Etiket arşivi: “direnme hakkı”

10 Aralık ve “10 Aralıkçılık”

Lütfü Kırayoğlu
Elektrik Müh. / İTÜ

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 10 Aralık 1948’de yürürlüğe girmesinin üzerinden 73 yıl geçti. Elbette pek çok ülkede yaşayan insanlar için 10 Aralık 1948 Bildirgesi ileri bir adımdı. Ancak insanlık tarihi açısından bakıldığında 10 Aralık 1948 gerçekten ileri bir nokta mıydı? Yoksa bir geri adım mıydı? Cesaretle tartışmak gerekiyor.

Bildirge’nin kabul edildiği tarihte dünyanın pek çok ülkesi için insan hakları mücadelesi açısından ileri bir adım olduğu tartışılamaz. Ancak bu ülkelerde insan haklarının düzeyi, Bildirge’nin yürürlüğe girdiği tarihi bırakın, bugün bile yüzyılların gerisindedir. Sözleşme kâğıt üzerinde kalmıştır. Zaman zaman da bizim ve bizim gibi ülkeler açısından da benzer durumlara düşülmediği söylenemez. Ancak bu gibi ülkelerde insan haklarının bulunduğu düzeyin geriliğinin kaynağı doğrudan doğruya insan hakları mücadelesinin ilk ortaya çıktığı ve adının önüne “çağdaş”, “gelişmiş”, “kalkınmış” gibi sözcükler eklenen emperyalist devletlerdir.

İnsan hakları mücadelesi tarihine baktığımızda, ilk sırada 1215 yılında İngiltere kralına kabul ettirilen Magna Carta adlı sözleşmeyi görürüz. Yine 1776 yılında Amerikan Bağımsızlık Savaşı ile birlikte yayınlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesini görürüz. Denilebilir ki Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, kimi önemli maddeler açısından 10 Aralık 1948 bildirgesinden daha da ileridedir. Ve tarihin gördüğü en ileri insan hakları belgesi ise 26 Ağustos 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesidir. En ileri belgedir diyoruz, çünkü bu Belge kanla yazılmıştır. Amerikan Bağımsızlık Bildirgesinde yer alan meşruluğunu yitiren hükümetleri değiştirme hakkı, 1789 Büyük Fransız Devrimi‘nin simgesi olan Bildirge’de daha ileri bir adımla “DİRENME HAKKI” olarak yer almıştır. Direnme Hakkı sonraları unutturulmaya çalışılmış ancak Türkiye’de 1961 özgürlükçü anayasası “Direnme Hakkı’nı” anayasanın Başlangıç bölümüne koymayı başarmıştır.

İnsan hakları mücadelesine (AS: savaşımına) öncülük eden ülkelerden İngiltere, ABD ve Fransa yüz yıllardır bütün dünyaya kan, zulüm ve esaret (AS: tutsaklık) götüren ülkeler olmuşlardır. Bu durum, içinde bulunduğumuz iletişim çağında çok daha çıplak bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Toprakları üzerinde Güneş Batmayan İmparatorluk adıyla bilinen İngiltere’nin egemen olduğu ülkelerde özgürlük güneşinin doğması hiç kabul edilmemiş, ABD son 75 yıldır bütün dünyayı kana boğmuş, Fransa kara Afrika’nın kara talihi olmuştur. Bu ülke ve benzerleri için ezilen ülkelerde İnsan Hakkı, eğer o ülke yönetimlerinde emperyalizme karşı bir direnç varsa mevcut (AS: varolan) yönetimleri devirmenin aracı olarak gündeme getirilmiştir.

TÜRKİYE’DE İNSAN HAKLARI

Türkiye Cumhuriyeti emperyalizme karşı topyekûn bir mücadele içinde doğmuş ve gelişmiştir ki, bu mücadele içinde yaşama hakkı en temel insan hakkı olarak var olmuştur. Kurtuluştan sonra ise dışarıdan gelen kuşatmalar, yine dış destekli ayaklanma ve darbelerin izin verdiği ölçüde insan hakları gelişebilmiş, ülkemizin verdiği bu kutsal savaşım, öbür ezilen ülkelere de umut ışığı olmuş, bu ülkeler özgürleştikçe insan hakları konusunda da adımlar atmışlardır. Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Aydınlanma Savaşımında Büyük Fransız Devrimi’nin etkisi her alanda görülür. Bu etkiyi Atatürk’ün sözlerinden olduğu ölçüde, okuduğu kitaplar listesinden de izleyebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’nin özgürlükler yolculuğu 1950-60 yılları arasında diktatörlük hevesleri ile kesilmek istense de 1961 Anayasası ile “Direnme Hakkı” anayasanın giriş bölümüne yazılırken, 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki engelin üzerinden atlayarak, 26 Ağustos 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile buluşmuştur.

