Etiket arşivi: Haziran Direnişi

Seçim ve sonrası : Seçim ve sonrası

Dostlar,

Değerli dostumuz Sn. A.Rıza Aydın engin hukuk (özellikle Anayasa hukuku) birikimiyle,
çok öğretici aşağıdaki makalesini bizimle paylaşıyor. Kalemine sağık.. diyoruz elbette..

Bir nokta var anlamadığımı – katılmadığımız :

Sayın Aydın yazısında özeksel (merkezi) yönetimin Anayasaya göre yerel yönetimler üzerindeki denetiminin “idari vesayet” ile sınırlı olması gerekirken bunu çok aştığını ve yerel yönetimlerin özeksel yönetimce bir tür teslim alındığını belirtip bunu eleştiriyor.

Ancak, Türkiye’nin 3 Ekim 1992’de Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe koyduğu
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” denen uluslararası hukuk belgesi tam da tersine yerel yönetimleri olabildiğine özerk – özgür – geniş yetkili dükalıklar konumuna yükseltmedi mi? İnanılmaz ölçüde “şımarık” bir hukuksal kayırma ve hatta dokunulmazlık sağlamadı mı?? Üstelik Türkiye, bu Şart’a koyduğu çekinceleri de
daha sonra kaldırarak ipleri iyice gevşetmedi mi?? Yerel yönetimlerin Yurtdışı bağlar – birlikler kurabilmesi, dışarıdan borçlanabilmesi vb..??

Sayın Aydın, bu konuların bir uzmanı olarak ne derler acaba??

Sevgi ve saygı ile.
27 Mart 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================================

Seçim ve sonrası

Ali_Riza_Aydin_portresi

Ali Rıza Aydın
E. Anayasa Mahkemesi Raportörü

 

 

Anayasa’ya göre seçimler yargı organlarının genel yönetim ve denetimi altında
yapılsa da başlamasından bitimine dek yönetimi ve dürüstlüğü ile ilgili bütün işlemleri yapma ve yaptırma, yolsuzlukları, yakınma ve itirazları inceleyerek karara bağlama görevi Yüksek Seçim Kurulu’nun olsa da fiili durum “güven” yerine güvensizliği
işaret ediyor.

Güvensizliğin başında, her türlü yolsuzluğu yapma yeteneğine sahip AKP ve AKP’li dönemde yapılan önceki seçimlerde yaşananlar ile adrese dayalı nüfusa kayıt sistemindeki kargaşa geliyor. Yozlaşmadan yargının da payını alması ve
“AKP yargısı”na geçilmesi, seçimlerin genel yönetim ve denetimini tümüyle güvensizlik batağına itiyor.

30 Mart yerel seçimleri, AKP’den kurtulma hedefiyle birlikte, halkın “seçim güvenliği”ne kilitlenmesinin gerekçelerini fazlasıyla artırıyor. Seçime, AKP’nin ve
eline geçirdiği devletin yerine Haziran Direnişi’ni yaratan halkın sahip çıkması gerekliliği zorunlu duruma geliyor.

Seçimin biçimsel ilkesi, “serbest ve gizli oy, açık sayım ve döküm”dür.
Oy verme sandık başını ilgilendirir iken, açık sayım ve döküm, hem sandık başını
hem de daha sonra, ilçe ve il seçim kurullarıyla başlayan ve YSK’de sonuçlanan bölümü ilgilendirir.

Sandık başına gitmek, iki sorumluluğu birden gerektirir. Birincisi, oy kullanmak;
ikincisi, açık sayım ve dökümde, sandık görevlileri ve parti gözlemcileri yanında
halkın ve adaletin gözlemcisi olmak… Serbest ve gizli oy, yalnızca kendi oyunun serbestliği ve gizliliği anlamına gelmez. Sandık başında oy verme süresince
seçim güvenliğini sağlama, seçimle ilgili yolsuzlukları saptama, yakınma hakkını kullanma anlamına gelir.

Açık sayım ve döküm ise ilkin her bir sandıktan çıkan oyların tek tek sayımı ve dökümü ile bunların tutanağa geçirilmesini içerir. Bu süreç halkın doğrudan içinde bulunduğu süreçtir. Ancak, döküm, sandık başında, yani tutanakların sandık görevlilerince imzalanıp kapılara asılmasıyla bitmez.

Döküm, sandık sonuçlarının veri tabanına işlenerek birleştirilmesini,
ilçe ya da il düzeyinde toplanmasını da içerir. Bu süreç, doğrudan ilçe ve il seçim kurullarının ve sonuçta YSK’nin içinde olduğu süreç olmakla birlikte gizli değildir.
Ancak, işin tekniği gereği bu süreçte halkın bulunması zor (olanaksız denemez) olmakla birlikte, seçime katılan siyasal partilerin bulunması gerekir.

  • Hükümet buyruğundaki UYAP üzerinden yürütülen bu döküm sistemi,
    AKP dönemindeki seçimlerin en güvensiz alanı olmuştur.

Bu güvensizliği ortadan kaldırmak siyasal partilerin elindedir ve olanaksız değildir.

* * *

Yerel seçimlerin özüne yönelik uyarı ise bir yanıyla neo-liberalizmin, küreselleşme ve yerelleşmeyi ikiz olarak görmesi ve belediyeleri kapitalizmin vazgeçilmez pazarları haline getirmesi, öbür yanıyla AKP’nin, dönüştürdüğü devlet ve hukuk içinde yerel yönetimleri de eritmesi şeklinde özetlenebilir.

Kamu kaynaklarının yağmalanmasında, hukukla birlikte, halkın seçtiği yerel yöneticiler aracı kılınmıştır. Anayasa’daki, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki
“idari vesayet yetkisi”, yerini “elleri kolları Hükümete bağlı” yerel yönetim anlayışına bırakmıştır. Bu durum, merkezi iktidarı elinde tutan partinin de seçim kozu haline getirilmektedir.

Sonu geldiği halde koltuğundan kalkmayan AKP’yi yıkmak için,
burjuva devlet düzeninin yerel yönetimlere biçtiği rolleri de reddetmek gerekir.
Yerelin, “sermaye egemenliğinin derinleşmesi” için kullanılmasına izin verilmemeli,
30 Mart seçimlerinin özü bu reddiyeye dayandırılmalıdır.

Çözümü, emperyalist, sömürücü, gerici, işbirlikçi ve uzlaşmacılarla birlikte arayan, Haziran Direnişi’nden Berkin Elvan’a ve bugünlere gelen süreçte yapılan
uyarı tokadını anlamayan herkes,

yakında beyinlere yerleştirilecek “düşünmeyi engelleme çipleri”

ne de hazır olmalı.

Seçime, “karanlıktaki ışık arayışı” rolü yüklenirse,
karanlıktan çıkmayı bilmeyene fayda etmez.

  • Çözüm için her şey, “Haziran Direnişi”nin uyarısını,
    “solun zamanı”nı işaret ediyor.

Her şeye karşın, 31 Mart sabahı, seçimin tek çözüm olmadığını,
halkın egemenliği için “solun gerekliliği”ni işaret ediyor.

(http://haber.sol.org.tr/yazarlar/ali-riza-aydin/secim-ve-sonrasi-90052, 27.3.14)

Mustafa Mutlu: Hilmioğlu ve tüm hasta tutuklular tahliye edilmeli!


Dostlar
,

Değerli yazar Mustafa Mutlu‘nun nefis bir yazısını paylaşalım..
Birçok konuyu irdelemekte..
Yüreklilikle, insan sıcaklığıyla..

Okuyalım ve paylaşalım..

Son gazetesi Vatan’da neden kovulduğu bir kez daha net olarak anlaşılıyor.
Yeni gazetesi AYDINLIK’ta da köşesini hakkıyla dolduruyor..

Sevgi ve saygı ile.
15 Aralık 2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

=====================================

Mustafa Mutlu: Hilmioğlu ve tüm hasta tutuklular tahliye edilmeli!


Söylemesi acı ama… AKP iktidarı döneminde, “yasaklar”ın “yasa” olduğu bir ülke haline geldik.

Evet “yasaklar” yasa…

“Çarpıklıklar”“hukuk” oldu!

Daha da önemlisi, herkesi eşit görmesi gereken yargı; bizzat Anayasa Mahkemesi’nin son kararıyla “ayırımcılık” yaptığını dünyaya ilan etti!

