Etiket arşivi: Hatay sorunu

Dersim Tartışmaları.. / Tunceli-Dersim Debates..


Dersim Tartışmaları.. 

Dostlar,

“Dersim tartışmaları” hakkındaki 5 sayfalık kapsamlı yazımızı,
içeriden biri, bir Dersim’li – Tunceli’li olarak dikkatinize sunuyoruz.

Sorun ciddi, nazik ve kritiktir.

Bu bakımdan son derece özenli bir dil kullanılmıştır.

Herkesin ama herkesin son derece yapıcı ve sorumlu davranması gereği çok nettir.

Bu makalemizi okumak için lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Dersim_tartısmalari_30.5.12

Sevgi ve saygı ile.
30.11.11, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

************************************

Dostlar,

Maalesef, yerli ve yabancı “iyi saatte olsunlar”, gene sütre gerisinden ve berisinden körüklemekle meşguller..

“Siyaset” denen gerçekte soylu uğraş bu denli mi kirletilebilirdi?
İç – dış politikada tıkanınca zaman kazanma, prim devşirme adına etik ve erdemden
bu denli mi yoksun davranılabilir?

Vıcık vıcık siyaset – siyasetçi Türkiye’nin hangi derdine deva olacaktır?
Tam da tersine ek ve karmaşık sorunlar doğurmaktadır kökü dışarıda AKP siyaseti..
12 yılı geçti bu partinin tek başına siyaseti.. Ülkenin hangi köklü sorununu
köktenci, akla uygun – ülke çıkarlarıyla örtüşük olarak çözdü?
Alevi – Bektaşi inancını utanmadan sömüre sömüre zamana oynadı.
Tek bir eylem yeter not vermeye :

  • Zorunlu din dersleri AİHM kararına karşın neden kaldırılmıyor?
    Cemevleri neden ibadet yeri değil?
    Laik – seküler düzene – yaşama neden sürekli balta darbeleri indiriliyor?

Temel ve ivedi sorun bunlardır..  Acı acı güldüren Dersim popülizmi değil!

3 yıl önce 30.11.2011 günü yayımladığımız

DERSİM TARTIŞMALARI başlıklı 5 sayfalık yazımızı, o toprakların bir bireyi,
çok ağır travmanın doğrudan sonuçlarını yaşamış ve yaşayan biri olarak,
bir kez daha paylaşmak istiyoruz..

Okumak için lütfen tıklar mısınız??

Dersim_tartısmalari_30.5.12

Ulusunun öğretmeni Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Paşa‘ya saygıyla..

Sevgi ve saygı ile.
25 Kasım 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

LOZAN’A SELAM!


LOZAN’A SELAM!

portresi

 

Dr. Ceyhun BALCI
23.7.2014

 

 

91. yıldönümünde Lozan’ı nasıl anlamalı? 

İçinden geçtiğimiz dönemde Cumhuriyet’in yerle bir edilmekte olduğu düşünüldüğünde Lozan’ın da başarısızlıkla özdeşleştirilme çabalarına şaşırılmamalı!

indir

Lozan’ı anlamak için soru-yanıtlardan oluşan bir kitap.

Lozan’da sonuca ulaştırılamayan 3 ana başlık vardı!

1. Hatay Sorunu : Bilindiği gibi Lozan’da sonuca bağlanamasa da; Hatay 1939’da Türkiye’ye katıldı. Sonuçta biraz gecikmeyle de olsa mutlu sona erişilmiş oldu.
(AS: Atatürk’ün sağlığını tehlikeye atacak olağanüstü özverisi ve çabasıyla..)

2. Boğazlar Sorunu : Lozan’da Boğazlar üzerindeki Türk egemenliğinin kabul ettirilmesi başarılamadı. Boğazların sahibi Türkiye askerini Boğazlar çevresinden çekmek durumunda kaldı. Sorun 13 yıl sonra (AS: 1936’da) Montrö’de Türkiye’nin istediği biçimde bağıtlandı. Boğazlar üzerindeki egemenliğimiz kabul ettirildi.


3. Musul Sorunu : Ulusal Ant (Misakı Milli) sınırları içinde yer alan Musul sorununun çözümü Lozan’da İngiltere tarafından engellendi. Sorunun Milletler Cemiyeti’nce çözüme kavuşturulması kararı alındı. 1925’te çıka(rtıla)n Şeyh Sait İsyanı Musul sorununun çözümü önüne engel olarak çıkartıldı. Önceki ikisi gibi
yıllar sonra da olsa bu sorun Türkiye’nin istediği biçimde çözülememiş oldu.
Lozan’da çözüme kavuşturulamamış olup sonrasında da çözüme eriştirilemeyen
tek sorundur.

lozan antlaşması

Lozan’da Türk kurulu

Lozan söz konusu olduğunda, Antlaşmayı başarısız gösterme çabaları
“Mübadele” (AS: nüfus değişimi, exchange) üzerinden de yoğunlaştırılır.

İnsanların doğdukları, büyüdükleri ve yurt bildikleri toprakları terk etmek zorunda kalmaları hiç kuşkusuz acıklı bir durumdur. Ama, bu acıklı durumdan Lozan’ı sorumlu tutmak ya bilgisizlik ya da kötü niyet göstergesidir. Mübadele, Anadolu’daki Rumların, Yunanistan’daki Türklerle değiş tokuşudur.

Mübadele bir insanlık dramıysa bunun hesabının öncelikle emeperyalist Batı’ya ve onun maşası olmayı içine sindiren Yunanistan’a sorulması gerekir. Yunanların Küçük Asya serüveni sırasında onyıllardır komşuluk ettikleri Türklerin canına, malına ve ırzına
göz koyan Rumların hiç mi suçu yoktur? Bunların yaşandığı bir coğrafyada yan yana olabilmenin sürdürülmesi olanaklı mıydı? Derinden yaralanmış olan ilişkilerin onarılması ne derecede olanaklıydı?