“10 ARALIKÇILIK”

Büyük Fransız Devriminin İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi ile 10 Aralık 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi arasında 159 yıllık bir zaman var. 10 Aralık tarihli Bildirgenin zaman olarak daha ileride olması, bu Bildirgenin insanlığın gelişimi açısından daha ileride olduğunu ne yazık ki göstermiyor. 73 yıl önceki Bildirgeyi hazırlayanlar 232 yıl önce kanla yazılan Bildirgedeki ölçüde cesur ve özgürlükçü olamamışlar, insanlara “zulme dur!” diyecek direnme hakkını vermekten korkmuşlardır. O halde şöyle bir saptama yapabiliriz : 232 yıl önceki 1789 Bildirgesi, 73 yıl önceki İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinden (İHEB) daha cesur ve daha ileridedir.

Bu saptamadan sonra “10 Aralıkçılık” kavramı ve “10 Aralıkçılar” üzerinde durabiliriz. Türkiye Cumhuriyetini kuran parti içinde son 12 yılda etkin duruma gelen ve “ilerici” olduklarını söyleyenler, 10 Aralık 1948 tarihinden esinlenerek kendilerine “10 Aralıkçılar” adını takmış, ilk zamanlarda Cumhuriyet Halk Partisi’nin kapatılarak müzeye dönüştürülmesini” savunmuşlardır. Ancak, parti içinde üst kademeleri işgal edip giderek etkinlik kazanınca partiyi ele geçirip, Kemalist çizgisinden saptırmayı kendileri ve “etkin güçler” için daha uygun bulmuşlardır.

– Ekmeleddin Vakası
,
– Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı için adının geçebilmesi,
– “Kefere Kemal” diyenlerin kadın kotası ile Genel Başkan Yardımcısı olabilmesi,
– Apo’nun avukatı “TR 705” kodlu şahsın Genel Başkan Yardımcısı olabilmesi,
– “Dersim Katliamı” sözleri,
– Seyit Rıza heykeli önünde milletvekili nöbeti ve son olarak
– “Helalleşme” adıyla partinin geçmişinden hesap sorma hareketi

hep “10 Aralıkçılar” marifetiyle olmuştur.

Bugün büyük bir özgüvenle kendilerine “10 Aralıkçı” diyenler 10 Aralık 1948 ile 26 Ağustos 1789 arasındaki farkı bilemeyecek ölçüde cahil mi? Bir bölümünün adları önünde kocaman Prof. unvanı (AS: sanı) taşıyanların bu denli cahil oldukları düşünülemez. Pekalâ kendilerine “1919’cular”, “1923’cüler” ya da İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin tarihi ile Büyük Taarruz’un tarihini birleştirerek “26 Ağustoscular” da diyebilirlerdi. Ama diyemezler, çünkü Mustafa Kemal deyip Atatürk diyemeyenlerden başka bir şey beklenemez. Kendilerine “10 Aralıkçı” adını verenler, bilinçli bir tercihle CHP içinde kendilerini daha gerici bir yerde konumlandırmaktadırlar.

Türkiye Cumhuriyetine ve Mustafa Kemal Atatürk’e karşı olanların başından beri Atatürk adına, hatta Mustafa Kemal adına karşı olduklarını biliyoruz. Bunlar arasında çok “cesurları” pervasızca “keşke Yunan kazansaydı” diyebilmekte, bir kesimi ise Ulusal Kurtuluş Savaşına karşı tutum alamadıkları için Mustafa Kemal Paşa demekten öteye gidememekteydi. Son yıllarda başları sıkışınca Atatürk demeye başlayabildiler. Ne acıdır ki Atatürk’ün partisi içinde mevzilenmiş “10 Aralıkçı” kafalar yeminli Atatürk düşmanlarından da daha geri bir noktaya gittiler. “10 Aralık” kavramının ilericilik görüntüsü altında yatan tutuculukla birleşerek Atatürk’ün partisinin Atatürk’ün partisi olarak kalmasını isteyenlerin direnme hakkını yok ederek partiyi “ulusalcılardan” temizlemekle öğündüler.