***

Biliyorsunuz; Anayasa Mahkemesi, CHP İzmir Milletvekili ve Ergenekon Davası sanığı, kardeşim Mustafa Balbay’ın kişişel başvurusunu kabul etti. Onun “milletvekili” olmasını gerekçe göstererek, uzun süre tutuklu kalmasının yanlış olduğuna karar verdi ve Adalet Bakanlığı’nı 5 bin lira tazminat ödemeye mahkûm etti…

Gerekçe olarak da “bir milletvekilinin uzun tutukluluk nedeniyle yasama yetkisini kullanamamasının hukuka aykırı” olmasını gösterdi.

İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi de bu kararı sadece “milletvekilleriyle” sınırlandırdı.

***

Hukuk bilgisi olmasa da “vicdanı” olan herkes şimdi aynı soruyu soruyor:

“İyi de milletvekili olmayanların ‘hukuku’ ne olacak?
Uzun süre tutuklu kalmamak milletvekilleri için ‘hak’ ise; neden diğer mağdurlar da bu haktan yararlandırılmıyor?

Yasalarda var olan bu konudaki hükümler, neden sadece milletvekillerine kullandırılıyor?

Örneğin, askerler neden ülkenin güvenliğini sağlamak…

Hukukçular, adalete hizmet etmek…

Gazeteciler, halkı bilgilendirmek ve haberdar etmek…

Doktorlar, iyileştirmek görevlerini yapmaktan alıkonuluyor?

***

Bir sanığın uzun süre tutuklu kalması, “adaletin işlediği adaletsizlik suçu”nun en büyüğü…

Ancak bu suç, hele hele hasta bir tutukluya karşı işleniyorsa;
o zaman yeni bir suçun daha oluşmasına neden oluyor.
Üstelik o yeni suç, aynı zamanda bir “insanlık suçu…”

Adı da “tedavi edilme hakkının kullandırılmaması” suçu!

Bugün cezaevindeki yüzlerce tutuklu, mahkemelerin kayıtsızlığı
ya da anlayışsızlığı sonucu bu haktan yoksun durumda…

  • Ergenekon sanıkları Kuddusi Okkır ve Kaşif Kozinoğlu başta olmak üzere onlarca tutuklu, mahkeme izin vermediği için tedavi olma hakkını kullanamadı ve öldü.

***

Uzun tutukluluk mağdurlarından biri de
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu

Rektörlüğü sırasındaki türban ve laik eğitim düzeni ile ilgili ödünsüz tutumu nedeniyle AKP’nin ve Cemaat’in hedefi oldu.

13 Nisan 2009′da saçma sapan suçlamalarla gözaltına alındı ve tutuklandı.

Tam 4 yıl 8 aydır Silivri Cezaevi’nde…

Önce siroza yakalandı; ardından gözünün bebeği oğlunu kaybetti… Sonrasında ise kanser oldu!

Ancak mahkeme akıl almaz bir tutumla tahliyesine izin vermedi ve tedavi edilme hakkını engelledi.

***

Hilmioğlu için eski gazetemde 70′ten çok yazı yazıp, sorumluluk sahibi olanların dikkatini çekmeye çalıştım. Ne yazık ki hiçbir sonuç alamadım.

Duydum ki Hilmioğlu geçenlerde yine fenalaşmış ve Murat Kölük Devlet Hastanesi’ne kaldırılmış… Ancak kısa süreli bir tedaviden sonra tekrar Silivri Cezaevi’ne gönderilmiş!

***

Kısacası, Hilmioğlu başta olmak üzere ağır hasta yüzlerce tutuklu “uzun süredir cezaevinde”oldukları halde,
Anayasa Mahkemesi’nin kararından yararlanamıyor.

Göz göre göre ölümü bekliyor!

Ve “yüce adalet”, Balbay’ı anasının ak sütü kadar helal olan özgürlüğüyle buluştururken bile; bunu, “milletvekilliği”yle ilişkilendirip diğer tutuklu sanıklara ve O’na büyük haksızlık ediyor.

***

Kral çıplak; sayın hâkimler!

Ayırımcılık yapıyorsunuz.

Hasta tutukluları bile tahliye etmeyerek cinayet işliyorsunuz.

FIRST LADY!

Geçen hafta Meclis çatısı altında “hastane zinciri sahibi olan bir first lady”den söz edildi.

Ben de Başbakan’a açık açık sordum:

“Bu first lady, eşiniz Emine Hanım mı?”

Eşi ve çocukları söz konusu olunca şahin kesilen Başbakan,
tam bir haftadır bu soruma yanıt vermedi…

Neden acaba?

GÜNÜN SORUSU

Türkiye’nin ABD Seattle Fahri Konsolosu Ufuk Gökçen, Gezi’ye destek verdiği gerekçesiyle Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın imzasıyla görevden alınmış… Sorum kendisine:

Size halk adına ABD Seattle Gönül Konsolosluğu’nu teklif ediyorum. Kabul eder misiniz?

*****

Kabak tadı veren terbiyesiz!

Dün Meclis Genel Kurulu’nda yine küfür edildi.

Hem de öyle böyle bir küfür değil… AKP’nin küfürbaz Tokat Milletvekili Zeyid Aslan, CHP Grup Başkanvekili Muharrem İnce’yle kavga etti ve üzerine yürüyerek, 

  • “Senin k.çını s…..m” dedi.

Hani Başbakan ve bakanları, kendilerini eleştiren herkesi
her fırsatta ahlaksızlıkla ve terbiyesizlikle suçluyor ya…

Alın size ahlaksızlığın da terbiyesizliğin de dik âlâsı!

Ben kendi adıma bu adamı izlerken utanıyorum.

O’nun gibi birine Atatürk’ün kurduğu bu Meclis’te yer olmamalı!

Yazık… Gerçekten çok yazık!

Günün İsyanı!

Haziran Direnişi’yle ilgili İstanbul’daki 41′inci iddianameyi hazırlayan savcılık, gençlerin canlarını kurtarmak için camiye sığınmalarını suç saymış ve “ibadethaneye ‘kirletme yolu’yla
zarar vermek”
 suçunu işlediklerini öne sürmüş…
İsyanım kendisine:

İbadethaneyi kirletmemek için dışarıda kalıp yaralansalardı;
o zaman da kanlarını dökerek caddeyi kirletmekle suçlayacak mıydınız? (AYDINLIK, 12.12.13)

MUSTAFA MUTLU : “Vatanı sattık bir pula Ne utanmaz köpekleriz”

Vatanı sattık bir pula Ne utanmaz köpekleriz’

Mustafa_Mutlu_portresi

MUSTAFA MUTLU

Edepsizlikte tekleriz
Kimi görsek etekleriz
Hak’tan da yardım bekleriz
***

Geldik vatan kavgasına
Düştük rütbe yağmasına
Daldık dünya safasına
Ne utanmaz köpekleriz.
***
İnsan mı neyiz seçilmez
Bir zehirdir ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez
Ne utanmaz köpekleriz.
***
Biz bakmadan sağ ü sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatanı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz.
***
Dalkavuklukla irtikâb (yiyicilik)
İşte etti bizi harab
Sen söyle ey Şevketmeab
Ne utanmaz köpekleriz.
***

Vatanın girdik kanına
Leke getirdik şanına
Cümlemizin bok canına
Ne utanmaz köpekleriz.
***

Yukarıdaki dizeler “Vatan Şairi” Namık Kemal‘e ait…
Durup dururken nereden mi hatırladım?

Durup dururken değil elbet; doksan yaşında olmasına karşın Türkiye’nin en genç,
en üretken ve en çalışkan yazarı, değerli ustam Hıfzı Topuz‘un, Namık Kemal’in hayatını anlattığı “Vatanı Sattık Bir Pula” isimli son kitabını okudum.

Daha önce Nazım Hikmet‘in ve Tevfik Fikret‘in romanlarını yazan Hıfzı Hoca,
bu son romanında Türk dilinin en iz bırakan şairlerinden Namık Kemal’i anlatıyor.
Hem de tüm yalınlığıyla!

O; 19’uncu yüzyılda İstanbul topraklarında yaşayan efsane bir şairdi. Neredeyse tüm şiirlerinde “vatan sevgisi”ni işledi.

Padişahı rahatsız eden şiirleri yüzünden baskı gördü ve Avrupa’ya kaçtı.

Yıllar sonra yurda döndüğünde yazdığı “Vatan Yahut Silistre” adlı oyun büyük yankı uyandırdı. Sultan’ın ve sadrazamların baskısına, keyfi yönetime ve zorbalığa karşı direndi.

