Etiket arşivi: Fethullah Gülen

Her yer karanlık

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
 
31 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kuruluşunun 99. yılı, yine hayal kırıklıklarıyla geçti.

Önce, TBMM’de AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı temsil eden en üst düzey yetkili olan AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal“Cumhuriyetin kültür devriminin, düşünce setlerimizi yok ettiği” yalanını ve safsatasını ortaya attı.

Mahir Ünal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Türkçe’nin, Arapçanın ve Farsçanın kuşatması altına girdiğini; okuma – yazma oranının %10’un üzerinde olmadığını; Platon, Aristoteles, Augustinus, Aquinas, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Descartes, Leibniz, Spinoza, Hobbes, Locke, Bacon, Hume, Rousseau, Kant, Hegel, Marx, Nietzsche çapında önemli tek bir filozofun yetişmediğiniKopernik, Galilei, Kepler, Newton çapında önemli tek bir bilim insanının çıkmadığını; felsefe ve bilim alanında özgün ve devrimci hiçbir düşüncenin geliştirilmediğini halktan gizleyerek halkı kandırmaya çalıştı.
***
Arkasından, AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan’ın öncülüğünde düzenlenen “Türkiye Yüzyılı” toplantısında, Mahir Ünal’ın iddialarına paralel bir biçimde, Atatürk döneminin Cumhuriyeti, sanayi alanında yapılan yatırımlara indirgendi; bu yatırımlarla AKP iktidarındaki yatırımlar arasında bir süreklilik olduğu vurgusu yapıldı; Cumhuriyetin özü, esası, Aydınlanma devrimleri, kültür devrimi ve siyasi devrimler yok sayıldı.

Cumhuriyetin 99. yılında, “Türkiye Yüzyılı” adı altında, AKP’nin ve Erdoğan’ın 20 yılının anlatıldığı toplantıda, TBMM’nin kurulması; saltanatın ve hilafetin kaldırılması; Öğretim Birliği Yasası ve Medeni Kanun; kadınların çalışma ve eğitim yaşamına katılması ve hukuk önünde erkeklerle eşit haklara sahip olması; kadınların seçme ve seçilme hakkını kazanması; üniversite reformu; bilime, felsefeye ve sanatın tüm dallarına yönelik gerçekleşen açılımlar; dil ve alfabe alanında gerçekleşen reformlar; dinin devlet, siyaset, hükümet, hukuk, eğitim işlerine müdahale etmesinin önlenmesi, laikliğin anayasa maddesi haline gelmesi gibi Cumhuriyet devrimleri görmezden gelindi.

Bütün bunlarla birlikte, söz konusu toplantının tanıtım afişlerinde, Atatürk’ün resmi yer almadı, Atatürk yok sayıldı, O’nun yerine Erdoğan’ın resimleri kullanıldı; ana başlıkta “Türkiye Yüzyılı” denilerek, cumhuriyet kavramı ve terimi de kullanılmadı!
***
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Mahir Ünal’ın açıklamalarını, “SADAT’çıların” ve “Asrikacılar”ın zihniyetine benzetmekle yetindi.

Oysa, SADAT’ın kurucusu ve bir dönem Erdoğan’ın danışmanı olan Adnan Tanrıverdi, Erdoğan tarafından cumhurbaşkanlığı protokolünde ağırlanan Kadir Mısıroğlu ve AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanları, daha eskilere dayanan bir Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığının, son yıllarda karşımıza çıkan sonuçlarıdır.

  • Mahir Ünal’ın, Adnan Tanrıverdi’nin ve Kadir Mısıroğlu’nun zihniyeti İskilipli Atıf, Mustafa Sabri, Şeyh Said, Necip Fazıl Kısakürek, Saidi Nursi ve Fethullah Gülen gibi Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının zihniyetinin bir uzantısıdır.
  • Cumhuriyetin kuruluşundan beri, Cumhuriyeti yıkmaya çalışan ve emperyalizme hizmet eden bir örgütlenme her zaman var olmuştur. Bunu anlamadan ve buna karşı açık ve seçik bir tavır ortaya koymadan, Cumhuriyeti korumak olanaklı değildir.

***
Cumhuriyet bayramında, Atatürk’ün izinde olduğunu savunan ve AKP’ye muhalif olarak bilinen birçok yorumcu da televizyonlarda yaptıkları açıklamalarda, Cumhuriyetin anlamını ve Cumhuriyetin Aydınlanma devrimlerini anlatmayı beceremediler; saatlerce Kurtuluş Savaşı sürecini anlattılar; 19 Mayıs’ta ve 30 Ağustos’ta anlatmaları gereken şeyleri, 29 Ekim’de anlatarak AKP’nin değirmenine su taşıdılar!

Cumhuriyetin, halkın egemenliğine dayanan bir yönetim biçimi olduğu; bunun da cumhuriyetçilikle, halkçılıkla, devletçilikle, laiklikle, ulusçulukla ve devrimcilikle olanaklı olduğu; aksi halde halkın değil, yönetici sınıfın, ruhban sınıfının, sermaye sınıfının egemen olacağı; Cumhuriyetin yerine, monarşinin, oligarşinin, teokrasinin geçerli olacağı, bir türlü anlatılamadı.

Türkiye, hem iktidarıyla hem de muhalefetiyle bu kadar karanlık bir dönemi hiç yaşamamıştı!

İktidarın ve muhalefetin durumu

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 06 Haziran 2022

 

AKP hükümetinin son bir yılda kurduğu baskılar ve uyguladığı zulümler, AKP iktidarının FETÖ olarak da anılan Fethullah Gülen’e bağlı çeteyle birlikte yürüttüğü “Ergenekon”, “Balyoz”, “Oda TV”, “Casusluk” adlı kumpas süreçlerini aratmıyor.

  • 14 komutanın ve askerin “28 Şubat” davasından dolayı hapis cezası almaları ve tutuklanmaları,
  • emekli amirallerin laiklik ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi konusundaki kamuoyu açıklamaları nedeniyle gözaltına alınmaları ve yargılanmaları,
  • bazı gazetecilerin ve yazarların gözaltına alınmaları veya tutuklu  yargılanmaları,
  • “Gezi” protestoları nedeniyle sekiz kişinin hapis cezasına mahkûm edilmeleri olaylarından sonra, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu hakkında, yıllar önce sosyal medyada ifade ettiği görüşleri nedeniyle hapis cezası verildi;
  • CHP’li İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu hakkında, kendisine hakaret eden İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’ya yanıt verdiği için hapis cezası istemiyle dava açıldı;
  • MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nu hapse yollamakla tehdit etti!

Söz konusu sahte yargı süreçlerinin, baskıların ve tehditlerin tümü,
Anayasanın 2, 6, 7, 8, 9, 11, 14, 24, 25, 26, 28, 34 ve 138. maddelerinin
fiilen ortadan kaldırıldığının ve anayasal düzeni yıkmaya yönelik
bir girişimin gerçekleştirilmekte olduğunun kanıtlarıdır.

***
Mert ve cesur insanlar, karşıtlarıyla eşit koşullarda rekabet eder, yarışır ve mücadele ederler. Kurnaz ve korkak insanlar ise karşıtlarını baskı altında tutarak sonuca ulaşmaya çalışırlar. Türkiye’de yaşanan da budur.