Mübadele’yi insanlık dramı olarak niteleyip, onun üzerinden Lozan’a saldıranların öncelikle bu soruna ilişkin çözüm önerilerini sunmaları gerekmez miydi?

Lozan’a selam gönderirken İzmir’den Lozan’a, Montrö’ye ve hatta Hatay’a gönderilen selamları unutamayız!

lozan

Lozan Meydanı (İzmir)

İzmir’de Fuar’ın 5 kapısından biri Lozan, komşuluğundaki öbürü Montrö adlarını taşır. Kentin güneyindeki yükseltideki yerleşim ve içinden geçen cadde ise Hatay adını!
Bu ad Hatay’da halkın çektiği sıkıntıların anısına 1937’de verilmiştir.
Çok değil iki yıl sonra Hatay’ın Türkiye’ye katılımıyla Hatay adı İzmir’de bu kez coşkuyla var olmayı sürdürmüştür.

IZMIR-HATAY-CADDESI-GORUNUS-KARTPOSTAL__14019469_0 

Hatay Caddesi (İzmir)            

montro_meydani_guvercin_ucuran_kadin_heykeli15

Montrö Meydanı (İzmir)

Musul sorunu mutlu sona ermiş olsaydı, kuşkusuz İzmir’de bir yerlerde yaşatılırdı!

Onur ÖYMEN kitabı : Bir Propaganda Silahı Olarak Basın


Dostlar
,

Usta diplomat, birikimli – deneyimli yurtsever politikacı Sn. Onur ÖYMEN yeni bir kitap daha yayımladı..

Bir Propaganda Silahı Olarak Basın

Değerli bir okurumuz da oturup çooook kapsamlı (sıkışık 11 A4 sayfası) özetini çıkarmış.. Bu site yapısı bakımından nce uzun bir kolonda birkaç km (!) tutabileceği için kısa birkaç bölümü veriyoruz. Tümünü okumak içi ise pdf erişkesini (linkini) tıklamak gerek : ONUR_OYMEN_Kitap_Ozeti_Bir_Propaganda_Silahı_Olarak_Basin_8.6.14

Sn. İstiklal Türker‘e teşekkür borçluyuz..(istiklalsiz.olmaz@googlemail.com).

Sevgi ve saygı ile.
9 Haziran 2014, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===========================================

OKUR KATKISI..