Vatan aşkının ve özgürlüğün simgesi oldu.

Sürgünlere gönderildi, adını altın harflerle Osmanlı tarihine yazdırdı.

48 yıllık yaşamının 18 yılını sürgünde geçirdi.

2 Aralık 1888’de öldü…

***

Vatan Mersiyesi isimli şiirinin son kıt’asında diyor ki:

“Vatan eyvah hakir oldu, perişan oldu

Düşman İstanbul’a girdi bu da mı şan oldu

Memesinden dökülen süt yerine kan oldu

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yoğimiş kurtaracak bahtı kara mâderini…”

***

Mustafa Kemal Paşa, Namık Kemal’in ölümünden tam 31 yıl sonra, 24 Aralık 1919’da Sivas’tan Ankara’ya giderken Kırşehir’e uğradı ve bu şiirin nakaratı olan son iki dizeyi Gençler Cemiyeti üyelerine değiştirerek okudu:

  • “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
    Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini…”

***

Bugün artık ne Namık Kemal var, ne de Mustafa Kemal… Ama aynı hançere isyan eden milyonlarca genç, o ruhun hâlâ işbaşında olduğunu Haziran Direnişi‘nde gösterdi. Kısacası:

  • “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
    yine var,
    kurtaracak bahtı kara maderini…

Prof. Rennan Pekünlü’ye : Esaretin özgürlüğü…

Prof. Rennan Pekünlü’ye : Esaretin özgürlüğü…

Dostlar,

Üniversite Konseyleri Derneği Yönetim Kurulu Başkanı sevgili arkadaşımız
Prof. Dr. Nurettin ABACIOĞLU dostumuzun (nuriabaci@gmail.com)
tarihe not düşen ve içimii acıtan hüznlü yazısını paylaşmak istiyoruz.
(http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nurettin-abacioglu/esaretin-ozgurlugu-80823,
10 Ekim 2013)

Bu yazı, aydın yiğitliğiyle gümbür gümbür hesap soran bır cesur çıkıştır,
Saygınlığına sınır yoktur.
Tarafımızdan da paylaşılmaktadır.

Sayın Prof. Dr. Rennan Pekünlü, AYDINLANMA tarihinde başeğmez bir akademia üyei olarak yerini şimdiden almıştır.

Ege Üniv. Astronomi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Esat Rennan Pekünlü, "türban" gazabına uğradı.. Türkiye'de artık ayaklar baş, başlar da ayak..  İslami faşizmin rap rap rap ayak sesleridir kulakları tırmalayan.. Duyurulur..

Ege Üniv. Astronomi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Esat Rennan Pekünlü, “türban” gazabına uğradı.. Türkiye’de artık ayaklar baş, başlar da ayak..
İslami faşizmin rap rap rap ayak sesleridir kulakları tırmalayan.. Duyurulur..

“Kurban” bayramından (!?) önce ya da sonra zerre fark etmez..

Bu süreçte mücadeleye omuz veren herkese selam olsun..

Özellikle Prof. Dr. Kayhan Kantarlı‘ya..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 11.10.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================================

Esaretin özgürlüğü…

portresi

 

Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu

 

“Kendi vatandaşını öldüren teröristtir…” diye buyurmuş başbakan.

Duyan da, bu ülke ahalisi üzerinde sinek vızıldamaz sanır. İş politik bir saldırı
ve Esad’ı kötülemek olursa, dilin kemiği yok ki sözün vardığı bir menzil olsun.
Oysa, şunun şurasında ve Haziran direnişi sırasında, kolluk gücü marifetiyle katledilen vatandaşların adı, sokakta düştüğü yerde kalmıştır.
Şimdi, bu unutulayazıp Esad’a terörist diye buyurmak, “merdi kıpti şecaat arzederken siraktin söyler” demeden öteye, başka bir kapıya varmamıştır…

Çaresizliğin aczi, adeta ağızdan çıkanın kulakla duyulmadığı ağır bir tablo yaratıyor. Bu çıkışın 2 nedeni olsa gerek.

İlki, ekonomide daralmaya iyi gelebilecek bir savaş iktisadı bugün artık uzak ihtimaldir.

İkincisi ise, bölge fatihi olma hülyası başka bahara kalmıştır.

Sonuç olarak karında şiddetle biriken gaz,
frensiz ve izansız bedenden böyle çıkış yapmaktadır…

Bunu bir yere bağlayacağım; öyleyse devam edelim…

***

Havada kan kokusu, bayram, yaklaşıyor…

Rennan’ın bavulu hazır; kapı ardında.
Yargıtay’ın onadığı mahkumiyet kararı ise infaz savcısının önünde.
Bugün değilse yarın; yoksa en geç bayram sonrası,

 

  • Pekünlü, esaretin özgürlüğüne teslim olmak üzere hazır.

Gidecek, kodese girecek ve meşruiyetlerini sağladıkları anayasayı ‘tağyir, tebdil
ve ilga etmede’ hiçbir beis görmeyen bu diktatörlüğün, şimdi kendine yonttuğu
yargı kararıyla “türban davasından” iki yıl-bir ay hapis yatacak.

 

  • AKP’nin ileri demokrasisinde,
    yeni cumhuriyete geçiş çok sancılı tecelli etmektedir.

Neredeyse, her adı bilinenin, bir biçimde karıştırıldığı davalar, hep siyasal dava olup çıkmıştır. Ayar ve mizan verme, halkı yeni cumhuriyete terbiye etme ve ehlileştirme bu süreçte ve halen adım adım devam etmektedir.

Yazdım ama olsun; uzun lafın kısası, 

  • Rennan Pekünlü davası;

Bu memleketin bir Dreyfus vakasıdır. Anayasa hükmü ve mahkeme kararları ortada dururken, bunu öğrencilerine “üniversite kararı” olarak da hatırlatmaya kalkan Rennan, besleme medyanın ateş hattına alınmış ve önce tecavüzcü sonra hedef ilan edilerek, bilâhere Ege Üniversitesi rektörü de hadiseye ortak ve yatak kılınmış ve gereken yargı kararı, ele güne şan olsun hesabı Rennan için kestirilmiştir.

Rennan hadisesinin önemi şu sıralar daha iyi anlaşılmaktadır. Kamuda türban yasallaşmakta ve iktidar milletvekilleri ilkokul bebesinin kafasını dahi örtmeye hazırlandıklarını ilân etmektedir.

Yani Rennan, türban ikonografisine kurban olarak seçilmiş bir örnektir. Yoksa Rennan’ın yaptığı değil, ona reva görülenin hesabıdır bugün ortalık yerde duran. O gider, şimdi hapisliğini yatar; ne var ki gün olur, bu deli donunu kafaya biçenlere birgün bunların hesabı sorulur…

Rennan’a beraat yolunun açılması için, hukuka değil davanın emredilen sonucuna yataklık yapan bir üniversite yönetimi, davalının talep ettiği evrakları gizlemiştir.
Anayasa ve mahkeme hükmüdür diye önceleri oraya, buraya astığı yönetmelik,
hukuk ve üniversite senato kararlarını sonra inkâr da etmiştir.

Bir cümlede özetlenen bu süreç, daha önce de ve defalarca çok yazılmış çizilmiştir. Oysa adaleti, diktatörlüğün isteklerine tutsak kılan bu aparatın hal-i pür meali, defter-i kebire ve günah mizanına kaydolduğundan, artık burada bu hikayenin ayrıntılarına bir daha şerh düşülmeyecektir.

  • Kurban Rennan,

Kurban Bayramı arefesinde yahut bitiminde kodese konacaktır.
Adamın bedeni tutsak alınabilir. İşkencelerde, esaretlikte bedenler yapılan zulüm
ve zalimliğe dayanamayadabilir. Oysa insan aklının tutsak alınamadığına,
dünya diktatörlükler tarihi yüzlerce kez tanık olmuştur.

Pekünlü bedenen tutsak kılınsa bile aklı ve bilinci artık daha da özgürleşmiştir…

Şimdi belki sıra ve kâbusa yatma, üniversitesini bu kara ayıba ortak eden akademi yönetimine gelmiştir. Düşünsenize Anayasa cürmü işleyen bir siyasi iradeden gün olup hesap sorulursa, çorabın söküğü, ilk ilmekte üniversite yönetimine denk düşecektir. Bu kabusun içinde Rennan bütün aydınlık yüzü ile demirparmaklıklar ardından kendi cellatlarına gülümseyecektir…

  • Pekünlü demirparmaklıklar ardında yanlız değildir. 