Çabaları boşunadır. Kemalizm’in devrimci düşünceleri er ya da geç Mustafa Kemal Atatürk’ün Partisini yeniden Atatürk’ün devrimci partisi yapacaktır. 26 Ağustos, “10 Aralıkçıları” yenecektir.
====================

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar Bu Hakkı Anayasalarına Yazdırabilir…

Lütfü Kırayoğlu

  • Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar
    Bu Hakkı
    Anayasalarına Yazdırabilir…

27 Mayıs Devrimi’nin 60. yıldönümünde yazdığımız ve yol ayrımına neden olup yayınlamaya cesaret edemeyenler ayrıştığımız yazının aslını bir yıl sonra paylaşıyorum.

İnsanlık tarihinde bütün önemli kazanımlar büyük mücadelelerle elde edildikten sonra yasalara, anayasalara yazdırılmıştır. Zaman zaman büyük devrimcilerin kendi ulusları için hak olarak hediye ettiği kazanımlar ise kolayca yitirilmiştir. Ülkemiz bu ikinci durumu acı biçimde yaşamaktadır.

Saymakla bitiremeyeceğimiz bu önemli kazanımlar her zaman en temel insan hakkı olan meşru direnme hakkı kullanılarak elde edilmiştir. Son 300 yılın en büyük devrimlerinden olan Büyük Fransız Devriminde, direnme hakkını kullanarak aristokrasiyi ve ruhban sınıfını alaşağı eden baldırı çıplaklar (AS: ve bağlaşıkları Burjuva), 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 1. maddesinde yer alan eşitlik ve özgürlük hakkından hemen sonra 2. maddeye, baskıya karşı direnme hakkını kanlarıyla yazmışlardır.

Direnme hakkının bir insan hakkı olarak elde edilmesini ezenler hiçbir zaman kabullenememiş ve ilk fırsatta bu hakkı ezilenlerin elinden almaya çabalamışlardır. Nitekim 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi direnme hakkından söz etmemekle 1789 tarihli bildirgenin çok gerisine düşmüştür. 1948 tarihli metin, bu bildiriyi imzalayan devletlere metinde yer alan hükümleri uygulama yükümlülüğü getirirken, 1789 bildirisi doğrudan doğruya “baskıya karşı direnme hakkı”nı yurttaşlara tanımıştır.

Ne var ki, özgürlüğe aşık uluslar, anayasalarında, yasalarında, bildirgelerinde yazsa da yazmasa da baskıya boyun eğmeyi reddederek direnme haklarını kullanırlar. Tarih bunun büyük ve şanlı örnekleriyle doludur.

Türk ulusu da tarihten gelen özgür ve bağımsız yaşama geleneğini sürdürmüş, geçen yüzyılın başında bütün ezilen uluslara örnek olacak bir direniş sergiledikten sonra, günü geldiğinde içeride kendilerine baskı uygulayan yöneticilerine karşı da direnme hakkını kullanarak baş kaldırmıştır.

Yurdumuzda bundan tam 60 yıl önce yaşanan 27 Mayıs Devrimi de böyle bir başkaldırının özgün örneğidir. “Kahrolası diktatörler” marş ve sloganları ile ayağa kalkan Türk ulusu, 27 Mayıs sonrası oluşturulan Kurucu Meclisin yaptığı 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki ilk cümleye;

  • Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti” ifadesini koymuştur.

Özgürlükçü 1961 anayasası yürürlükte kaldığı sürece halka baskı uygulayanları rahatsız etmiş, 12 Mart 1971 darbesi ile kuşa döndürülmüş, nihayet 12 Eylül 1980 darbesi ile de tümüyle kaldırılmıştır.

Yürürlükteki yasalar içinde direnme hakkı kavramı geçmese de, tarihi boyunca baskılara boyun eğmemiş Türk Ulusu, bu hakkı günü geldiğinde kullanmıştır. Tandoğan Meydanında, Çağlayan’da, Gündoğdu Meydanında ve yurdun pek çok yerinde gerçekleşen büyük eylemler demokrasi düşmanlarını ürkütmüş ve ardından gelen kumpas davaları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirmek için huruç harekatına girişilmiştir. Türk ulusu bu huruç harekatına boyun eğmemiş, Türk Ordusunun ve yurtsever aydınların hapsedildiği Silivri zindanlarının önünde direnme hakkını kullanmıştır.

