Etiket arşivi: Bahriye Üçok

“YA İSTİKLAL YA ÖLÜM” PAROLASINI DEĞİŞTİRMENİN SONU: ESARET…

Lütfü Kırayoğlu 
Yurttaş. 
15.01.2023

  • “Parolamız tektir ve değişmez: Ya istiklal, ya ölüm!”
    M. Kemal Atatürk, Sivas Kongresi, 9 Eylül 1919

Atatürkçü Düşün Dergisi‘nin Ekim-Kasım-Aralık aylarına ilişkin 149. sayısını gecikmeli olarak sağlayabildim. Cumhuriyetimizin 100. Yıl Özel Sayısı olarak yayınlanan dergide çok katılamadığım kimi değerlendirmeler yanında önemli yazılar da var. Derginin 10. sayfasında yer alan yazının başlığı beni oldukça şaşırttı ve ürküttü. CHP Parti Meclisi Üyesi ve Kadın Kolları Genel Başkanı sıfatı ile yayınlanan yazının başlığı “Ya İstiklâl, Ya Esaret”. Yazının ilk paragrafı Halide Edip Adıvar’ın 23 Mayıs 1919 günü İstanbul Sultanahmet Meydanında yaptığı ünlü konuşmanın sonunda alanda toplananlara yaptırdığı yemini anlatıyor. Yazar paragrafı şu tümce ile tamamlıyor:

  • “Bu yeminin özünde, ulu önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün şu şiarı vardır: Ya istiklâl ya ölüm!

ADD’nin temel ideolojik dergisine yazılan bir yazıya bu paragrafla giriliyorsa yazının “Ya İstiklâl, Ya Esaret” biçimindeki başlığını nasıl açıklayacağız? Yazı eğer uzun yıllardır yaşanan aymazlıkları görmezden gelen, dahası savunanları uyarmak, bu uyarılar sonunda kendine gelmeyenlerin varacağı yere dikkat çekmek amacıyla yazılsaydı, böyle bir başlığı anlayabilirdik. Ne acıdır ki, yazının en son paragrafı ve ana düşününü (fikrini) özetleyen bölümü kendini ve Türk kadınını kapsayan şu tümcelerle sona eriyor: “Biz kadınlar, Cumhuriyetimizin ilke ve devrimlerinden asla vazgeçmeyeceğiz. Karşı devrimcileri ilk seçimde sandığa gömeceğiz. Ya istiklâl ya esaret!

Yazının başlığından ve son paragrafından anlaşılacağı gibi günümüz kadınına bağımsızlık ya da esaret gösterilmektedir. Yüz yıl önceki gibi ölüm pahasına bağımsızlık artık rafa kalkmıştır. İnebolu’dan Anadolu’nun bağrına uzanan “İstiklal Yolunda” cepheye mermi taşıyan Türk kadınının, Kara Fatmaların, Şerife Bacıların, Nezahat Onbaşıların, Makbule Efelerin ya da yakın geçmişte şehit verdiğimiz Bahriye Üçokların ölümü göze almaları gitmiş, yerini tutsaklığı (esareti) kabulleniverme almıştır. Öyle mi?

Ulusal Kurtuluş Savaşımıza yön veren TAM BAĞIMSIZLIK ilkesinin parolası durumuna gelen “YA İSTİKLÂL, YA ÖLÜM!” sözünün en vurucu biçimde gündeme gelmesi 4 Eylül 1919’da başlayan Sivas Kongresidir. Sivas Kongresi’nde, 9 Eylül 1919 gecesi kürsüye çıkan Tıbbiye Öğrencilerinin Temsilcisi Hikmet Boran (Orhan Boran’ın babası) Mustafa Kemal Paşa’ya seslenerek :

  • “Paşam temsilcisi bulunduğum tıbbiyeliler beni buraya istiklâl davamızı başarma yolundaki mesaiye katılmak üzere gönderdiler, mandayı kabul edemem. Eğer kabul edecek olanlar varsa, bunlar her kim olurlarsa olsunlar şiddetle red ve takbih ederiz (kınarız). Farz-ı mahal (varsayalım ki), manda fikrini siz kabul ederseniz, sizi de reddeder, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil vatan batırıcısı olarak adlandırır ve tel’in ederiz (lanetleriz).” demiştir.

    Bu sözler kongre salonunu bir anda coşturmuş ve Mustafa Kemal Paşa, yanıt olarak şu tarihsel sözleri söylemiştir:

  • “Arkadaşlar, gençliğe bakın; Türk millî bünyesindeki asil kanın ifadesine dikkat edin! Gençler, vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır… Evlat; müsterih ol. Gençlikle iftihar ediyorum ve gençliğe güveniyorum. Biz, azınlıkta kalsak dahi mandayı
    kabul etmeyeceğiz. Parolamız tektir ve değişmez:
    Ya istikâl, ya ölüm!

Bu sözlerden apaçık görüldüğü üzere, Mustafa Kemal Atatürk’ün “tektir ve değişmez” dediği gibi parola “Ya İstiklâl Ya Ölüm!”dür. Nitekim günümüzde de neredeyse her gün ülkemizin bağımsızlığı uğruna canını veren evlatlarımızın al bayrağa sarılı bedenleri yurdun 4 köşesinde toprağa verilmektedir.

Söz konusu dergide en çelişik yön ise, bendeniz tarafından kaleme alınan

  • “DEVRİMİN ÖLDÜRÜLMESİNE İZİN VERİRSENİZ İÇİNİZDEKİ DEVRİMCİ DE ÖLÜR…”

başlıklı yazının son paragrafının birebir şu tümcelerle sona eriyor olmasıdır:

Atatürk, “Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” diyerek yola çıkmıştı. Mustafa Kemal Paşa’yı etkileyen Fransız devrimcileri 10 Ağustos 1792 sonrası Mecliste şöyle yemin ediyorlardı: “Millet adına bütün gücümle hürriyet ve eşitliği korumaya yahut ölmeye yemin ederim“. İşte bugün, Türk ulusunun temsilcileri, Mecliste 12 Eylül’cülerin karmaşık yemini yerine, Atatürk’ün kısa ve özlü yeminini etmeliler ve gerektiğinde Türk ulusuna hesap vermeliler.

Unutmayın..!

Ulusal bağımsızlık ancak böyle korunur…

Ne dersiniz? Unutkanlık Atatürk’ün partisini kemirmeye devam mı ediyor?

Ya İstiklâl, Ya Ölüm!” parolasını değiştirmenin sonu kaçınılmaz olarak tutsaklığı kabullenmektir.

Mezarlar Üzerinde Yükselen Düzen

Işık Kansu
Işık Kansu
kansu@cumhuriyet.com.tr Son Yazısı / Tüm Yazıları
22 Ekim 2022, Cumhuriyet

 

Hafta içinde Ufuk Üniversitesi’ndeydik. Atatürkçü gençler, Ahmet Taner Kışlalı’nın aramızdan zorbaca alınışının 23. yıldönümünde anlamlı bir etkinlik düzenlediler.

Orada da dile getirmeye çalıştık.

Cumhuriyet devrimi gerçekleştirildiğinden bu yana geçen 100 yıllık süreç içinde bağımsızlık ve Aydınlanma atılımını baltalama fırtınası, hiç ama hiç dinmedi.

Çürümüş Osmanlı’dan kalma bağnazlık ve bağımlılık, 1945’lerden başlayarak toplumun içine yeniden sinsice şırınga edildi.

1950’lerde, gericiliğin “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” söyleminin peşinde ilerlediği, ödüncülüğün ve ülke pazarlamanın ikili anlaşmalarla doruk yaptığı bir dönem yaşandı.

1960’larda, bugün hem iktidar hem de muhalefet partileri tarafından suçlanan, küçümsenen 1961 Anayasası’nın getirdiği özgürlük ve çağdaş haklarla donatılmış, sosyalistler dahil hemen her görüşün Meclis’te temsil edilebildiği sistem, Türkiye’yi sömürge kılmakta kararlı iç ve dış egemenlere “bol” geldi.

12 Mart 1971 balyozu, “bağımsız Türkiye” çığlıklarının üzerine darağacı ile indi. Yetmedi. 1970’li yıllar boyunca, CIA ve gladyo denetiminde ülke, sokak çatışması görüntüsü altında bir iç savaş alanına dönüştürüldü. Binlerce genç, aydın öldürüldü.

İstenen olmuştu. 12 Eylül’de işbirlikçi generaller, Amerikancı alaturka kapitalizmin takunyalı temsilcisi Turgut Özal’ı da yedeklerine alarak yurdu emperyalizmin yeni masalı küreselleşmenin halk öğütücü, ulus yıkıcı çarklarının altına ittiler.

Casusluk örgütü Fethullahçılar ve bağnazlık o dönemde palazlandı.

Sovyetler’in yıkılışı ile birlikte Soğuk Savaş’ın sona erdiği dönemde, 1923 devriminin ilkeleri ve çözüm yolları, siyasette ve yurt yönetiminde yaşanan çürümüşlüğü ve çaresizliği aşmak için yeniden bir tan yeri yaratmıştı ki… Küresel sömürgecilik, gericilik ve ayrılıkçılığı tüm kan dökücülüğü ile bir kez daha kışkırttı.

Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi laik, demokratik, devrimci ve halkçı çözümler üreten ve umut yaratan aydınlar, karşıdevrim için eğitilmiş katil örgütlerince aramızdan alındılar.

Tüm yaşananlar, hazırlıklı kurgulardı ve bugünü yaratmaya yönelikti.

Bugün, anayasa, Meclis varmış gibi gözükmesine karşın Osmanlı’nın Saray düzeni geri gelmiştir.

  • Yaşanmakta olan düzenin temeli,
    binlerce gencin ve aydının mezarları üzerine atılmıştır.

KIŞLALI NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?

Ahmet Taner Kışlalı’nın neden öldürüldüğünü soranlar için anahtar bilgi, kendisinin 1998’de kaleme aldığı “Demokratik Toplumcu Çağrı bildirgesinde yatmaktadır :

“Toplumumuz, Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli bunalımıyla
karşı karşıya bulunmaktadır. Laik, demokratik Cumhuriyet tehdit altındadır.
Bu geçici değil, yapısal bir bunalımdır.

Bunalımla savaşmak durumunda olan devlet kurumlarının çoğu yozlaşmıştır. Devlet yapısındaki hastalıkları gidermek görevindeki siyasal partiler ise tabanlarından ve dolayısıyla toplumdan kopmuşlardır.
Partiler demokrasisi liderler demokrasisine,
daha doğrusu genel başkanlar diktatörlüğüne dönüşmüştür.

Kitlelerde giderek yaygınlaşan umutsuzluğun nedeni bu çıkmazdır. 

Türkiye’nin bugünkü çıkmazında, işçisiz bir sol ve solsuz bir demokrasi arayışlarının rolü yadsınamaz. Bu akıl dışı arayışlar, yolsuzluklar ve çözümsüzlüklerle tıkanan ve çürüyen bir siyasal ortam oluşturmuştur. Yadsınamayacak bir gerçek de,
solun Kemalizm’i yadsıyan kesimlerinin tükenmişliğidir.” 

Ahmet Taner Kışlalı özlemle anıldı

Gazetemizin yazarı, Aydınlanma savaşçısı, Cumhuriyet aydını, yürekli Kemalist Ahmet Taner Kışlalı, katledilişinin 23. yılında Ankara ve İstanbul’da anıldı.

22 Ekim 2022 Cumhuriyet

Ahmet Taner Kışlalı özlemle anıldı“Eğer demokrasinin olanaklarını demokrasiyi yıkmak için kullananlar demokrat ise… Eğer dinin siyasetini ve ticaretini yapanlar demokrat ise… Eğer yalancıları, hırsızları, Türkiye’nin düşmanlarınca beslenenleri, çeteleri koruyan düzenin adı demokrasi ise… Eğer demokrasi adına Cumhuriyetin temellerine kazmayı vuranlar demokrat ise… Ben demokrat değilim ve onların demokrat yaftasını taşıdıkları bir yerde ben demokrat olmak istemiyorum çünkü onlarla aynı sıfatı taşımaktan utanıyorum” sözleriyle demokrasinin ne olmadığını anlatan Ahmet Taner Kışlalı için katledişilinin 23. yılında, dün, bir dizi anma programı düzenlendi.

Ankara Cumhuriyet Okurları (CUMOK) ve ADD Ümitköy Çayyolu Şubesi tarafından düzenlenen program, Kışlalı’nın katledildiği sokakta, evinin önündeki anmayla başladı.

‘DEMOKRASİ ÂŞIĞIYDI’

Kışlalı’nın eşi Nilüfer Kışlalı, CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Aylin Nazlıaka, ADD Genel Başkanı Hüsnü Bozkurt, 29 Ekim Kadınları Derneği Genel Başkanı Şenal Sarıhan, eski CHP milletvekili Mustafa Gazalcı, CHP Çankaya İlçe Başkanı Fahri Yıldırım, Çankaya Belediye Meclisi’nin CHP’li üyesi Yeliz Aşcı, gazetemiz yazarları Işık Kansu ve Mustafa Balbay, Ankara CUMOK Dönem Sözcüsü Nejdet Özer ile ODTÜ ADT ve Hacettepe ADT’nin de bulunduğu program, saygı duruşu ve İstiklal Marşı’yla başladı.

Kansu, konuşmasında Kışlalı’nın düşünsel kalıtına vurgu yaptı. Nazlıaka ise “Kışlalı, Atatürk ilke ve devrimlerinin yılmaz savunucusuydu, gerçek bir demokrasi âşığıydı, hayatını laik, demokratik, aydınlık bir Türkiye mücadelesine vermişti. Bir hak savunucusuydu” dedi. Kışlalı’nın tahammül edemediği tek konunun Atatürk’e yönelik saldırılar olduğunu vurgulayan Nazlıaka, “Kışlalı’nın cesaretini, tam bağımsız Türkiye’yi savunmasını, Atatürkçü düşünceyi yaygınlaştırmasını hazmedemeyenler sandılar ki onu öldürebilecekler ama yanıldılar. O asla ölmedi, ölmeyecek” diye konuştu.

(CHP Ankara Milletvekili Levent Gök, CHP Kadın Kolları Genel Başkanı Aylin Nazlıaka, ADD Genel Başkanı Hüsnü Bozkurt, gazetemiz yazarları Işık Kansu ve Mustafa Balbay’la birlikte törene katılan yurttaşlar, Kışlalı’nın saldırıya uğradığı yerdeydi.)

‘TÜRKİYE BAŞKA OLURDU’

CHP’li Gök ise “23 yıl önce burada patlayan bomba, bir devrimciyi, Atatürkçüyü aramızdan aldı götürdü. O devrimci, Atatürkçü, modern Evliya Çelebi gibi elinde çantasıyla Türkiye’yi dolaşıyor, Atatürk’ü, laik Cumhuriyetin değeri ve önemini anlatıyordu. Ülkemizin başına gelecekleri herkesten önce görmüştü. Anlatması boşuna değildi” dedi.

“O görevini yaptı ama biz yapamadık” diyen Gök, “Kızına, ailesine, kendilerini daha güvende hissedecekleri bir ortamı, siyasal iklimi gerçekleştiremedik. Kışlalı ailesine özür borçluyuz” ifadelerini kullandı. Gök, “23 yıldır bunu başaramadık ama söz veriyoruz, 24. katlediliş yıldönümünde Türkiye’yi, Kışlalı’nın daha huzur içinde uyuyacağı bir siyasal iklime taşıyacağız” dedi.

ADD Genel Başkanı Bozkurt da katledilen Cumhuriyet aydınlarına işaret ederek şunları kaydetti:

  • “Hepsi tam bağımsız, antiemperyalist Türkiye’den yana. Bu insanlarımızı katledenler, bu topraklar üzerinde laik Cumhuriyetin, antiemperyalist devletin doğmasını engellemeye çalıştılar, başaramadılar. Atatürk’e suikastlar düzenlediler, başaramadılar. Devrimleri engellemeye çalıştılar, olmadı. Baktılar olmuyor, aydınlarımızı katlettiler. Bir Uğur Mumcumuz, Ahmet Taner Kışlalımız daha yok. Kışlalı ve Mumcu, Cumhuriyet’te hâlâ yazıyor olsaydı, Türkiye çok başka olurdu. Çok büyük değerleri kaybettik. Fail belli; Batı emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri.”

‘ÖLDÜRENLERİ TANIYORUZ’

İkinci anma ise Kışlalı Anıtı önünde düzenlendi. Burada Ankara CUMOK adına konuşan Güneş Çakmakoğlu, Kışlalı’nın laiklik vurgusuna işaret ederek “Laikliğin ne anlama geldiğini, Diyanet eleştirisi nedeniyle karartılan televizyon ekranlarından, kadın cinayetlerinden, madenci ölümlerine kaderci yaklaşımlardan, tarikat-cemaat yurtlarında olanlardan, başı gerektiği gibi örtülü olmadığı için öldürülen İranlı Mahsa Amini’lerden ve daha birçok olgudan anlıyoruz. Laiklik, demokrasi için ekmek, su, hava kadar gerekli. Mücadelesini yılmadan, usanmadan, yorulmadan kalemiyle yapan Kışlalı’yı öldürenleri tanıyoruz; o, Türkiye’nin Aydınlanma devrimlerine karşı çıkan karanlık güçler tarafından öldürüldü” ifadelerini kullandı. ADD Çayyolu Ümitköy Şube Başkanı Özer Özcan da “Gericiliğe, etnikçiliğe, numaracı cumhuriyetçiliğe karşı mücadelesiyle sonsuza dek hatırlanacak” diye konuştu.

(Kışlalı’nın gömütüne, Cumhuriyet gazetesi bırakıldı.)

‘HEP ÖN SAFTA MÜCADELE VERDİ’

Program, Kışlalı’nın Karşıyaka Mezarlığı’ndaki gömütü başındaki anmayla son buldu. Bir dakikalık saygı duruşunun ardından konuşan ADD Batıkent Şube Başkanı Erdal Hatun, şubenin bulunduğu kültür merkezinin Kışlalı’nın adını taşıdığını vurgulayarak “Kışlalı Hocamız, Kemalist devrim ilkelerini birer cümlelik yazı olmaktan çıkarıp, halen geçerliliğini koruyan, uygulanabilir ve ülkemiz için yaşamsal bir zorunluluk olduğunu en iyi anlatan, kısacası Kemalizm’i ete kemiğe büründürüp, ders kitaplarına sokan, gelecek nesillere aktarılmasında ön safta mücadele eden çok önemli bir Cumhuriyet aydınıydı” dedi.

Nilüfer Kışlalı ise eşi Kışlalı’yı ailesi olarak her gün andıklarını, katlediliş yıldönümünde sevenleri ile birlikte anmaktan da onur duyduklarını söyledi. Program, konuşmanın ardından Kışlalı’nın gömütüne karanfil bırakılmasıyla son buldu.

ADD, İSTANBUL’DA ANDI:
‘CUMHURİYET İÇİN YAŞAMI HİÇE SAYANLAR ÖLÜMSÜZDÜR’

Gazetemiz yazarı, Türk Aydınlanma devriminin öncülerinden Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) Kadıköy Şubesi’nin dün, İstanbul’da düzenlediği törende anıldı.

Kışlalı’nın “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil, geleceğin öncülüğüdür” sözünün anımsatıldığı törende konuşan ADD temsilcileri, “Atatürk Devrimi, demokrasi, özgürlükler ve Cumhuriyetin temel nitelikleri için yaşamını hiçe sayanlar ölümsüzdür. Yolumuzu aydınlatan ışıktır” diye konuştu.

Kışlalı cinayetinin aydınlatılmadığına dikkat çekilen açıklamada, “Cumhuriyet düşmanları tıpkı kurucu genel başkanımız Prof. Dr. Muammer Aksoy’dan, Doç. Dr. Bahriye Üçok’tan, araştırmacı gazeteci yazar Uğur Mumcu’dan rahatsız oldukları gibi, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’dan da rahatsız oldular. Ölümlerle bizi yıldıramaz, sindiremezler,” denildi.

Kılıçdaroğlu’nun din takıntısı

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen

1990’lı yıllarda “başörtüsü hakkını” savunarak mağdur rolüne bürünen dinci siyasetçiler, 2002 yılından sonra, AKP’nin çatısı altında, teokratik bir dikta rejimi kurarak demokrasiyi ve laikliği ortadan kaldırdılar.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP yönetimi ise geçtiğimiz hafta, Türkiye’de demokrasi ve laiklik sorunu yokmuş gibi, kamu kurumlarında ve işyerlerinde başörtüsünün takılabilmesini ve kara çarşafın giyilebilmesini de güvence altına alan yasal bir düzenleme yapılmasını önerdi ve bu konuda TBMM’ye bir teklif verdi!

1990’lı yıllarda İslamcı teröristler tarafından katledilen Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı ve hukukçu Muammer Aksoy; tarihçi, ilahiyatçı, yazar ve SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok; emekli müftü, araştırmacı ve yazar Turan Dursun; gazeteci ve yazar Uğur Mumcu; siyaset bilimci ve yazar Ahmet Taner Kışlalı gibi gerçek mağdurları unutturan CHP yönetimi, AKP’nin gölgesinde siyaset yapma alışkanlığından vazgeçemedi!

  • İran’da yüzlerce kadının başörtüsü takmadığı için katledildiği ve milyonlarca İranlının özgürlük mücadelesi verdiği bir ortamda, CHP yönetimi ortaçağ karanlığına gömüldü!

Arabistan töresinin, geleneğinin ve kültür emperyalizminin simgesi olan;
kadının bedeninin, cinselliğinin ve özgürlüğünün baskı altına alınması amacıyla
yüzlerce yıl önce icat edilen başörtüsü ve kara çarşaf,
CHP yönetimi tarafından,
özgürlük ve evrensel insan hakları paradigmasının içine sokuldu!

***
Üniversitelerde başörtüsünün yasaklanarak başörtülü vatandaşların laik ve bilimsel eğitimden yararlanmalarının engellenmesi yanlıştı. Ancak bu yanlış, başörtüsünün ve kara çarşafın ne anlama geldiğiyle ilgili gerçekleri değiştirmez.

Ayrıca, üniversitelerdeki başörtüsü yasağı ile bazı kamu kurumlarındaki başörtüsü ve kara çarşaf yasağı aynı kategoride değerlendirilebilecek şeyler değildir. Üniversitedeki başörtüsü yasağı, eğitim hakkının engellenmesiyle ilgili bir durumdur.

Askeriye, Emniyet, yargı gibi belli bir kıyafet disiplininin geçerli olduğu, din, mezhep ve dünya görüşü bağlamında tarafsızlığın en üst düzeyde tüm ayrıntısıyla dışa vurulmasının son derece önemli olduğu hassas kurumlarda, başörtüsü ve kara çarşaf özgürlüğü, kurumların, toplumun, kamunun, devletin özgürleşmesini değil, dinin ve mezhebin esiri olmasını sağlar!

Ayrıca başörtüsü ve kara çarşaf, CHP’nin önerdiği gibi yasayla veya AKP’nin önerdiği gibi anayasayla düzenlenecek bir şey değildir. Kıyafetle ilgili konular, kurumların iç yönetmelikleriyle ve yönergelerle düzenlenebilecek konulardır.

  • CHP yönetimi bu girişimiyle, hukuk önünde de komik bir duruma düşmüştür!

Başörtüsünün ve kara çarşafın, İslamın bir gereği gibi sunulması da bir cehalet örneğidir.

İslam dininin temeli olan Kuran’da,
kadının saçlarını ve bedeninin tamamını örtmesini
zorunlu kılan hiçbir ayet yoktur.

CHP yönetimi, demokrasi, laiklik, hukuk, ilahiyat alanlarında, yani konuyla ilgili tüm alanlarda, sınıfta kalmıştır!
***
CHP’deki bu sorunlar aynı zamanda, kurultay tarafından kabul edilen parti programının, parti tüzüğünün ve partinin yetkili organlarının işletilmemesinden kaynaklanmaktadır.

Parti tüzüğünün 20. maddesinin 1. bölümüne göre, parti meclisi, kurultaydan sonra partinin en yüksek karar organıdır. Parti meclisi, parti tüzüğünün 21. maddesinin 1. bölümüne göre de, parti programı, kurultay kararları ve seçim bildirgeleri doğrultusunda, iç ve dış gelişmelerle ilgili politika ve strateji kararlarını alır.

Başka bir deyişle genel başkan, parti programını, parti tüzüğünü ve parti meclisini yok sayarak, iç ve dış gelişmelerle ilgili politika ve strateji kararlarını, birkaç yakın çalışma arkadaşıyla birlikte alamaz ve sosyal medya veya herhangi bir medya organı üzerinden bu kararları kamuoyuna duyuramaz.

Genel başkan partiyi temsil eder, partiyi bağlayan demeçleri verme ve bildiri yayımlama yetkisine sahiptir, ancak bu temsil ve yetki, kurultayın, parti programının ve parti tüzüğünün belirlediği sınırları aşamaz.

28 Şubat kumpası

Örsan K. ÖymenÖrsan K. Öymen
Cumhuriyet, 22 Ağustos 2022

 

Yaklaşık bir yıl önce, emekli komutanlar ve askerler Çevik Bir, Çetin Doğan, Hakkı Kılınç, Cevat Temel Özkaynak, Erol Özkasnak, Fevzi Türkeri, Yıldırım Türker, İlhan Kılıç, Aydan Erol, Kenan Deniz, Ahmet Çörekçi, Çetin Saner, İdris Koralp ve Vural Avar, hukuka aykırı bir biçimde tutuklandılar.

Böylece, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV”, “Casusluk” ve “Gezi” adıyla anılan sahte yargı süreçlerine ve kumpaslara bir yenisi daha eklendi, yargı bağımsızlığını güvence altına alan anayasanın 138. maddesi, AKP hükümeti tarafından bir kez daha ihlal edildi.
***
1990’lı yıllarda Türkiye’de, laiklik karşıtı siyasal örgütlenmeler ve laiklik karşıtı terör örgütlenmeleri, paralel biçimde yükselişe geçti.

Refah Partisi, 1991 genel seçimlerinde %17 oy aldı ve 1995 genel seçimlerinde %21 oy alarak 1. parti oldu.

1990 yılında, Atatürkçü Düşünce Derneği kurucu genel başkanı-hukukçu Muammer Aksoy, ilahiyatçı-yazar, SHP parti meclisi üyesi Bahriye Üçok, yazar-araştırmacı Turan Dursun, gazeteci-yazar Çetin Emeç; 1993 yılında gazeteci-yazar Uğur Mumcu; 1999 yılında siyaset bilimci-yazar Ahmet Taner Kışlalı katledildi.

1993 yılında yazar Aziz Nesin’in ve Alevi sanatçıların hedef alındığı Sivas’taki olaylarda, aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok, Hasret Gültekin, Edibe Sulari, Asaf Koçak, Behçet Aysan, Mehmet Atay, Uğur Kaynar, Muammer Çiçek’in de bulunduğu 33 sanatçı ve Pir Sultan Abdal Derneği üyesi yakılarak katledildi.

Söz konusu aydınlar katledilmeden önce, yıllarca RP’li siyasetçiler ve onları destekleyen yayın organları tarafından hedef gösterildi!

Laiklik karşıtı kesimin, üniversitelerdeki başörtüsü (AS: Türban!) yasağından dolayı kendisini mağdur ilan ettiği yıllarda, laikliği ve Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimlerini savunanların can güvenlikleri bile yoktu!

Bu yıllarda en büyük mağduriyeti yaşayanlar, üniversitede başörtüsü yasağına maruz kalanlar değil, laiklik karşıtı teröristler tarafından katledilenler, laikliği ve Cumhuriyet Devrimlerini savunanlardı.
***
28 Şubat 1997’de, RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın başbakan, DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’in başbakan yardımcısı olduğu koalisyon hükümeti döneminde, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in başkanlığında toplanan Milli Güvenlik Kurulu, laiklik karşıtı örgütlenmelerin önlenmesine yönelik kimi somut önerilerde bulunan bir bildiri yayımladı.

Bu gelişmeden sonra hükümet ile cumhurbaşkanı, hükümet ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında gerginlikler yaşandı, DYP’den birçok milletvekili, RP ile koalisyon ortaklığına karşı çıktı, birçok DYP milletvekili istifa etti ve RP-DYP koalisyon ortaklığı için gerekli çoğunluk ortadan kalktı, hükümet düştü.
***
Bunun üzerine, “ikinci cumhuriyetçi” neoliberaller ile birlikte, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç gibi RP’li siyasetçiler, “postmodern darbe” söylemine başvurdular. Oysa ortada ne bir darbe vardı ne de bir darbe girişimi.

ABD destekli 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri konusunda yeterince sesini çıkarmayan laiklik karşıtı siyasetçiler, teokrasiyi demokrasi olarak pazarladılar. Üniversiteler ve medya da bu kirli oyuna alet oldu!

Erdoğan, Gül ve Arınç daha sonra AKP’yi kurdu; AKP iktidar oldu ve 2008 yılından itibaren (AS: başlayarak)

  • AKP demokratik, laik, hukuk devletini ortadan kaldırarak anayasal düzeni yıktı ve sivil darbe yaptı!

1997’de anayasal düzen hatırlatması yapan, bugün 70 yaşın üzerinde ve ciddi sağlık sorunları olan komutanlar ise darbe yaptıkları iddiasıyla hapishaneye yollandı!

İşadamı Osman Kavala’nın ve eski HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın hukuka aykırı biçimde hapishanede tutulmasını eleştirenlerin, 28 Şubat kumpasından dolayı hapiste yatan komutanlara ve askerlere sahip çıkmamaları, büyük bir çelişki ve ikiyüzlülüktür.

ABD ve Avrupa Birliği emperyalizmi, “Ergenekon”, “Balyoz”, “OdaTV” ve “Casusluk” kumpaslarında nasıl üç maymunu oynadıysa, 28 Şubat kumpasında da aynı tavrı sergilemektedir!

  • Muhalefetin, bu konuda ABD’nin ve AB’nin gölgesinde kalması ise utanç vericidir!

UĞUR MUMCU CİNAYETİNİN ÖNEMİNİ ANLAMAK İÇİN AŞAĞIDAKİ LİSTEYE BAKMALI

UĞUR MUMCU CİNAYETİNİN ÖNEMİNİ ANLAMAK İÇİN AŞAĞIDAKİ LİSTEYE BAKMALI

EMRE KONGAR
Emre Kongar – Resmi İnternet Sitesi

Sevgili Uğur Mumcu’nun öldürülmesi ne sıradan bir olaydı ne de münferit: Bu cinayet Türkiye’yi geri bıraktırarak sömürülmesini kolaylaştırmak isteyen emperyalistlerle kol kola girmiş olan dinci-faşistlerin derin devletle ittifak halinde planlı programlı uygulamalarının bir parçasıydı.

Ülkeyi bağımsızlık yolundan Demokratik Laik ve Sosyal Hukuk Devleti idealinden saptırmak isteyen Demokratları, Atatürkçüleri, Solcuları, Emekçileri ezerek sindirerek yok etmeye yönelik bir süreçti bu. Aydınları, yazarları, öğretim üyelerini, sendikacıları, gazetecileri, hukukçuları öldürerek sindirerek susturarak bugünleri hazırladılar. Aşağıdaki liste bugünlere hangi kanlı süreçten geçerek geldiğimizi anımsatacaktır.
* *
○ Erzurum Atatürk Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Orhan Yavuz 15 haziran 1977.
○ Ankara Savcısı Doğan Öz 24 Mart 1978.
○ Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Bedrettin Cömert 11 Temmuz 1978.
○ İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Ord. Prof. Dr. Bedri Karafakioğlu 20 Ekim 1978.
○ Ankara’nın Bahçelievler mahallesinde Türkiye İşçi Partisi üyesi Latif Can, Efraim Ezgin, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Serdar Alten, Faruk Ersan ve Salih Gevence isimli gençlerin öldürülmesi 8 Ekim 1978.
Maraş Katliamı 19 Aralık-26 Aralık 1978.
○ Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi 1 Şubat 1979.
○ TİP Adana İl Başkanı avukat Ceyhun Can 10 Eylül 1979.
○ Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul 28 Eylül 1979.
○ İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ümit Yaşar Doğanay 20 Kasım 1979.
○ İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil 7 Aralık 1979.
○ Yurdakul ailesinin avukatı Halil Güllüoğlu 3 Şubat 1980.
○ Televizyoncu gazeteci Ümit Kaftancıoğlu 11 Nisan 1980.
○ CHP Adana İl Başkanı avukat Ahmet Albay 3 Mayıs 1980.
Çorum katliamı 28 Mayıs-4 Temmuz 1980.
○ CHP Kayseri İl Başkanı avukat Mustafa Kulkuloğlu 7 Mayıs 1980.
○ DİSK Başkanı Kemal Türkler 22 Temmuz 1980.
○ Prof. Dr. Muammer Aksoy Ankara 31 Ocak 1990.
○ Çetin Emeç İstanbul 7 Mart 1990.
○ Turan Dursun İstanbul 4 Eylül 1990.
○ Doç. Dr. Bahriye Üçok Ankara 6 Ekim 1990.
○ Politikacı şair ve yazar Musa Anter 20 Eylül 1992.
○ Uğur Mumcu Ankara 24 Ocak 1993.
○ Gümüşhane Baro Başkanı Ali Günday 25 Temmuz 1995.
○ Maden İş Genel Başkanı Şemsi Denizer 6 Ağustos 1999.
○ Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı Ankara 21 Ekim 1999.
○ Dr. Necip Hablemitoğlu Ankara 18 Aralık 2002.
○ Danıştay saldırısında yaralanan yargıç Mustafa Yücel Özbilgin 17 Mayıs 2006.
○ Agos Gazetesi Genel Yayın Müdürü Hrant Dink 9 Ocak 2007.
○ Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi 28 Kasım 2015.
 * *
Kendilerine “Bugünlere nasıl geldik” diye soranlar yukardaki bu listeye baksınlar…
Ve bu olayların sorumlularının nerelerde olduklarını düşünsünler!

Darbeli demokrasi

Zafer Arapkirli
Zafer Arapkirli

Darbeli demokrasi

Mahut “Işıklı Tweet”in üzerine herkesten önce ve daha büyük bir şehvetle atladılar ve lime lime doğradılar ki duyan da bu muhteremleri gerçekten “darbe sevmez” sanabilir.

Oysa gerçek manzara öyle mi?

Bütün anayasal kurumları hile ve desise ile “biz yaptık oldu. Var mı ulan?..” tavrı ile ele geçiren, seçilmişleri tek tek kulaklarından tutup içeri tıkan ve yerine vali-kaymakam atayan, yıllar boyu sınav sorularını elden dağıtıp, atamalarda tarikat-cemaat kollayıp (AKP-FETÖ ittifakını kastediyorum) kendi adamlarını devletin tüm aygıtına yerleştiren, özellikle silahlı kuvvetlerin tüm kademelerine onbaşısından orgeneraline kadar alçak darbecileri yerleştiren (şu bayat “sızma” yalanına kendileri bile inanmıyor artık) zevat, bugün çıkmış “Genelkurmay’ın ışıkları yanıyor esprisi üzerinden tehdit ediliyoruz” soytarılığına nasıl başvurabiliyor? İnsanı çıldırtır bunlar.

Yahu, dünyanın en nadide mozaiği gibi motif motif işlenmiş ATATÜRK Devrimlerinin temeline, zaten bir türlü oturtulamamış Cumhuriyetimizin temeline dinamit koyan, adeta o mozaiklerle bezeli duvara “hilti” (darbeli delici-kırıcı-yıkıcı matkap) ile Timur’un filleri gibi dalan sizler değil misiniz?

Bugün, bir Anayasa Mahkemesi üyesi yargıcın (henüz tam da neye hizmet ettiği belli olmayan) “sorumsuzca ve sersemce” attığı tweet üzerinden sanki “darbelere karşıymış rolü” oynuyorsunuz?

12 Mart’tan, 12 Eylül’den, 28 Nisan’dan ve dahi harcında olağanüstü katkınız bulunan 15 Temmuz’dan sonuna kadar yararlanmış olan da siz olmasanız, bayağı “yiyeceğiz” bu numaraları.

Ama tabii, öyle değil.

Argomuzda güzel bir laf vardır:

“Hayvan terli.. Yemiyor”

Ver afyonu… Ver afyonu…

Toplumu, dini soslara batırılmış afyon parçacıkları yutturarak yönetmeye çalışmanın tipik bir örneğiydi, Cumhurbaşkanı’nın son tartışmalı demeci. (mealen) “Müminler varlıkta şımarmamalı. Yoklukta da sabretmeli. Acıyı bal eylemesini bilmeli” dedi, teknik olarak doğru sözler tabii. Zengin şımarmamalı. Yoksul da sabırlı olmalı. Dünyanın sonuymuş gibi davranmamalı.

İyi, güzel de…

Yoksullar, eğer o “şımarmaması vaaz edilen zenginler” yüzünden yoksullaşmışsa (biz buna kapitalizmin doğal sonucu diyoruz) ve o yoksul istediği kadar sabretsin “öldür Allah” asla zenginle (yer değişmekten vazgeçtim) eşit seviyeye ulaşamayacaksa?..

O zaman neyin “sabrını” bekliyorsun? Niye “zıkkım gibi” acıya “bal” muamelesi yapacakmış?
Bu sözleri sömürü düzeninin ateşine odun taşıyanlardan, düzeni daha da acımasız hale getirenlerden, zengin-yoksul uçurumunu daha da açanlardan, patronlara dönüp “Bize şükredin. Grevi-hak aramayı yasakladık. Kıymetimizi bilin yani..” diye övünenlerden duymak biraz fazla “hakaretamiz” değil mi?

İngilizlerin (bak yine İngilizce havası yapıyor demeyin) güzel bir deyimi var:

“To add insult to injury” (Yaralı insana bir de hakaret ederek acısını katlamak) derler. Tam o hesap.

Ayıp oluyor yani. Biraz vicdan yani.
****
TTB ve Şebnem Hoca

Devleti, aynı devletin başına on yıllardır bela olan ve temellerine dinamit koymaya ant içmiş bir alçak terörist örgüte teslim edenler, bugün çıkmışlar “Falanca kurum, filanca dernek teröristlerin eline geçti” diye konuşma hakkını kendinde nasıl görebiliyor? Cumhuriyet düşmanı Pennsylvanialı Sümüklü Vaiz’in eli kanlı teşkilatına, Harbiye’den adliyeye, Hariciye’den Mülkiye’ye tüm kurumların anahtarlarını kendi elleriyle verenler, “Filanca derneğin yöneticisi teröristtir. Onu oradan almak lazım” diye nasıl pişkince ve utanmadan iftirada bulunabiliyor? Anlamak, gerçekten mümkün değil.

Lafı eğip bükmeden söyleyeyim:

Türk Tabipleri Birliği (TTB)’nin başkanlığına yeni seçilen Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’dan söz ediyorum. Şebnem Hoca’nın dünya görüşüne, bazı faaliyetlerine, geçmişine, geçmişte aldığı ya da almadığı tavırlara, kimi desteklediğine vs. herkesin desteği de itirazı da olabilir. Benim de var. Pek çok konuda aynı düşünmüyorum. Hatta ve hatta, Türk Tabipleri Birliği gibi “Tıp bilimine, toplumun sağlık sorunlarına ve meslektaşların dertlerine odaklı” çalışan bir teşkilatın başına, keşke sadece “siyasi duruşu değil, bilim insanı olarak kimliği daha öne çıkmış” birini seçselerdi diyorum.

Ama bütün bunlar, TTB’nin kongresine katılmış “delegelerin iradesini” yok saymaya ve Şebnem Hoca’yı elinizde hiçbir kanıt ve hüküm yokken “terörist” olarak damgalamaya yaftalamaya imkân vermez kimseye. Üstelik bunu yapmak bir suctur. O zaman demokratik kitle örgütlerinin “üye iradesi”ni çöpe atmış olursunuz. Hem örgüt içinden hem de bu pırıl pırıl meslek örgütünü (aynı zamanda bilim mihrakını) ezmeye yeminli yasakçı faşist kafalardan gelen baskıya boyun eğersiniz. Hukuk devleti ve demokratik toplum ilkelerini nasıl savunacağız o zaman?
====================================
Dostlar,

Değerli Arapkirli’ye, bu sitede ve daha pek çok ortamda yayınlanan Ş. K. Fincancı hakkındaki belgelere göz atmasını öneriyoruz; “hiçbir kanıt ve hüküm yokken” demesi karşısında.

Bir de, halen yaşamda olan, demokrasi şehidi Uğur Mumcu’nun ağabeyi Av. Ceyhan Mumcu ile bir telefon görüşmesi yapmasını.. Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok cinayetlerinde yakalanan sanıkların yargılanacağı Umut davasında her nasılsa devreye giren / sokulan Dr. Fincancı’nın sanıkları görüp muayene etmeden düzenlediği adli raporlarla bu kritik davanın gidişini nasıl derinden etkilediğini, Dr. Fincancı hakkında, başvurusuna karşın TTB tarafından bir disiplin işlemi yapılmadığını……. da bilgi edinmesini… bekliyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 17 Ekim 2020, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net    profsaltik@gmail.com

 

24 Ocak gerici diktatörlüğe, işbirlikçiliğe, sömürüye karşı direniş ve başkaldırı günüdür!

24 Ocak gerici diktatörlüğe, işbirlikçiliğe, sömürüye karşı direniş ve başkaldırı günüdür!

Mahmut ÖZYÜREK
Ulusal Eğitim Derneği Yönetim Kurulu Adına
Isparta Şube Başkanı

Uğur Mumcu’nun katledilerek aramızdan alınışının 27. yılındayız. 27. Adalet ve Demokrasi Haftası içinde aynı zamanda “hain tuzaklarla” aramızdan alınan Muammer AKSOY, Bahriye ÜÇOK, A. Taner KIŞLALI, Necip HABEMİTOĞLU, Ali Gaffar OKKAN ve daha onlarca devrim şehidini bir kez daha anıyoruz.

  • Onlar, emperyalizme karşı bağımsızlık, sömürüye karşı eşitlik,  faşizme karşı özgürlük ve demokrasi,  gericiliğe karşı laiklik, savaşa karşı barış ve kardeşlik, ayrımcılığa karşı eşitlik mücadelesi verdikleri için katledildiler.

Bu katliamların arkasındaki güçler ülkemizi emperyalizme, sömürüye ve gericiliğe teslim edenlerdir. Ülkemiz tam da böylesi bir zihniyetin kahredici sultası altındadır. Bugün iktidarda bulunan gelenek ile ülkemizin yüz akı aydınların, Kemalist devrimcilerin, yurtseverlerin katliamını gerçekleştiren zihniyet, aynı damardan beslenmektedir ve ortaktır. Aydınlanma düşmanı, emperyalizm uşağı, gerici ve işbirlikçidir.

Bu nedenle;  Siyasal dinci faşizme ve gericiliğe karşı mücadele, siyasal dinciliği besleyen, palazlandıran ana damar olan emperyalizmle karşı mücadele ile özdeştir. Başka bir söylemle emperyalizmi alt etmeden siyasal-dinci faşizmi ve gericiliği alt etmek olanaksızdır. Hesaplaşmayı dinci-gerici siyasal sistemin temel dayanağı olan emperyalizmle yapmayı göze alamayan her hareket, tali (AS: ikincil) sorunları öne çıkarıp dinci faşist sistemin aklanmasına, meşrulaştırılmasına hizmet eder.

Toplumsal gericiliği ve bağnazlığı devlet eliyle örgütleyen,  1923 Cumhuriyeti’ni boğazlayan, tüm kurum ve değerlerini yıkan iktidar ve ortakları, kendi varlıklarını katliamlar, darbeler, baskıcı yöntemler ile sürdürme çabası içindedir. Tam da bu nedenle bugün yaşanan “başkanlık” değil, din ambalajı ile örtülmüş faşist diktatörlüktür. Faşist diktatörlükler ise, doğası gereği “insanlık suçu” işlemekten sabıkalıdırlar.

Ancak ne yaparlarsa yapsınlar Kubilay’dan bu yana katledilen, yakılan, idam sehpalarına çekilen aydınların, Kemalist devrimcilerin, yurtseverlerin aydınlığını bu ülkenin üzerinden silemediler / silemeyecekler. Emperyalist politikalara, siyasal islamcı rejime, palazlandırılan gericiliğe karşın bu ülkenin onurlu insanlarının savaşımlarını bitiremediler/ bitiremeyecekler.

Bugün tükenmeye doğru ilerleyen, yaşamın her alanını işgal etmeye çalışan siyasal islamcı baskı rejimine, gericiliğe, diktatörlüğe karşı laiklik ve özgürlük savaşımını yükseltme, haramilerin saltanatına son verme zamanıdır.

Emperyalizmin dümen suyuna girmiş, iktidarı ele geçirmiş egemenlerin belirlediği meşruluk anlayışı, “tek kişi yasalarını” temel alırken, çoğu zamanda bu yasaları bile tanımazken, Kemalist devrimciler için meşruluk; doğru ve haklı olanın, Kemalist devrimin ve halkın çıkarına olanın savunulmasıdır. Bunun için savaşım verilmesidir.

Bu ülkenin bütün yurttaşlarını bu haklı ve onurlu savaşıma omuz vermeye çağırıyoruz :

  • Artık “unutmadık” demek yetmiyor.
  • Hain tuzaklarda katledilenlerin özlemini duyduğu bir düzeni kurmak boynumuzun borcudur.
  • Bu nedenle; 24 Ocak yalnızca bir anma günü değil, gerici diktatörlüğe, işbirlikçiliğe, sömürüye karşı direniş ve başkaldırı günüdür!

Dinmeyen acımız, bitmeyen öfkemiz, özlemimiz ve sevgimizle tüm devrim şehitlerimizi bir kez daha anıyoruz. Işıkları yolumuzu aydınlatmayı sürdürecek.

BAHRİYE ÜÇOK NİÇİN ÖLDÜRÜLDÜ?

Bahriye Üçok’un bir fotoğrafı

BAHRİYE ÜÇOK NİÇİN ÖLDÜRÜLDÜ?

6 Ekim 1990

Suay Karaman
Tüm Öğretim Üyeleri Derneği (TÜMÖD) Genel Sekreteri
6 Ekim 2007 Cumartesi “Bahriye Üçok Niçin Öldürüldü?” Paneli Konuşması

1990’lı yıllarda işlenen siyasi cinayetler, bizlere yurtseverler niçin öldürülüyor sorusunu akla getiriyor. Bunlardan ilk akla gelenleri sıralarsak;
Muammer Aksoy, 31 Ocak 1990 Çarşamba günü evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü.
Çetin Emeç, 7 Mart 1990 Çarşamba günü işine gitmek üzere evinden çıktığı sırada öldürüldü.
Yayınladığı kitap ve yazılarda dini sorgulayan Turan Dursun, 4 Eylül 1990 Salı günü faili meçhul bir suikastla öldürüldü
Bahriye Üçok, 6 Ekim 1990 Cumartesi günü evine gönderilen bir kargo paketinin patlamasıyla yaşamını yitirdi.
Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 Pazar günü, evinin önünde düzenlenen bir bombalı saldırı sonucu öldürüldü.
Onat Kutlar, 11 Ocak 1995 Çarşamba günü bombalı bir saldırı sonucunda öldürüldü.
Ahmet Taner Kışlalı, 21 Ekim 1999 Perşembe günü, evinin önünde uğradığı bombalı saldırı sonucu yaşamını yitirdi..

Bahriye Üçok niçin öldürüldü sorusuna, 9 Ekim 1990 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki Uğur Mumcu’nun yazısıyla yanıt vermek istiyorum:

“ Bahriye Üçok niçin öldürüldü? Bu sorunun yanıtı bellidir. Atatürk ilkelerini savunduğu için! Evet bunun için. Üniversite ve yüksekokullarda kız öğrencilerin başörtü takmalarının İslam dini ile ilgisinin bulunmadığını, türban ve başörtünün birtakım tarikatların bayrağı gibi kullanıldığını kanıtladığı için

Atatürk ilkelerini savunduğu için öldürülen Bahriye Üçok kimdir?

Bahriye Üçok, 1919′da Trabzon’da doğdu. Yüksek öğrenimini Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Ortacağ Türk-İslam Tarihi Bölümü’nde tamamladı. Aynı zamanda Devlet Konservatuarı Opera bölümüne de devam etti ve bitirdi. Samsun ve Ankara’da on bir yıl lise öğretmenliğinden sonra, 1953’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne ilk kadın Öğretim Üyesi olarak girmiştir. 1964’te “İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar” adlı teziyle doçentliğe yükselen Bahriye Üçok, Kur-an’ı Kerim’e bağlı kalarak İslam Dinini çağdaş, gerçekçi ve dinin özünde bulunan hoşgörüyle yorumladı. Bu nedenle 1960′lı yıllardan başlayarak tehditler almaya başladı. 1971′de Cumhuriyet Senatosu’na kontenjan senatörü olarak atandı. Altı yıl süre ile bu görevde çalıştı. 1977’de CHP’ye katıldı. 1983 yılında Halkçı Parti’nin kurucu üyesi oldu ve 1983 seçimlerinde bu partiden Ordu Milletvekili seçildi. 1986′dan sonra SHP üyesi oldu. 1990 Eylül’ünde bu partinin parti meclisi üyesi seçildi.

Yaşamı boyu laik Türkiye Cumhuriyeti’nin ilkelerine bağlı kalarak Kadın Haklarının Atatürk aydınlanması ışığı içinde savunucusu oldu. 1989 da televizyonda yapılan bir açık oturumda, “İslamda Örtünmenin Zorunlu Olmadığını açıklamasından sonra, gericilerin, şeriatçıların yoğun tehditlerini almaya başladı. Yılmadı, açıklamalara her fırsatta devam etti. Bilindiği gibi 6 Ekim 1990 günü evine gönderilen kitap paketini kapısının önünde açmaya çalışırken içine yerleştirilen bombanın patlamasıyla yaşamını yitirdi.

İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler, İslam Devletinde Kadın Hükümdarlar, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler ve Atatürk’ün İzinde Bir Arpa Boyu adlı yapıtları bulunan Üçok, birçok makale ve araştırma yazısı kaleme aldı. Aly Mazahéri’nin “Ortaçağ‘da Müslümanların Günlük Yaşayışları“ adlı ilginç yapıtını da Türkçe’ye kazandırdı.

7 Ekim 1990 Pazar günü, Cumhuriyet Gazetesi’nin haberi şöyleydi :

”Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Turan Dursun’dan sonra türbana karşı tavrı ve laikliği savunmasıyla tanınan SHP Parti Meclisi Üyesi Bahriye Üçok da suikast sonucu öldürüldü. İstanbul’dan Ankara Çankaya’daki evine özel bir kargo şirketiyle yollanan kitap paketini açan Üçok, içindeki bombanın patlaması sonucu ağır yaralandı. İki kolu ve bir bacağı kopan Üçok, kaldırıldığı hastanede ameliyata alınamadan öldü. Bu alçakça cinayeti “İslami Hareket” üstlendi. Cumhuriyet Gazetesini telefonla arayarak İslami Hareket Örgütü adına konuştuğunu bildiren bir kişi, Üçok’u “tesettür konusundaki düşünceleri yüzünden” cezalandırdıklarını söyledi. Aynı kişi “İslama sınır koyanları idam etmeyi borç bildiklerini” belirtti. Aslında bu gerici, irticacı gelişmelerin hiçbiri birdenbire olmadı;

Atatürk’ün ölümünü izleyen yıllardan başlayarak Cumhuriyetimizin kuruluş ilkelerinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladık; 1950 yılında iktidara gelen, yalnızca adı demokrat olan Demokrat Parti tarafından ezan Arapça’ya çevrildi. Sustuk, hep birlikte dinledik…
Sonra Demokrat Parti’nin Genel Başkanı “Odunu koysam seçilir” ve “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” dedi. Sustuk, demokrasi sandık…
Daha sonra hızla Kuran kursları ve imam okulları açıldı. Sustuk, eğitim özgürlüğü sandık. 1980’li yıllarda devletin imamlarına Rabıta-ül Alem örgütü maaş verdi. Sustuk, “devleti yönetmeye çalışan paşaların yaptığı doğrudur nitekim” dedik…
Din dersleri anayasal zorunluk oldu. Cami sayısı okulları geçti, tesettür arttı. Sustuk, bütün bunları inanç özgürlüğü sandık…
Dönemin başbakanı Turgut Özal’ın annesi ölünce, Bakanlar Kurulu kararıyla cenazeyi Fatih Camisi’nde Nakşibendi şeyhinin yanına gömdüler. Sustuk, ölüye saygı sandık…
1991’de DYP – SHP koalisyon hükümetinin, DYP’li bir devlet bakanı “Biz devletin emrinde din değil, dinin emrinde devlet istiyoruz” demişti. Sustuk, vicdan özgürlüğü sandık…
Gazetecileri, bilim insanlarını vurdular. Şairleri, yazarları, dansçıları yaktılar. Sustuk, tepkisiz kaldık, şaşırdık…10 Nisan 1994 Pazar günü Ankara ve İstanbul ‘da şeriat düzeninin gelmesi için gövde gösterisi yapıldı. Sustuk, düşünce özgürlüğü sandık…
Laikliği elden bırakmayan başbakan Tansu Çiller, tarikat liderleriyle görüşmeye başladı. Başbakan Necmettin Erbakan, tarikat liderlerine iftar yemeği verdi. Sustuk, ülke yönetiminin gereği sandık…
Biz hep sustuk.. Biz sustukça Recep Tayyip Erdoğan, konuştu. İşte örnekleri;  Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok (12.5.1994 Hürriyet).
Bütün okullar İmam Hatip yapılacak (17.9.1994 Cumhuriyet). 10 Kasım’da yaygara kopartıldı (14.11.1994 Hürriyet). Elhamdülillah şeriatçıyız (21.11.1994 Milliyet). Ben İstanbul’un imamıyım (8.1.1995 Hürriyet). İmamlar da nikah kıysın (9.5.1995 Milliyet). Ben Meclis’in dua ile açılmasından yanayım (8.1.1996 Milliyet). Cumhurbaşkanı’nın imam hatipli olacağı günler yakındır (5.2.1996 Akit). İçki yasaklansın (1.5.1996 Hürriyet). Ben tekkeye değil, dergaha gittim (22.1.1997 Gözcü).

Susmayan, hep konuşan Recep Tayyip Erdoğan’ın 1996′da yaptığı bir konuşma, 21 Ağustos 2001 tarihindeki tüm gazetelerde yayımlandı. Bakalım neler konuşmuş:
”Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor, diye!.. Yahu bu millet istedikten sonra laiklik tabii elden gidecek!.. Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Bu ne menem şey?.. Çıkıyor İçişleri Bakanı, ‘Devlet dine karışır’ diyor. Eeee.. gerisini niye söylemiyorsun?.. Din devlete karışır demiyorsun!..”
”Hem laik ve Müslüman olunmaz.. Ya Müslüman olacaksın ya laik ”
”Ben Müslümanım, diyenin tekrar yanıma gelip bir de aynı zamanda laikim, demesi mümkün değil. Niye? Çünkü Müslümanın yaratıcısı Allah kesin hâkimiyet sahibidir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ lafı koskoca bir yalan!.. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır.”
”Yahu bu milletin bütünlüğü ‘Ne mutlu Türküm diyene’ ifadesiyle sağlanır mı? Osmanlı otuzu aşkın etnik grubu ümmet düşüncesiyle bir arada tuttu. Biz de inanç birliği ile tutacağız.”
”Türkiye Cezayir olur mu, diye soruyorlar. Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allah’ın izniyle!.. Şimdi artık millet yalnız aktörleri değil, senaryoyu da değiştirmeye talip!.. Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için geliyoruz. Bu düzenin koruyucusu olamayız; bu mümkün değil. Bu hukuku hazırlayanlar, bu düzenin kaldırılmasının maşası olacaklar.”

”Bir buçuk milyar nüfuslu İslam âlemi Müslüman-Türk milletinin ayağa kalkmasını bekliyor… Ayağa kalkacağız.. Işıkları göründü, Allah’ın izniyle kıyam başlayacak!..”
”Doğumevlerinde yalnız kadın doktorlar çalışacak!.. Öğretmenlikte yetişmiş başörtülü kızlarımız var; şimdi işe alınmayan bu başörtülü kızlarımız anaokullarında yavrularımızı yetiştirecek…”
Ülkemizde dört yüzün üzerinde radyo ve televizyon kanalında şeriat çığlıkları atılmaktadır. Yerel ve ulusal yirminin üzerindeki gazete Hizbullah çizgisinde yayın yapmaktadır. Üniversiteli gençlere ücretsiz dağıtılan iki yüzün üzerinde şeriatçı dergi bulunmaktadır. İki binin üzerindeki ‘Işık Evi’ denen medreselerde, onbinlerce üniversite öğrencisine şeriat eğitimi verilmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın denetiminde olan binlerce camide, El Kaideciler ve Hizbullahçılar cirit atmaktadır. 2005 yılında dört binin üzerinde açılan kuran kursunda, yüz elli binin üstünde çocuk eğitim almıştır. Çocukların beyninin yıkandığı kaçak kursların sayısı ise kırk binin üzerindedir. Tarikat, cemaat okulları ve Kuran kurslarıyla, Öğrenim Birliği yasası çiğnenmektedir.
Devlet kurumları ve bakanlıklar Fettullahçıların, şeriatçıların ellerine geçmiştir. ‘Aptes suyu’ nun insan sağlığına yararları tartışılmaktadır. Evrim teorisi yok sayılmaktadır. Ülkenin her yerinde sarıklı, takkeli, cüppeli ve kara çarşaflı kişilerin sayısının artmaktadır. İstanbul Fatih’te İsmailağa Camisi’ndeki yobaz görüntüler ve yaşanan linç olayı adım adım dinci bir örgütlenmeyi göstermektedir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın okul kitaplarında açıkça şeriat propagandası yapılmakta, tarikatlara övgüler yağdırılmaktadır. Türban konusundaki bir dava nedeniyle karar veren Danıştay 2. Daire yargıçlarına yapılan silahlı saldırı, Menemen olayının bir tekrarıdır.
AKP kongrelerinde kadınların ayrı, erkeklerin ayrı, haremlik-selamlık oturması, ilkokul çocuklarına türban takılması, AKP’li Tuzla Belediyesi’nin, ‘9 yaşında kızlarla evlenebilirsiniz’ diyen bir sürü saçma fikirlerden oluşan kitaplar dağıtması, AKP’li belediyenin, ‘başı açık dolaşmak günahtır’ diye broşür dağıtması, şeriatın karanlığını gözler önüne seren olaylardan sadece bir kaçıdır. Eski Meclis Başkanı Bülent Arınç, laikliğin ve kamusal alanın tartışılmasını istemiştir. Çorlu’daki 23 Nisan kutlamalarında çocuklara kara çarşaf giydirilmiştir. Çocuk Meclisi’nde, 21 yaşındaki çocuğa, imam hatip lisesinin propagandası yaptırılmıştır. Ülkenin birçok yerinde dağıtılan ilanlarda da, 23 Nisan’da “neyin bayramı”nın kutlandığı sorgulanmıştır.
Devlet Bakanı ve baş müzakereci Ali Babacan’ın talimatıyla, AB’ye sunulan müzakere pozisyon belgesindeki “Türkiye’nin eğitim sistemi laiktir” ifadesi metinden çıkarılmıştır.
Recep Tayip Erdoğan konuşur da, Abdullah Gül susar mı? Abdullah Gül, 10 Aralık 1995 tarihli Milliyet gazetesinde yayımlanan röportajında, özellikle değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek “Türkiye’nin laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” olduğuna ilişkin anayasanın ikinci maddesiyle değiştirilmesini yasaklayan maddelerin kaldırılması gerektiğini savunmuştur. Bu röportajında, “Biz İslamı hayat tarzı olarak görmek istiyoruz.” , “Başörtüsü örneğinde olduğu gibi, Türkiye’de açık-gizli bir İslam düşmanlığı olduğuna inanıyoruz.” , “Türkiye’de geçerli kanunlar arasında, İslama aykırı olan da var, olmayan da… Aykırı olanlar baskıdır. Baskı kalkacak. Bu hakkı kullanacağım. Halka bu imkânı vereceğim.” gibi değerlendirmelerde bulunmuştur.
İngiliz The Guardian gazetesinde yayınlanan röportajında, “Cumhuriyet döneminin artık sonu geldi” demiştir. 23 Kasım 2002 tarihinde Almanya’nın “Die Welt” gazetesine; “Türkiye’nin hedefi çok açıktır: AB üyesi olmak… Bunun ülkemizde demokrasinin ve ekonominin güçlenmesini sağlayacağını ummaktayız. Buna karşılık biz de AB’ye tam üye olarak kabul edilecek Türk Devletinin saydam, demokratik bir İslam Devletinı taahhüt ediyoruz.” demiştir. Artık Cumhuriyet tarihimizin en kritik dönemecine girdik. Çeşitli nedenlerle Cumhuriyetin temel ilkelerine, laik devlet ve toplum düzenine, anayasaya karşı olduğunu açıkça beyan eden bir siyasi kadronun, çoğunluğa sahip olduğu için her istediğini yapabilme yetkisiyle karşı karşıya kaldık. Bahriye Üçok ve diğer aydınlarımız, günümüzde ciddi bir sorun olan laiklik karşıtlığına savaş açtılar, toplumumuzun ve cumhuriyet devrimlerimizin temel taşlarından biri olan laiklik ilkesini savundukları için, gericiliğe karşı direndikleri için yok edildiler..
Üçok’un bedenini ortadan kaldıran “İslami Hareket”, bugün “Ilımlı İslam” kimliğine sokularak emperyalist güçlerle işbirliği halinde onun savunduğu Tam Bağımsız ve Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak için çalışmaktadır. Yeni bir anayasa ortaya çıkarma adına iktidarın, laikliğe yeni tanımlar getirme çabaları ibret vericidir. Bu bağlamda sadece türbana karşı olanlarsa, ardındaki emperyalizmi görmek istememektedirler.
Bahriye Üçok, 3 Ekim 1990 tarihinde SHP Genel Başkanlığı’na sunduğu raporda irticayı, “gücünü kutsal inançlardan alan şeriatçı mihrakların eylemleri olarak” tanımlamıştır ve çözüm için şu görüşlere yer vermiştir; “Dış mihrakların Türkiye’yi içine düşürmek istedikleri uçurumu hepimiz biliyoruz. Bunu tabanın da bilmesi gereğine inanıyorum. Bugün yapılacak iş, her şeyden önce gerçekleri tabanın bilincine indirmek, bu konuda deyim yerindeyse bir seferberlik yapmaktır. Bu da bize düşer. Bunu iktidardan bekleyemeyiz.”

Artık susma zamanı bitmiştir. Çünkü bundan sonra sırada tüm çalışanlara Cuma namazı izni verilmesi gündeme gelecek. Sonra herkesin ‘inancı doğrultusunda’ giyinmesi gündeme gelecek… Daha sonra Cuma gününün resmi tatil ilan edilmesi gündeme gelecek… Ve en sonunda alıştıra alıştıra İslam devletine doğru gidiş gündeme gelecektir… Evet artık susma zamanı bitmiştir, güçlerimizi birleştirerek, örgütlenme zamanını gelmiştir. Kemalist ilke ve devrimlerle birlikte, tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne sahip çıkma zamanı gelmiştir. Ancak böyle yaparak Bahriye Üçok ve diğer devrim şehidi dostlarımıza layık olduğumuzu gösterebiliriz. Örgütlenerek yılgınlıktan, vurdum duymazlıktan sıyrılmanın zamanı gelmiştir.

Beni sabırla dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ederim.

Hukuk bu olamaz

Hukuk bu olamaz

Av. Erol Ertuğrul ile ilgili görsel sonucu

Av. Erol Ertuğrul
Cumhuriyet, 12.9.19

Eğer terör örgütüne destek vermek suçu devrede ise önce Habur’da çadır mahkemeleri kurarak örgüt üyelerini aklayanlar yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır.

Ben Ankara Hukuk Fakültesi çıkışlıyım. Bizim fakültenin girişinde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Bu kurumun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir yerde duymadım “sözü yazılıdır. Prof. Dr. İlhan Arsel bizim anayasa hukuku hocamızdı. Medeni hukuk dersinde Ord. Prof. Dr. Hıfzi Veldet Veli Dedeoğlu’nun kitabını okurduk. Sevgili Bahriye Üçok’un eşi Prof. Dr. Coşkun Üçok siyasi tarih dersimizin hocasıydı. Roma hukuku dersimize Prof. Dr. Kudret Ayiter gelirdi. Biz hukuk bilgimizi bugün tümü yaşamlarını yitirmiş bu değerli hocalarımızdan almıştık.
Hukuk ile yasanın farkını biliyoruz. Her yasa hukuka uygun olmayabilir. Asıl olan hukuktur ve yasaların öncelikle hukuka uygun olması gerekir. Olağanüstü dönemlerde geçerli olan KHK’ler ise kesinlikle hukuk dışıdır. Bir kişinin akşam düşünüp, sabah çıkardığı KHK’ler uygar, çağdaş ve hukuk devleti olduğunu savlayan bir ülkede geçerli olamaz. Ne acı ki güzel yurdumuz bir süredir KHK’lerle yönetiliyor. Öyle ki TBMM’nin çıkarması gereken türden yasalar bile Bay Erdoğan’ın imzası ile KHK olarak çıkarılıyor.

  • Yaşamsal önemdeki birçok konuda TBMM devre dışı bırakılarak KHK çıkarılıyor.

Hukuk çiğneniyor, hukuk devletinin yalnızca adı var. Gazeteciler hapiste. Yönetime karşı olanlar ya hapiste, ya da yargılanıyorlar. Cumhuriyet gazetesinin kimi yazarları cezaevindeler. Sözcü gazetesinin kimi yazarları yargılanıyorlar. Atılı suç FETÖ örgütüne üye olmamakla birlikte, örgüte yardım ve yataklık etmek. Bu yazarların tümünün ortak yanları aydınlanmacı olmak. AKP yönetimi aydınlanmacı olan ve AKP’ye karşı olan kişi ve yazarları böyle cezalandırmaya çalışıyor.

Yargı eliyle rmerkezden gelenler, Habur’da çadır mahkemeleri kurarak örgüt üyelerini aklayanlar yargılanmalı ve cezalandırılmalıdır. Terör örgütü Güneydoğu illerimizde hendekler kazıp bombalar yerleştirirken onlara ilişmeyin talimatı verenler yargılanıp cezalandırılmalıdır.

HDP’nin aldatmacası
Diyarbakır’da HDP binası önünde örgüte zorla katılmaları sağlanan çocukların annelerinin çığlıkları da bu yaşananların sonucudur. Bu duruma AKP’nin yanlış politikaları sonucunda gelinmiştir. HDP’nin dağa çıkacak gençleri örgütlediği ve Kandil’e gönderdiği, teslim olan örgüt üyelerinin anlatımlarından anlaşılmaktadır. Şimdi bu noktada HDP örgütünün bu sorunun çözümü için bir komisyon toplansın, durumu görüşüp çözüm üretsin açıklaması da tam bir aldatmacadır. Ne görüşülecektir o komisyonda, örgütün düşünceleri mi anlatılıp yayılacaktır. Gerçek suçlular ortada iken nasıl olur da İstanbul CHP İl Başkanı böyle bir nedenle cezalandırılabilir.
Günümüzde en önemli suçlardan birisi de cumhurbaşkanına hakaret. Bu suç ancak anayasanın belirttiği gibi ettiği tarafsızlık andına uygun davranan, vatandaşları kucaklayan gerçek bir cumhurbaşkanı’na hakaret için geçerli olmalıdır. Ancak Bay Erdoğan AKP genel başkanıdır. Öyle olunca yalnızca AKP’lilerin cumhurbaşkanıdır. Yeni öğretim yılının açılışında bay Erdoğan “Eğitim alt yapısını yeniden inşa ettik” diyor. Onun inşa ettiği altyapı aydınlanmaya ters bir imamlaştırma altyapısıdır. Ve bu yapı ülkemizi ileriye değil geriye götürecektir. Nitekim bundan bir süre önce Emine Erdoğan yaptığı bir konuşmada “Bizim yönümüz Mekke – Medine olmalıdır.” demişti. Bu yön ulusumuzu ileriye değil geriye götürür. Bu ulus bunlara katlanmaz.