Akademinin, kendini diktatörlüğe esir etmeyen öteki yüzü O’nunla beraberdir. Öğrencileri de, mezuniyet gününde O’nu unutmamıştır.
Bez afişe “her yer direniş, her yer Pekünlü” yazıp, üniversite yönetiminin
suratına asmıştır…

  • Esaretin özgürlüğünü, özgürlük mücadelesi yapanlar, tadanlar iyi yaşar.
  • Zor olanı, dışarda olup da, aklını tutsak kıldığının farkında olmadan yaşamaktır

Doğrusu başta Rennan’ın kendisi, savunmanı ve etrafında bir avuç insan,
sıkı bir mücadele vermiştir. “Daha iyisi olmalıydı” diyene, “sen neredeydin?”
demek gerekebilir…

Diktatörlüğün karanlığını yıkacak bir halk iradesi olmadığında,
nihayet hukuk da esaretin zincirindedir.

Yol buraya kadar yürünebilmiştir. Kendi vatandaşını öldüren teröristse,
akademinin özgürlüğünü itlâf edenler daha da katmerlisidir…

Ancak duruşundan santim taviz vermeyen Rennan,
bu süreçten akademinin aklı, vicdanı ve özgürlüğü olarak çıkmıştır.

  • Demir kapı, kör pencere, yastık, ranza ve zincir bundan böyle teferruattır…

Şimdi O, Prof. Dr. Rennan PEKÜNLÜ artık onurumuzdur…

Tıpkı, 26 yıl önce bu gün (AS : 10.10. 1987) yitirdiğimiz Behice Boran gibi…

Barış için direnmek


Barış için direnmek

Ali_Riza_Aydin_portresi

 

Ali Rıza Aydın
Em. Anayasa Mahkemesi Yzmanı

 

 

AKP’nin dayanılmaz tavrı, 2013 yazını iyice kavurdu. Eylül, savaş çığlıklarıyla geliyor. Baskıcı ve savaşçı tavır, Haziran Direnişi’nin sürdürülmesini kaçınılmaz kılıyor.

Savaştan, her türlü baskı ve sömürüden kurtulmak, toplumsal yaşam hakkında ve yaşama yön veren temel kararların alınmasında söz ve karar sahibi olmak için “sessizliği”, “suskunluğu” kırmak gerekiyor. Yetmiyor, kurulu düzene sığınma masumiyetini kırmak gerekiyor. Stefan Zweig’ın deyişiyle, “En içten hisler karşısındakine anlatılmadıktan sonra ne değer taşır ki”… Ancak, hisleri aşmak, bulanıklıktan kurtulmak, ayakları yere basmak, gerçeği anlatmak gerekiyor;
hem de durmaksızın anlatmak.

  • Bir devlet düşünün, sermayeye ve AKP’ye teslim olmuş.

Teslim olmuş ve halka, emekçilere yönelik her türlü baskıyı önleyemediği gibi, şiddete ortak olmuş.

Bir devlet düşünün, ne demokrasi, ne hukuk… Ne halk, ne emek… Ne güvenlik,
ne özgürlük, ne eşitlik…

O devlet içinde bir iktidar düşünün, artık ülkesini ve halkını unutmuş. Gözü dışarıda, sözü dışarıda… İç politikada toplayamadığı kalabalığı, dışarı işaretiyle toplamaya çalışıyor. O iktidarın yandaşı bir sendika düşünün, emek ve emekçi ile ilgilenmiyor. Sendika üyelerini ve halkı dışarı için direnişe çağırıyor. Kendi toplumu için söyleyecek sözleri yok.

  • AKP, savaş istiyor. Suriye’yi, ne pahasına olursa olsun, dağıtmak istiyor. 

Savaş hukuku ve Birleşmiş Milletler sözcükleri bir araya gelince “barış” ve anlamı unutuluyor. Öyle ki, anamuhalefet CHP bile BM onaylı bir savaşı meşru görebiliyor. BM’nin, Afganistan, Irak, Libya müdahalelerinin önünü nasıl açtığı, Suriye’ye ABD ile koşut bakışı ve kararları unutuluyor; savaş ilanını meşru kılmak için kullanıldığı, emperyalist müdahale ve yağmanın onay örgütü görevini üstlendiği unutuluyor.

ABD’nin, saldırganlığını, Ortadoğu projesini bile bile, Suriye’de yaşananları bile bile, ülkeyi savaşa sürükleyenlere uluslararası hukuka sığınarak yandaşlık yapmaya kimsenin hakkı yok.

  • Savaş kararı TBMM’den çıkmadan savaşa girilmez demeye bile hakkı yok.

Çünkü başkasının savaşına “halk adına” yollar aramaya kimsenin hakkı yok.
AKP çoğunluklu Meclis’ten geçen Anayasa değişikliklerinin, yasaların ve asker gönderme kararlarının önlenemediği biline biline, “Meclis’e gelirse hayır oyu kullanacağız” demek de savaşa girmeyi kurtarmıyor.

Bir yandan soykırım yaparken öbür yandan barıştan söz eden beyazlar için “barış, beyazların rüzgara yazdığı bir söz” diyen Kızılderili liderine gönderme yaparak, “barış, emperyalistlerin rüzgara yazdığı bir söz” demek ve savaşın değil, barışın çağrısını yapmak gerekiyor.

  • Savaşı, emperyalizmin hukuku içinde meşrulaştırmak değil,
    barış için direnmek gerekiyor.
  • Savaşa, savaş çıkmadan önce direnmek gerekiyor.
  • Emperyalizmin savaşı için meşruluk arayışları içinde kaybolmak,
    burjuva demokrasisi içinde vahşi kapitalizme teslim olmakla özdeştir.
  • Savaşın karşıtı, ona hukuksal meşruluk aramak değil barıştır.

AKP’nin ileri demokrasisinin odağı açık: İslami faşizm… AKP’nin ciddiyetini anlamak ile anlamamak arasında kalan, ancak Haziran Direnişi’nin ciddiyetini anlamayanların demokrasi odağı da açık: Burjuva demokrasisi… AKP, ikincinin içinden doğdu, birinciye yöneldi. İkisi de sömürüye hizmet ediyor. Emperyalizmin kurum ve kurallarına, hukuksal meşruiyetten uzaklaşmama uğruna rıza gösteren düzen partileri de istemese bile, aynı hizmete ortak oluyor.

  • Barış için mücadele, savaşın ve meşruiyet arayışlarının reddini gerektirir. 

Bu nedenle de tıpkı “direnme hakkı” gibi, burjuva hukuku kuralları içinde karşıtı aranır. Yani, direnme hakkı için, nasıl pozitif hukuk kuralları engel olarak ortaya çıkarsa, barış için de ulusal ve uluslararası hukuk engel olarak ortaya çıkar.
Doğal olan “barış” iken, pozitif hukuk, “ben varım, en iyi çözümü bulurum,
işleri bana bırak, sen dışarıda kal” der.

Haziran Direnişi’ne, “illegal tuzağa düşmeme”, “partiyi koruma” uğruna masumiyet sınırları içinde yaklaşanlar, bireysel katılımı tercih edenler, direnme hakkının meşruluğunu kavramakta soğuk davrananlar, her kim iseler, barış için direnmezlerse, kendilerini uçuruma attıkları gibi, savaşan ülkelerin halklarını da yanlarında sürüklerler.

Haksız bir savaşa karşı çıkmak suç değildir.

Barış için tek yol, savaşı isteyenlerin hukuku içinde yol arayışına girmek değil, savaşa karşı büsbütün ve kararlı şekilde direnmektir.

Ali Rıza Aydın : Egemen’in bağışı


Dostlar
,

Sayın Ali Rıza Aydın, Anayasa Mahkemesi Yazmanı (Raportörü) idi.
Muhasebeci Başkan Haşim Kılıç‘ın istemiyle (Anayasa Mahkemesi yasasındaki
Başkana özel bir yetki ile) genç yaşta emekli oldu..

Ciddi birikimi olan engingönüllü (mütevazi) bir yurtsever.
Yazılarını bize de e-ileti ile lütfettikçe sitemize severek koyuyoruz.
O’nun yazılarından öğreniyoruz, bize ufuk açıyor.

“Egemen’in bağışı” adlı alaysılamalarla (ironilerle) süslediği yazısı aşağıda.

Teşekkürler Sayın Aydın..

