Mülkiye nasıl “The Mülkiye” oldu??


Mülkiye nasıl “The Mülkiye” oldu?? 

PORTRESİ

Doç. Dr. Barış DOSTER

 

 

 

Devletin çöktüğünü, çözüldüğünü, çürüdüğünü söylüyorlar. Sadece yargının değil, bürokrasinin, başta içişleri, milli eğitim, maliye olmak üzere devlet aygıtının, kamu yönetiminin ile tutar tarafının kalmadığını dillendiriyor pek çokları. Doğal bir sonuçtur. Mekteb-i Mülkiye’nin, Mülkiye ruhunu taşıyan hocalarından, soyadı gibi ışık saçan hocamız, Prof. Dr. Alpaslan Işıklı, fakültesindeki gidişatı esprili bir dille şöyle özetlerdi:

“Mülkiye, ‘The Mülkiye oldu’.”

Işıklar içinde yatsın…

Biraz gerilere gidelim. Mülkiye’nin Mülkiye olduğu, Mülkiye Marşı söylenirken, insanların gözünün dolduğu, boğazının düğümlendiği yıllara… Meraklıları bilir, ülkemizde kamu yönetimi bir bilim olarak, İkinci Cihan Harbi sonrasında gelişmiştir. Dönemin değişen koşulları, ülkenin gelişen ihtiyaçları, emperyalizmin talepleri söz konusudur. Ve Engels’in dediği gibi; “İhtiyaçlar keşiflerin anasıdır”. Nasıl, sonraki yıllarda gelişecek olan uluslararası ilişkiler disiplini, ABD’nin dünya politikalarını yaygınlaştırmanın araçlarından biri olarak temellendirilmiş, Türkiye dahil pek çok ülkede bu disiplin, tarihten, hukuktan, toplumsal gerçeklikten, sınıf çatışmalarından, siyasal – iktisattan koparılarak, emperyalizm terimi dışlanarak okutuluyorsa, bizde de kamu yönetimi eğitiminde, benzer bir anlayış öne çıkarılmak istenmiştir. Zira Türkiye’ye bu konuda akıl verenler ABD’li uzmanlardır, BM’nin görevlendirdiği kişilerdir. O kadar ki, amme idaresi (sonradan kamu yönetimi) bölümünde okutulacak müfredatı bile büyük ölçüde bunlar belirlemiştir. Bu da, kaçınılmaz olarak, Türk kamu yönetiminde nakilcilik, taklitçilik, aktarmacılık gibi kötü hastalıklara neden olmuştur.

Hele o raporlar yok mu, Truman Doktrini, Marshall Yardımı kapsamında “anlamını bulan, işlevini yerine getiren” o raporlar… BM’nin, ABD Uluslararası Gelişme Ajansı’nın (USAID) desteklediği o raporlar… Thornburg Raporu, Hills Raporu, Barker Rapor.. pek çokturlar. Cumhuriyet’in sanayileşme hamlesinden, demiryolları yapımından vazgeçmesini, karayollarına yönelmesini, kendi vagonunu, uçağını yapmamasını, merkezi devletin gücünü yerele dağıtmasını, Ortadoğu’nun meyve sebze deposu olmasını öneren o raporlar… Başımıza açtıkları bela büyüktür. Kamu yönetiminin, yani devletin beyninin kendisi için düşünmemesini, kendisi için üretmemesini, kendisine özgü olmayan bir anlayışı benimsemesini dayatan o raporlar… Cumhuriyetçi, kamucu, toplumcu duyarlılığı yüksek, yerli ve milli düşünen çok yetkin uzmanlara, bilim insanlarına sahip olmamıza rağmen, onların görüşlerine, önerilerine itibar edilmemesi, ne vahim sonuçlar doğurmuştur. Oysa Türkiye, iktisatçılarıyla, planlamacılarıyla, hesap uzmanlarıyla (eskiden ülkemizde hesap uzmanları ve planlamacıların özel, seçkin bir konumu vardı), anayasa ve idare hukukçularıyla kendi planlarını yapacak, kendi raporlarını yazacak, kendi önlemlerini alacak birikime sahipti. Ama yabancı uzmanları, teknik heyetleri yeğlemiştir. Bilimsel olarak onlardan yararlanmaya kimsenin itirazı yok, ama onların yazdıklarını siyasal bir süzgeçten, kuşkucu bir mercekten geçirmeden benimsemiştir.