Kitabın adı: Bir Propaganda Silahı Olarak Basın
Dünya’da ve Türkiye’de Sansür Baskı ve Yönlendirme
Yazarı: Onur Öymen
Remzi Kitabevi A.Ş., 1. Baskı / Nisan 2014
494 sayfa, 30.00 TL, İnternet Satış Fiyatı: 20.62 TL
Arka Kapak: Onur Öymen, Danimarka ve Almanya büyükelçiliklerinden sonra Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı, daha sonra da NATO daimi Temsilciliği yaptı. Emekliye ayrıldıktan sonra siyasete girdi, İstanbul ve Bursa milletvekili oldu. Öymen bu kitabında geçmişten bugüne, dünyada ve Türkiye’de liderlerin halkın gerçekleri öğrenmesini engellemek için neler yaptıklarını anlatıyor. Sansür, baskı ve cezalandırma en sık başvurulan yöntemler. Bunlara karşı cesaretle direnip mücadele eden, mesleğinin yüz akı gazeteciler de var, boyun eğip hükümetlerin bir propaganda aracı olmayı kabul edenler de… Hapse girmeyi, hatta hayatını feda etmeyi göze alanlar da var, iliştirilmiş gazeteciliği kabul edenler de… Savaşta ve barışta devletler basını propaganda amacıyla geniş ölçüde kullanıyor. Bazen gazetecilerin vatanseverlik duygularından yararlanıyorlar, bazen de onları elde etmek için menfaat sağlama yoluna gidiyorlar. Türkiye’nin basın tarihinde de kısa özgürlük dönemlerini, baskı ve zulüm dönemleri izliyor. Kalemini işgal kuvvetlerinin övmek için kullananların yanında Milli Mücadele’yi cesaretle savunurken ölümü göze alanlar da var. Bugün ne yazık ki, Türkiye basın özgürlüğünde dünya devletlerinin çoğunun gerisinde kalıyor. Bu dönemde özgürlük ve demokrasi için mücadele edenler gelecek kuşakların övünç kaynağı olacak.
(…)
Sayfa 15:
Kendi çıkarlarının gereğini başka ülkelere kabul ettirmek için askeri gücü veya güç kullanma tehdidini çok açık biçimde kullanıyorlardı. Buna evvelce gambot (gunboat) diplomasisi deniliyordu. Amerikan siyasi tarihinde “büyük sopa politikası” deyiminin de kullanıldığını görüyoruz.
(…)
Sayfa 26:
O devirdeki gazeteler sömürge makamlarını rahatsız edecek haber ve yorumlar yayınlamaktan özenle kaçınıyorlar. İngilizcedeki ünlü “Kral daima haklıdır” sözü herhalde o zamanlardan kalma.
(…)
Sayfa 29:
Amerika’nın ilk başkanlarından Thomas Jefferson, basın özgürlüğüne çok önem veriyordu. Şu sözler Thomas Jefferson’a aittir:
“Bana basınsız bir hükümetle hükümetsiz basın arasında bir seçim yap deseniz,
ben hiç duraksamadan ikincisini seçerim.”
(…)
Sayfa 35:
372 yılında İmparator Valens, Hristiyanlıkla ilgili olmayan bütün eserlerin yakılmasını emretti. İmparatorun bu konudaki tavrından etkilenen bazı şehir ve kasaba yöneticileri de kendi kütüphanelerini imha ettiler. Demek ki, biat kültürü, lidere körü körüne itaat etme adeti o zaman da varmış.
(…)
Sayfa 41:
1826’da sansür kuralları daha da sertleştirildi. Artık yayın izni vermeye yetkili makam Çar’ın kendisi veya onun görevlendirdiği özel büroydu. Bu büro zamanla Rus istihbarat servisine dönüştü.
(…)
Sayfa 44:
Kendisi de bir din adamı olmasına rağmen Fransa Başbakanı Kardinal Richelieu, sansür yetkisini kilisenin elinden alıp kraliyet makamlarına veriyor. “Bana bir adamın yazdığı altı satırlık bir metni getirin, ben onu idama götürmenin yolunu bulurum,” sözleri de işte bu Richelieu’ye ait.
(…)
Sayfa 50:
“1918’e dek Fransızlar cumhuriyete inanıyorlardı. 1918’den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak, yerine ilk dokunuşta dağılıverecek bir demokrasi hayaleti koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların idare ettikleri oyun ince ve şeytaniydi. Fakat bu oyuna içeride paraları üzerine titreyenler,
iktidar mevkiine susayanlar, bütün hasetçiler, kıskançlar, kabiliyetsizler ve alçaklar kapıldılar. Fransa’nın yaşaması için cumhuriyet batsın diyenler oldu.
Bu suikastçıların kullandığı başlıca silah basın oldu. Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkum olur. Çünkü hakimiyete sahip olan millet eğer doğru haber alamazsa hakimiyetini
serbestçe kullanamaz.” Pierre Lazareff
(…)
Sayfa 120-121:
İngiliz Propaganda Örgütü Wellington House’un Sıra Dışı Faaliyetleri Halkı savaşa girme fikrine alıştırmak görevini üstlenen Ulusal Vatanseverler Birliği adında bir sivil toplum örgütü.
(…)
Sayfa 126:
Oysa Rusya’nın 1915 yılında Almanya’yla yürüttüğü savaş sırasında Yahudilere karşı yaptığı katliam nedeniyle Amerika’daki itibarı çok düşüktü. İngilizler Amerika’daki Yahudi lobisinin baskısıyla Amerikan Hükümeti’nin Rusya’yla aynı safta savaşa katılmayı kabul etmeyeceğinden kaygı duyuyorlardı. Böyle bir ihtimali önlemenin yolu, Türklerin Rusların yaptığından daha da vahim bir katliam yaptığı iddiasını Amerikan kamuoyuna sunmaktı. İşte İngiliz Propaganda teşkilatı Wellington House’un Türklerin Ermenilere karşı soykırım yaptığı iddiasını en önemli propaganda malzemelerinden biri yapmasının arkasındaki gerekçe buydu.
(…)
Sayfa 141:
Ermenistan’ın ilk başbakanı Ovannes Kaçaznuni özetle şunları vurguladı:
·         Gönüllü silahlı birliklerin oluşturulması hataydı.
·         Kayıtsız şartsız Rusya’ya bağlanılması doğru değildi.
·         Türklerden yana olan güç dengesi hesaba katılmamıştı.
