da geleneğe dayanırsa dayansın, devletin mülkiyetine devredilecektir.

İsyanın arifesinde tapu kadastro idaresi feodal aşiret reislerini elinde bulunan halka ait malların incelenmesi ve saptanmasına ilişkin hükümet tedbirlerini uygulamaya başlamıştır.

Bu durumda feodalizm, kendi yasa dışı egemenliğini iktisadi temellerini tehlikesiyle
karşı karşıya bulunduğunu hissetti. İşte özellikle bu tedbir, isyana yol açan neden olmuştur. Kitleleri kendi peşlerinde sürükleyebilmek için feodal unsurlar hükümetin silahlı kuvvetinin zayıf olduğu lafını yaydılar. Yaydıkları söylentiye göre, hükümet, ayaklanmayı bastırmak için silahlı birlikleri göndermeye cüret ettiği takdirde İngilizlerle Fransızlar, Türkiye’ye hemen savaş açacaklardı. Ayrıca Arapların da isyancılardan yana olduğu şeklinde haberler çıkartıldı. Feodal unsurlar kamuoyunu bu şekilde hazırladıktan sonra birçok aşiret kendi arasında ittifak yaptı ve “genel müfettişe” yazılı bir açıklama göndererek idari makamlarla anlaşma temeli olmak üzere utanmazca şartlar ileri sürdü. İstedikleri şey hükümeti feodal yöneticilerin zorbalığa dayanan keyfi rejimlerini tasfiye yolunda aldığı tüm tedbirlerden vazgeçmeye zorlamaktı”

Yazıdan görülmektedir ki; Komünist Enternasyonal, gerici feodal isyan karşısında
T.C. Hükümetinin müdahalesini desteklemektedir. İsyanı inkâr edenlere bu tarihi belge
bir tokat gibidir.

SONUÇ                     : 

Bu tezgâhın ve bu tertipçilerin Dersim İsyanı’nı çarpıtmaları, gerçekleri saptırmaları
ve katliamı Atatürk’e mal etmeye çalışmalarının nedeni ne olabilir? Neden açıktır :

Cumhuriyetle ve Atatürk’le hesaplaşmak. Bu yalanların ve iftiraların dinciler tarafından da destek görmesinin asıl nedeni budur. Bugün açıkça Atatürk’e saldıramıyorlarsa da Dersim’le bunun yolunu açmayı amaçlamaktadırlar. Dersim katliamını Atatürk’e mal edip milletin kafasını bulandırdıktan sonra girişecekleri 2. konu İstiklal Mahkemeleri olacak ve sözde binlerce masum insanın bu mahkemelerde yargılandığını, birçoğunun
idam edildiğini ve idam emirlerinin de Atatürk tarafından verildiğini öne süreceklerdir. Bundan sonraki aşama ise Devrimler olacaktır ve Hilafetin kaldırılması ile yeniden kurulması tartışmaları gündeme getirilecektir.

Bu senaryonun sonunda varılmak istenen HEDEF; Atatürk’ü silmek, devrimleri rafa kaldırmak, devlet işlerinde dinin referans alındığı yeni Osmanlıcı bir siyaset izlemek ve sahte demokrasi görüntüsüyle teokratik bir düzene geçmektir.Geçmişle yüzleşmek, yaraları sarmak ve acıları tazmin etmek böyle olmaz. Gerçekten o amacı taşıyanlar, arşivleri tümüyle açarlar. Seçme birkaç belgeyle insanlar yanlış yönlendirilmez;
nesnel, objektif Araştırıcılara, gazetecilere, tarihçilere bütün belgeler, dokümanlar,
kayıtlar sunulur. Ondan sonra mesele enine boyuna belgeleriyle-kanıtlarıyla tartışılır ve sorumluları ortaya çıkar. Gerekirse gıyaplarında da yargılanırlar. Ama tezgâhçı-tertipçi mahkemelerle değil. Tarihçilerden, ilgili akademisyenlerden oluşan kurulla yargılanırlar. Çünkü bu mahkemeden hapis cezası çıkacak değildir. Kimlerin ne derece suçu, sorumluluğu olduğu belirlenecektir. Yoksa tertipçilere kalsa Ermeni katliamlarından bile Atatürk’ü sorumlu tutacaklardır. Hatta bazıları yapmaktadır da. Mustafa Kemal’in gençliğinde İttihat ve Terakki’ye üye olduğu, Ermeni katliamını İttihatçıların yaptığını, Cumhuriyeti de İttihatçıların kurduğunu, dolayısıyla Cumhuriyetçilerin Ermeni katliamcısı olduklarını söyleyebilecek derecede alçalabilmektedirler. Bilimsel tarih anlayışında
onun bunun düşmanlığına, ideoloji karşıtlığı ya da taraftarlığına yer yoktur. Ön yargısız ve objektif olarak tümüyle belgelerin ve kanıtların ışığında konular ele alınır ve yorumlanır. Cemaatçi, ırkçı, intikamcı ve liboş zihniyetle değil!

Dersim’i bir hesaplaşmak alanı olarak görenlerin ırkçı faşistler intikam çığlıkları atmakta ve Türkiye’de birlik beraberlik halinde yaşamak istemediklerini söyleyecek kadar saçmalamaktadırlar. Bunlar bu şovenliklerini Koçgiri, Şeyh Sait ve Dersim İsyanının
ele başısı olan Nuri Dersimi’nin “Kürt gençliğine Hitabe”sinden almaktadırlar.
Bakın o hitabedeki şu ifadelere:

“Kürdistan denilen harabezar anayurdun istihlası için intikam!… 
Kürt diyarında uluyan sırtlan ve çakallar ırkının mülevves vücutlarından
Kürt vatanını tahrir için intikam! …
Medeniyet dedikleri kahpenin peşine sığınarak bize uluyan köpekleri susturmak için intikam! … İntikam! … İntikam! …
Geçmişi kaşıyanlar ve Millete yanlış aktaranlar bilmelidirler ki; bu tavırlarıyla halkları birbirine düşürebilir ve bir iç çatışmaya yol açabilirler. Çünkü bu gözünü
kin ve nefret bürümüş çapulcu sürüsü karşısında şiddetten başka, kafalarını ezmekten başka yol olmadığı düşüncesinde olan bir faşist potansiyel de mevcuttur.
Bunların çatışması topluma da sirayet eder ve yıllar önceki bir acıyla yüzleşelim derken çok daha büyük acılar yaratılabilir.”

https://tr.facebook.com/TarihtarihSayfasi/posts/378828898917691

Prof. Dr. Eyüp S. Karakaş : BEN DE ÖZÜR İSTİYORUM !


BEN DE ÖZÜR İSTİYORUM !

Satır içi resim 1

Prof. Dr. Eyüp S. Karakaş*

Sayın Başbakan T.C.. Devletinin Dersim’de yaptıklarından dolayı özür diledi.

Annem Tunceli’nin Çemişgezek, babam Hozat ilçesinde doğmuş, büyümüş.
Ben de Çemişgezek doğumluyum. Yani ben de  ‘Dersim’ liyim. Sayın Başbakanın Devlet adına özür dilemesi beni de ilgilendiriyor; çünkü benden de özür dilenmesi gerekir.
Kimler mi? Elbette öncelikle Seyit Rıza ve benzeri şakilere sahip çıkanlar ve onlar adına konuşanlar benden özür dilemelidirler. 

Ben Dersim olaylarını babaannem, babam ve annemden dinleyerek büyüdüm.

Devlete isyan eden asiler yalnızca askerleri katletmekle kalmamış, oranın sivil halkını da öldürmüşler ve zulmetmişlerdir. Babaannemin nahiye müdürü olan Salih isimli kardeşinin oğlu Efendi’yi asiler kaçırmış ve daha sonra ‘gel çocuğunu geri vereceğiz’ diye köylerine çağırmış ve yolda pusu kurarak öldürmüşlerdir. Bu ölüm Hozat’ta büyük üzüntüye sebep olmuş ve
aşağıdaki ağıt-türkü yakılmıştır. Bu türkü halen söylenmektedir:

‘Hozat’ta gezerdim bir fidan boylu,
Görenler derdi kim bu aslan soylu,
Sorana deyin ki Hamil’in oğlu..
Varsın Hozat yansın ver veran olsun
Hozat’ın gençleri intikam alsın

Hozat’in içinde okunur ezan,
Ne kara yazmış ah alnını yazan,
Hep Seyit Rıza’dır kavlini bozan.
Yolumu kesenler yolundan kalsın
Büyüsün Efendi’m intikam alsın.