Sevgi ve saygı ile.
15.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net 

========================================

Egemen’in bağışı

Ali_Riza_Aydin_portresi

 

Ali Rıza Aydın
Anayasa Mahk. Em. Raportörü

 

 

Egemen Bağış, bir yurtdışı mektubunda Haziran Direnişi için

  • “AK Parti’nin 10 yıllık iktidarı süresinde, milyonlarla kişi orta sınıfa dahil oldu. Sosyoekonomik dönüşüm, demokratikleşmeyle el ele yürümektedir.
    Değişik sorunları olan kişiler, bu muazzam sosyoekonomik değişimin
    sonucu olarak haklarını talep etmeye başladı. Barışçıl gösterilerin ardında yatan önemli bir neden varsa, o da halkımıza sağladığımız fırsatlar sayesinde
    Türkiye’de enerjik bir sivil toplumun gelişmesi.” 

ifadesini kullanınca (Yurt, 30.7.2013), 2013 Haziran Direnişi’nin kara mizah hanesine AKP katkısı diye gülünüp geçilmişti.

Bağış’ın sözleri bir yönden doğru; muazzam dönüşümleri halkı öyle bir batağa itti ki, direnmek kaçınılmaz duruma geldi. Öbür yönden ise

  • “O halde, neden haklı direnişi yasa dışı ilan ettiniz?
    Neden o barışçıl enerjik gelişmeye şiddeti artan polis baskısı uyguladınız?
    Neden canları aldınız, kanları akıttınız?
    Neden ‘taraftar’ ve ‘Eylül’ korkusuna kapıldınız?” diye sormak gerekir.

Bağış’ın, direnişçileri “terörist” ilan etmesini de (soL, 16.06.2013) anımsatarak, emeğiyle ayakta durmaya çabalayan ve yaşadığı toplum için yapacağı çok şey olan halkın bu tür polemiklerle geçirecek zamanı olmadığını vurgulamakla yetinelim.

Kimileri hâlâ AKP’den demokrasi paketi bekliyor.
Güdümlü yargıdan “adalet”, teslimiyetçi yasa
madan “adil yasa” bekliyor.

Gül’ün, Erdoğan’ın, Çiçek’in, Bağış’ın, Gülen’in, Obama’nın dudaklarından dökülecek sözcüklere umut bağlıyor. Sözün özü, egemenin lütfunu bekliyor.

Kimileri hâlâ demokratik anayasa bekliyor. Neymiş, Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda partiler eşit sayıda temsil ediliyormuş. Komisyon tüm iyi niyetiyle, ilk kez sivil anayasa için çalışıyormuş. Uzlaşılan madde sayısı artıyormuş. Bu fırsat kaçırılmamalıymış.
“On yılı aşan sürede, Anayasa’nın ve İçtüzük’ün sınırları içinde, parmak hesabıyla AKP’ye teslim olanların tesellisi” desek ağır söylemiş oluruz. Gülsek geçsek,
ağlanacak hale gülmüş oluruz. Ama demeyeceğiz ve gülmeyeceğiz.

Diyeceğimiz; AKP, Cumhuriyet’i dönüştürürken, karşıtları sindirirken, on yılda
on anayasa değişikliğine imza atarken, yaşam tarzına müdahale ederken neyi ne denli önleyebildiniz ki, bu batak içinden demokrasi paketi ve demokratik anayasa çıkaracaksınız? Yeni anayasa için uzlaşıldığını söylediğiniz hangi maddelerle, dönüştürülen Cumhuriyet’i kurtarıp İslamcı faşizmi durduracaksınız?
Hangi maddelerle, polis şiddetini ve vahşiliği önleyeceksiniz? AKP’nin, piyasacı-gerici rejimin “kurucu iktidarı” olmasını engelleyebildiniz mi ki “kurucu meclis” olmaya soyundunuz? Kimlerle kimler için uzlaşıyorsunuz? Bu ne çelişkidir ki, bir yandan
AKP’nin demokrasi anlayışı, hukuk ve yargı düzeni, davalar zinciri, emniyet damgalı kararları eleştiriliyor, diğer yandan sanki bu düzenin mimarı AKP değilmiş gibi,
onunla işbirliği yapmaktan, demokrasi yolculuğuna çıkmaktan geri kalınmıyor.

“Bu kadar katı olma”, “bir teselli ver” derseniz, “ne egemenin bağışına ihtiyacımız var,
ne de egemenin gemisinden inmeyenleri teselliye zamanımız var” deriz.
“Haziran Direnişi durup dururken mi çıktı” deriz. “Sömürü düzeninin iç çelişkilerinden medet umma zamanı geçti” deriz.

Yeni liberalizmin önünde intihar eden demokrasiyi, aynı zihniyetle, farklı sözcüklerle diriltmeye kalkışmak halka yaramaz, toplumsal gerçekliği yakalamaz. Artık, “ABD emperyalizmine hizmet eden bir hükümet” istenmediği gibi (http://hukumetistifaet.org/), aynı hizmete amade bir demokrasi oyuncağı da istenmiyor.

Yurtseverler ve emekçiler, egemenin lütuflarıyla hamur olup ezilmeyi yeğlemediklerini, AKP damgalı piyasacı-gerici rejimin “kurucu iktidarı”na olduğu gibi, egemenin seçim sistemiyle oluşan Meclis’in “kurucu” misyon üstlenmesine de karşı çıktıklarını göstermeye, asıl olarak da sömürü düzenine karşı sınıfsal savaşımı sürdürmeye
devam edecekler.

AKP, siyaset ve yönetim başta olmak üzere, halkın yaşamının tüm alanlarına
el atarken, kendi alanına girenlerin de ya “ortak” ya da “kul” olmasını istemektedir. Reklam kampanyası yapar gibi, halka sağladıklarını ileri sürdükleri fırsatlar kendilerinin olsun. Halkın, fırsatçı olmadığı, fırsatçıların ipiyle kuyuya inmeyeceği, egemenin bağışıyla yaşamayı kabul etmeyeceği, kul olmayacağı iyice bellensin…

Direniş: Kriz ve örgütlenme


Dostlar
,

Önemli bir makale..

Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nden dostumuz Sayın Prof. Dr. Nuretttin Abacıoğlu’nun yıllardır azim ve özveri ile sürdüregeldiği birbirinden değerli PERŞEMBE YAZILARI’ndan sonuncusu.

“Direniş: Kriz ve örgütlenme” başlıklı..

3 uzun sayfadan oluşuyor. Bu bakımdan pdf olarak erişkesini aşağıda sunuyoruz.
Okunmasını önemsiyoruz. Sn. Abacıoğlu’na nitelikli emeği ve paylaşımı için teşekkür borçluyuz.

Yazının girişi şöyle :

“Hani hep korkuyorlar diyoruz ya…
Bu bir fantezi değil; içimizden öyle olmasını istediğimiz bir durumdan falan da bahsetmiyorum…
Olgu ve Türkiye’nin açılmakta olan siyasal penceresindeki yeni olanaklar ve belirtiler bunu bize gösteriyor.
Öyleyse ne demeliyiz; bir defa daha, işte bunlar gerçekten korkuyor…
Neden mi? Eskaza, kalıcı biçimde siyaseten örgütlenilmesinden…

O nedenle her türlü örgütlenme sayılabilecek ögeyi yeni baştan tanımlıyorlar ve yasaklamak için icatlar geliştiriyorlar… Adı hukuk olamayacak bütün uygulamaları, en olağan bir biçimde bu nedenle yürürlüğe sokuyorlar. Göz korkutmak, vazgeçirtmek için çaba harcıyorlar…”

***********************

Bitirirken;

“An olarak yeni bir sayfa eşiğindeyiz. Haziran direnişini yeni bir siyasal boyuta taşıyacak bir dönemin bütün sıcak temel taşları ortada durmaktadır. Direniş; siyasi bir dönüşüme tahvil olmayacak sokak eylemleri çağrısı ile, kendini taşıyıcılığını aynı düzlemden yeniden üretebilecek bir vasatta görünmemektedir. “Hükümet istifa” siyasi talebini, gerçekliğe dönüştürecek bir siyasi cephe kurulumu ve bunun önderliğini paylaşacak asgari programatik bir düzenleme, bu sürecin içinden çıkmak ve Türkiye’nin kaderine aydınlanmacılık ve toplumsal kurtuluşçuluk üzerinden damga vurmak gerekmektedir. Örgütlenme ve siyaseten öncülük ancak böyle sağlanabilecek durumdadır.
Sol-sosyalist özneler ve siyasal temsilcileri, şimdiye değin yukarıda tanımlanan örgütlenme üzerinden “başa siyaset” görünümü sergilemeden ve fakat sokağın sola ve yeni bir düzen arayışına hem eylemlilik ve hem de kuramsallaştırma bağlamında çizgi ve şekil vermişlerdir. Sol algısı, toplumsal akılda yeniden meşrulaşma ve kendini yeni umut olarak var etme şansını bunca atalet yılından sonra tekrar yakalayabilmiştir; yaratabilmişir. Yani Haziran direnişi solculaşmıştır. Şimdi doğru örgütlenme ile bunu yaşama taşıma fırsatı, heder edilmeden gerçekleştirilmek durumundadır.”
demekte Sayın Prof. Abacıoğlu..

Sevgi ve saygı ile.
15.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================================

Direniş: Kriz ve örgütlenme

Nurettin Abacıoğlu
nuriabaci@gmail.com
, 15.8.13

portresi

Direnis_kriz_ve_orgutlenme

Sayın Abacıoğlu’nun

“An gelir.. Madımağın ve direnişin genç şehitlerine…” başlıklı makalesine de sitrmizde 4.7.13 günü yer vermiştik..
(http://ahmetsaltik.net/2013/07/04/an-gelir-madimagin-ve-direnisin-genc-sehitlerine/, 4.7.13)

Zeki Sarıhan : YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR!


YÜRÜYELİM ARKADAŞLAR!

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

 Haziran direnişi milleti ayağa kaldırdı ya artık bir kısmımız oturmak bilmiyor. Ülkenin çeşitli yerlerinde uzun yürüyüşler yapılıyor.
Antalya’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Ankara’ya…

 Atalarımız Afrika’dan yürüyerek dünyanın dört bir yanına dağılmışlar. Yürümek, beden ve ruh sağlığımız için gereklidir; günümüzde demokrasimizi de pekiştirir. Haklı bir dava için yürüyen insanın başı dik durur.

Fatsa’nın 1300 nüfuslu Beyceli Köylüleri de 46 yıl önce uzun bir yürüyüş yapmışlardı. Köylerinden Ordu il merkezine kadar 82 kilometrelik
iki gün süren bu yürüyüşü, ona katılan 126 kişi hep övünçle anlattılar. Köyün öteki bireyleri ve onların çocukları Türkiye’de ilk kez yürüyüş yapan köy olmanın mutluluğunu yaşıyorlar.
 

Köylüler örgütleniyor

Beyceli Köyü 1967 yılında 600 bin nüfuslu Ordu ilinin 528 köyünden biridir.
Fatsa’ya bağlıdır. Karadeniz’den 30 km içeridedir. Bu yolun 7 km’lik bölümü bir türlü yapılmaz. İlgililer tarafından söz verildiği halde, 1967 yılı planından çıkarıldığı öğrenilir. Köyden yetişmiş öğretmenler 1963’te Beyceli Kalkındırma Derneği kurmuş, köyde bir okuma odası açmışlardır. Dernek başkanı, bir Cuma namazından sonra caminin avlusunda köylülere valilikten alınan son bilgiyi aktararak il merkezine kadar bir yürüyüş yapmaktan başka çareleri kalmadığını anlatır.

1961 Anayasasının herkese gösteri ve yürüyüş hakkı verdiğini öğrenmişler,
birkaç ay önce Çorum Belediye işçilerinin de Ankara’ya, buradan İstanbul’a yürüdüklerini duymuşlardır. Köylülerin büyük çoğunluğu, bunu kabul eder. Hemen üç kişilik bir yürüyüş düzenleme kurulu kurarak kaymakamlığa bildirimde bulunurlar.
Ancak kaymakam, Fatsa’da oturan kurul üyelerinden birini çağırarak imzasını geri aldırır. Böylece bildirimleri hükümsüz kalan köylüler, bir toplantı yaparak yeni bir düzenleme kurulu kurarlar, bütün baskılara karşın “öldürülseler de” vazgeçmeyecek dört kişi belirlerler ve bildirimlerini yinelerler.

Yürüyüşü haber yapan Ordu gazetelerine vali, güya Beyceli Kalkındırma Derneği başkanından aldığını ileri sürdüğü sahte bir yazıyı göstererek yürüyüşten vazgeçildiğini bildirir!

Bir ömür böyle geçti!

Fındık toplama mevsiminin başlamasına birkaç gün kala, davul sesleri arasında
80 erkek 26 Temmuz 1967 günü sabahı köyden hareket ederler. Düzeni sağlamak için aralarından çavuşlar seçerler. Hiçbir slogan atmayacaklar, kimse ile tartışmaya girmeyecekler, yalnızca sessizce yürüyeceklerdir. Yol boyunca niçin yürüdüklerini anlatan kısa bir bildiri dağıtacaklardır. Ellerindeki pankartlarda “Eller aya biz yaya”,
“Bir ömür böyle geçti”, “İstanbul’a asma köprü, köyümüze yol yok”,
“Yol yol diye inledik, çok martaval dinledik”, “Tekerlek izine hasretiz”,
“Her şeyde eşitlik istiyoruz” yazmaktadır.

Arkadan yetişenlerle sayıları artar. Jandarma onları takip etmektedir. Dedelerinden beri yıllarca kasabaya inmek için yürüdükleri 30 km’lik yolu bu kez protesto ve köylerine yol istemek için yürümektedirler. Fatsa girişinde akrabaları olan bir grup kadın onları yiyecek ve kolonyalarla karşılar. Yürüyüşçüler, parktaki Atatürk büstüne, yolda mısır ve fındık yapraklarından yaptıkları bir çelenk koymayı da ihmal etmezler. Çelenkte 

“Köylülerin atası, sağ olsaydın da görseydin halimizi” yazmaktadır.

Hükümet binasının önünde bir buçuk saat mola verip, yardım olarak getirilen nevaleyi yer, sonra kentin geri kalan bölümünden halkın hayret dolu ve sempatik bakışları arasında geçerek Karadeniz kıyı yolunda geçen her araca bildirilerini vererek yol alırlar. Akşam Medreseönü köyüne ulaşır ve burada camide, kahvelerde gecelerler. Genç Perşembe kaymakamı da gece buraya gelir, köylülere çay ısmarlamak isteyince bir köylü, genlerine işlemiş hükümet adamına güvensizlikle “Lüzumu yok!” diyerek bu ikramı reddeder. “Neden yürüyorsunuz?” sorusuna da
aynı güvensizliğin sonucu “Artık o kadarını bilmiyom” yanıtı vermesi köylüler arasında da gülüşmelere neden olur. 

Adam yerine konulmak

27 Temmuz günü güneşin doğmasıyla birlikte yeniden yola dizilirler. Ordu ve Perşembe devrimcileri onlara ekmek peynir getirir. İkindi vakti Ordu girişinde en küçüğü 6,
en yaşlısı 70 yaşın üzerinde olan 126 kişi, polislerce karşılanır. Patlamış ayaklarıyla Ordu caddelerinden bir zafer edasıyla geçer ve bir meydana götürülürler.
Burada esnaftan toplanıp hazırlanmış olan ekmek, zeytin, turşu, üzüm gibi yiyeceklerle karınlarını doyururken, içlerinden seçtikleri on kişi, vali ile makamında görüşür.
Valinin onlara kahve ısmarlaması ve “Arkadaşlar” diye hitap etmesi, çok hoşlarına gider. İlk kez bir hükümet dairesinde adam yerine konulduklarını düşünürler.
Ne var ki vali çaresizdir. Elindeki birkaç yol yapım aracı, ilin yükseklerindedir.
Şimdi onları Beyceli’ye gönderemeyecektir. 1 Ekim tarihi için söz verir,
madem buraya kadar yürümüşlerdir, köye bir sağlık ocağı yaptıracağını da vaat eder.

Valiliğin sağladığı iki kamyonun üzerine binerek, mısır imecelerinde söyledikleri
köy türküleri söyleyerek geri dönerler. Fatsa’da hanlarda, otellerde ve bir kısmı
Kur’an Kursu’nda gecelerler. Ertesi gün köylerine çıkıp merakla bekleyen yürüyüşe katılamayanlara, kadınlara ve çocuklara bir seferden dönmüş ve zafer kazanmış gibi büyük bir özgüven içinde bu yürüyüşlerini anlatırlar. 

“Kızıl Piçler!”