Bu kurnazlık ve korkaklık, onurlu, namuslu ve şerefli bir mücadele yöntemi olmadığı gibi, tümüyle boş bir çabadır. İktidar baskısı, muhalefeti mücadelesinden vazgeçirmeyeceği gibi, muhalefette olan seçmenin, seçimlerde ve sandıkta vereceği kararı da etkilemeyecektir.

Seçmen, iktidar baskısı olduğu için korkup sandıktaki tercihini değiştirmez. Gizli oy, açık tasnif yönteminin geçerli olduğu bir seçim sisteminde böyle bir şey söz konusu değildir. Seçmenin kime oy verdiği kayıt altında olmadığı için, seçmenin kararı baskı ve korkutma yöntemiyle değiştirilemez.

  • AKP’nin uyguladığı bu akıl, adalet ve vicdan dışı baskılar, sandıkta onun lehinde değil, aleyhinde bir sonuç doğuracaktır.

Bu kurnazlık ve korkaklık, sonucu değiştirmeyecektir, bu baskılar, bir öfke krizinin dışavurumu, bir kin ve intikam duygusunun anlık tatmini olmaktan öteye geçmeyecektir. Ayrıca bu kurnazlığın ve korkaklığın sonucunda ortaya çıkan anayasa ve yasadışı uygulamaların hesabı, hukuk ve bağımsız bir yargı önünde sorulacaktır.

Çıkarcılık paradigması içinde bir değerlendirme yapılacak olsa bile, AKP’nin uyguladığı bu baskıların kendisine hiçbir yararı yoktur. AKP kendi bindiği dalı kesmektedir.
***
“Cumhurbaşkanı” ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen hafta, “Gezi” protestolarının yıldönümünü değerlendirirken, bu eylemlere katılan kadınlara hakaret ederek sürtük ifadesini kullanmasına da halk sandıkta gereken yanıtı verecektir.

  • Erdoğan’ın bu seviyesiz sözleri dünya siyaset tarihine kara bir leke olarak geçti.

Erdoğan’ın özür dileyeceğine, bu sözlerini, “Bu Gezi olaylarında sergiledikleri tutuma yakışan teşhisi koyduk. Biz hep milletimizin diliyle konuştuk” diyerek savunması, bu kara lekeyi daha da genişletti.

Kadınların, kızların; annelerin ve babaların kızlarının; erkeklerin eşlerinin namuslarına, onurlarına ve şereflerine dil uzatmanın, milletin değerleriyle ve ahlakıyla bağdaşmadığını bilmeyecek kadar milletten kopmuş olan bir kişiden de ancak böyle bir yanıt beklenirdi.
***
Bütün bunlar olup biterken, ayrıca ruhban sınıfı makam odalarında ve sokaklarda şeriat çağrısı yaparken, muhalefetteki siyasi parti liderlerinin, tescilli Atatürk düşmanı ve laiklik karşıtı Necip Fazıl Kısakürek’in gölgesinden kurtulamamaları, “özgürlükçü laiklik” gibi uyduruk kavramların arkasına saklanmaları, laikliğin özü gereği özgürlükçü olduğunu kavrayamamaları ise ancak şuursuzlukla açıklanabilir!

Zayıflatılmış ‘parlamenter’ sistem

Örsan K. Öymen
Örsan K. Öymen

Son Yazısı / Tüm Yazıları

Cumhuriyet, 21 Mart 2022

Cumhuriyet Halk Partisi, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrasi ve Atılım Partisi, Gelecek Partisi ve Demokrat Parti liderleri, 28 Şubat 2022 tarihinde bir araya gelerek Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem adını verdikleri sistemi kamuoyuna duyurdular.

Söz konusu duyuruda, bir yandan, yasama, yürütme, yargı arasındaki güçler ayrılığının sağlanması ve demokratik düzenin kurulması öngörülürken, bir yandan da 1921 Anayasası övülmüş, ondan sonraki tüm anayasalar ve anayasa değişiklikleri hedef haline getirilmiş, böylece büyük bir çelişkinin içine düşülmüştür.
***
Açıklanan metinde, “1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir.” ifadesi yer almıştır.

“1921 anayasası” olarak adlandırılan ilkelerin “nispeten kapsayıcı” olarak nitelendirilip ondan sonraki tüm anayasaların ve anayasa değişikliklerinin “dar kalıplara girmiş” olarak nitelendirilmiş olmasının gerekçesi nedir?!

  • “1921 Anayasası” olarak nitelendirilen sözde anayasa,
    Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası değildir!
  • 1921 yılında Türkiye Cumhuriyeti henüz kurulmamıştı!
    Türkiye Cumhuriyeti 1923’te kurulmuştur!

1921 yılında Osmanlı İmparatorluğu fiilen ve resmen varlığını sürdürüyordu, saltanat ve hilafet henüz kaldırılmamıştı! Saltanat 1922 yılında, hilafet 1924 yılında kaldırılmıştır!

1921 Anayasası olarak nitelendirilen metin, Kurtuluş Savaşı yıllarında, Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilmiş olan bir ilkeler bildirisiydi. Buna anayasa denemez, çünkü anayasa bir devlete ait ilkeler bütünüdür. 1921 yılında Türkiye Cumhuriyeti Devleti henüz kurulmadığı gibi, söz konusu ilkeler bildirisi Meclis’te kabul edildiği için, bu Meclis de Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye olarak da bilinen Osmanlı İmparatorluğu devletini temsil etmediği için, bu sözde anayasa, Osmanlı İmparatorluğu devletinin anayasası da değildi.

Muhalefetteki altı partinin lideri, anayasa olduğu iddia edilen bu metini, laiklik ilkesi yer almadığı için mi övmek gereği ve 1923 yılı sonrasındaki anayasaları ve anayasa değişikliklerini yermek gereği duymuşlardır?!
***
1928 yılında, 1924 Anayasası üzerinden TBMM’de yapılan anayasa değişikliğiyle, 1876 Osmanlı anayasasından kalan bir madde olan Devletin dini İslamdır maddesi anayasadan çıkarılmıştır; 1937 yılında da yine TBMM’de yapılan anayasa değişikliğiyle, laiklik ilkesi bir anayasa maddesi haline gelmiştir.

  • Devletin dininin olduğu bir ülkede laiklik olmaz,
  • Laikliğin olmadığı bir ülkede de demokrasi olmaz.
  • Laikliğin olmadığı bir ülkede teokrasi olur. Yani din devleti olur, gücünü halktan değil, gücünü Tanrı’dan, dinden, ruhban sınıfından alan bir düzen olur.
  • Demokratik laik bir ülkede devletin dini olmaz,
    vatandaşın kendi özgür iradesine ve seçimine göre dini olur veya dini olmaz.

28 Şubat’ta yapılan açıklamayla, 1928 ve 1937 yılında gerçekleşen bu anayasa değişiklikleri mi hedef alınmıştır?!
***
Yapılan açıklamada, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en demokratik anayasası olarak bilinen 1961 Anayasası da hedef alınmış, “1961 anayasası Silahlı Kuvvetler başta olmak üzere, bazı bürokratik kurumlara demokrasi ile bağdaşmayacak yetkiler tanımış, dolayısıyla bürokratik vesayet düzenine sebep olmuştur. Örneğin, MGK üzerinden Yürütmenin etkinliği zaafa uğratılmış… anayasa yargısı tarafından pek çok siyasi parti kapatılmış, yasama ve yürütme vesayet altına alınarak zayıflatılmıştır… Reform önerimiz ile 1961 Anayasası’nda geçerli olan, bürokratik kurumların, siyaset üzerinde bir vesayet makamı olarak kurgulanmasını reddediyoruz” ifadeleri yer almıştır!

Demokratik ülkelerde, anayasal demokratik düzeni korumak için Anayasa Mahkemesi gibi kurumların, ulusal güvenliği korumak amacıyla da Milli Güvenlik Kurulu benzeri kurumların bulunduğu bilinmektedir.

Buna rağmen (karşın) Anayasa Mahkemesi ve Milli Güvenlik Kurulu, söz konusu açıklamada neden hedef haline getirilmiştir?!

  • CHP’yi ve İYİ Parti’yi;
  • Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan ve/veya Recep Tayyip Erdoğan ve/veya Fethullah Gülen ve/veya ABD emperyalizminin “ılımlı İslam” projesi mi yönetmektedir?!

28 Şubat davası

Hamdi Yaver AKTAN
YARGITAY ONURSAL DAİRE BAŞKANI 

Cumhuriyet, 31 Ağustos 2021

 

21 Şubat 1997 tarihinde MİT Müsteşarı, Cumhurbaşkanı’na 32 sayfalık bir rapor sunar. “İrticai Tehdidin Halihazır Durumu” başlıklı raporda en güçlü tarikatlar içinde “Fethullah Gülen grubunun öne çıktığı, gruba ait 4 üniversite, 130 civarında lise ve 50’den fazla şirket olduğu, gruba ait Zaman gazetesinin ABD dahil olmak üzere 12 ülkede yayımlandığı” belirtilir.

Refahyol Hükümeti’nin ortağı Çiller 25 Şubat’ta DYP Meclis grubunda konuşur. Sincan olaylarına gönderme yaparak “Koalisyon partilerinden biri kamuoyundaki tansiyonu artırırsa hükümetin işi zorlaşır” der!

Aynı gün MİT tarafından Cumhurbaşkanlığı makamına “İrticai Faaliyetlerin Önlenmesine Dair Tespitler” başlıklı ikinci bir rapor daha gönderilir. Raporda, “Mevcut Yasaların Etkinlikle Uygulanması”, “Yapılması Gereken Yasal Düzenlemeler”, “Alınması Gereken Diğer Tedbirler” şeklinde irticanın durumu üç başlık altında incelenmektedir.

DUYARLILIK TALEBİ

Laiklik = dinsizlik algılamasının yanlış olduğuna işaret eden rapor, daha sonra yasalarımıza giren değişiklikler de önermektedir. Örneklemek gerekirse yargılama hukukunda, özel koruma tedbirleri olarak nitelenen ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda düzenlenen (m. 134, 135, 139, 140) bilgisayarların ve ses kayıtlarının suç soruşturmasında kanıt sayılması, gizli görevli kullanılması, teknik takip yapılması gibi önlemler önerilmektedir.

28 Şubat’ta toplanan MGK’de İçişleri Bakanlığı, Genelkurmay ve MİT adına sunumlar yapılır. Sonuçta Cumhurbaşkanlığının talebiyle 4 maddelik MGK 406 sayılı kararı ve kararın eki olarak da 15 maddelik önlemler paketi kabul edilir. Bilindiği üzere MGK, dayanağını anayasadan almaktadır (m. 118).

13 Mart tarihindeki Bakanlar Kurulu toplantısında kabul edilen 406 sayılı MGK kararları 14 Mart 1997 tarihinde Başbakan’ın imzasıyla bakanlıklara gönderilir. Yazıda “MGK’nin Bakanlar Kurulumuza bildirdiği hususların bir kopyası ile birlikte bilgilerinize sunulmuştur” denilmekte, sonra bu konuların önemle dikkate alınarak anayasamızın, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olması temel ilkeleri çerçevesinde, bakanlığınızı ilgilendiren konularda, konuyla ilgili kısa, orta ve uzun erimli tedbirlerin dikkat ve ihtimamla alınması, mali destek ve yasa değişikliğine ihtiyaç gösteren tedbirler varsa bunlar hakkında da Bakanlar Kurulu’nca gereğinin yerine getirilmesi için Başbakanlığa bilgi verilmesi istenmektedir.

İçişleri Bakanlığı 28 Mart 1997 tarihinde 070674 sayılı “Anayasa ve Yasaların Uygulanmasında Uyulacak Usul ve Esaslar” isimli ayrıntılı bir genelgeyi valiliklere, bağlı kuruluşlarına ve merkez teşkilatına gönderir ve gereğinin yapılmasını ister. Adalet Bakanlığı da 11.4.1997 tarihinde Cumhuriyet başsavcılıklarına ve DGM başsavcılıklarına gönderdiği genelge ile “anayasamızda yer alan temel hak ve hürriyetleri kaldırmaya yönelik suç işleyenler” hakkında duyarlılık gösterilmesini talep eder.

KOALİSYON PROTOKOLÜ

Başbakanlık ile Adalet ve İçişleri bakanlıklarının genelgesinden sonra 18 Mayıs 1997 tarihinde Başbakan imzasıyla MGK kararlarıyla ilgili “uygulama direktifi” yayımlanır. 26 Mayıs’ta yapılan Yüksek Askeri Şûra’da 61 subay ve 100 astsubay olmak üzere 161 ordu personelinin TSK ile ilişiği kesilir. Bu, o güne değin yapılan askeri şûralardaki en yüksek ihraç sayısıdır. PKK ve DHKP-C yasadışı örgütlerinin sempatizanlarının yanı sıra büyük çoğunluğunu tarikat mensupları oluşturmaktadır. Gerçekten de ihraç edilenlerin %45’ine tekabül eden (AS: karşılık gelen) 73 kişinin Fetullah Gülen, Nur Cemaati üyeleri olduğu belirtilmektedir.

Bu arada, 26 Nisan tarihinde DYP kökenli iki Bakan istifa eder hatta istifa etmeden dört gün önce Milliyet gazetesine “Hocayı göndermek artık vacip oldu” diye açıklama yaparlar. Mayıs ayının son günü koalisyon partilerinin önde gelenleri bir araya gelerek başbakanlığın 18 Haziran’da DYP’ye devredilmesine ilişkin protokolü imzalarlar. Protokol ile ilgili olarak Şevket Kazan, “DYP’nin hızla erimeye başlaması karşısında, protokolün o maddesinin tatbikine ister istemez başvurmak zorunda kalmıştık” şeklinde değerlendirme yapacaktır daha sonra yazdığı kitapta!

Mayıs ayının son gününde imzalanan protokolden önce, 27 Mayıs’ta, Başbakan ile görüşen DYP Başkanı’nın, Başbakanlığın kendisine devredilmesini, aksi halde hükümetten çekileceği tehdidinde bulunduğu yazılmıştır.

Haziran ayına girildikten sonra ayın 17’sinde Başbakanlık Güvenlik İşleri Başkanlığı Müsteşar Yardımcısı, “Başbakan Erbakan adına” bütün bakanlıklara yeni bir “direktif” yayımlar. 28 Şubat kararlarıyla ilgili olarak uygulamaya ilişkin yanıt verilmemesi eleştiri konusu yapılarak çalışmalar ve önerilerin her ayın 20’sine kadar Başbakanlığa bildirilmesini ister.

17 Haziran’da Erbakan, Çiller ve Yazıcıoğlu Başbakanlık konutunda üç saati aşkın bir toplantı yaparlar. Toplantı sonunda Erbakan’ın koalisyon protokolü çerçevesinde istifa etmesi ve Başbakanlığın DYP’ye geçmesi kararı alınır. 18 Haziran 1997 tarihinde Başbakan, Köşk’e çıkarak istifasını Cumhurbaşkanlığına sunar. İstifa dilekçesinde “Refah Partisi ile Doğru Yol Partisi’nin 28 Haziran 1996 günü aralarında imzaladıkları ‘Ortak Hükümet Protokolü ve Ekleri’ belgesindeki taahhütlere uygun olarak uyum içinde başarıyla” çekildiğini belirttikten sonra “Refah Partisi ve Doğru Yol Partisi arasındaki koalisyon protokolüne uygun olarak bu bir yıllık görevden sonra Başbakanlığın DYP’ye geçebilmesi için yapmış olduğumuz taahhüde ve iki parti arasındaki mutabakata uymak üzere Başbakanlık görevinden istifa ediyorum” açıklaması yapar.

‘ÇANKAYA DARBESİ’

Zamandizinsel olarak verdiğimiz açıklamalara göre Başbakanlığı DYP Genel Başkanı bekler! Görevlendirme, Cumhurbaşkanı tarafından yapılacaktır. Ancak beklenen olmaz, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a hükümet kurma görevi verilir. DYP Genel Başkanı bu durumu “Çankaya darbesi” olarak tanımlar!

Batı Çalışma Grubu’nun hukuksal niteliği, takipsizlik kararı ile “28 Şubat Davası” şeklinde isimlendirilen davadaki kararın kritiği ayrı bir yazı konusudur. Bu yazı bir bakıma sürecin özetlenmesidir.

Kaynak: Alican Türk, Bitmeyen Sömürü-28 Şubat: Yalanlar-Gerçekler-Belgeler, Galeati Yayıncılık, Ankara, 2021.

Karanlıktaki sessizlik

Örsan K. Öymen

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 24 Mayıs 2021

Dünyada birçok suç ve suç işleyen kişi, suç işleyen başkalarının itirafları ve açıklamaları sayesinde ortaya çıkmıştır. Güvenlik güçleri, istihbarat birimleri, savcılar ve yargıçlar, söz konusu itirafların ve açıklamaların, daha önce bir suçtan hüküm giyen birisi tarafından ortaya atılıp atılmadığına göre değil, bu itirafların ve açıklamaların doğru olup olmadığına göre karar verir.

Ancak bu iddiaların (AS: savların) doğru olup olmadığı, bu iddiaların kim veya kimler tarafından ortaya atıldığına bakılmaksızın, araştırılması ve soruşturulmasıyla olanaklıdır. Bu iddiaların doğru olup olmadığına, devlet başkanı, cumhurbaşkanı, başbakan, bakan ve milletvekili karar veremez.

Eğer bir ülkede bir hükümet, “bir organize suç örgütünün iddiaları ciddiye alınacak şeyler değildir” biçiminde bir gerekçeyle, iddiaların araştırılmasını ve soruşturulmasını engelliyorsa bu, söz konusu hükümetin, kendi içindeki bazı (AS: kimi) suçları ve suçluları gizlediği kuşkusunu artırır.

AKP hükümeti bunu daha önce de yapmıştı. Fethullah Gülen’e bağlı çetelerin yolsuzluk iddialarını aynı gerekçeyle örtbas ederek soruşturulmasını ve araştırılmasını önlemişti.

Kendisine güvenen, suçsuz olduğunu bilen insanlar, haklarındaki iddiaların araştırılmasından ve soruşturulmasından neden kaçarlar? Üzerinde durulması gereken budur.
***
Sedat Peker’in açıklamaları Türkiye’yi sarsmaya devam ederken ve izlenme rekorları kırarken;

– hükümeti yönetenler,
– hükümetin emir kuluna ve parti üyesine dönüşen sözde savcılar,
– sözde Emniyet ve istihbarat görevlileri ve
– hükümetin propaganda aygıtı işlevini gören sözde medya üyeleri

olayları görmezden gelerek, hukuk devleti ilkesiyle birlikte, meslek ahlakını da ayaklar altında çiğnemektedirler.

Uzun yıllar, AKP tarafından itibarlı (AS: saygın) işadamı muamelesi gören ve korunup kollanan Sedat Peker, yeniden, organize suç örgütü lideri ilan edilmiştir. Ne olmuştur da Sedat Peker bir anda yeniden organize suç örgütü lideri ilan edilmiştir?

Bu soruya Sedat Peker de hükümet de henüz bir yanıt vermemiştir. İlginç olan da budur.

AKP’nin ve MHP’nin içindeki veya yakınındaki bazı (AS: kimi) odaklarla Sedat Peker’in arasında bir çıkar çatışması yaşandığı için mi Sedat Peker bir anda hedef haline getirilmiştir?

Yaşananların, geçmişte birçok suçtan dolayı hüküm giyen Alaattin Çakıcı ve Sedat Peker arasındaki rekabetle ve çıkar çatışmasıyla bir ilgisi var mıdır?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin Alaattin Çakıcı ile yakınlığı dikkate alınacak olursa, MHP’nin ve Bahçeli’nin bu yaşananlarda bir rolü var mıdır?

Sedat Peker’in iddiaları, Alaattin Çakıcı ile eski İçişleri Bakanı ve Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın ilişkileri bağlamında nasıl açıklanabilir?

  • Sedat Peker’in, Mehmet Ağar, AKP milletvekili Tolga Ağar ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu hakkındaki iddiaları araştırılıp soruşturulacağına, neden örtbas edilmektedir?

***

  • İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, neden istifa etmemektedir ve konunun açıklığa kavuşmasına katkı sağlamamaktadır?

Daha önce, demokrasiyi savunan üniversite öğrencilerini terörist, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin namuslu, şerefli ve vatansever amirallerini darbeci ilan ederek kendini yargıç yerine koyan, kronikleşmiş bir biçimde yargısız infazda bulunan Süleyman Soylu, şu anda da hakkındaki iddialara neden somut yanıtlar vermemektedir?

Anayasaya, yasalara ve hukuka uygun bir biçimde Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğini sağlaması gereken bir İçişleri Bakanı, anayasanın, yasaların ve hukukun uygulanmasından sorumlu bir İçişleri Bakanı, nasıl olur da Türkiye’nin kutuplaşmasına, Türkiye’nin birliğinin ve beraberliğinin bozulmasına yol açtığı gibi, yasadışı örgütlenmelerle ilgili iddiaların bir parçası haline gelebilmektedir?

Yürütme yetkisini elinde bulunduran, ülkeyi yöneten AKP Genel Başkanı ve “Cumhurbaşkanı” Recep Tayyip Erdoğan ile O’nun ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bu olup bitenler karşısında neden hâlâ somut bir adım atmadan sessizliklerini korumaktadırlar?

Sessizlik herkesin işine geldiği için mi?

Cumhuriyet Şehidi “Necip Bey”

Cumhuriyet Şehidi “Necip Bey”

Av. Hüseyin ÖZBEK
TBB BAŞKAN YARDIMCISI
Cumhuriyet, 18 Aralık 2020

Dr. Necip Hablemitoğlu; 16 Temmuz 2016 FETÖ kalkışmasını 20 yıl öncesinden haber veren Cumhuriyet aydını. Necip Hablemitoğlu; Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına, ulus devlete, üniter yapıya yönelik dış destekli konsorsiyuma bayrak açan yurtsever.

Necip Hablemitoğlu; sivil ve kolluk bürokrasisi, yargı başta olmak üzere tüm devlet aygıtını kanserojen bir ur gibi saran paralel ihanete karşı sorumluları harekete geçirmek için çırpınan akademisyen. Necip Hablemitoğlu; emperyal güçlerce fonlanan sivil makyajlı oluşumların, etki ajanlarının maskelerini indiriveren titiz araştırmacı. Necip Hablemitoğlu; Türkiye ve Türk milleti için elini değil, boylu boyunca gövdesini taşın altına koymaktan çekinmeyen erdemli insan.

Necip Hablemitoğlu’nun yaşamı ve katli, kendi ülkesinde, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini, Atatürk ilkelerini, milli bütünlüğü savunmanın, ülkeye yönelik açık ve örtülü tehditlerle mücadelenin bedelinin nerelere kadar uzanabileceğinin kanıtıdır.

Yine Necip Hablemitoğlu’nun katli, ülkesi için kendilerini feda eden soylu evlatlarının nasıl savunmasız, sahipsiz bırakıldığının, aradan geçen bunca yıla rağmen hesabının sorulmamış olmasının acı örnekleri olarak ortadadır.

AĞIR BEDEL

Fethullah Gülen övgüsünün neredeyse devlet seremonisine dönüştüğü, paralel ihanetin başının ahir zaman evliyası muamelesi gördüğü bir dönemden bahsediyoruz. Devletin başındakilerin, FETÖ’nün yurtdışı okullarının açılması için tavsiye mektupları yazdıkları bir yakın zaman kesitine ilişkindir anlattıklarımız.

Kamuoyuna yönelik bir FETÖ Hipnozu” olarak düzenlenen Türkçe Olimpiyatları” maskaralığı için devletin darphanesinde metelik bastırıldığı bir dönemde gerçeği haykırmanın ağır faturasını hiç kuşkusuz çok önceden düşünmüştü Necip Bey.

Paralel ihanet şebekesinin teşhiri amacıyla yazdıkları ve söyledikleri yüzünden kaç kez yargılandığı, kaç kez idari soruşturma geçirdiği, ne türden baskılarla karşılaştığı ayrı bir yazının konusudur. Kimi devlet yetkilileri ve kimi sivil/liberal (!) kesimlerin Fethullah Gülen ile aynı fotoğraf karesine girebilmek için yarıştıkları, Abant Toplantıları’na katılmak için araya torpil koydukları bir dönemde zor olanı seçti Necip Bey.

Çünkü namuslu insanlar kârlı olanı değil doğru olanı seçerler!

Emperyal güçlerce kimi cemaatlerin hangi amaçlar doğrultusunda kurgulanıp piyasaya sürüldüğüne ilişkin değerlendirmesi, Dr. Necip Hablemitoğlu’nun niçin hedef alındığının da ipuçlarını vermektedir:

Küreşelleşme sürecinde,uluslararası sermayenin koşulsuz dolaşımını öngören ABD, bunun önündeki en büyük engel gördüğü ulus devletler yerine, din esasına dayalı çok hukuklu ya da siyasal bölünmeyle oluşmuş güçsüz-küçük etnik devletleri yeğlemektedir.

Bu tercih, Yugoslavya ve Irak’ta yaşama geçirilmiştir. ABD, Avrupa ülkeleri –özellikle de Almanya- için Scientology”, Uzakdoğu için Moon”, “Falun-Gong”, Rusya Federasyonu ve Orta Avrupa  ülkeleri (CIS) için “Krişna”, Bahai”,”Yehova Şahitleri” gibi tarikatları pazarlayan ABD, Türkiye için de Fethullahçılığı “iktidar modeli” olarak kabul ettirme gayretkeşliği içindedir.” (1)

‘BAŞKA TÜRKİYE YOK’

18 Aralık 2002’de hain bir elin sıktığı kurşunun hedefini bulmasıyla ulus devlet/üniter yapı düşmanlarından, paralel ihanet şebekesi, etki ajanları, emperyal güçlerin sivil makyajlı uzantıları, Kuvayı İnzibatiye artıkları, Damat Ferit ardıllarına kadar uzanan geniş konsorsiyum nihayet rahat bir nefes alabildi. Stratejik derinliğe sahip, ülkeyi ve dünyayı doğru analiz eden, sorunlara çok geniş bir açıdan bakabilen, Türkiye’nin vicdanının sesi,  Atatürk’ün öğretmeni en sonunda susturulmuştu!

48 yıllık onurlu bir ömür üzerine hiç kuşkusuz çok şeyler söylenebilir. Son sözü şehit kardeşim, kalem arkadaşım Necip Bey’e bırakalım:

Almanlardan Fethullahçılara, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete ve mihnete değer mi diyorsanız, Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak evet değer, diyorum. Çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!” (2)

DİPÇE
(1) Şeriatçı Terörün ve Batının Kıskacındaki Ülke: Türkiye, Necip Hablemitoğlu
(2) Köstebek, Necip Hablemitoğlu

Tıkanan Siyaset ve Çözüm 

Tıkanan Siyaset ve Çözüm 

Ahmet YAVUZ
Cumhuriyet, 26 Kasım 2020

Ülkenin gündemini günübirlik olaylar oluşturuyor. Tartışmaların hiçbirinin ömrü bir haftadan uzun sürmüyor. Herkes yazıp çiziyor. Ancak nedensellik incelemesi yok. Çözüm öneren de yok. Böyle devam ederse bu açmazdan çıkış da yok.

Bunun sebebi siyasetin yapılış tarzıdır. Milli güç unsurlarının her biri üzerinde olumlu etki yaratarak ülkenin bekası, halkın refahı ve demokratik yaşamın birey ve toplum yararına geliştirilmesi anlamında tartışılmaz rolü olan siyasi güç, mevcut haliyle tam tersi bir işlev üstlenmiş durumdadır. Bu yapı kırılmadan ülke göstergelerinin olumluya doğru evrilmesi mümkün değildir.

İktidar açısından mümkün değildir. Muhalefet açısından da mümkün görülmemektedir.

  • İktidar, artık “kendisi için bir varlık” haline gelmiştir. 
  • Ülkeye vereceği hiçbir şey yoktur.
  • Tek derdi ayakta kalmaktır.

Muhalefet ise siyaseti yalnızca “Erdoğan’ın iktidardan uzaklaştırılması” düzlemine indirgemiştir. Hedef bu olunca onların da ülkenin geleceğine aydınlık bir ufuk sunma şansı yoktur.

Aydınlar da genel olarak halihazır duruma karşı çıkmak yerine, mevcut sarmalın parçası haline gelmiş durumdadır.

Bu gözlemi paylaşan geniş bir kitle mevcuttur. Ancak örgütsüzdür.

DOĞAN KUBAN’IN GÖSTERDİĞİ

Bağımsız aydın tanımıyla özdeşleşebilen nadir kişilerden biri olan Doğan Kuban da benzer yargılarda bulunmaktadır: “Türk aydını, Amerikan sömürgeciliği ve kırsal kültür tarafından esir alınmışa benziyor. Bir entelektüel iflas ortamında yaşıyor.” (HBT, Sayı 242, 13 Kasım 2020, s. 7).

Yazısının devamında, üretime dönük yapılanma ihtiyacını her şeyin önüne koyan Kuban, “Bu bağlamda özgürlük demokrasiden çok, üretim için gerekli olacağa benziyor. Bu da özgün bir eğitim ortamının örgütlenmesini ve politik örgütlenmenin yapısal değişikliğini gerektiriyor. Oysa iktidarda ya da muhalefetteki partilerin yeni mallar satacak ne tezgâhları var ne de tezgâhtarları” demektedir.

İKTİDAR VE MUHALEFETİN ÇÖZÜMSÜZLÜĞÜ

İktidar partisi “siyasal İslam” merkezli siyasetini 2007’lerden itibaren görünür kıldıkça önce ideolojik iflası tattı, sonrasında ise siyasi iflasın eşiğine geldi. Ülkeyi de uçurumun kenarına getirdi. Çünkü 2010’dan bu yana kendisini denetleyen hiçbir güç kalmadı. İşin ilginci, attığı yanlış adımların bir kısmını da “bağımsızlık adımları” olarak sundu.

Oysa sorun, kaynağını ve gücünü yanlış yerde, yanlış şekilde kullanması ve gücünün üstünde yönelimlerde bulunmasıydı. Bu adımların birçoğu da sonuçsuz kaldı.

Muhalefet ise iktidarın geçmişte yaptıklarını eleştirmekle birlikte, benzer şeyleri yapmaya talipmiş gibi görünüyor. Yeni anayasa tartışmaları bunun bir parçasıdır. Hedefinde “Türk kimliği” vardır. AKP bunu denedi. İktidarı kaybedeceğini anladı. Geri adım atmış gibi duruyor. Şimdi muhalefet aynı arayış içindedir.

Ayrıca muhalefetin laiklik konusunda duyarlı olduğu da söylenemez. Muhafazakârların oyunu alacağım kaygısıyla devletin dini esaslara göre örgütlenmesinin önünde açık tavır almadı. Almıyor. Üstelik laikliğin, liyakatin ikiz kardeşi olduğu, egemenliğin kullanılması, hukuk karşısında herkesin eşitliği ve özgürce bilim yapılmasının garantörü (AS: güvencesi) olduğu gerçeğini göz ardı ediyor.

Fethullah Gülen oluşumunun Amerikancı ve dinci bir terör örgütü olduğunu yaşanan darbe girişimine rağmen görmezden gelenler var. İktidar partisi, kendisine zarar vermeyen bir “FETÖ ile mücadele perspektifini” benimserken çeşitli muhalefet partileri göğüslerini bu yapılara açmakta gönüllü görünmektedir.

Batı ile ilişkilerde, “Erdoğan iktidardan uzaklaşırsa” ortamın tamamen (AS: tümüyle) değişebileceği gibi bir dar bakışın kendilerini sarıp sarmaladığı izlenimi veriyorlar. Hatta Biden’ın seçilmesini, sadece bu yanıyla gören çevreler bile mevcut. Oysa bu hayaldir. Bazı ilişkiler farklılaşsa bile özde bir değişiklik olmayacaktır.

Bunların örneğini çoğaltmak mümkündür. Sözün özü, iktidar zaten kendi derdine düşmüştür. Muhalefet de sadece iktidarı yerinden etmeyle sorunun çözüleceğini sanmaktadır. Parlamenter sisteme geçiş önerileri önemli olmakla birlikte, mesele siyasetin yapılış tarzını değiştirmektir. Ülke için esas beka sorunu bu noktadadır.

ÇÖZÜMÜN ANAHTARI

Çözüm değilse bile çözümün anahtarı, siyasete uzak duran kitlenin sorumluluk almasından geçmektedir.

Bu kesimin kurucu değerlerle sorunu yoktur. Ancak sorumluluk almaya istekli durmamaktadır.

Elimizi taşın altına koymazsak taşın ağırlığı altında kalıp toptan ezilmek söz konusudur. Bu nedenle derdi ülkesi olan kişilerin bir araya gelmesi, yaratacakları yetkin akılla sorunları çözebilecek bir kadro oluşturmaları bir mecburiyet olarak karşımızda durmaktadır. İş basittir ama zordur. İşe girişmekse en temel görevdir.

Kimsenin elinde sorunları hemen çözebilecek bir çilingir yoktur. Buna mukabil (AS: karşılık), sorunları giderek azaltan bir yapıyı hayata geçirmek mümkündür. Bunları yapmak için iki kaynak vardır: Bedava olanlar ve maddiyat gerektirenler. Bedava olanlar öncelendiği takdirde diğerleri için kaynak yaratmak kolaylaşır.

Kimseyi ötekileştirmemek, etnik ve mezhep ayrımına tabi tutmamak ve bu tür ayrımlara dayalı çözümlerden uzak durmak, ifade özgürlüğünü sağlamak, liyakate dayalı olarak kurumları yeniden yapılandırmak, yalan söylememek, boş vaatlerde bulunmamak, kaynakları kamu yararına kullanmak ve şeffafça sergilemek…

Ardından öncelik sırasına göre atılacak adımların amacı, bireyin özgürlüğünü ve ülkenin bağımsızlığını garanti eden yapıyı kurmaktır. Bu, ancak üretim, eğitim ve çağdaş hukuk ile olur.

Cumhuriyetin herkesi tasada ve sevinçte ortak kılan felsefesinden güç alan ve “ben” demek yerine “biz” demesini bilen vatansever gönüllüler aranıyor.

Yan yana gelmeleri çözümün ilk adımı olacaktır.

DARBE

DARBE

Suay Karaman 
11 Mayıs 2020

Başta AKP genel başkanı olmak üzere siyasal iktidar, bir darbe yapılacak söylentisini ortaya çıkartmaktadır. Muhalefet partisi sözcülerinin cümlelerinden kelime cımbızlayarak, özellikle CHP’nin darbeyi davet ettiğini yaymaktalar. AKP genel başkanı yaptığı konuşmalarda sürekli olarak “Ce Ha Pe zihniyetine” yüklenmekte, çok ağır eleştiriler yapmaktadır.

Yapılan bu konuşmalar gündem değiştirmek amaçlıdır.

  • Bugün ekonomik olarak batış gündemdedir, iflas gündemdedir. Bu ekonomik iflas, ülkemizin çok sıkıntılı günler geçireceğinin, şiddetli açlığın, işsizliğin, yoksulluğun habercisidir.

AKP genel başkanı, ne olduğu belirsiz cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini savunurken, bu sistem darbeler dönemini sona erdirecek demişti. Türkiye’de darbeler dönemi kapanmıştır derken, şimdi bu darbe söylemlerini gündeme getirmek anlamlıdır.

“Ne istediler de vermedik”, “bitsin bu hasret” sözleriyle içli dışlı oldukları Fethullah Gülen ve ekibi ile birlikte Ergenekon, Balyoz gibi sahte kanıtlarla Ordumuza ve milletimize kumpas kuranlar unutulmadı. İktidar, ekonominin dibe vurmasını, başta maske dağıtılamaması olmak üzere salgın dönemindeki beceriksizlikleri, dövizin sürekli yükselmesindeki başarısızlıkları, “darbe yapılacak” yalanıyla perdelemek ve gündemi değiştirmek istemektedir. Yandaş basın da, bu konuda siyasal iktidarın hizmetindedir.

Evet, yıllardır ülkemizde bir darbe söz konusudur; çünkü sivil darbe yapılmaktadır. Askeri vesayete son veriyoruz diyenler, sivil darbe yapmaktadırlar. Bir siyasal iktidarın, yasama, yürütme ve yargıyı kendine bağlayarak, her koşulda sürekli kendi istediğini yapmak için uğraşması, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşması ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturması açıkça sivil darbedir. Elindeki siyasal gücü, rejimin kuralları dışına çıkarak hukuksuz amaçlara yönelmek, hukuk dışı tutum ve davranışlarda bulunmak, sivil darbedir.

Sivil darbe öyle bir aşamaya geldi ki, siyasal iktidara karşı söz söyleyenler hemen tutuklanmaktadır. Sivil darbe öyle bir aşamaya geldi ki, ülkemizin doğal güzellikleri ve kaynakları keyfi olarak, rant için talan edilmekte, yağmalanmaktadır. Sivil darbe öyle bir aşamaya geldi ki, meslek örgütlerini demokratik seçimlerle kazanamayan siyasi iktidar, yasal düzenleme yoluyla işlevsizleştirmek ve denetlemek istemektedir.

Barolar hukuk dışına çıkılmasına direnince, Tabip Odaları gerçekleri dile getirince,  mühendis ve mimar odaları talana karşı hukuk mücadelesi yaparak, ülkenin yararını savununca kuduran siyasal iktidar, şimdi yapacağı yeni düzenlemeyle, sivil darbesine yeni bir halka daha ekleyecektir. AKP genel başkanının açıklamaları otoriter bakış açısının yansımasıdır. Kendi fikirlerini anayasadan ve yasalardan, hatta hukuktan üstün gören bu anlayış, demokratik değildir. Üstelik bu anlayışa “ileri demokrasi” adı verilerek, cahil halk kandırılmaktadır.

Bugün Ordu, MİT, jandarma, polis, istihbarat, yargı, basın, üniversiteler, kamu kurumları iktidarın elindedir. Darbe kimler tarafından ve nasıl yapılacaktır? Şu ortamda yalnızca halk, siyasal iktidarı hile karıştırılmayan bir seçimle değiştirebilir. Bu da muhalefetin başaracağı olumlu çalışmaların yanında, göstereceği yetkin ve seçkin adaylar ile sağlanabilecektir ki bunu zaman gösterecektir.

Darbe ya da darbe ortamlarının yaşanmaması, hukuk devleti ve demokrasinin hiçbir biçimde kesintiye uğramaması için, ülkeyi yöneten iktidarların hukuk devleti ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalarak, gerçek demokrasiyi etkin hale getirmeleri gerekir. İşte bu nedenle her zaman, her koşulda gerçek demokrasi etkin kılınmalı, hukukun üstünlüğü gerçek anlamda sağlanmalıdır. Sivil yönetimler demokrasiyi benimsedikleri ve hukuk ilkelerine bağlı kaldıkları zaman, darbe ortamlarının yaşanmadığı herkes tarafından görülecektir. 18 yıldır ne olduğu, ne yaptığı görülen siyasi iktidar kendi başarısızlığını yine başkalarına yüklemek amacıyla ortaya attığı darbe söylemiyle, kendini kurtarmak istemektedir. Ancak yolun sonu gözükmektedir.

ERDOĞAN / BAŞBUĞ

ERDOĞAN / BAŞBUĞ

Rifat Serdaroğlu

Erdoğan, İlker Paşanın mahkemeye verilmesini emretti!

Ömürleri boyunca Fethullah Gülen’i hiç görmemiş, birlikte iş tutmamış, Gülen’in elini hiç öpmemiş, “Gel Hocaefendi gel, bitsin bu hasret” diye salya-sümük ağlamamış, yolsuzlukların-hırsızlıkların üzerlerini birlikte örtmemiş, FETÖ’yu devletin ta dibine kadar sokmamış, Yüksek Yargıyı FETÖ’nun emrine vermemiş, her biri demokrasi ürünü olan, süt gibi bembeyaz AK, AKP milletvekilleri emri derhal yerine getirdiler.

Mahkeme safhasında, bazı kirli çamaşırların ortaya döküleceği besbelli. İzleyip göreceğiz!

Bu olayda AKP Genel Başkanının tutumu bizi şaşırttı mı? Elbette hayır!
“Askeri Vesayeti” kaldırıyoruz diye (FETÖ-CIA) çetesinin Türk Ordusunun Komuta Heyetine KUMPAS kurmasına, Komutanların yıllarca haksız yere zindanlara atılmasına göz yumacaksınız.
Yıllarca süren tutukluluklarından sonra, sanki sizin hiç siyasi sorumluluğunuz yokmuş gibi “Evet, Komutanlara Kumpas kuruldu, geçmiş olsun” diyeceksiniz.

İlker Paşa, FETÖ’nun AKP ile ilişkisini ortaya çıkaracak bir soruyu dillendirdiğinde, mahkeme yolunu göstereceksiniz!

Bu tutum sağlıklı bir bünyenin, bir demokratın, bir vatanseverin yapacağı bir davranış değildir.

Tıpkı, bir gün “İslam’ın hükümlerini günlük hayatın içine yerleştireceğiz” diyerek Anayasadaki laiklik ilkesini tahrip ettiğiniz, öte yandan Türk Milleti huzurunda “Laiklik ilkesini koruyacağınıza yemin ettiğiniz gibi.”

Savunduğu fikrini dahi cesurca ifade edemeyen kişi, siyasal korkaktır…

Gelelim İlker Başbuğ’a                                  :

Türk Milletinin, Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’dan beklediği şu idi :

Dünyanın en zor coğrafyasında 2229 yıldır görev yapan Türk Ordusu Komuta Heyeti, FETÖ denen pespaye örgütün tuzağına düşmemeliydi.

Bu affedilmez bir hatadır. Bu hata sebebiyle, üzerlerine atılan iftiralara dayanamayıp intihar eden onlarca kadın-erkek subaylarımızın hesabını kimden soracağız?

Türk Devletinin binlerce yıllık sırlarının saklandığı “Kozmik Odayı” koruyamayan Genelkurmay Başkanı rahat uyuyabiliyor mu?

İlker Başbuğ kezlerce; Kozmik Odaya girilmemesi gerektiğini dönemin Başbakanı Erdoğan’a söylediğini fakat Erdoğan’ın, FETÖ’cu Yargıçlar için “Bırakın girsinler” diye emir verdiğini söyledi.

İlker Başbuğ bir şey daha söyledi:

  • Kozmik odadan alınan belgeler, terör örgütüne verilmiş ve sonucunda Türk Devletinin terör örgütlerine yerleştirdiği 833 istihbaratçı vatan evladının şehit edildiğini de açıkladı!
  • 833 evladımızın kaybının sorumlusu kim, kimler?

İlker Başbuğ yani Atatürk’ün ordusunun Genelkurmay Başkanı ne yapmalıydı?

Dönemin Başbakanından kozmik odaya FETÖ’cuların girebilmesi için YAZILI EMİR istemeliydi!

Yazılı emre rağmen, FETÖ’cuları Kozmik Odaya sokmamalıydı.

Kozmik Odaya girişlerin şifrelerini, anahtarlarını, bir tutanak ile birlikte dönemin Cumhurbaşkanı Gül’e teslim etmeliydi! (AS: Yanlış, Anayasa m. 137 uyarınca hukuka aykırı emir yerine getirilmemeliydi!) 

En sonunda da, 833 vatan evladının öldürülmesine neden olduktan sonra, durumu Türk Milletine açıklayıp; Yarbay Ali Tatar, Üsteğmen Nazlıgül Daştanoğlu kadar yürekli olup Başbakanlık binasının önünde kafasına sıkmalıydı…

Bu sözler, kimi okurlarımıza çok ağır gelebilir. Fakat kimi devlet görevlerinde başarısız olma olasılığı yoktur. Ya başarılı olacak ve görevinizi yerine getireceksiniz ya da ölüm dahil her türlü sonuca katlanacaksınız.

Her karış toprağı şehit kanları ile sulanmış bu coğrafya nasıl VATAN oldu zannediyorsunuz?

Bu cennet vatanı, “Kurtuluş Savaşını keşke Yunan kazansaydı” diyen soysuzları, devlet sofralarında bizim paralarımız ile konuk edenlere mi bırakacağız?

Asla, bin kere, milyon kere asla…

Sağlık ve başarı dileklerimle. 10.02.2020

FETÖ’nün siyasi ayağı

FETÖ’nün siyasi ayağı

FETÖ’nün siyasi ayağı konusunda İYİ Parti’nin Meclis’e verdiği önergeye AKP, neden ret oyu verdiklerini mertçe açıklamak zorundadır. Bu işin imam ayağı, asker, polis, yargı ayağı, bürokrasi ve medya ayağı varsa elbette bunları bu önemli yerlerde konuşlandıran bir siyasi irade de vardır. Star Gazetesi yazarı Ardan Zentürk diyor ki; FETÖ’den temizlenmeyen parti tarihin çöp tenekesine gidecektir adı ne olursa olsun..”
Bu devletin bekası ve cumhuriyetin sonsuza kadar yaşaması için gencecik yiğitler kara toprağın bağrına giriyorsa bu ülkeyi yönetenler FETÖ’nün siyasi ayağına karşı sessiz ve çaresiz bir duruş sergileyemez. Gerekirse kendisini pisliklerden arındırıp yeni bir parti kurmayı bile gözden geçirmelidir. Devletin içinde bu kadar hain olmaz. İhanet ve kahramanlığın sarmaş dolaş hale geldiği bir sistemle Devlet-i Aliye’yi uzun süre ayakta tutamazsınız. FETÖ suçlaması ile tıpkı Ergenekon sürecinde olduğu gibi haksız ve hukuksuz bir şekilde tutuklanan, işinden edilen insanlar vardır ki, bunlarla ilgili yargı sürecinde sağlıklı bir değerlendirme yapılamamıştır. Binlerce insan FETÖ ile alakasının olmadığını ifade ettikleri halde görevlerinden uzaklaştırılmıştır.. Yani kurunun yanında yaş da yanmıştır. Hakimler ve savcılar siyasi iradeden çekindikleri için ve FETÖ suçlaması ile karşı karşıya kalmamak için dava sürecini uzatmakta, adaletli bir karar verememektedir.
Mademki FETÖ  Türk devletinin bekası için bir tehdit oluşturmaktadır, sayın hakim ve savcılar hukuk dışına çıkmadan haklıyı haksızdan, suçlu suçsuzdan ayırarak siyasi iradenin değil cumhuriyetin birer savcısı olduklarını göstermek zorundadır..
  • AKP iktidarı FETÖ ile kankalık sürecini yaşanmamış olsaydı koskoca Türk devleti içine bu kadar hainin yerleşmesi mümkün olabilir miydi?
Bakınız bundan 19 yıl önce yani 22 Ağustos 2000 yılında Fethullah Gülen hakkında anayasal düzeni değiştirmek laiklik ilkesini kaldırmak yerine şeriat esasına dayalı devlet kurmak suçundan dava açılmıştı. Ve Fethullah Gülen yargılanmamak için ABD’ye kaçmıştı. AKP iktidarı zamanında Yargıtay Genel Kurulu 2008 yılının Haziran ayında toplanarak Fethullah Gülen’in oybirliğiyle beraatine karar vermişti. Bu süreçten sonra Fethullah Gülen cemaatine talimat vererek; Gerekirse mezardaki ölüleri kaldırıp AKP’ye oy verin demişti. Akabinde başta Tayyip Erdoğan olmak üzere Devletin bütün bakanları “Hocaefendi saygıdeğer büyük insan. Dön artık vatanına bitsin bu hasretlik sana ağlamaktan gözyaşlarımız kurudu..” diyerek yalvarıp yakardı. Ama CIA’nın kontrol ve denetiminde bulunan Fethullah Gülen‘e bu sözler ninni gibi geldiğinden dikkate bile almadı.
Başlangıçta dini bir cemaat gibi ortaya çıkan Fethullahçı oluşumda her inanç kesiminden ve meslek grubundan insanlar vardı. Adalet Bakanlığı ve İçişleri’nin kendilerine verilmesi karşılığında AKP’ye her türlü desteği veren Fethullah Gülen, devletin en can alıcı noktalarına adamlarını yerleştirmiş ve kılcal damarlarına kadar nüfuz etmişti.
Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünün rafa kaldırılması andımızın yasaklanması doğrudan Fethullah Gülen’in talimatlarıyla Abant toplantılarında hazırlanan raporlarla hayata geçirilmişti. Sayın Recep Tayyip Erdoğan AKP ve FETÖ arasındaki bu kirli ilişkinin bittiğine inanmamızı istiyorsa hiç vakit kaybetmeden okullarda çocuklarımızı andımızı okutup Türk milletinin gönlünü yeniden kazanmalıdır.. Ve Sayın Devlet Bahçeli 2023’e kadar ne pahasına olursa olsun Recep Tayyip Erdoğan’ın arkasında olacağım derken Andımız konusunda bir zamanlar ettiği yemini hatırlamalı ve gereğini yapmalıdır. Yoksa yapılacak ilk genel seçimde tek tek kalelerini kaybedip siyaseten mevta olacağından hiç kimsenin kuşkusu olmasın.

Ne demişler; Zulm ile abad olanın ahiri berbad olur..