·         Tehcir kararı amacına uygundu.
·         Türkiye savunma içgüdüsüyle hareket etmişti.
·         Taşnaklar Ermenistan’da bir diktatörlük kurmuşlardı.
·         Müslüman nüfusu katletmişlerdi.
·         Ermeni terörü Batı kamuoyunu kazanmaya yönelikti.
·         Taşnak yönetimi dışında suçlu aranmamalıydı.
·         Taşnak Partisi’nin siyasi intihardan başka yapacağı bir şey yoktu.
(…)
Sayfa 144:
1984 yılında büyük bir Fransız şirketi Dışişleri Bakanı Büyükelçi Vahit Halefoğlu’na Mersin’de yapılması tasarlanan nükleer santral projesi için çok cazip bir teklif getirdi.
Vahit Halefoğlu bu önerileri dinledikten sonra kendilerine şunları söyledi:
“Projeniz gerçekten çok cazip. Ama siz bu odadan ayrıldıktan sonra ben bu projenizi şu çöp sepetine atacağım. Çünkü siz Ermeni terör örgütlerine bu kadar müsamaha gösterirken, ben Fransa’dan gelecek hiçbir projeyi hükümetime teklif bile edemem.”
İki hafta sonra Galatasaray Lisesi’nin eski öğretmenlerinden Etienne Manaque, Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın özel temsilcisi olarak geldi:
“Bu konuda hata yaptığımızı kabul ediyoruz. Bundan sonra Fransa’da Ermeni teröristlere en küçük bir müsamaha bile gösterilmeyecektir.”
(…)
Sayfa 172:
Goebbels’in bütün bu örgütleri kendi denetimine alması kolay olmamış, bu iş çok uzun zaman almış, her zaman da başarılı olamamıştır. Özellikle savaş yıllarında Silahlı Kuvvetler, propaganda alanındaki yetkilerini devretmek istememiştir. Birbirlerine karşı güvensizlik duyan üst düzey yöneticiler, kendilerine rakip gördüklerinin dosyasını tutmaktadır.
(…)
Sayfa 174:
SA (Sturmabteilung) tasfiyesi sırasında öldürülenler arasında Başbakan Yardımcısı von Papen’in destekçileri de vardır. Von Papen’in kendi makam odasına bile girmesine izin verilmez. Artık onun istifa etmekten başka seçeneği kalmamıştır. SA’ların büyük ölçüde tasfiyesine yol açan o geceye “uzun bıçaklılar gecesi” denilmektedir. Daha sonraki yıllarda von Papen Ankara’ya büyükelçi olarak atanır. Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg 2 Ağustos 1934 tarihinden ölür. Cumhurbaşkanlığı makamı başbakanlıkla birleştirilecek ve Hitler her iki makamın birden yetkilerini üstlenecektir.
(…)
Sayfa 186-187:
Savaş yıllarında Hitler’in izlediği propaganda stratejisi şu esaslara dayanıyordu:
·         Halkı sürekli olarak propagandalarla meşgul etmek, propaganda kampanyasının soğumasına izin vermemek.
·         Hiçbir zaman hata yaptığını kabul etmemek.
·         Hasmınızın herhangi bir konuda, en önemsiz meselelerde bile haklı olabileceğini söylememek.
·         Yaptıklarınızdan başka seçenekler de olabileceğini hiçbir zaman kabul etmemek.
·         Size yönelik suçlamaları içeriği ne olursa olsun derhal reddetmek.
·         Her defasında tek bir düşmanı karşınıza almak ve bütün kötülükleri ona yüklemek.
·         Halkın her zaman büyük bir yalana küçük bir yalandan daha kolay inanabileceğini unutmamak.
·         Yalanı sürekli olarak tekrarlarsanız, halkın sonunda bu yalanı doğru kabul edeceğini hatırdan çıkarmamak. George Orwell’in 1984 adlı kitabında da “büyük yalan” teorisinin örneklerine rastlanır.
(…)
Sayfa 240:
Savaştan sonra bu örgütler yeni bir kimlik kazandılar ve büyük ölçüde Türk-alman dostluğuna ve işbirliğine hizmet eden kuruluşlar haline geldiler. Örneğin Teutonia Derneği, 1954 yılında ismini Alman Kulübü olarak değiştirdi. Bonn’da da “Alman-Türk Toplumu” adında bir dostluk derneği kuruldu. Almanya başbakanlığı görevini üstlenecek olan Adenauer de, derneğin üyeleri arasındaydı. Türkiye’deki propaganda faaliyetleri sadece basını ve radyoyu etkilemekten ibaret değildi. Her uygun ortamda broşürler dağıtılıyor ve “fısıltı gazetesi” denilen yöntemle çeşitli rivayetlerin topluma yayılmasına çalışılıyordu. İngilizlerin faaliyetlerini Special Operations Executive (SOE) denen kuruluş yönetiyor, Alman istihbaratını ise Deutsche Nachrichtenbüro (DNB) idare ediyordu.
(…)
Sayfa 251:
Savaş yıllarında Ankara, propaganda savaşının yanı sıra casusluk savaşının da merkezlerinden biri haline gelmişti. 1942’de İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Sir Hughe Knatchbull-Hugessen’in hizmetkarı olarak görevlendirilen Arnavut asıllı Elyesa Bazna, büyükelçinin odasında ele geçirdiği bazı çok gizli belgeleri … 20.000 sterlin karşılığında sattı. Almanlar tarafından Çiçero kod adı verilen Bazna’nın ulaştırdığı belgeler arasında, İngiltere’nin Türk havaalanlarından Romanya’daki petrol tesislerini bombardıman etmek için yararlanmaya çalıştığı yolunda bilgiler içeren belge ve fotoğraflar da yer almaktaydı. Alman istihbarat servisleri Çiçero’ya yaptığı bütün hizmetlerin karşılığında 300.000 sterlin ödedi. Ancak bu paraların Almanlar tarafından İngiliz ekonomisini çökertmek için bastıkları sahte paralar olduğu anlaşıldı.
Çiçero savaştan sonra Federal Alman Hükümeti’ne bir tazminat davası açtı.
Sonunda kendisine küçük bir ödemede bulunuldu. Çiçero, 1970 yılında Münih’te yoksulluk içinde öldü. http://tr.wikipedia.org/wiki/Elyesa_Bazna
(…)
Sayfa 255-256-257:
Dünyanın en ünlü ajanslarından biri Associated Press.
Dünyada yaşayan insanların yaklaşık yarısının her gün Associated Press kaynaklı bir haberi okuduğu veya gördüğü söyleniyor. 7 Mayıs 1945’te Almanlar Almanlar Fransa’ nın Reims şehrindeki küçük bir okulda Müttefiklere teslim oluyorlar. Bu önemli haberi dünyaya duyurmak gerekir. Ancak sansür makamları buna henüz izin vermiyorlar.
Çünkü Reims’teki teslim töreninde savaşın galiplerinden Sovyetler Birliği’nin temsilcileri yoktur. 16 gazeteci Reims’e bu tarihi ana şahit olmak için götürülür. Hepsi sansürün bu yasağına uyarlar. Biri dışında! AP’nin Paris temsilcisi Edward Kennedy.
1851 yılında Berlin’de kurulan Reuters Haber Ajansı’nın tarihinde uyulmasına özen gösterilen bazı ilkeler var. Örneğin Reuters hiçbir zaman terörist kelimesini kullanmamakla ünlü. Ama uygulamada bu ilkeden sapmalar olduğu görülüyor.
Örneğin 1995 yılında Oklahoma’daki bombalama olayında ve 2001 yılında New York’taki ikiz kulelere saldırı düzenlendiğinde ajans “terör” kelimesini kullanmış.
7 Temmuz 2005 tarihinde Londra’daki bombalama olayında da bu kelime kullanılmış.
(…)
Sayfa 269-71:
İşin ilginç tarafı McCarthy’nin, Kennedy ailesiyle yakın ilişkiler içinde olmasıydı.
Başkan Kennedy’nin babası Joseph P. Kennedy de şiddetli bir komünizm düşmanıydı ve McCarthy’yi sık sık evine davet ederek ona yakınlık gösteriyordu.
(…)
Sayfa 279:
John Kennedy, 1960 yılında başkanlığa seçilince USIA’nın çalışmalarına büyük önem verdi. http://en.wikipedia.org/wiki/United_States_Information_Agency
Bu ajansın başına saygın bir gazeteci olarak tanınan ve McCarthy’yi eleştirmekle ün yapan Edward R. Murrow getirildi.
(…)
Sayfa 366-367:
Yeni hükümetin başbakanı Mesut Yılmaz, meclis kürsüsünden eski hükümeti eleştirdi.
O hükümet Kardak konusunda yanlış iş yapmıştı ve bürokratların etkisi altına girerek gereksiz bir risk almıştı. Bu sözler, Kardak krizi sırasında görevde olan hükümetin Dışişleri Bakanı Deniz Baykal’ın yaptığı etkili bir konuşmayla cevaplandırıldı.
Roma’da dışişleri yetkilileri, talebimize rağmen o hukukçuyu karşımıza çıkarmadılar.
“Biz Mussolini dönemini hiçbir şekilde savunmayız. Kaldı ki İtalyan Hükümeti’nin Kardak’ın Yunanistan’a ait olduğu yolunda bir görüşü de yoktur.” dediler.
(…)
Sayfa 382:
Ancak Amerika’nın o sırada böyle gerekçeleri dinleyecek hali yoktu. Türk Hükümeti’nin verdiği bir vaat yerine getirilmemişti. Ve Amerika buna karşı tepkiliydi. Üstelik onlar, meclisin bu kararından askerleri sorumlu tutuyorlardı. ABD Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni “Meclise liderlik yapmadığı için” eleştiriyordu.
(…)
Sayfa 390:
Hitler diyor ki, “Söylenen yalan o kadar büyük olmalı ki, hiç kimsenin aklına bu kadar büyük bir yalan uydurulabileceği gelmemeli.”
(…)
Sayfa 403:
İsrail Merkez Komutanlığı, Kibya köyüne saldırılmasını ve orada yaşayan herkesin öldürülmesini emretmişti. Daha sonra başbakanlığa kadar yükselecek olan Binbaşı Ariel Şaron, bu emri yerine getirmekle görevliydi. Bu insanlık dışı saldırı duyulunca İsrail’e karşı bütün dünyada daha önce görülmemiş bir tepki ve protesto hareketi oluştu.
(…)
Sayfa 438:
Berlusconi yayın hayatına atıldıktan beş yıl sonra 58.3 milyon dolarlık bir servete sahip oldu. Daha sonra Mediaset adlı yayın kuruluşunu kurdu ve Milan kulübünü satın aldı.
Kısa zamanda serveti 6.2 milyar dolara ulaştı. Forbes dergisine göre Berlusconi artık dünyanın en zengin 194. kişisiydi. Elindeki basın gücünün de etkisiyle dünyanın en etkileyici 12. şahsiyeti sayılıyordu.
(…)
Sayfa 440:
Murdoch İngiliz basın sektöründe güçlü bir yer edindi. Onun sahibi olduğu The Sun gazetesinin tirajı 1967 yılında 10 milyona ulaştı. Murdoch İngiltere’nin iç siyasetinde de etkili olmaya başladı. 1980’li ve 1990’lı yıllarda Başbakan Margaret Thatcher’e destek verdi. Onun döneminin kapanmasından sonra bu defa Tony Blair’in İşçi Partisi’nin yanında yer aldı. Murdoch Avustralya’da olduğu gibi İngiltere’de de siyasi eğilimlerini değiştirmekle tanınıyordu. Tony Blair’i desteklemekten vazgeçip David Cameron’ın Muhafazakar Partisi’nin yanında yer aldı. İskoçya’da ise Murdoch’un gazeteleri bağımsızlıkçı İskoç Ulusal Partisi’ne destek vermeye başladı.
(…)
Sayfa 467:
Basın adeta bu davaların bir parçası olmuştu. Neredeyse her gece televizyon ekranları bir mahkeme haline getiriliyor, şiddetli tartışmalara sahne oluyordu. Sorunun uluslararası boyutuna değinen pek yoktu. Son yıllarda Türkiye’de yaşanan bazı gelişmeler büyük devletleri memnun etmemişti. 1 Mart tezkeresinin mecliste kabul edilmemesi, Türkiye’yle Amerika arasında Dubai’de imzalanan anlaşmanın muhalefetin itirazları nedeniyle onay için meclise sunulamaması, Ermeni protokollerinin aynı şekilde engellenmesi, 2005 yılında AB’yle imzalanan belgenin onay için meclise getirilememesi, Patrikhane’nin taleplerinin bir türlü karşılanamaması bu devletleri çok rahatsız ediyordu. Onlar 1 Mart (AS: 2003) Tezkeresi’nin Meclis’ten çevrilmesinden askerleri sorumlu tutuyorlardı.

MONTRÖ SÖZLEŞMESİ

Dostlar,

Bilindiği gibi Lozan görüşmelerinde Türk tarafıın 2 temel kırmızı çizgisi
Batı’nın Kapitülasyonların sürdürülmesi istemi ve Doğu Anadıolu’da
Ermeni yurdu kurulması idi. Mustafa Kenal Paşa’nın, Dışişleri Bakanı ve
Başdelege İsmet Bey‘e yönergesi bu yönde idi. Öbür sorunlar zamanla çözülebilirdi. Kaldı ki, askeri barındıracak bir “dam altı” bile elde kalmamıştı. Bu bakımdan makul
ve hızlı bir barışa el mahkum idi.

Atatürk‘ün gerçekçiliğini tarih 1 kez daha kanıtladı. 1936’da, yaklaşan 2. Büyük Paylaşım Savaşı koşullarının Batı’yı ve müttefikleri Sovyetleri Almanya karşısında sıkıştırması nedeniyle, Montrö Boğazlar Sözleşmesi büyük ölçüde Türkiye’nin istemlerine uygun olarak bağıtlanabildi. Hatay sorunu da  Yüce Atatürk’ün yaşamda iken üstün ve usta çabaları ile çözüm yoluna girdi ve kendisinin Hak’ka yürümesini izleyen yıl (1939) Hatay Cumhuriyeti anavatan Türkiye’ye katılma kararı aldı.

Yüce Atatürk‘ü ve en yakın dava ve silah arkadaşı İsmet İnönü ile tüm
Kurtuluş Savaşı şehit ve gazilerini, emek verenlerini sonsuz bir şükranla anmaktayız..

Aşağıda, 20 Temmuz 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin 77. yılında, deneyimli ve birikimli dşplomat Sayın Onur Öymen’in yazısını paylaşıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
20.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================

MONTRÖ SÖZLEŞMESİ

portresi2

 

ONUR ÖYMEN
E. Büyükelçi

 

 

Türk boğazları, taşıdıkları stratejik önem dolayısıyla daima büyük devletlerin ilgisini çekmiştir. Karadeniz’e kıyısı olmayan devletler Boğazlardan sınırsız geçiş hakkına sahip olmak istemişler, başta Rusya olmak üzere Karadeniz’e kıyısı olan devletler, diğer devletlerin savaş gemilerinin boğazlardan geçmesini engellemek istemişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme dönemine kadar genel kural, padişahın fermanı olmadıkça boğazların bütün yabancı devletlerin gemilerine kapalı olacağı kuralıydı.
Büyük Petro döneminden itibaren Rusya, dünyaya egemenliğini yayma hedefi doğrultusunda sıcak denizlere açılma politikası izlemeye başladı.
Bunun en önemli yollarından biri Türk Boğazlarına hakim olmaktı.

Çariçe Katerina zamanında, 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu’yla Rusya arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması Boğazlarla ilgili eski düzeni değiştirdi. Osmanlı İmparatorluğu artık eski gücünü kaybetmekte ve büyük devletlerin taleplerine karşı direnç gösterememekteydi. Küçük Kaynarca Antlaşmasına göre Rus gemileri istedikleri zaman Boğazlardan geçebilecekler ve Osmanlı limanlarında konaklayabileceklerdi.

18. Yüzyılın son yıllarında Napolyon‘un Doğu Akdeniz için bir tehdit oluşturmaya başlaması üzerine Osmanlı İmparatorluğu  ile Rusya arasında 1805 yılında  imzalanan bir sözleşmede Karadeniz’in bütün yabancı savaş gemilerine kapatılması kuralı yer aldı. Bu kuralın ihlali savaş sebebi sayılacaktı. Ancak bir yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu Batı Avrupa ülkelerinin talepleri doğrultusunda bu sözleşmeyi iptal etti.
1809 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere arasında imzalanan Sözleşmeyle Osmanlı İmparatorluğunda başından beri uygulanan ve yukarıda sözü edilen kurala dönüldü.

1833 yılında durum yeniden değişti. Rusya’nın ağırlığı arttı. O yıl Osmanlı İmparatorluğu’yla Rusya arasında imzalanan Hünkar İskelesi Antlaşmasıyla Çanakkale Boğazı yabancı savaş gemilerine kapatıldı. Bu Rusya’nın kendi güvenlik çıkarları için öteden beri hedeflediği bir durumdu. Osmanlı İmparatorluğu zayıfladıkça bu gibi taleplere karşı koyamaz hale gelmişti.

Mısır’da Mehmet Ali Paşa isyanının bastırılmasına yardımcı olan İngiltere’nin baskısıyla bu defa Boğazlarla ilgili yeni bir düzenleme getirildi. Osmanlı  İmparatorluğuyla İngiltere arasında 1840 yılında imzalanan Londra Antlaşması ve bir yıl  sonra, 1841’de Fransa’nın da katılımıyla imzalanan
“Boğazlar Sözleşmesi” ilk defa olarak Boğazlardan geçiş rejimi çok taraflı bir antlaşmaya bağlandı. Artık Boğazlardan geçiş  uluslararası kurallara göre düzenlenecekti.

Bu sözleşmeye göre;
Boğazlar Osmanlı egemenliğinde kalacak, ancak, savaş zamanında bütün devletlerin savaş gemilerine kapalı, ticaret gemilerine açık olacaktır.

Bu sözleşme de çok uzun ömürlü olmadı. Rusya’nın Eflak Boğdan‘ı işgal etmesi üzerine Batı Avrupa devletleri savaş gemilerini Boğazlar üzerinden Karadeniz’e gönderdiler. Rusya bunun 1841 tarihli Boğazlar Sözleşmesinin ihlali olarak gördüğünü ilan etti  ve bunu Kırım Savaşı için bir bahane gibi kullandı.. Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere ve Fransa’yla beraber Rusya’ya karşı kazandığı Kırım Savaşı’ndan sonra

1856 yılında Paris Sözleşmesi imzalandı.

Bu Sözleşmenin önemli maddeleri arasında bölgesel güç dengelerini en çok etkileyen, Karadeniz’i tümüyle askerden arındıran madde olmuştur. Osmanlı’nın eski kuralı olan ve 1841 Boğazlar sözleşmesiyle pozitif hukuk kuralı haline gelen, yabancı savaş gemilerinin Boğazlara girişinin yasaklanması da 1856 Antlaşmasını imzalayan ülkeler tarafından tekrar onaylandı.