KAMU, KAMUCULUK, KAMUSALCILIK ÇÖKERKEN,
SÜREKLİ KAMU YÖNETİMİ BÖLÜMÜ AÇILDI 

Yurttaş bilinciyle, kamusal alan, kamuculuk arasında yakın bağ vardır. Yurttaş, rengi, ırkı, alt kimliği, feodal aidiyeti, aşiret, tarikat, cemaat, mezhep mensubiyeti olmayan özgür, bilinçli bireydir. Demokrasi ve özgürlükten yararlanır, hak ve sorumluluklarının ayırdındadır. Cumhuriyet konusunda kıskançtır. Emperyalist merkezlerin azgelişmiş ülkelerde görmek istediği yoz bir entel, alaturka bir Batı taklitçisi, demokrasiyi tüketim özgürlüğü olarak gören müşteri değildir. Özgürlüğün, eşitlikle birlikte anlamlı olduğunu bilir. Örgütlü toplumdan, toplumcu demokrasiden yanadır. Sermaye tahakkümüne karşıdır. Daima “hangi” sorusunu sorar, soru sormayı sever. “Cici demokrasinin”, bireyci, kapitalizme mecbur, liberalizmi özgürlük sanan cehaletine teslim olmaz. Egemen ideolojinin küreselleştiremediği, tüketimin köleleştiremediği, medyanın aptallaştıramadığı vatandaştır. O nedenle sayısı azdır.

Mesela, dilinden “yönetişim” terimini düşürmeyen liberallere, sosyal demokratlara, kamu hizmetlerinin özel sektöre devredilmesinin getirdiği yüksek maliyeti, temel kamu hizmetlerine erişmede, piyasa koşullarının yarattığı eşitsizliği sorar. Sağlık ve eğitimde, hasta ve öğrencinin müşteri; doktor ve öğretmenin pazarlama elemanı; hastane ve okulun işletme; başhekim ve okul müdürünün ise moda deyimle “CEO” olmasının doğurduğu sakıncaları hatırlatır. Dünyaya küreselleşme dayatan batılı, merkez, kapitalist ülkelerin, kendi aralarında bölgeselleştiğini vurgular. Bu ülkelerin, kendi sınırlarını göçmenlere kapatırken, azgelişmiş ülkelerde alt kimlikleri, yerel kimlikleri birer iç çatışma aracı olarak kullandıklarını, kaşıdıklarını, kışkırttıklarını belirtir. Yerel, alt, etnik, dinsel, bölgesel kimlikler üzerinden siyaset yapılmasına izin vermeyen Fransa’nın, “en iyi entegrasyon, asimilasyondur” diyen Almanya’nın, Türkiye’de ne dolaplar çevirdiğini, teröre nasıl arka çıktığını, hangi mezheple, hangi tarikatla al takke ver külah olduğunu anımsatır. Belçika’nın bölünmeye doğru gittiğini, İspanya’nın bu konuda endişeli olduğunu söyler. Kapitalizm ve küreselleşmeyle, bölgeselleşme ve yerelleşme arasındaki bağları saptar.

ELE VERİR TALKIMI… 

Tarihi doğru okumak gerekir. Günümüzde batı burjuvazisi, 1789 İhtilal-i Kebiri’ni, Fransız Devrimi’ni yapan burjuvazi değildir. Devrimci, ilerici karakterini yitirmiştir. Tersine, gerici, feodal güçlerle işbirliği yapmaktadır. Gelişmiş, merkez, kapitalist ülkelerde emperyalisttir. Azgelişmişlerde ise komprador, işbirlikçi, montaj sanayisidir. Fason, tapon üretim yapar. Ağır sanayiyle değil, inşaatla, alışveriş merkezi işletmekle meşguldür. Gözünü devlet kaynaklarının talanına dikmiştir, özelleştirmeden vurgun vurmuştur. Siyasi partileri, bürokrasiyi, yargıyı, üniversiteyi, medyayı, sendikaları kendisine uygun olarak şekillendirmiştir.

Tarihin belli bir aşamasında, siyasi, iktisadi, ideolojik, idari bir proje olarak ulus devletin kurulmasına öncülük eden, ulusal birliği, ulusal pazarı, ulusal dili (bu üçü, vatanı oluşturan temel unsurlar arasındadır) savunan burjuvazi, o dönemde, halkın, yoksulların da desteğini almak için, yurttaşların kamu hizmetlerinden eşit, hakkaniyet ilkesince, ulusal ölçekte yararlanmasını savunmuştur. Güçlü merkezi yönetimi, etkin devleti, nitelikli kamu hizmetini benimsemiştir. Zamanla emekçilerin mücadelesi etkisini gösterince, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde egemen ideoloji, hem bu mücadelenin gücü karşısında gerilemiş, hem de emekçilerin sistem içinde kalmalarını sağlamak, devrimci siyasetlere yönelmelerini engellemek için, dış talandan elde ettiğinin bir kısmını emekçilere sus payı olarak vermiştir. Böylelikle ulusal bütünleşme pekişirken, sınıflar arası uçurumun daralması, sermayenin elini güçlendirmiştir. Siyaseti, bürokrasiyi, hukuku, sendikaları buna göre kurgulamıştır. Merkezi devlet örgütlenmesinde sıkı hiyerarşi, buna bağlı alt birimler, merkeze bağlı kollar öne çıkmıştır. Geri kalmışlara plansızlık ve kuralsızlık dayatılsa da, özellikle Avrupa’da planlama, ulusal kalkınmada temel bir işlev görmüştür. Örneğin sanayisi gelişmiş Almanya, ulusal ve bütüncül kalkınma anlayışının, planlamanın, örgütlenme yeteneğinin, etkin devlet aygıtının ileri olduğu bir ülkedir. Kamu hizmetlerinin yaygınlığı, sosyal devletin (günümüzde hayli hırpalansa da) gücü, bunun kanıtıdır. Sanayileşmesinde, üretken ve verimli çalışmasında, kaynak israfını, zaman kaybını önlemesinde, bürokrasinin niteliğinin ve disiplininin katkısı yüksektir. Bölge bazındaki planlar da, ulusal çapta eşitlik ve bütünlük gözetilerek yapılmıştır. Oradaki yurttaş bürokrasinin devleti temsil ettiğini, siyasi kadroların geçici olduğunu bilir. Bürokrasi, müsteşarından çaycısına, genel müdüründen makam şoförüne kadar bakanla birlikte değişmez. Devlette devamlılık esastır.