Bu yürüyüş, Ordu gazetelerinde ayrıntılarıyla yer almış ve hükümet taraftarlarıyla muhalefet arasında uzun süre tartışmaya neden olmuştur. Milliyet, Cumhuriyet ve Ulus gazetelerinde haber ve yorumlara konu olmuştur. Fatsa’da da CHP ile Adalet Partisi yöneticileri birbirine girmiştir. AP ilçe başkanı olan avukatın, köylüler şehirden geçerken arkalarından Kızıl Piçler, nereye gidiyorsunuz?” diye söylendiği duyulmuş, bu, köylüler arasında büyük bir tepkiye neden olmuştur. Bu avukatın yazıhanesinin cam ve çerçevesinin indirilmesi önerisine, haklı bir eylemi haksız duruma düşürmemek için derneğin başkanı karşı çıkmıştır.

CHP ilçe başkanı köye yol yaptırmadığı için AP’yi suçlar, AP ilçe başkanı ise asıl geçmişte köye bakmayanın CHP olduğunu yazar. Atışma haftalık yerel gazetede aylarca sürer. AP ilçe başkanı köye gelerek “Kızıl piçler” demediğine yemin billâh eder fakat köylüler ona yüz vermezler. CHP ilçe başkanı, AP’li köylülerin birçoğundan bu partiden istifa ettiklerini belirten dilekçeler alır. Köylüler ise aynı gazeteye yaptıkları açıklamada partilerin kendilerini kullanmamalarını isteyen bir açıklama yaparlar.
1968 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi köyde üçüncü parti olur.

Bu yürüyüş, yalnız Beyceli köyünde değil, bütün çevrede derin yankılar yapar. İki ay sonra bu kez Fatsa içinde köylüler Fatsa Köycülük Derneği’nin önderliğinde “Yoksulluk Yürüyüşü” yaparak tefeciliğe isyan ederler. Bunun haberi de birçok gazetede yer alır. 1968’de Fatsa’da
ilk fındık mitingi yapılır. Daha sonraki yıllarda da Fatsa’da ve Karadeniz şehirlerinde bu mitingler tekrarlanacaktır. Köprülerin altından çok sular akacak, on yıl sonra (1977) Fatsa’da Fikri Sönmez Belediye başkanı seçilecektir.

Yol yapım araçları söz verildiğinin aksine 1 Ekim’de değil, kışa doğru gelir. Fakat o gelmeden yürüyüşün bedeli de ödettirilecektir. Bedellerden biri, yürüyüş sırasında dağıtılan bildirinin altında imzaları yok diye yürüyüş düzenleme kurulu köylülerin ifadelerinin alınması ve birkaç günlük de olsa hapis cezasına çarptırılması; öbürü ise, bu iki yürüyüşten sorumlu görülen bu satırların yazarının Bitlis ili emrine sürülmesidir. Yürüyüş’ten sonra Ordu basınında yapılan tartışmalarda hükümet taraftarı bir gazete “Tüm Türk ulusunun oy çokluğu ile seçip başına getirdiği hükümet akılsız mıdır ki, Beyceli köyünü yürüyüşe zorlayan köy öğretmeni akıl öğretecek?” diye yazmıştır. (Neyse ki, Eğitim Enstitüsü sınavlarını kazanınca bu sürgün hükümsüz kalmıştır)

Okuyucu, Haziran Direnişi ile tam da 46 yıl önceki bu yürüyüş arasındaki benzerlikleri fark etmiştir sanırım. Çünkü bütün toplumsal hareketlerin ortak yasaları vardır.

Başta belirtildiği gibi yürüyüş iyidir. Hem beden ve ruh sağlığı,
hem toplumun cesaret kazanması ve kendini saydırması için.
Bu yürüyüşe katılanlardan bir köylünün 40 yıl sonra dediği gibi “Ağlamayana cicik vermezler” (26.7.2013)

 

Yerelde siyaset


Yerelde Siyaset

Ali_Riza_Aydin_portresi

Ali Rıza Aydın
Em. Anayasa Mhk. Rap.

            Artık “direniş”le birlikte, hem “fiili siyaset”in hem de “yerel seçimler”in içine girmek ve tartışmak zorundayız. SoL Gazete yazarlarınca vurgulanmaya başlandığı gibi, seçimler için hiç erken değil; ciddiye alınması ve kesintisiz çalışılması gerekiyor.

Yerel, diğer deyişle, çeşitleriyle ve boyutlarıyla mekan, siyasetin en sıcak yapıldığı yerdir. Merkezi planlamada ne kadar başarılı olunursa olunsun, demokratik merkeziyetçilik ne kadar uygulanırsa uygulansın, toplumun yerel kesimleri siyasetin içinde fiilen olmadıkça, siyasi taleplerini dile getirip hedeflerine ulaşmadıkça, “yukarıdan aşağıya” ve “aşağıdan yukarıya” uzanan bütünselliğin başarısından söz edilemez. Haziran Direnişi’nin başarı hanesi, meydanları, mahalleleri, parkları, cadde ve sokaklarıyla ülkenin dört bir yanına yayılan eylemlerin bütünleşmesiyle zenginleşmiştir.

  • Mahalle muhtarlığı ve ihtiyar heyeti, köy muhtarlığı ve ihtiyar meclisi,
    belde, ilçe ve il belediye başkanlıkları ve belediye meclisleri, büyükşehir belediye başkanlığı, kaldırılmayan il özel idarelerinde il genel meclisi üyelikleri,
    yerelin yönetiminde gerekli karar organlarıdır.

Bunların özelliği ve önemi ise yerel halk tarafından seçilmeleridir. İşte, 2014 Mart’ında yapılacak yerel seçimler, bu özellik ve önem nedeniyle olduğu gibi, AKP’nin bozgununun hızlanması ve yerel iktidarların her türlü talandan kurtarılması yönlerinden de anlamlıdır. En büyük yalan ise iktidar partisinden olmayan yerel yönetimlerin
kaynak ve hizmet sıkıntısı çekeceğidir. Yerel yönetimlerin siyasal iktidara bağlılıkları, süregelen, özellikle de AKP döneminde hızlanan piyasacı ve yağmacı politikaların görüntüsünden başka bir şey değildir.

Yerel seçimler, %10 seçim barajı gibi, büyük düzen partilerinin sığındığı kalenin de dışında kalır. Yani tüm politikaların ve seçime girmede yasal engeli olmayan siyasal partilerin baraj engeline takılmadan katılabilecekleri bir alan söz konusudur.
Burjuva demokrasisi,  emekçileri ve halkın geniş kesimini devre dışı bırakarak kapitalizm karşısında ılımlılaşır iken, yerel seçimler, emekçilerle bütünleşen halkın “gerçek demokrasi”ye geçiş provası olacaktır. Haziran Direnişi bunun emarelerini fazlasıyla vermiştir.

Oylamaya ve buna bağlı olarak çoğunluk esasına dayalı demokrasi anlayışı içinde
etkin mücadele yollarından biri, yine direniş örneğinde görüldüğü gibi,

  • emperyalizme, 
  • kapitalizme, 
  • eşitsizliğe, 
  • adaletsizliğe ve 
  • özgürlük yoksunluğuna karşı 

barikat buluşmasıdır. Siyasetle birlikte hemen her alana yayılacak bir çoğulculuk,
bir yandan karşıtları buluştururken öbğr yandan da vahşi kapitalizme karşı siyaseti, teslimiyetçi demokrasiden kurtaracaktır. Bunun anlamı, oyların bireysel çıkarlar için değil, toplumsal çıkar için buluşmasıdır.

Yerel yönetimlere, sermaye-devlet bütünlüğü içinde bakılması kaçınılmazdır.

Mevcut yerel yönetimlerin, özellikle de AKP’li belediyelerin hangi politikalara hizmet ettiği, yerleşme mekanlarını nasıl dönüştürüp, kamuya ait olanı nasıl özele ve
büyük sermayeye peş keş çektiği, yerelde hak ve özgürlüklerin nasıl ihmal edildiği, iktidar partisine nasıl çıkar sağlandığı gibi birçok konu gün yüzüne çıkarılmayı, değerlendirilmeyi beklemektedir. Yerelde siyaset, bunu en iyi şekilde gerçekleştirebilecektir.

Yerleşme ve şehirleşme içinde, doğumdan ölüme insanın ve toplumun tüm yaşam dilimini yakından ilgilendiren bir yönetim tarzı ile ilgilenmek, onun üstündeki perdeyi kaldırmak seçimler öncesi çok önemlidir. Yerel yönetimlerin de tıpkı merkezi yönetim gibi, sermaye-devlet-parti işbirliğinde asli işlev üstlendiği dikkate alındığında ise
parti örgütlenmeleriyle yerelin yönetiminde olmak, sınıfsal mücadele yönünden de
farklı deney ve anlamlar taşımaktadır.

Direnişin, Hükümeti istifaya çağıran siyasi isteminde bugün öncelikli ve etkin hedef, merkez iktidarla bütünleşen yerel iktidarın yıkılmasıdır.

Bu hedef, yerel seçimleri işaret eder. Hem seçmen hem de seçilen olarak
yerel seçimlere kilitlenmek, siyasetin, vahşi kapitalizmin ve gericiliğin tekelinde olmadığını, kapitalizme teslim olmamış toplumsal gerçekçilik seçeneğinin bulunduğunu ve örgütlü sosyalizmin iktidar adımını göstermesi yönünden
yaşamsal önemdedir.

Behice Boran, “sosyalist olunmaz, sosyalist yaşanır” derken, kuram içinde polemiklerle boğulup kalmamayı, tam da bu her anda ve mekandaki yaşamsal pratiği vurgulamıştır.

HALK DEPRESYONDAN ÇIKTI; İKTİDAR BUNALIMA GİRDİ

Dostlar,

Arkadaşımız, meslektaşımız sevgili Prof. M. Beyazyürek, AYDINLIK ile özlü bir söyleşi yaptı. “Haziran direnişi” nin sosyal psikiyatrik kısa bir irdelemesi..

Çok umutlu..

Halkımızın, ısıtılan suda bir “kurbağa gibi haşlanmadığını”
tersine hınçlanarak bilinçlendiğini savlıyor.. Yeni sürgün bir genç kuşak da artısı.
Türkiye yaş ortancası 29 yaş, nüfusun yarısı 30 yaş altında! 12 Eylülcülerin “depoltizasyon” dönemi de kapandı. Bu politik-demografik gerçekliği
hiç göz ardı etemek gerek.

Halkın depresyondan çıktığını, iktidarın girdiğini savlamakta.

Türkiye Psikiyatri Derneği de geçtiğimiz günlerde çok net ve halkın yanında tutum alan bir bildiri yayımlsmıştı ve sitemizden sevinçle sunmuştuk :

Türkiye Psikiyatri Derneği’nden: “Hükümete Uyarı” Basın Açıklaması

Halkta kollektif bir ruh hali egemen..

İtalyan siyaset sosyologu V. Pareto’nun “Seçkinlerin Yükselişi ve Çöküşü” kuramına uyuyor yaşadıklarımız. Bu kuram 19. yy kökenli (1848-1923).
Z. Brezinski yeniledi ve Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri‘ni yazdı (1998).

Sevgi ve saygı ile.
26.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

HALK DEPRESYONDAN ÇIKTI; İKTİDAR BUNALIMA GİRDİ

portresi

 

Prof. Dr. Mansur Beyazyürek
Psikiyatri Uzmanı

 

 

Psikiyatrist Prof. Dr. Mansur Beyazyürek, direnişin ruh halini yorumladı

‘Eylemler, yurttaşlara antidepresan gibi geldi

İnsanların ‘Her şey boş, bir şey yapamıyoruz’ duygusunu yenmelerini sağladı.
Artık ümitsizlik, sinmişlik yok. Türkiye’de hiçbir şey 31 Mayıs’tan önceki gibi olmayacak

Yurdun dört bir yanına yayılan Gezi Parkı eylemlerinin henüz ilk günleriydi…
İktidarın hakaretlerinin, biber gazlı, plastik mermili, coplu saldırıların yurttaşlarda travmaya yol açabileceğini düşünen bazı psikologlar, ücretsiz hizmet vereceklerini açıkladılar. Ancak buna gerek kalmayacağını ilerleyen günlerde kendileri de görecekti.

Meydanları dolduran yurttaşların üzerlerine atılan gaz bombalarını “Biber gazı oley!” şarkısıyla karşılamaları, TOMA’ların karşısına dikilip basınçlı suya aldırmadan gülümseyerek bayrak dalgalandırmaları, nasıl bir ruh haliydi? Toplumun bunalımda olduğunu mu gösteriyordu? Peki ya iktidarı giderek saldırganlaştıran neydi?

Sorularımızı, Psikiyatrist Prof. Dr. Mansur Beyazyürek yanıtladı.

‘Çaresiz olmadıklarını gördüler’

– Bütün Türkiye’ye yayılan kitlesel Gezi Parkı eylemleri, atılan gaz bombası, polis şiddeti yüzünden insanlar depresyona mı girdi?

Ben olaylara hekim gözüyle bakıyorum. Gezi Parkı eylemlerine katılanlar belki depresyondaydılar. Ama şu an eylemcilerin ruh hali depresyon olarak değerlendirilemez. Depresyon bir hareketsizlik halidir. Depresyondaki insanın kolunu kaldıracak gücü bile olmaz. Gezi eylemcileri günlerce uykusuz kaldılar, şiddete karşı koydular. Bu depresyon değil, tam tersi. Toplumun bir kesiminde hissedilen korku, tedirginlik, ümitsizlik duygusu yıkıldı. İnsanların “Her şey boş, bir şey yapamıyoruz” duygusunu yenmelerini sağladı. Bu hareket çaresiz olmadıklarını insanlara gösterdi. Sanki depresyondaki insanlara antidepresan gibi geldi.

‘Gençler CHP’ye de başkaldırır’

– Türkiye’de eylemlere en fazla genç kesim katıldı. Bunu neye bağlamak lazım?

20’li yaşlarda genç insanlar bunlar. Onları yetiştiren anababalar, 40-50 yaşlarında. O yüzden bu gençlik evlerinde daha demokrat, daha katılımcı yetişti. Evinde özgürlükçü algıyı alan bir genç, dışarıda kısıtlamalarla karşılaştığında büyük bir patlama yaşanıyor. Bugün üniversite sınavı da onlar için bir kısıtlamadır. Bu sistemle AKP’nin yerine CHP gelse, o da çözemez. Gençler CHP’ye de başkaldırırlar. Çünkü bir sistem sorunu var. Gençler büyük bir istekle eylemlere katıldılar. İstanbul Valisi, “Çocuklarınızın hayatından endişeleniyorum” dedi. Bir psikoloğa, sosyoloğa danışın. Ben 17 yaşında bir genç olsam, tehlikeyi severim. O eyleme daha çok gitmek isterim. Bunu söyledikten, sonra dikkat edin, aileler de çocuklarıyla beraber gitti.

‘Demokrasiye giden yol Atatürkçülükten geçiyor’

– Sizce eylemlerin mesajı nedir? İnsanlar ne istiyor?

Eylemciler Türkiye’de sandık olduğuna inanmıyorlar. Seçilen milletvekilleri de kendilerini halkın seçmediğini biliyorlar. Eylemcilerin mesajı şuydu:

  • Gerçek demokrasiyle yönetilmek ve özgür bireyler olarak yaşamak istiyoruz.

Oranın mesajı alınmadı. “Ben mesajı aldım,” diyor. Hayır almadınız. Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesidir. Bizim bugünkü seçim sisteminde bu mümkün mü? %10 seçim barajı, iktidarıyla muhalefetiyle, hepsinin işine geliyor. Bu mesaj, yalnızca İstanbul’dan değil, 77 ilden gitti. Bu yalnızca bir ağaç kavgası, Gezi Parkı kavgası değildi. Burada önemli olan, insanların ümitsizliği, sinmişliği artık yok.

– İnsanlar sırtlarında Türk bayrağı, barikatın önünde polis şiddetine direndi.
En çok atılan sloganlardan biri, ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ oldu.
Eylemlerin mesajını yalnızca demokrasi ve özgürlüğe indirgemek doğru mu?

İnsanlar bir şeye “ait olmak” isterler. Türk bayrağı taşımaları, aidiyet duygusuyla alakalı. ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz’ sloganında bir ulusalcı söylem var değil mi? Orada, ulusalcı olmayan insan bile bu sloganı atabilir. Çünkü demokrasi isteyen insanlar, ona gidecek yolun Mustafa Kemal’in kurduğu sistemden geçtiğini biliyorlar. Bu durumu salt bir ulusalcılığa indirgemek bence doğru değil.
(Son Güncelleme: Pazartesi, 24 Haziran 2013, 20:58)