Taksim Gezi Parkı kışkırtması sonrasında yurdun hemen her yerinde milyonlarca insan yine direnme hakkını kullanarak sokaklara dökülmüştür.

Türk ulusu 15 Temmuz 2016’da girişilen hain FETÖ’cü Amerikancı darbe girişiminde de direnme hakkını kullanırken, bu hakkın anayasada ya da öbür yasalarda yazılı olup olmadığına bakmaksızın ayağa kalkmıştır.

Nitekim, darbe girişimi sonrası 16 Temmuz öğleden sonra olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu, Meclis Başkanı ve Mecliste gurubu bulunan 4 siyasal partinin Genel başkanlarının da imzasının bulunduğu bir açıklamada direnme hakkından söz etmekte, ortak açıklamanın son bölümünde “ Darbeye direnirken vefat eden şehitlerimizi, saygı, minnet ve rahmetle anıyoruz. “ denmektedir.

Yine aynı gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada

  • “Ve demokrasi aynı zamanda hukuku ve demokrasiyi katledenlere karşı direnme hakkı demektir” söylemiyle Türk ulusuna seslenmektedir.

Direnme hakkı kavramı karşısında tüyleri diken diken olanlar unutmasınlar ki, Türk ulusu gelecekte de her türlü baskıya karşı direnme hakkını yine tereddütsüz kullanacaktır.

  • Ancak direnme hakkını kullanabilen uluslar bu hakkı anayasalarına yazdırabilirler.

Baro/oda operasyonlarının perde arkası

Baro/Oda operasyonlarının perde arkası

Ali Rıza AYDIN
https://www.sol.org.tr/yazar/barooda-operasyonlarinin-perde-arkasi-9119 09.07.2020

‘Yasamız değişmesin’ savunması yalnızca avukatlar ve barolar arasında eşgüdümlü kararlılık olmadığı için değil düzen içinde kalındığı ve ihtiyaç sahibi egemenlerin demokrasicilik oyunlarına gerçeklerle karşı çıkılamadığı için amacına ulaşamıyor.

Barolar üzerinden başlatılan, tepkilere ve direnişe karşın Meclis Genel Kuruluna gelip yasalaşmayı bekleyen, temsilde adalet ve çoklu baro tartışmalarıyla öne çıkarılan teklif diğer kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını (KKNMK) da operasyonun içine çekmenin büyük adımı. Sıra TMMOB, TTB bünyesindeki Odalar başta olmak üzere diğerlerine de gelecektir. Çoklu baro/odaya ek olarak çoklu birlik de denenecektir.

Bir yandan AKP aklına ve çıkarına göre başlatıldığı, diğer yandan bu aklın ve çıkarın gerçek sahibi olan kapitalizme dayandığı ileri sürülen operasyon gerekçelerinden birincisi yaygın olarak kullanılırken ikincisi çoğu kesimlerce ihmal edilmekte.

Bu ihmaldeki nedenleri hiç dolandırmadan ve uzatmadan muhalefet ve protestoların düzen içine sıkışıp kalmasıyla özetlemek olası. Buradan “direnme hakkı”nın da, doğasına uymayacak şekilde aynı sıkışmanın içinde unutturulduğunu söyleyebiliriz.

Muhalefete ve tepkilere karşın teklifin yasalaşma yolunda tıngır mıngır ilerlediğini, anayasal adıyla “demokratik toplum” diye adlandırılan düzenin yanılsama olduğunu, hatta çoklu baro çalışmalarına başlandığını bile görüyoruz. Açık dile getirilmiyor ama çoklu baro/oda düzeninin daha demokratik olacağına dair sohbetler (!) bile çoğalıyor. Biz bu filmi 2010 “yetmez ama evet” Anayasa değişikliğinde ve uygulamasında HSYK biçimlenirken ve yargı operasyonu yapılırken de görmüştük. Yargının demokratik hali ortada.

Şimdilik dikkatleri çekmeyen ya da çekse de dile getirilmeyen bir başka konu da operasyonun Anayasa’nın 135. maddesinde tanımlanarak güvence altına alınan KKNMK’lerin tamamına yayılıp yayılmayacağı. Ya da 135. maddenin yaşayıp yaşamayacağı.

KKNMK’ler tablosunu üç sütuna bölersek ve meslek kuruluşlarını birkaç örnekle bu sütunlara yerleştirirsek: “Operasyon/Uyumsuzlar” sütununda TBB ve bünyesindeki barolar, TMMOB, TTB ve bünyesindeki Odalar var. “Dokunulmayacaklar/Uyumlular” sütununda TOBB ve bünyesindeki Odalar var. Üçüncü sütunda, “Bekleme Odası” sütununda, gözlemlenerek hizaya girme durumlarına göre bekletilecekler veya birinci ya da ikinci sütuna kaydırılacaklar var.

Tabloyu biçimlendirecek ve KKNMK’lerin geleceğini belirleyecek olanlar, ne bu kuruluşların demokratiklikleri ne de anayasal güvence altında olmaları; ne üyeleri ne de şube/oda/baro/birlik biçimindeki örgütleri… Anayasaya karşın, Anayasa Mahkemesinin KKNMK’lerle ilgili olarak “demokrasi bir yaşam biçimidir” dediği kararlarına karşın söz ve karar sahipleri, ihtiyaçlarına bağlı olarak sermaye ve onun siyasal iktidarı. Yasayı değiştirmeye yönelik ihtiyaç da onların ihtiyacı.

Evet, söylendiği gibi Anayasa Mahkemesinin meslek kuruluşlarının güvencesi, demokratikliği, adaletli seçim ve temsilde adalet konularında yasa teklifini çürütecek kararları var ama kendi ilke kararlarını değiştirme kıvraklığına sahip bir yeni AYM de var. Bir de merkezi yönetimin meslek kuruluşlarına kimi müdahalelerine “uygundur” diyen kararlar var.

AYM çoklu üst kuruluşa (Turist Rehberleri Odaları Birliklerine) “uygundur” dedi (AYMK., 2013/9). Bu kararda odalar (meslek kuruluşu) AYM’nin önüne götürülmediği için görüşülmedi; çoklu birlik (üst kuruluş) düzenlemeleriyse, “üst kuruluşların birden fazla olmayacağı yönünde getirilmiş bir anayasal sınırlama bulunmadığı” ve “konu kanun koyucunun takdir yetkisi kapsamında” olduğu gerekçesiyle Anayasaya aykırı görülmedi. Aynı gerekçe çoklu baro/oda için de kullanılabilecektir.

“Yasamız değişmesin” savunması yalnızca avukatlar ve barolar arasında eşgüdümlü kararlılık olmadığı için değil düzen içinde kalındığı ve ihtiyaç sahibi egemenlerin demokrasicilik oyunlarına gerçeklerle karşı çıkılamadığı için amacına ulaşamıyor. Bir de AKP özellikle 2011 KHK’leriyle kimi meslek kuruluşlarının hak ve yetkilerini kısıtlarken yapılamayan ya da sonuç alıcı olmayan mücadeleler ve de “barolar gündemdeyken sıra bize gelmez, bize dokunulmaz” suskunluğu var. İktidarsa “avukatlara bile dokunuyorum, hepinize dokunurum” diyor. Parlamentoya da “yargıya bile dokunuyorum, size de dokunurum.” demişlerdi 2010’dan sonra, 2017’de dokundular.

  • Direniş ve karşı çıkış gerçekçi analizleri, düzenin özünü bilmeyi ve gerçekçi eylemleri gerektiriyor.

Meslek kuruluşlarına yapılmak istenen müdahalenin perde arkası bu özde ve yıllar önceye dayanan, basit ve sıradan bir akıl ürünü olmayan arka planı var.

KKNMK’lerle yalnızca ilgili bakanlıklar ve yürütme organı uğraşmadı. Cumhurbaşkanı tarafından 2008 yılında Devlet Denetleme Kuruluna (CDDK) verilen talimat sonucu hazırlanan rapor arka planı çok iyi belgeliyor. Rekabet Kurulu çalışmaları var, Liberal Düşünce Topluluğu projesi var; OECD ve Dünya Bankası görüş ve talepleri var.

Söylem şöyle: Meslek kuruluşları alanlarında “tekel” olarak “tekelci sermaye”nin özgürlüğüne sekte vurmakta; rekabeti engelledikleri için insanlar daha düşük kaliteli, daha ilkel teknolojili ve daha yüksek fiyattan hizmet satın almaya mahkûm edilmektedir…

Hedef: Profesyonel mesleklerin piyasaya sunulması, piyasadaki rekabetin engellenmemesi ve daha rekabetçi piyasa… Avukatlar da, yalnızca arabulucu olarak değil, savunma mesleğiyle bu piyasanın içinde olacak. Kamusal nitelik taşımayan “piyasa arabulucuları”na, liberal tanımıyla sivil toplum örgütlerine gereksinim duyulmakta. Her şey devletten beklenmeyecek; uzlaşmacı, reformist, esnek, etkili, çok sesli ve rekabetçi olunacak; aynı koşulları ve esnekliği taşıyabilen sivil toplum örgütleriyle daha geniş bir işbirliğine girilecek. Denetim görevi toplumsal değil sermaye sınıfı adına yapılacak.

Uluslararası kuruluş raporlarıyla uyuşan CDDK Raporunda da vurgulandığı üzere “Dünyadaki gelişmeler ve iyi uygulamalar paralelinde, değişim iradesi göstermeyen, bu (neoliberal) sürece intibak etmeyen, direnç gösteren meslek kuruluşları” hizaya getirilecek.

Sonuçta hukuktaki ve müdahaledeki ihtiyaç-amaç dengesiyle ekonomik ve toplumsal ilişkilerdeki denge kopuk değil.

KKNMK’ler için bu denge egemen sınıfın söz ve karar sahipliğinde piyasaya ve rekabete uygun olarak kurulmak isteniyor. Hedef açık; toplumsal denetimin etkin organlarını budamak, parçalamak gerekirse de (anayasa maddesi dahil) ortadan kaldırmak.

Ne kadar “her şey sermaye için” derlerse desinler, bu amaç uğruna ne yaparlarsa yapsınlar karşılarında hep boyun eğmeyenleri, işçi sınıfının devrimci örgütünü ve devrimci mücadelesini bulacaklar.

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar Bu Hakkı Anayasalarına Yazdırabilir…

Direnme Hakkını Kullanabilen Uluslar
Bu Hakkı
Anayasalarına Yazdırabilir…

Lütfü Kırayoğlu – Prof. Dr. Ahmet SALTIKLütfü Kırayoğlu

İnsanlık tarihinde bütün önemli kazanımlar büyük mücadelelerle elde edildikten sonra yasalara, anayasalara yazdırılmıştır. Zaman zaman büyük devrimcilerin kendi ulusları için hak olarak hediye ettiği kazanımlar ise kolayca yitirilmiştir. Ülkemiz bu ikinci durumu acı biçimde yaşamaktadır.
Saymakla bitiremeyeceğimiz bu önemli kazanımlar her zaman en temel insan hakkı olan direnme hakkı kullanılarak elde edilmiştir. Son 300 yılın en büyük devrimlerinden olan Büyük Fransız Devriminde, direnme hakkını kullanarak aristokrasiyi ve ruhban sınıfını alaşağı eden “baldırı çıplaklar“, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin 1. maddesinde yer alan eşitlik ve özgürlük hakkından hemen sonra, 2. maddeye baskıya karşı direnme hakkını kanlarıyla yazmışlardır.
Direnme hakkının bir insan hakkı olarak elde edilmesini ezenler hiçbir zaman kabullenememiş ve ilk fırsatta bu hakkı ezilenlerin elinden almaya çabalamışlardır. Nitekim 10 Aralık 1948’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, direnme hakkından söz etmemekle 1789 Bildirisinin çok gerisine düşmüştür. 1948 tarihli metin, bu bildiriyi imzalayan devletlere metinde yer alan hükümleri uygulama yükümlülüğü getirirken, 1789 bildirisi doğrudan doğruya “baskıya karşı direnme hakkını” yurttaşlara tanımıştır.
Ne var ki, özgürlüğe aşık uluslar anayasalarında, yasalarında, bildirgelerinde yazsa da yazmasa da baskıya boyun eğmeyi reddederek direnme haklarını kullanırlar. Tarih bunun büyük ve şanlı örnekleriyle doludur.
Türk ulusu da tarihten gelen özgür ve bağımsız yaşama geleneğini sürdürmüş, geçen yüzyılın başında bütün ezilen uluslara örnek olacak bir direniş sergiledikten sonra, günü geldiğinde içeride kendilerine baskı uygulayan yöneticilerine karşı da direnme hakkını kullanarak baş kaldırmıştır.
Yurdumuzda bundan tam 60 yıl önce yaşanan 27 Mayıs Devrimi de böyle bir başkaldırının özgün örneğidir. “Kahrolası diktatörler” marş ve sloganları ile ayağa kalkan Türk ulusu, 27 Mayıs 1960 sonrası oluşturulan Kurucu Meclisin yaptığı 1961 anayasasının başlangıç bölümündeki ilk cümleye; “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti” ifadesini koymuştur.
Özgürlükçü 1961 anayasası yürürlükte kaldığı sürece halka baskı uygulayanları rahatsız etmiş, 12 Mart 1971 darbesi ile kuşa döndürülmüş (AS: 35 maddesi değiştirilerek), sonunda 12 Eylül 1980 darbesi ile de tümüyle kaldırılmıştır.
Yürürlükteki yasalar içinde direnme hakkı kavramı geçmese de tarihi boyunca baskılara boyun eğmemiş Türk Ulusu, bu hakkı günü geldiğinde kullanmıştır. Tandoğan Meydanında, Çağlayan’da, Gündoğdu Meydanında ve yurdun pek çok yerinde gerçekleşen büyük eylemler demokrasi düşmanlarını ürkütmüş ve ardından gelen kumpas davaları ile Türkiye Cumhuriyeti Devletini ele geçirmek için huruç harekatına girişilmiştir. Türk ulusu bu huruç harekatına boyun eğmemiş, Türk Ordusunun ve yurtsever aydınların hapsedildiği Silivri zindanlarının önünde direnme hakkını kullanmıştır. Taksim Gezi Parkı kışkırtması sonrasında yurdun hemen her yerinde milyonlarca insan yine direnme hakkını kullanarak sokaklara dökülmüştür.
Türk ulusu 15 Temmuz 2016’da girişilen hain FETÖ’cü Amerikancı darbe girişiminde de direnme hakkını kullanırken, bu hakkın anayasada ya da öbür yasalarda yazılı olup olmadığına bakmaksızın ayağa kalkmıştır. Nitekim, darbe girişimi sonrası 16 Temmuz öğleden sonra olağanüstü toplanan TBMM Genel Kurulu, Meclis Başkanı ve Mecliste gurubu bulunan 4 siyasal partinin genel başkanlarının da imzasının bulunduğu bir açıklamada direnme hakkından söz etmekte, ortak açıklamanın son bölümünde “Darbeye direnirken vefat eden şehitlerimizi, saygı, minnet ve rahmetle anıyoruz.“ denmektedir. Yine aynı gün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmada “Ve demokrasi aynı zamanda hukuku ve demokrasiyi katledenlere karşı direnme hakkı demektir” söylemiyle Türk ulusuna seslenmektedir.
Direnme hakkı kavramı karşısında tüyleri diken diken olanlar unutmasınlar ki; Türk ulusu gelecekte de her türlü baskıya karşı direnme hakkını yine tereddütsüz kullanacaktır.
Ancak direnme hakkını kullanabilen uluslar bu hakkı anayasalarına yazdırabilirler.

Barış için direnmek


Barış için direnmek

Ali_Riza_Aydin_portresi

 

Ali Rıza Aydın
Em. Anayasa Mahkemesi Yzmanı

 

 

AKP’nin dayanılmaz tavrı, 2013 yazını iyice kavurdu. Eylül, savaş çığlıklarıyla geliyor. Baskıcı ve savaşçı tavır, Haziran Direnişi’nin sürdürülmesini kaçınılmaz kılıyor.

Savaştan, her türlü baskı ve sömürüden kurtulmak, toplumsal yaşam hakkında ve yaşama yön veren temel kararların alınmasında söz ve karar sahibi olmak için “sessizliği”, “suskunluğu” kırmak gerekiyor. Yetmiyor, kurulu düzene sığınma masumiyetini kırmak gerekiyor. Stefan Zweig’ın deyişiyle, “En içten hisler karşısındakine anlatılmadıktan sonra ne değer taşır ki”… Ancak, hisleri aşmak, bulanıklıktan kurtulmak, ayakları yere basmak, gerçeği anlatmak gerekiyor;
hem de durmaksızın anlatmak.

  • Bir devlet düşünün, sermayeye ve AKP’ye teslim olmuş.

Teslim olmuş ve halka, emekçilere yönelik her türlü baskıyı önleyemediği gibi, şiddete ortak olmuş.