KLASİK DENKLEM: BÜROKRASİ + BURJUVAZİ= İKTİDAR  

ABD destekli 12 Eylül cuntası, toplumu siyaset dışına atarken, zaten siyasallaşmaya başlamış olan bürokrasiyi daha da siyasallaştırmıştır. Devlet memuru gitmiş, hükümetin, partinin, bakanın, milletvekilinin memuru gelmiştir. Özal’ın prensleri, ithal bürokratlar, teknokratlar belleklerdedir. Özal’ın başlangıçtaki gözdelerinden biri, sonraki yıllarda başbakan olanı, Mesut Yılmaz, ki Mülkiyelidir, henüz çiçeği burnunda genç bir bakanken, şu sözü etmiştir: “Biz toplumu apolitize edeceğiz”…

Toplumsal uyanış, siyasal bilinçlenme, örgütlü emek tasfiye edilirken, siyaset büyük sermayeye, siyaset esnafı kasaba politikacılarına, tarikatlara kalmıştır. Sınıf kimliğinin yerini etnik, dinsel, mezhepsel kimlik almıştır. Şeyh Sait, Saidi Nursi, Seyit Rıza gibi feodal unsurlar öne çıkmıştır. Emek – sermaye çelişkisine, üretim, mülkiyet, bölüşüm ilişkilerine yönelik tartışmalar yerini ayetlere; parti örgütleri, örgüt emekçileri yerlerini reklam, tanıtım, halkla ilişkiler şirketlerine bırakmıştır. Liderler pop yıldızı gibi inmiştir büyük kurultaylarda kürsülere. Parti mitingleri öncesinde konserler verilmiştir. Bedavaya alıştırılmış seçmene köfte ekmek, eski kaşar, pide, ayran, meyve suyu dağıtılmaktadır artık. Seçmene para veren de vardır, tencereyi verip, kapağını seçim sonrasına bırakan da.

Darbe destekçisi, siyasi yasak savunucusu, örgütlü toplum karşıtı, Nakşibendi Turgut Özal, devlette liberalizmin; mason üstadı ve YÖK kurucusu İhsan Doğramacı ise üniversitede Türk İslam sentezinin ve kadrolaşmasının öncüsü, sözcüsü, koruyucusu olarak öne çıkmışlardır. Kenan Evren’e saygıları büyük, ABD’ye sadakatleri tamdır. Emperyalizm destekli siyasi hareketlerin, dini örgütlenmelerin, sermayenin, sivil ve askeri bürokrasinin, sendikaların desteğini almışlardır. 12 Eylül’ün en az dokunduğu siyasal yapıların, İslamcı gruplar olduğu unutulmamalıdır. Yıllarca siyasi mağduriyet konusu yapılan türbanın, YÖK’ün ürettiği bir sorun olduğunu, Evren, Özal ve Doğramacı’dan hayır dualarını eksik etmeyenlere anımsatmak gerekir. O nedenle darbe ve YÖK karşıtlıkları hiç inandırıcı değildir. Tersine, devletteki kadrolaşmalarını, toplumdaki örgütlenmelerini, siyasetteki varlıklarını darbeye ve YÖK’e borçludurlar.

Sözün özü                   :

Mafyalaşan siyasette, şirketleşen tarikatta, holdingleşen cemaatte, yoksullaşan halkta, hukuksuzlaşan devlette, yozlaşan bürokraside, medreseleşen üniversitede, belleksizleşen toplumda kabahatleri büyüktür. Türkiye’nin
son dönemde yaşadıklarını, devletteki yozlaşmayı ve kavgayı,
bu tarihsel süreçte ve yukarıdaki ara başlıkta verilen denklemle birlikte düşünmek gerekir.

http://www.odatv.com/n.php?n=mulkiye-nasil-the-mulkiye-oldu-2701141200, 27.1.2014

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir