Etiket arşivi: Evkaf ve Şer’iye vekaletinin ilgası

Prof. Dr. D. Ali ERCAN : ŞERİAT (Güncellenmiş..)


Dostlar
,

Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan, ŞERİAT başlıklı çok önemli ve çok değerli makalesini güncelleyerek bize de e-ileti ekinde yolladı. Önceki içeriğin dikkate alınmamasını dilemekte. Ancak burada 5 sayfalık uzun yazıyı yeniden dizmek epey zaman alıcı olacak. Bu bakımdan, söz konusu ŞERİAT başlıklı makalenin son biçimini pdf olarak aşağıda sunuyoruz.. Okumak için lütfen tıklayınız..

Şeriat_duzeltilmis_6.5.13

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 7.5.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================

Dostlar,

Aşağıdaki yazıyı, Sayın Duran Aydoğmuş’un Cidde’de doğrudan gözlemlerini içeren yazısıyla birlikte okumanızı öneririz.. 

http://ahmetsaltik.net/duran-aydogmusun-ciddede-islam-fasizmi-gozlemleri/

Sevgi ve saygı ile.
17.4.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================

Prof. Dr. D. Ali ERCAN

portresi

ŞERİAT

Değerli arkadaşlar,

Şeriat “yol, yöntem” anlamında Arapça kökenli bir kelime olup, pratikte,

Toplumsal yaşamın, Hukuk kurallarının, yasaların Din esaslarına göre,
yani Kur’anın emirlerine (ayetler), Peygamberin sözlerine (Hadis) ve davranışlarına göre belirlenişi
demektir.

Dünya nüfusunun yaklaşık beşte birini oluşturan Müslüman Ülkelerin çoğunluğunda
(S. Arabistan, Yemen, İran, Afganistan, Pakistan, Mısır, Sudan, Libya… 20’den çok Ülkede) resmen şeriat hukuku geçerlidir. Çok değişik coğrafyalarda yer alan,
çok değişik kültürel geçmişleri olan ve şimdi antidemokratik Şeriat yasalarıyla yönetilen bu Ülkelerin temel ortak özellikleri bilimsel alandaki geri kalmışlıklarıdır.

Bu İslam ülkelerinin Çağdaş Dünyaya bilim, teknoloji, sanat alanında hemen hemen hiçbir katkıları ve ağırlıkları yoktur. İnsani Gelişmişlik İndeksi (HDI) sıralamasında
ve özellikle Kadın hakları konusunda Dünya listesinin en altındaki ülkelerdir.

  • İslamiyet zaten “eşitsizlik” üzerine kurulu bir dindir.

* Her şeyden önce Müslüman olanla Müslüman olmayan insanlar eşit sayılmaz.
(Hatta Müslüman olmayanların katli vaciptir, yani öldürülmeleri arzu edilir..) 

* Müslümanlardan Arap olanlarla Arap olmayanlar da eşit değildir; Örneğin Türkler
(70 yıl süren soykırım vahşeti karşısında çaresiz, kalıp zorunlu olarak) Müslüman olduktan sonra bile Araplar tarafından ikinci sınıf Müslüman görüldüler ve “Malawi” diye adlandırıldılar.

* Müslüman-Arap olanlar içinde de Kureyş kabilesinden (Kureyşi) olanlarla olmayanlar eşit değillerdir. Kureyşi olanlardan Ehl-i Beyt olanlarla (Peygamber ailesi)
Ehl-i Beyt olmayanlar eşit değildir.

* Kadınlar Erkeklere eşit değildir (Bkz. ilgili Kur’an ayetleri) köleler, cariyeler vs. vs.

Türk-İslam sentezcilerinin, bilimsel geri kalmışlık kompleksiyle sarıldıkları ve
“Büyük Türk âlimi” (?) diye tanıttıkları İbn-i Sina bile Al-Şifa” adlı meşhur tıp kitabının önsözünde İslam’a ve İslam peygamberine methiyeler düzdükten sonra “kavm-i necip (seçilmiş, üstün kavim) Araptır, öbür kavimler (tabii Türkler de) Araplara hizmet için yaratılmışlardır.” demektedir. (Biz de bu adamı onurlandırmak için adına hastane  açıyoruz.)

Değerli arkadaşlar,

Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde Laik bir Cumhuriyet olarak kurulmuştur.

  • Laik Devlet yönetimi din esaslarına göre değil, akıl ve bilimin ışığında yürür.
  • Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir.” der,

Büyük Atatürk. İşte tam da bu nedenle, yani  Devlet yönetiminde inancı, vahiy ve dogmaları değil, aklı ve bilimi rehber alışı nedeniyle, yobazlar Mustafa Kemal’e ve Laik Türkiye Cumhuriyetine yıkıcı, kıyıcı düşmandırlar… Demokratik özgürlüklerden, yöneticilerin öngörüsüzlüğünden ve yanlışlarından alabildiğine yararlanarak yürüttükleri sinsi politikalarla Laik Cumhuriyeti yok etmek noktasına kadar gelmişlerdir.

DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) tarafından yönetilen 80 bini aşkın Cami,

toplumu dönüştürme merkezleri olarak işlev görmekte, Kuran’ı yorumlamak adına “Fetwa” lar yayınlanmakta, çocuk yaştaki genç beyinlere İslami yaşam tarzı, yani Şeriat Devlet düzeninin düşünsel altyapısı işlenmektedir. Çoğunluğu babaların, kocaların dayatması ile de olsa, belli bir maddi çıkar karşılığı da olsa, bugün için Türkiye’de kadınların %60 kadarı “Türban” denen siyasal simgeyi kullanır hale gelmiştir.
Erkek zorlamasıyla takanların pek çoğunun aslında Atatürk ve Cumhuriyet karşıtı olmadıklarını söyleyebiliriz, ama ne yazık ki yeterli bilgileri, “hayır” diyecek güçleri, medeni cesaretleri yok.

Türban

  • Bu tarz giyim kuşam aslında ne Kur’an da öngörülmüştür
    ne de bizim milli geleneklerimizde vardır. 

Kuran’da söylenen sadece “edep yerlerinin örtülmesi”dir. (1400 yıl öncesinin Arabistan çöl ikliminde Güneşe ve Kuma karşı gözlerini, kulaklarını korumak amacıyla başlarına aldıkları ve vücutlarını sarıp sarmaladıkları örtülerini özensiz kullanarak cinsel organlarını saklamayanlar uyarılıyor yalnızca..)

ABD Emperyalizminin Sovyetlere karşı planladığı “İslami kökten-dinci Yeşil Kuşak” Projesinin bir uygulaması olarak, ilk önce Mısır’da 1970’lerde başlatılan ve sonra Türkiye’nin başına sardırılan bu Türban; Türkiye’de  Laiklik, Cumhuriyet ve Atatürk  karşıtlığının siyasal simgesidir. Ülkemizde türban takanların yarısına yakını maalesef baba ve koca baskısıyla ve geri kalanın da yarısı maddi çıkar karşılığı takıyor. İnanarak (?!) Türban takanlar yaklaşık dörtte bir oranındadır.

Değerli arkadaşlar,

Tabii ki, Demokratik ve Laik bir Ülkede Yurttaşlar özgürdür; diledikleri gibi giyinebilirler. Kimsenin giyimine kuşamına karışamayız. Bir insanın hayat anlayışı, yaşam tarzı, giyinişi tabii ki, kimseyi ilgilendirmez. Eğer bir kadın “benim keyfim böyle istiyor, başımı bu şekilde bağlıyorum” diyorsa bu onun kişisel tercihidir, elbette söyleyecek tek sözümüz olamaz. Ancak bu hanımefendi “Kuran’ın emri gereği bu örtüyü kullanıyorum.” derse, işte bu çok yanlış ve tehlikeli olur; çünkü Kuran’da, “saçının tek teli bile görünmeyecek şekilde kadınlar başlarını örtecek” diye bir ayet
mevcut değildir.

Dolayısıyla böyle bir iddia, yani “bu tarz baş örtmenin İslami vecibe” olduğu iddiası,
başını örtmeyen kadınların Müslüman olmadıkları anlamını taşır ki, kimsenin böyle bir imada bulunmaya hakkı yoktur. Atatürkçülerin hassasiyeti işte bu noktadadır.
Biz bu tür (siyasal yandaşlık belirten) simgelerle inanan-inanmayan, Müslüman-Laik şeklinde insanlarımızın ayrıştırılmasına ve ötekileştirilmesine karşıyız.

“Dinimin, inancımın gereği…” ezberini inatla sürdüren türbanlılara ne diyebiliriz ki?… Demek ki Atatürk’ü ve laik Cumhuriyeti anlatamadığımız, sevdiremediğimiz, 15-30 yaş arası 1,6 milyon türbanlı genç kızımız var en azından (ve tabii bir o kadar da erkek) yazık, çok yazık!!

Hemen suçu dış güçlere, emperyalist işbirlikçilere yüklemek kolaycılığına kaçmadan, gerçeği açıkça söyleyelim ki, bu durum, kendi yıkılışına yol açan olanakları yaratan, kadroları yetiştiren Cumhuriyet Eğitiminin kurgusal, yönetsel başarısızlığından başka bir şey değildir sonuçta.

Bir YASAK işareti olan bu tarz örtünmeyi bireysel ÖZGÜRLÜK olarak algılayabilen çarpık bir mantıkla, (yasaklara uymak özgürlüğü ??!) beyinleri dumura uğratılmış bu gençler,

Devrim karşıtlarının ele geçirdikleri Cumhuriyet Eğitiminin ürünüdür. Ülkenin bu hale gelmesindeki en etkin Kurum da, kuşkusuz, vatan haini, bölücü, gerici birtakım siyasetçilerle birlikte başta DİB (Diyanet İşleri Başkanlığı) olmuştur. DİB hiçbir tarikatın, hiçbir dinsel akımın zararlı olamayacağı ölçüde, Laik Devlet yapısını, aynı Devletin olanaklarıyla içten içe oyarak, kemirerek tahrip eden, Şeriat altyapısını resmen  kurgulayan, uygulayan bir aracı Kurumdur. DİB içinde yuvalanmış kadrolar,
yıllardan beri Şeriata giden yolları milim milim döşemişlerdir.

Diyanet kaldırılmalıydı !

Değerli arkadaşlar,

1924’te Halifeliğin kaldırılması, Evkaf ve Şer’iye vekaletinin ilgası sonrasında, Mustafa Kemal “palyatif bir önlem” olarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmak zorunda kalmıştı. Büyük Önder, “Laik bir Cumhuriyette Din ve Devlet işlerinin kesinlikle ayrı yürütülmesi gerektiğini, Dinin Devlet işlerine, Devletin de, sınırlı bir denetimin dışında, Din işlerine müdahale etmemesi gerektiğini” tabii ki çok iyi biliyordu.
Ancak o zamanki koşullar böyle bir çözümü zorunlu kılıyordu. Ömür vefa etseydi,
Yüce Atatürk ilk fırsatta bu Kurumu “İslâm’da yönetici Ruhban sınıfı yoktur” diyerek,
ya tümüyle kapatacak ya da Devlet aleyhine her türlü zararlı girişime engel, denetim erkini elde tutmak koşuluyla, Devlet desteğinin, ilgisinin olmadığı başka bir özerk yapıya kavuşturacaktı. Ne yazık ki, olmadı… (gerçek müminler için de kesinlikle böylesi daha hayırlı olurdu.)

İşte Diyanetin bir “Devlet Kurumu” olarak kuruluşunu büyük bir fırsat olarak değerlendiren Cumhuriyet karşıtı, Şeriat yanlısı yobaz takımı, bu Kurumu “üslenilecek bir merkez” olarak gördüler ve en kolay şekilde, bu zayıf noktadan Cumhuriyete “gedik” açabileceklerini anladılar. Diyanet aracılığı ile Devlet bürokrasisine sızıntının yolu açılmıştı. Nitekim 1950 seçiminde Demokrat Parti iktidarı ele geçirince, Devrim karşıtlarının baş ideologlarından Necip Fazıl Kısakürek Atatürk döneminin bitişini (!) sevinçle şöyle haykırıyordu :

“Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,
Ey kahpe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!”

Başından beri, ustaca takiyyelerle bugüne dek güçlenerek gelen, şu anda milyar dolarlara hükmeden Diyanet Vakfıyla, 8 bakanlığın bütçelerinin toplamına denk bütçesiyle, 20 bin kişilik görünen kadrosuyla dizginlenemez bir güce erişmiş olan
bu Kurumun çoktan Devlet’ten kopartılması, Devletle ilişiğinin kesilmesi gerekirdi; Çünkü Laik bir ülkede “Diyanet” gibi garabet bir Devlet Kurumu olamaz;
Laik bir Devletin okullarında Din dersi zorunlu olamaz. Ama ne yazık ki artık çok geç.

Değerli arkadaşlar,

Şeriat tehlikesine karşı mücadelede referansımızı yine Kuran’dan alabiliriz!..
Kur’anın sık yinelenen en önemli iletisi (mesajı) şudur : 

“Ayetlerimizi  anlayasınız  diye  Kur’anı apaçık arapça indirdik.”  der.
(Zuhruf-3, Nur-46, Hac-16, En’am-97….)

Yani bütün ayetler anlaşılsın diye, tek anlamlı ve apaçıktır.. Bir sözden iki ayrı anlam çıkarılmamalıdır (Birtakım şarlatanların söylediklerinin aksine, Kur’anın şifreleri falan olmadığını bizzat Kur’an söylüyor.).  Bunun için de Kur’an Arap dilindedir; diğer bir ifade ile Kur’an Araplar içindir… Çünkü yine aynı Kur’anda  :

* “Kendilerine apaçık anlatabilsin diye, her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik.” denmektedir. (İbrahim suresi 14-4) yine bir başka ayette :

* “Her milletin bir yol göstereni vardır.” denmektedir (Ra’d suresi 13-7)

* Ayrıca, insanların farklı dinlerden olabileceğini ifade eden bir ayet vardır : (109-6) “leküm diynüküm, veliyed-din- senin dinin sana, benim dinim bana” 

Buradan anlaşılan şudur ki; Arap milletinden değilseniz Kur’an hukukunu (şeriatı) uygulamanız gerekmiyor; kendi milletinizden, kendi dilinizden olan bir önderin gösterdiği yoldan gidebilirsiniz, demektir…

Değerli arkadaşlar,

Türk milletinin Büyük Önderi Mustafa Kemal Atatürk;

  • Yaşamda en gerçek yol göstericinin akıl ve bilim olduğunu söylemiştir.

Sevgilerimle..æ

Ek-1 Kuran’da kadınlarla ilgili ayetler  :

TANIKLIK :  Bakara Suresi 282. Ayet :

“…Erkeklerinizden iki tanık tutun… Eğer iki erkek bulunmazsa, bir erkek ve -biri unuttuğunda diğeri ona hatırlatacak- iki kadın olabilir….”

POLİGAMİ : Nisa Suresi 3. Ayet

“… hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz;…”

MİRAS : Nisa  Suresi 11. Ayet :

“ (miras paylaşımı hususunda)  Allah emreder ki: erkek cinsten olana dişi cinsten olanın iki katı pay düşer…”

KÖLELİK : Nisa Suresi 24. Ayet :

“ Ve köle olarak maliki bulunduğunuz eşlerinizin dışında şerefli evli kadınlar da size yasaktır.”

KADINA CEZA : Nisa Suresi 34. Ayet :

“…erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler… Serkeşlik etmelerinden endişelendiğiniz kadınları uyarın, yataklarında onları yalnız bırakın, dövün! size itaat ederlerse daha ileri gitmeyin…”

ÖRTÜNMEK : Nur Suresi 31. Ayet : 

“Mümin kadınlara da söyle… ferçlerinin (cinsel organlarının) örtülü oluşuna dikkat etsinler, başlarına aldıkları örtülerini (memelerini saklayacak şekilde) yakalarının üzerine salsınlar…”

Ek-2

Değerli arkadaşlar,

Newsweek Dergisi tarafından “DÜNYADA KADIN” ekinde kadın hakları ve kadınların yaşam standartları bakımından yapılan kapsamlı bir değerlendirmede, Türkiye 132 ülke arasında Gabon, Zimbabwe, Gambia ve Madagaskar gibi yoksul Afrika ülkelerinin arkasından 87. sırada geliyor. Değerlendirme sağlık, eğitim, ekonomik, politik ve hukuksal veriler üzerinden yapılmış; Türkiye’nin puvanı 100 üzerinden 56,2…  Tartışmasız ilk sıralarda olan ülkeler Dünyanın en gelişkin İskandinav ülkeleri İsveç, Norveç, Finlandiya ve Danimarka.

Genelde listenin sonlarında yer alan Müslüman ülkelere bakacak olursak; Tunus 58, Malezya 63, Endonezya 64, Türkiye 87, Cezayir 88, Mısır 92, Fas 96, İran 97, Suriye 102, Libya 104, Bangladeş 110, Hindistan 112, Suudi Arabistan 115, Nijerya 121, Pakistan 126, Yemen 131 ve Afganistan 132 inci sıradalar.

Sosyal, ekonomik, hukuksal… Hemen her alanda tüm haklarını birçok Avrupa ülkesinin önünde, Cumhuriyetle birlikte 1930’larda kazanmış olan Türk kadınının bugün Dünyada 87. sıralara gerilemiş olması gerçekten çok üzüntü ve
kaygı vericidir. æ

ATATÜRK Artık Hutbelerde Yok!?

Prof. Dr. D. Al ERCAN

portresi

ATATÜRK Artık Hutbelerde Yok!?

Değerli arkadaşlar,

Sözcü Gazetesi yazarı Saygı Öztürk, 23.Mart.2013 tarihli yazısında,
“Hutbelerde artık Atatürk ve Türk kavramlarına yer verilmediğinden” yakınıyor.
Özellikle de  “Atatürk’ün kurduğu bir Kurumun Atatürk’e ihanetini” eleştiriyor.

Atatürk’e ne zaman ihanet edilmedi ki?! İhanet hep oldu, ve hep olacak.
Bunu yadırgamayalım. Emperyalizmin hizmetinde, bölücü-gerici yardakçılar takımı var oldukça ihanet hep olacaktır. Türkiye’de olan bitenleri başından itibaren bilenler için mevcut durumda şaşılacak bir şey yok; Neden mi? kısaca özetleyeyim;

Cumhuriyetin ilan edildiği 29 Ekim 1923’ten bir gün önce, 28 Ekim 1923 Perşembe akşamı Cumhuriyetin yıkılması projesi başlatılmıştı, hem de maalesef,
Mustafa Kemal’in en yakın silah arkadaşlarının da aralarında bulunduğu bir kadro tarafından.

O zaman TBMM’nde 300’den çok milletvekili olmasına karşın bunların yarısına yakını ertesi gün ilan edilecek olan Cumhuriyete “Evet” oyu vermemek için, türlü bahanelerle,  Ankara dışına çıkmışlardı. Cumhuriyet karşıtı kadronun ileri gelenleri (Ali Fuat Cebesoy, Ali Çetinkaya, Rauf Orbay, Refet Bele, Kazım Karabekir, Fevzi çakmak…) korkudan Ankara’dan ayrılamamışlar, ertesi günkü oylamada nasıl davranacaklarını belirliyorlardı:

“Biz yarınki oylamada ‘Evet’ demeliyiz; aksi takdirde Mustafa Kemal bizi halleder;
ama unutmayalım ki O’da bir fanidir, bir gün elbet göçüp gidecektir, işte o zaman meseleyi hallederiz.”  Cumhuriyet, toplantıya katılan 150 küsur milletvekilinin
oybirliğiyle ve alkışlarla kabul ve ilan edilmişti..

Yani, değerli arkadaşlar,

“Cumhuriyeti imha etmek projesi”  Anti-Kemalist Proje, Cumhuriyetin ilanından bir gün evvel başlatılmıştır. O zamanki Laik Cumhuriyet karşıtı kadroların ellerindeki kara-yeşil bayrak bu günlere kadar gittikçe artan bir güçle elden ele taşına geldi.

Halifeliğin kaldırılması, Evkaf ve Şer’iye vekaletinin ilgası sonrasında, o zamanki koşullarda, “palyatif bir önlem” olarak Mustafa Kemal  Diyanet İşleri Başkanlığını kurmak zorunda kalmıştı.  Büyük Önder, “Laik bir Cumhuriyette Din ve Devlet işlerinin kesinlikle ayrı yürütülmesi gerektiğini, Dinin Devlet işlerine, Devletin de, sınırlı bir denetimin dışında, Din işlerine müdahale etmemesi gerektiğini” tabii ki, çok iyi biliyordu.

Ancak koşullar böyle bir çözümü zorunlu kılıyordu.  Ömrü vefa etseydi, Yüce Atatürk,
ilk fırsatta bu Kurumu “İslâm’da yönetici Ruhban sınıfı yoktur” diyerek ya tümüyle kapatacak, ya da Devlete karşı her türlü zararlı girişime karşı denetim erkini elde tutarak, Devlet desteğinin olmadığı, başka bir yapıya kavuşturacaktı.  (gerçek müminler için de kesinlikle daha hayırlı olurdu) Olmadı, olamadı..

İşte Diyanetin bir “Devlet Kurumu” olarak kuruluşunu büyük bir fırsat olarak değerlendiren Cumhuriyet karşıtı, Şeriat yanlısı yobaz takımı, bu Kurumu “üslenilecek bir merkez” olarak gördüler ve en kolay şekilde, bu zayıf noktadan Cumhuriyet’e “gedik” açabileceklerini anladılar.  Nitekim 1950 seçiminde Demokrat Parti iktidarı
ele geçirince, Devrim karşıtlarının baş ideologlarından Necip Fazıl Kısakürek
Atatürk döneminin bitişini (!) sevinçle şöyle haykırıyordu:

  • “Surda bir gedik açtık, mukaddes mi mukaddes,
    Ey kahpe rüzgar artık ne yandan esersen es!”

Başından beri, ustaca takiye taktikleriyle bugüne dek güçlenerek gelen,
şu anda milyarlara hükmeden Diyanet Vakfıyla, 8 bakanlığın bütçelerinin toplamına denk bütçesiyle, 120 bin kişilik görünen kadrosuyla dizginlenemez bir güce erişmiş olan bu Kurumun çoktan Devlet’ten kopartılması, Devletle ilişiğinin kesilmesi gerektiğini kezlerce yazdım. Ne yazık ki çok az anlayan çıktı.

Değerli arkadaşlar özetlemek gerekirse    ;

1- Laik bir ülkede “Diyanet İşleri Başkanlığı” gibi garabet bir Devlet Kurumu olamaz.

2- Evet, DİB Atatürk tarafından kurulmuştur, ama zorunlulukla! Hasta olduğumuzda, tıbben zorunlu kaldığımızda, radikal bir ameliyata razı olmuyor muyuz?

3- Ülkemizin bu duruma gelmesinde en etkin Kurum kuşkusuz, vatan haini, bölücü, gerici birtakım siyasetçilerle birlikte (umursamaz hedonist zadegân takımının,
keyfi kekâ Hariciye’nin, ilgisiz Üniversitelerin, bilgisiz Askeriyenin,
korkak Aydınların, vurdum duymaz saftirik Halkın da katkılarıyla)
 DİB olmuştur…
DİB artık Şeriat Devletindeki en yüksek “Dini Makam” havalarında “fetwa” lar yayımlamaktadır.

4- DİB hiçbir tarikatın, hiçbir dini akımın zararlı olamayacağı ölçüde, Laik Devlet yapısını, aynı Devletin olanaklarıyla içten içe oyarak, kemirerek tahrip eden, Şeriat alt yapısını resmen kurgulayan bir Kurumdur. DİB içinde yuvalanmış kadrolar,
Şeriata giden yolları milim milim döşemiştir. Bu kurum çoktan lağvedilmeliydi.
Maalesef artık çok geç; Devlet kadroları %100.0 imamlaştı; adı henüz konmamış Şeriat Devletinin altyapısı tamamlandı. Sevgili Ataol Behramoğlu‘nun dediği gibi

  • Artık korkmaya gerek kalmadı,
    Çünkü korkulan olmuştur…

“Hutbelerden Atatürk adı çıkarılmış” Bunda şaşacak ne var ki ?! æ

*********************************************

Atatürk’e bir darbe de Diyanet’ten..
Hutbelerde artık Atatürk yok…

İki yıl öncesine kadar Çanakkale Deniz Zaferi’nin yıl dönümlerinde tüm camilerde hutbeler okunurken, Atatürk’ün askeri dehası ve kahramanlığından söz ediliyordu; Atatürk’ün ve Türk milletinin kahramanlığından söz edilirdi. Son iki yıldır
hem “Atatürk” hem de “Türk” kelimeleri hutbelerden kaldırıldı.
Nereden nereye?

Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran Atatürk’ün, Diyanet tarafından “yok” sayılmaya başlaması tepki çekti. Daha önceki hutbelerde Atatürk’ten söz edilirken, “Cumhuriyetimizin kurucusu, Anafartalar Kahramanı Gazi Mustafa Kemal Atatürk”
ifadesi ve Atatürk’ün sözleri de yer alıyordu…

Atatürk’ü hutbelerden sildiler

2012 yılından başlayarak ise Atatürk tümyle hutbelerden kaldırıldı ve Anafartalar kahramanı unutturulmaya başlandı. Bu yılki Çanakkale hutbesinde Atatürk’ün adı geçmeden Çanakkale zaferi ile ilgili şöyle denildi:

  • Aziz ecdadımızın kanlarıyla sulanmış cennet vatanımızın her karış toprağı
    nice kahramanlık destanlarını haykırmaktadır. 
    Tarihimizin her bir sayfası, onların şan ve şerefini anlatmaktadır. Böyle bir ecdadın varisleri olmanın
    haklı gururuyla başımız dik, alnımız açık bir şekilde onları her an hayırla ve minnetle yâd etmekteyiz. Ve bilmekteyiz ki, geçmişten ibret alarak
    Çanakkale ruhunu canlı tuttuğumuz müddetçe ulaşamayacağımız hedef, başaramayacağımız iş, üstesinden gelemeyeceğimiz hiçbir problem olmayacaktır.
  • Çanakkale Zaferi’nin yıldönümü münasebetiyle başta Çanakkale’de olmak üzere, mukaddesatı uğruna canını feda eden bütün şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. Diyanet İşleri Başkanlığınca aziz şehitlerimiz için ülke genelinde okutulan 250 bin hatm-i şerifin kabulünü, kutsal değerler etrafında kenetlenmeyi ve birlik beraberliğimizin
    daim olmasını Yüce Rabbimizden niyaz ediyoruz.”