Öbür kardeşini de benzer biçimde öldürmüşler. Onun için de bir türkü söylenmiştir.
O türkünün sözleri söyledir:

Atımı bağladım nar ağacına,
Perçemim dolandı gül ağacına
Gidin söyleyin benim bacıma
Nasıl dayanacak benim acıma.

Türküde geçen bacı, benim baba-annemdir. Rahmetli babaannem bu olanları anlatır, türküleri söyler ağlardı. Eşkiya işi o kadar azıtmıştır ki, birkaç kere Çemişgezek’i basmış, karşı koymaya çalışanları öldürmüş ve kasabayı yağmalamıştır. Annem o günleri hatırlıyor. Kadınlar bir camiye toplanır eşkiya onlara bir kötülük yapmasın diye dua eder tespih çekerlermiş. Daha üç gün önce, o günlerde küçük bir kızın yanında öldürülen yüzbaşıyı, balta ile parçalanarak öldürülen askerleri, Fırat nehrini salla geçerken salın ipi kesilerek Fırat’ın azgın sularına terk edilen ve boğulan askerlerin hikâyesini anlatırken gözleri doldu.

Bu asiler köprüleri yıkmışlar, telefon tellerini kesmişler, nahiye müdürü, vergi tahsildarı gibi memurları öldürmüşler, karakolları basmışlar, subayları, astsubayları, erleri öldürmüşler.
Halkın mal, can ve ırz emniyeti kalmamış. İşte bu ortamda askeri müdahale yapılmış ve
suçlular ağır biçimde cezalandırılmış.
***

İkinci Dersim harekâtında maalesef bu asilerin yanında
çok sayıda yerli halk da zarar görmüştür..

Deyim yerinde ise kurunun yanında yas da yanmıştır. İsyana iştirak eden aşiretler zorunlu iskâna tâbi tutulmuş ve Anadolu’nun farklı bölgelerine gönderilmiş. İsyanın liderlerinden Seyit Rıza ise aslen bir Türk’tür. Kendisinin bazen Arap, bazen Kürt olduğunu söylemiştir ama mensup olduğu aşiret aslında bir Türk aşiretidir.

Bu hareket sonunda Tunceli’den tamamı son model 14 binden fazla silah toplanmıştır.

Dersim dosyasının açılmasını ‘Cumhuriyet’in tasfiyesi‘ projesi içinde değerlendirmek gerekir; Cumhuriyet’i koruyan tüm kişiler, kurumlar, topluluklar sindirilmeye, etkisizleştirilmeye veya Cumhuriyet’ten soğutulmaya çalışılıyor. Cumhuriyeti sonsuza dek korumak ve kollamak kararlılığı ve direnci kırılmak isteniyor; insanlar hapse atılıyor,
hatta öldürülüyor, bilgi kirliliği yaratılıyor; âdeta Laik Cumhuriyet’ten intikam alınıyor.

Bu çerçevede sıra Alevilere gelmişti.
Alevi yurttaşlarımızda Atatürk sevgisi ve Cumhuriyet sevdası her zaman var olmuştur. Cumhuriyeti koruma kararlılığını hiç yitirmemişlerdir.
Dersim dosyası açılarak, Atatürk’ten ve Cumhuriyet’ten soğutulmaya çalışılıyor.

Özetle; Laik Cumhuriyet savunmasız bırakılmak isteniyor.
Geçmişte kimi oyunlara gelmeyen Alevilerin bu gün de bu oyunu bozacağına inanıyorum.
_________________________________
*Acıbadem Hastanesi, Kayseri

=======================================

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan hocamızdan gelen bir dosyayı paylaştık yukarıda..
Bu konuda görüşler değişken..

Takdir okuyucunun…

Sevgi ve saygı ile,
02.02.2015 

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Dersim Tartışmaları.. / Tunceli-Dersim Debates..


Dersim Tartışmaları.. 

Dostlar,

“Dersim tartışmaları” hakkındaki 5 sayfalık kapsamlı yazımızı,
içeriden biri, bir Dersim’li – Tunceli’li olarak dikkatinize sunuyoruz.

Sorun ciddi, nazik ve kritiktir.

Bu bakımdan son derece özenli bir dil kullanılmıştır.

Herkesin ama herkesin son derece yapıcı ve sorumlu davranması gereği çok nettir.

Bu makalemizi okumak için lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Dersim_tartısmalari_30.5.12

Sevgi ve saygı ile.
30.11.11, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

************************************

Dostlar,

Maalesef, yerli ve yabancı “iyi saatte olsunlar”, gene sütre gerisinden ve berisinden körüklemekle meşguller..

“Siyaset” denen gerçekte soylu uğraş bu denli mi kirletilebilirdi?
İç – dış politikada tıkanınca zaman kazanma, prim devşirme adına etik ve erdemden
bu denli mi yoksun davranılabilir?

Vıcık vıcık siyaset – siyasetçi Türkiye’nin hangi derdine deva olacaktır?
Tam da tersine ek ve karmaşık sorunlar doğurmaktadır kökü dışarıda AKP siyaseti..
12 yılı geçti bu partinin tek başına siyaseti.. Ülkenin hangi köklü sorununu
köktenci, akla uygun – ülke çıkarlarıyla örtüşük olarak çözdü?
Alevi – Bektaşi inancını utanmadan sömüre sömüre zamana oynadı.
Tek bir eylem yeter not vermeye :

  • Zorunlu din dersleri AİHM kararına karşın neden kaldırılmıyor?
    Cemevleri neden ibadet yeri değil?
    Laik – seküler düzene – yaşama neden sürekli balta darbeleri indiriliyor?

Temel ve ivedi sorun bunlardır..  Acı acı güldüren Dersim popülizmi değil!

3 yıl önce 30.11.2011 günü yayımladığımız

DERSİM TARTIŞMALARI başlıklı 5 sayfalık yazımızı, o toprakların bir bireyi,
çok ağır travmanın doğrudan sonuçlarını yaşamış ve yaşayan biri olarak,
bir kez daha paylaşmak istiyoruz..

Okumak için lütfen tıklar mısınız??

Dersim_tartısmalari_30.5.12

Ulusunun öğretmeni Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Paşa‘ya saygıyla..

Sevgi ve saygı ile.
25 Kasım 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

DERSİM İSYANI


DERSİM İSYANI

Dostlar,

Sayın Em. Tümg.Naci BEŞTEPE’nin 05 Ocak 2013’te yayımladığımız yazısını,
konunun gene utanmazca siyasal sömürüye (istismara) alet edilmesi nedeniyle
bir kez daha okuyucularımızın, ilgililerin bilgi ve ilgisine sunmak istiyoruz.

Arşivde yer alan, bizim makalemiz de dahil olmak üzere birkaç yazıyı daha
öne çekeceğiz.

Sevgi ve saygı ile.
24 Kasım 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

================================================

Naci_Bestepe_portresi

Em. Tümg. Naci BEŞTEPE

Tunceli bölgesine devletçe yatırım (yol, köprü, okul, sağlık ocağı vb.) yapılmaya başlanması, askere alma ve vergi işlemlerinin düzene sokulmak istenmesi üzerine, bölge halkını sömürmek üzerine inşa edilmiş dinsel kisvelerden de yararlanan feodal düzenin uygulayıcılarının başlattığı bir isyandır.

SEYİT Rıza da, ŞEYH Sait gibi dinsel sıfatından yararlanmıştır.

Bölge halkının Seyit Rıza’nın peşinden gitmesinde bir etken bilinçli veya körü körüne inanç ise, bir etken de bölge halkının Osmanlı döneminden (Yavuz Sultan Selim’in
İran seferi öncesindeki kıyımı) kalan devlete karşı koşullanmışlığıdır.

GÜNEYDOĞU SORUNU MU, KÜRT SORUNU MU?
TERÖR SORUNU MU, BAĞIMSIZLIK SORUNU MU? ÇÖZÜM NEDİR?

Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Osmanlı döneminden başlayarak (1806’dan sonra)
44 isyan olmuştur. Bunların 24’ü Cumhuriyet dönemine rastlar. İsyanların çoğu,
devlet otoritesini kabul etmeyerek feodal düzenin sürmesinin istenmesinden kaynaklanmıştır.

Şeyh Sait isyanı ise, Musul petrollerinin paylaşımında Türkiye Cumhuriyeti’nin devre dışı bırakılmasını sağlamak amaçlı, İngiliz emperyalizmi güdüm ve destekli bir isyandır. Etnik köken yanında din sömürüsünden de yararlanılmıştır.

1937-38 DERSİM (Tunceli) isyanından sonra, 1984’e kadar benzer olaylar yaşanmamıştır.

1984 yılında Eruh ve Şemdinli baskınları ile başlayan PKK eylemi ise emperyalist güçlerce yönlendirilen ve desteklenen ayrılıkçı bir silahlı kalkışma (isyan)dır.
Tarihteki en uzun ve en büyük çaplı (bölge-insan sayısı) isyandır.
Etnik yapının istismar edilmesi temeline oturtulmuştur.

Dil, kültürel haklar, demokrasi, eşitlik, insan hakları gibi göreceli kavramlar gerekçe ve
bahane olarak kullanılmıştır. Hâlâ da kullanılmaktadır.

Emperyalistlerin amacı; enerji kaynaklarını, ulaşım, nakil yollarını en kolay-en ekonomik biçimde denetlemektir.

Bunun için, dört devlet içindeki Kürt kökenlilerin yoğun oldukları bölgelerin koparılmasıyla kurulacak bir Kürt Devleti en iyi çözümdür.

PKK‘nın kullanıldığı ve başı çektiği bu başkaldırının uzaması, bölge halkında
kin ve intikam duyguları ile AYRIŞMA ve KENDİ DEVLETİNİ KURMA düşüncesini pekiştirmektedir.

Bu düşünce özellikle 35-40 yaş ve altındaki kuşak için geçerlidir.

Başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin isteği de tam budur.

  • Olayın adını KÜRT SORUNU koyarsak baştan taraf olmayı ve
    bölünmeyi kabul etmiş oluruz.

Yapılan, silahlı başkaldırıya karşı mücadeledir.

Uluslararası hukuka göre savaş; iki devlet veya devletler grubu arasında, siyaset yoluyla çözülemeyen sorunların silahla çözülmesidir.

Çözüm; siyasi kararlılıktadır.

Çünkü ulusal irade TBMM’ndedir.

Mülkiye nasıl “The Mülkiye” oldu??


Mülkiye nasıl “The Mülkiye” oldu?? 

PORTRESİ

Doç. Dr. Barış DOSTER

 

 

 

Devletin çöktüğünü, çözüldüğünü, çürüdüğünü söylüyorlar. Sadece yargının değil, bürokrasinin, başta içişleri, milli eğitim, maliye olmak üzere devlet aygıtının, kamu yönetiminin ile tutar tarafının kalmadığını dillendiriyor pek çokları. Doğal bir sonuçtur. Mekteb-i Mülkiye’nin, Mülkiye ruhunu taşıyan hocalarından, soyadı gibi ışık saçan hocamız, Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, fakültesindeki gidişatı esprili bir dille şöyle özetlerdi:

“Mülkiye, ‘The Mülkiye oldu’.”

Işıklar içinde yatsın…

Biraz gerilere gidelim. Mülkiye’nin Mülkiye olduğu, Mülkiye Marşı söylenirken, insanların gözünün dolduğu, boğazının düğümlendiği yıllara… Meraklıları bilir, ülkemizde kamu yönetimi bir bilim olarak, İkinci Cihan Harbi sonrasında gelişmiştir. Dönemin değişen koşulları, ülkenin gelişen ihtiyaçları, emperyalizmin talepleri söz konusudur. Ve Engels’in dediği gibi; “İhtiyaçlar keşiflerin anasıdır”. Nasıl, sonraki yıllarda gelişecek olan uluslararası ilişkiler disiplini, ABD’nin dünya politikalarını yaygınlaştırmanın araçlarından biri olarak temellendirilmiş, Türkiye dahil pek çok ülkede bu disiplin, tarihten, hukuktan, toplumsal gerçeklikten, sınıf çatışmalarından, siyasal – iktisattan koparılarak, emperyalizm terimi dışlanarak okutuluyorsa, bizde de kamu yönetimi eğitiminde, benzer bir anlayış öne çıkarılmak istenmiştir. Zira Türkiye’ye bu konuda akıl verenler ABD’li uzmanlardır, BM’nin görevlendirdiği kişilerdir. O kadar ki, amme idaresi (sonradan kamu yönetimi) bölümünde okutulacak müfredatı bile büyük ölçüde bunlar belirlemiştir. Bu da, kaçınılmaz olarak, Türk kamu yönetiminde nakilcilik, taklitçilik, aktarmacılık gibi kötü hastalıklara neden olmuştur.

Hele o raporlar yok mu, Truman Doktrini, Marshall Yardımı kapsamında “anlamını bulan, işlevini yerine getiren” o raporlar… BM’nin, ABD Uluslararası Gelişme Ajansı’nın (USAID) desteklediği o raporlar… Thornburg Raporu, Hills Raporu, Barker Rapor.. pek çokturlar. Cumhuriyet’in sanayileşme hamlesinden, demiryolları yapımından vazgeçmesini, karayollarına yönelmesini, kendi vagonunu, uçağını yapmamasını, merkezi devletin gücünü yerele dağıtmasını, Ortadoğu’nun meyve sebze deposu olmasını öneren o raporlar… Başımıza açtıkları bela büyüktür. Kamu yönetiminin, yani devletin beyninin kendisi için düşünmemesini, kendisi için üretmemesini, kendisine özgü olmayan bir anlayışı benimsemesini dayatan o raporlar… Cumhuriyetçi, kamucu, toplumcu duyarlılığı yüksek, yerli ve milli düşünen çok yetkin uzmanlara, bilim insanlarına sahip olmamıza rağmen, onların görüşlerine, önerilerine itibar edilmemesi, ne vahim sonuçlar doğurmuştur. Oysa Türkiye, iktisatçılarıyla, planlamacılarıyla, hesap uzmanlarıyla (eskiden ülkemizde hesap uzmanları ve planlamacıların özel, seçkin bir konumu vardı), anayasa ve idare hukukçularıyla kendi planlarını yapacak, kendi raporlarını yazacak, kendi önlemlerini alacak birikime sahipti. Ama yabancı uzmanları, teknik heyetleri yeğlemiştir. Bilimsel olarak onlardan yararlanmaya kimsenin itirazı yok, ama onların yazdıklarını siyasal bir süzgeçten, kuşkucu bir mercekten geçirmeden benimsemiştir.

KAMU, KAMUCULUK, KAMUSALCILIK ÇÖKERKEN,
SÜREKLİ KAMU YÖNETİMİ BÖLÜMÜ AÇILDI 

Yurttaş bilinciyle, kamusal alan, kamuculuk arasında yakın bağ vardır. Yurttaş, rengi, ırkı, alt kimliği, feodal aidiyeti, aşiret, tarikat, cemaat, mezhep mensubiyeti olmayan özgür, bilinçli bireydir. Demokrasi ve özgürlükten yararlanır, hak ve sorumluluklarının ayırdındadır. Cumhuriyet konusunda kıskançtır. Emperyalist merkezlerin azgelişmiş ülkelerde görmek istediği yoz bir entel, alaturka bir Batı taklitçisi, demokrasiyi tüketim özgürlüğü olarak gören müşteri değildir. Özgürlüğün, eşitlikle birlikte anlamlı olduğunu bilir. Örgütlü toplumdan, toplumcu demokrasiden yanadır. Sermaye tahakkümüne karşıdır. Daima “hangi” sorusunu sorar, soru sormayı sever. “Cici demokrasinin”, bireyci, kapitalizme mecbur, liberalizmi özgürlük sanan cehaletine teslim olmaz. Egemen ideolojinin küreselleştiremediği, tüketimin köleleştiremediği, medyanın aptallaştıramadığı vatandaştır. O nedenle sayısı azdır.

Mesela, dilinden “yönetişim” terimini düşürmeyen liberallere, sosyal demokratlara, kamu hizmetlerinin özel sektöre devredilmesinin getirdiği yüksek maliyeti, temel kamu hizmetlerine erişmede, piyasa koşullarının yarattığı eşitsizliği sorar. Sağlık ve eğitimde, hasta ve öğrencinin müşteri; doktor ve öğretmenin pazarlama elemanı; hastane ve okulun işletme; başhekim ve okul müdürünün ise moda deyimle “CEO” olmasının doğurduğu sakıncaları hatırlatır. Dünyaya küreselleşme dayatan batılı, merkez, kapitalist ülkelerin, kendi aralarında bölgeselleştiğini vurgular. Bu ülkelerin, kendi sınırlarını göçmenlere kapatırken, azgelişmiş ülkelerde alt kimlikleri, yerel kimlikleri birer iç çatışma aracı olarak kullandıklarını, kaşıdıklarını, kışkırttıklarını belirtir. Yerel, alt, etnik, dinsel, bölgesel kimlikler üzerinden siyaset yapılmasına izin vermeyen Fransa’nın, “en iyi entegrasyon, asimilasyondur” diyen Almanya’nın, Türkiye’de ne dolaplar çevirdiğini, teröre nasıl arka çıktığını, hangi mezheple, hangi tarikatla al takke ver külah olduğunu anımsatır. Belçika’nın bölünmeye doğru gittiğini, İspanya’nın bu konuda endişeli olduğunu söyler. Kapitalizm ve küreselleşmeyle, bölgeselleşme ve yerelleşme arasındaki bağları saptar.

ELE VERİR TALKIMI… 

Tarihi doğru okumak gerekir. Günümüzde batı burjuvazisi, 1789 İhtilal-i Kebiri’ni, Fransız Devrimi’ni yapan burjuvazi değildir. Devrimci, ilerici karakterini yitirmiştir. Tersine, gerici, feodal güçlerle işbirliği yapmaktadır. Gelişmiş, merkez, kapitalist ülkelerde emperyalisttir. Azgelişmişlerde ise komprador, işbirlikçi, montaj sanayisidir. Fason, tapon üretim yapar. Ağır sanayiyle değil, inşaatla, alışveriş merkezi işletmekle meşguldür. Gözünü devlet kaynaklarının talanına dikmiştir, özelleştirmeden vurgun vurmuştur. Siyasi partileri, bürokrasiyi, yargıyı, üniversiteyi, medyayı, sendikaları kendisine uygun olarak şekillendirmiştir.

Tarihin belli bir aşamasında, siyasi, iktisadi, ideolojik, idari bir proje olarak ulus devletin kurulmasına öncülük eden, ulusal birliği, ulusal pazarı, ulusal dili (bu üçü, vatanı oluşturan temel unsurlar arasındadır) savunan burjuvazi, o dönemde, halkın, yoksulların da desteğini almak için, yurttaşların kamu hizmetlerinden eşit, hakkaniyet ilkesince, ulusal ölçekte yararlanmasını savunmuştur. Güçlü merkezi yönetimi, etkin devleti, nitelikli kamu hizmetini benimsemiştir. Zamanla emekçilerin mücadelesi etkisini gösterince, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde egemen ideoloji, hem bu mücadelenin gücü karşısında gerilemiş, hem de emekçilerin sistem içinde kalmalarını sağlamak, devrimci siyasetlere yönelmelerini engellemek için, dış talandan elde ettiğinin bir kısmını emekçilere sus payı olarak vermiştir. Böylelikle ulusal bütünleşme pekişirken, sınıflar arası uçurumun daralması, sermayenin elini güçlendirmiştir. Siyaseti, bürokrasiyi, hukuku, sendikaları buna göre kurgulamıştır. Merkezi devlet örgütlenmesinde sıkı hiyerarşi, buna bağlı alt birimler, merkeze bağlı kollar öne çıkmıştır. Geri kalmışlara plansızlık ve kuralsızlık dayatılsa da, özellikle Avrupa’da planlama, ulusal kalkınmada temel bir işlev görmüştür. Örneğin sanayisi gelişmiş Almanya, ulusal ve bütüncül kalkınma anlayışının, planlamanın, örgütlenme yeteneğinin, etkin devlet aygıtının ileri olduğu bir ülkedir. Kamu hizmetlerinin yaygınlığı, sosyal devletin (günümüzde hayli hırpalansa da) gücü, bunun kanıtıdır. Sanayileşmesinde, üretken ve verimli çalışmasında, kaynak israfını, zaman kaybını önlemesinde, bürokrasinin niteliğinin ve disiplininin katkısı yüksektir. Bölge bazındaki planlar da, ulusal çapta eşitlik ve bütünlük gözetilerek yapılmıştır. Oradaki yurttaş bürokrasinin devleti temsil ettiğini, siyasi kadroların geçici olduğunu bilir. Bürokrasi, müsteşarından çaycısına, genel müdüründen makam şoförüne kadar bakanla birlikte değişmez. Devlette devamlılık esastır.

KLASİK DENKLEM: BÜROKRASİ + BURJUVAZİ= İKTİDAR  

ABD destekli 12 Eylül cuntası, toplumu siyaset dışına atarken, zaten siyasallaşmaya başlamış olan bürokrasiyi daha da siyasallaştırmıştır. Devlet memuru gitmiş, hükümetin, partinin, bakanın, milletvekilinin memuru gelmiştir. Özal’ın prensleri, ithal bürokratlar, teknokratlar belleklerdedir. Özal’ın başlangıçtaki gözdelerinden biri, sonraki yıllarda başbakan olanı, Mesut Yılmaz, ki Mülkiyelidir, henüz çiçeği burnunda genç bir bakanken, şu sözü etmiştir: “Biz toplumu apolitize edeceğiz”…

Toplumsal uyanış, siyasal bilinçlenme, örgütlü emek tasfiye edilirken, siyaset büyük sermayeye, siyaset esnafı kasaba politikacılarına, tarikatlara kalmıştır. Sınıf kimliğinin yerini etnik, dinsel, mezhepsel kimlik almıştır. Şeyh Sait, Saidi Nursi, Seyit Rıza gibi feodal unsurlar öne çıkmıştır. Emek – sermaye çelişkisine, üretim, mülkiyet, bölüşüm ilişkilerine yönelik tartışmalar yerini ayetlere; parti örgütleri, örgüt emekçileri yerlerini reklam, tanıtım, halkla ilişkiler şirketlerine bırakmıştır. Liderler pop yıldızı gibi inmiştir büyük kurultaylarda kürsülere. Parti mitingleri öncesinde konserler verilmiştir. Bedavaya alıştırılmış seçmene köfte ekmek, eski kaşar, pide, ayran, meyve suyu dağıtılmaktadır artık. Seçmene para veren de vardır, tencereyi verip, kapağını seçim sonrasına bırakan da.

Darbe destekçisi, siyasi yasak savunucusu, örgütlü toplum karşıtı, Nakşibendi Turgut Özal, devlette liberalizmin; mason üstadı ve YÖK kurucusu İhsan Doğramacı ise üniversitede Türk İslam sentezinin ve kadrolaşmasının öncüsü, sözcüsü, koruyucusu olarak öne çıkmışlardır. Kenan Evren’e saygıları büyük, ABD’ye sadakatleri tamdır. Emperyalizm destekli siyasi hareketlerin, dini örgütlenmelerin, sermayenin, sivil ve askeri bürokrasinin, sendikaların desteğini almışlardır. 12 Eylül’ün en az dokunduğu siyasal yapıların, İslamcı gruplar olduğu unutulmamalıdır. Yıllarca siyasi mağduriyet konusu yapılan türbanın, YÖK’ün ürettiği bir sorun olduğunu, Evren, Özal ve Doğramacı’dan hayır dualarını eksik etmeyenlere anımsatmak gerekir. O nedenle darbe ve YÖK karşıtlıkları hiç inandırıcı değildir. Tersine, devletteki kadrolaşmalarını, toplumdaki örgütlenmelerini, siyasetteki varlıklarını darbeye ve YÖK’e borçludurlar.

Sözün özü                   :

Mafyalaşan siyasette, şirketleşen tarikatta, holdingleşen cemaatte, yoksullaşan halkta, hukuksuzlaşan devlette, yozlaşan bürokraside, medreseleşen üniversitede, belleksizleşen toplumda kabahatleri büyüktür. Türkiye’nin
son dönemde yaşadıklarını, devletteki yozlaşmayı ve kavgayı,
bu tarihsel süreçte ve yukarıdaki ara başlıkta verilen denklemle birlikte düşünmek gerekir.

http://www.odatv.com/n.php?n=mulkiye-nasil-the-mulkiye-oldu-2701141200, 27.1.2014