1856 ile 1870 yılları arasında Avrupa’daki güç dengeleri değişmeye başlamıştı. Değişen dünya koşullarında İngiltere artık Osmanlı İmparatorluğuna karşı mesafeli bir politika izlemekteydi. Rusya Balkanlarda daha da güç kazanmış Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da Osmanlı İmparatorluğuna karşı baskıcı bir politika izlemeye başlamıştı. Aslında, Rusya Karadeniz’in tekrar askerden arındırılmasını istiyordu. Ancak bu ülkelerin Boğazlarla ilgili beklentileri farklıydı. Bu nedenle 1871 yılında imzalanan Londra Sözleşmesi’nde Osmanlı İmpartorluğu’nun eski  kuralı yeniden kabul  edildi. Osmanlı Devleti kendi güvenliği açısından gerektiğinde istediği gibi
“dost veya müttefik” güçlerin savaş gemilerine Boğazları açabilecekti.

Birinci Dünya Savaşı bütün dengeleri yeniden değiştirdi. İngiltere açısından
bu savaşta Almanya’ya karşı müttefiki olan Rusya’nın lojistik ve askeri açıdan desteklenmesi büyük önem taşıyordu. Bunun için Çanakkale geçilmeliydi..
Çanakkale savaşları Osmanlı İmparatorluğu açısında dünyanın en büyük devletlerin donanmalarına ve silahlı kuvvetlerine karşı verdiği büyük bir savaş oldu. Düşman kuvvetlerini Boğazlardan geçirmemeye kararlı olan Türkler, Atatürk’ün askeri dehası sayesinde büyük bir zafer kazandı. Bu savaşta her iki tarafın toplam kayıpları
yarım milyona yaklaştı,

Osmanlıların Boğazları bütün gemilere kapatmış olması, Rusya’yı da, ona yardım göndermek isteyen müttefik ülkeleri de zor durumda bıraktı. Rusya’nın deniz gücü  de fiilen Karadeniz’e hapsedildi.

Osmanlı İmparatorluğu Çanakkale’de kazandığı zafere rağmen Birinci Dünya Savaşının mağlupları arasında yer aldı. Artık Boğazlar İngiltere’nin ve müttefiklerinin kontrolüne geçmişti. Savaştan sonra Osmanlı İmparatorluğu ile galip devletler arasında imzalanan Sevr Antlaşması tarih boyunca Osmanlılara karşı dayatılmış en aşağılatıcı antlaşmaydı. Sevr Anlaşması’nın Boğazlar ile ilgili hükümleri 37-61. maddelerde
yer alır. Bu maddelerde şu hükümler bulunmaktadır:

Çanakkale ve İstanbul Boğazı Marmara da dahil olmak üzere, Boğazlardan geçiş barışta ve savaşta, hangi devlete ait olursa olsun, her türlü harp ve ticaret gemilerine açık olacaktır,

Bu geçiş serbestliğinin sağlamması için, Osmanlı İmparatorluğu  Boğazların denetimini çok geniş yetkileri olan bir Boğazlar Komisyonu’na bırakmayı kabul etmiştir. Komisyonun bağımsız bir bayrağı ve yönetimi olacaktı. Komisyon üyeleri İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya’dan oluşuyordu. Rusya, Türkiye, Yunanistan ve Bulgaristan da Milletler Cemiyeti‘ne üye olurlarsa Komisyona girebileceklerdi. Komisyon Başkanı,
iki yılda bir dört büyük devlet arasında değişecekti ama Türkiye Komisyon Başkanı olamayacaktı. Fransa, İngiltere ve İtalya, Türk Boğazları dolaylarındaki silahtan arınmış bölgede müştereken asker bulundurabileceklerdi. Osmanlı İmparatorluğu’nun Boğazlar üzerindeki egemenlik hakları fiilen sona ermişti.

İşte İstiklal Savaşı sonunda kazanılan zafer Türklerin kötü talihini yenmelerini sağladı ve Sevr Antlaşması bir bütün olarak tarihin çöplüğüne gönderildi.

Sevr Antlaşmasından yalnızca üç yıl sonra imzalanan Lozan Antlaşması dengeleri tümüyle değiştirdi. Lozan, 1. Dünya Savaşında mağlup olmuş bir ülkenin galiplerle
tam eşitlik koşullarında imzaladığı ve isytemlerini büyük ölçüde kabul ettirebildiği
tek antlaşmadır.

Lozan’da imzalanan Boğazlar Sözleşmesi, Antlaşmanın 23. maddesine göre genel antlaşmanın bir parçası sayılmıştır. Lozan’a taraf olmayan Rusya ve Bulgaristan da
bu Sözleşmeyi imzalamışlardır. Lozan’ın eki olan Boğazlar Sözleşmesinde özetle
şu hükümler yer almaktadır:

Ticaret Gemileri ve uçakları barış zamanında Türk Boğazlarından geçiş serbestliğine sahip olacaklardır. Savaş gemileri ve uçakları barış zamanında Boğazlardan geçiş serbestisine sahiptir; ancak Karadeniz yönüne geçişte savaş gemileri için sınırlama vardır. Savaş zamanı: Türkiye, Savaşan taraf değilse tarafsızlık haklarını geçişi engelleyecek şekilde kullanamaz; Türkiye Savaşan taraf ise; tarafsız devletlerin
ticaret gemileri düşmana yardım götürmemek şartıyla geçebilirler; savaştığı devletin gemilerine karşı Türkiye, her türlü hakkını kullanabilir.

Boğazlar çevresinde belirli bölgeler askerden arındırılmıştır.
Antlaşmanın öngördüğü düzene uyulmasını başkanının Türk olduğu bir komisyon denetleyecektir.

Lozan’da sağlanan sonucun yukarıda özetleyen yüz yıldaki gelişmelerin ışığında değerlendirilmesi halinde bunun büyük bir başarı olduğu görülecektir.
Gene de bu koşullar Türkiye’nin egemenlik hakları açısından kısıtlamalar getiriyordu.  Boğazlar Bölgesi askerden arındırılmaktaydı ve bu bölgenin
nasıl savunulacağı belli değildi.

Türkiye bu belirsizliğin giderilmesi ve egemenlik haklarının güçlendirilmesi için büyük bir diplomatik mücadele verdi. Yeni bir dünya savaşının yaklaşmakta oluşu ilgili ülkelerin Türkiye’nin talep ve beklentileri doğrultusunda yeni bir sözleşme imzalanmasını
kabul etmeleri sonucunu doğurdu.

20 Temmuz 1936 tarihinde İsviçre’nin Montrö kentinde, 20 Temmuz 1936 tarihinde Türkiye, Bulgaristan, Fransa, İngiltere,Yunanistan, Japonya,Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya tarafından imzalanan Montrö Sözleşmesi özetle şu hükümleri içeriyordu:

Taraflar, Boğazlar’da ticaret gemilerinin geçiş özgürlüğü ilkesini kabul ederler.
Barış zamanında, ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun,
hiçbir formalite olmaksızın, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.
Bu gemiler transit geçerlerken, Sözleşmede öngörülen vergilerden ve harçlardan başka, hiçbir vergi ya da harç ödemeyeceklerdir. Savaş zamanında, Türkiye savaşan taraf değilse, ticaret gemileri, bayrak ve yük ne olursa olsun, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.

Savaş zamanında, Türkiye savaşan tarafsa Türkiye ile savaşta olan bir ülkeye bağlı olmayan ticaret gemileri, düşmana hiçbir biçimde yardım etmemek koşuluyla, Boğazlar’da geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır. Bu gemiler Boğazlar’a gündüz girecekler ve geçiş, her seferinde, Türk makamlarınca gösterilecek yoldan yapılacaktır.
Barış zamanında, hafif su üstü gemileri, küçük savaş gemileri ve yardımcı gemiler bayrakları ne olursa olsun, Boğazlar’dan geçiş özgürlüğünden yararlanacaklardır.
Yukarıdaki fıkrada belirtilen sınıflara giren gemiler dışında kalan savaş gemilerinin ancak Sözleşmede öngörülen özel koşullar içinde geçiş hakları olacaktır.
Karadeniz’e kıyıdaş Devletler, Sözleşmede öngörülen tonajdan yüksek bir tonajda bulunan savaş gemilerini Boğazlar’dan geçirebilirler; ancak bu gemiler Boğazlar’ı ancak tek başlarına ve ençok iki torpido eşliğinde geçerler.
Karadeniz’e kıyıdaş Devletler, bu deniz dışında yaptırdıkları ya da satın aldıkları denizaltılarını, tezgaha koyuştan ya da satın alıştan Türkiye’ye vaktinde haber verilmişse, deniz üslerine katılmak üzere Boğazlar’dan geçirme hakkına
sahip olacaklardır.

Söz edilen Devletlerin denizaltıları, bu konuda Türkiye’ye ayrıntılı bilgiler vaktinde verilmek koşuluyla, bu deniz dışındaki tezgahlarda onarılmak üzere de Boğazlar’dan geçebileceklerdir. Gerek birinci gerek ikinci durumda, denizaltıların gündüz ve su üstünden gitmeleri ve Boğazlar’dan tek başlarına  geçmeleri gerekecektir.

Savaş gemilerinin Boğazlar’dan geçmesi için, Türk Hükümetine diplomasi yoluyla
bir önbildirimde bulunulması gerekecektir. Bu önbildirimin olağan süresi sekiz gün olacaktır; ancak, Karadeniz kıyıdaşı olmayan Devletler için bu sürenin 15 güne çıkartılması öngörülmüştür.

Boğazlar’dan transit geçişte bulunabilecek bütün yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek toplam tonaji 15.000 tonu aşmayacaktır. Bununla birlikte, bu kuvvetler 9 gemiden çok gemi içermeyeceklerdir. Boğazlar’da transit olarak bulunan savaş gemileri, taşımakta olabilecekleri uçakları hiçbir durumda, kullanamayacaklardır. Karadeniz kıyıdaşı olmayan Devletlerin barış zamanında bu denizde bulundurabilecekleri toplam tonaj aşağıdaki gibi sınırlandırılmıştır.

Sözü geçen Devletlerin toplam tonaji 30.000 tonu aşmayacaktır; Karadeniz’in en güçlü donanmasının tonajı işbu Sözleşmenin imzalanması tarihinde bu denizde en güçlü olan donanmanın tonajini en az 10.000 ton aşarsa 30.000 tonluk toplam tonaj aynı ölçüde ve ençok 45.000 tona varıncaya değin arttırılacaktır.

Karadeniz’e kıyıdaş olmayan Devletlerden herhangi birinin bu denizde bulundurabileceği tonaj, yukarıdaki toplam tonajin üçte ikisiyle sınırlandırılmış  olacaktır.
Bununla birlikte, Karadeniz kıyıdaşı olmayan bir ya da birkaç Devlet, bu denize insancıl bir amaçla deniz kuvvetleri göndermek isterlerse, toplamı hiçbir varsayımda 8.000 tonu aşmaması gerekecek olan bu kuvvetler, Sözleşmede öngörülen önbildirime gerek duyulmaksızın, belirli koşullarda Karadeniz’e girebileceklerdir.

Karadeniz’de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan Devletlerin
savaş gemileri bu denizde 21 günden çok kalamayacaklardır.

Uluslararası Komisyon’un yetkileri Türkiye Cumhuriyeti’ne devredilmiştir.
Bu hükümlerin de gösterdiği gibi, Montrö Sözleşmesi Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarını daha da geliştirmiştir.