Bir devlet düşünün, ne demokrasi, ne hukuk… Ne halk, ne emek… Ne güvenlik,
ne özgürlük, ne eşitlik…

O devlet içinde bir iktidar düşünün, artık ülkesini ve halkını unutmuş. Gözü dışarıda, sözü dışarıda… İç politikada toplayamadığı kalabalığı, dışarı işaretiyle toplamaya çalışıyor. O iktidarın yandaşı bir sendika düşünün, emek ve emekçi ile ilgilenmiyor. Sendika üyelerini ve halkı dışarı için direnişe çağırıyor. Kendi toplumu için söyleyecek sözleri yok.

  • AKP, savaş istiyor. Suriye’yi, ne pahasına olursa olsun, dağıtmak istiyor. 

Savaş hukuku ve Birleşmiş Milletler sözcükleri bir araya gelince “barış” ve anlamı unutuluyor. Öyle ki, anamuhalefet CHP bile BM onaylı bir savaşı meşru görebiliyor. BM’nin, Afganistan, Irak, Libya müdahalelerinin önünü nasıl açtığı, Suriye’ye ABD ile koşut bakışı ve kararları unutuluyor; savaş ilanını meşru kılmak için kullanıldığı, emperyalist müdahale ve yağmanın onay örgütü görevini üstlendiği unutuluyor.

ABD’nin, saldırganlığını, Ortadoğu projesini bile bile, Suriye’de yaşananları bile bile, ülkeyi savaşa sürükleyenlere uluslararası hukuka sığınarak yandaşlık yapmaya kimsenin hakkı yok.

  • Savaş kararı TBMM’den çıkmadan savaşa girilmez demeye bile hakkı yok.

Çünkü başkasının savaşına “halk adına” yollar aramaya kimsenin hakkı yok.
AKP çoğunluklu Meclis’ten geçen Anayasa değişikliklerinin, yasaların ve asker gönderme kararlarının önlenemediği biline biline, “Meclis’e gelirse hayır oyu kullanacağız” demek de savaşa girmeyi kurtarmıyor.

Bir yandan soykırım yaparken öbür yandan barıştan söz eden beyazlar için “barış, beyazların rüzgara yazdığı bir söz” diyen Kızılderili liderine gönderme yaparak, “barış, emperyalistlerin rüzgara yazdığı bir söz” demek ve savaşın değil, barışın çağrısını yapmak gerekiyor.

  • Savaşı, emperyalizmin hukuku içinde meşrulaştırmak değil,
    barış için direnmek gerekiyor.
  • Savaşa, savaş çıkmadan önce direnmek gerekiyor.
  • Emperyalizmin savaşı için meşruluk arayışları içinde kaybolmak,
    burjuva demokrasisi içinde vahşi kapitalizme teslim olmakla özdeştir.
  • Savaşın karşıtı, ona hukuksal meşruluk aramak değil barıştır.

AKP’nin ileri demokrasisinin odağı açık: İslami faşizm… AKP’nin ciddiyetini anlamak ile anlamamak arasında kalan, ancak Haziran Direnişi’nin ciddiyetini anlamayanların demokrasi odağı da açık: Burjuva demokrasisi… AKP, ikincinin içinden doğdu, birinciye yöneldi. İkisi de sömürüye hizmet ediyor. Emperyalizmin kurum ve kurallarına, hukuksal meşruiyetten uzaklaşmama uğruna rıza gösteren düzen partileri de istemese bile, aynı hizmete ortak oluyor.

  • Barış için mücadele, savaşın ve meşruiyet arayışlarının reddini gerektirir. 

Bu nedenle de tıpkı “direnme hakkı” gibi, burjuva hukuku kuralları içinde karşıtı aranır. Yani, direnme hakkı için, nasıl pozitif hukuk kuralları engel olarak ortaya çıkarsa, barış için de ulusal ve uluslararası hukuk engel olarak ortaya çıkar.
Doğal olan “barış” iken, pozitif hukuk, “ben varım, en iyi çözümü bulurum,
işleri bana bırak, sen dışarıda kal” der.

Haziran Direnişi’ne, “illegal tuzağa düşmeme”, “partiyi koruma” uğruna masumiyet sınırları içinde yaklaşanlar, bireysel katılımı tercih edenler, direnme hakkının meşruluğunu kavramakta soğuk davrananlar, her kim iseler, barış için direnmezlerse, kendilerini uçuruma attıkları gibi, savaşan ülkelerin halklarını da yanlarında sürüklerler.

Haksız bir savaşa karşı çıkmak suç değildir.

Barış için tek yol, savaşı isteyenlerin hukuku içinde yol arayışına girmek değil, savaşa karşı büsbütün ve kararlı şekilde direnmektir.