Etiket arşivi: Alpaslan Işıklı

Devrim kapısının anahtarı

Mehmet Bedri Gültekin

Sosyalist Cumhuriyet Partisi Gn. Bşk.
17 Nisan 2022

Dünyamız ve Türkiye’miz tarihi bir yol ayrımında. Ukrayna savaşı bir kez daha gösterdi ki, ABD çağı geride kalıyor. Avrupa Birliği’nin yarını görmekten aciz miyop yöneticilerinin, ABD’nin savaş kayığına binerek sürdürdükleri kışkırtıcı politika ise, sadece Batı sisteminin kendi halkları başta olmak üzere dünyaya felaketten başka bir gelecek vermeyeceğini kanıtlıyor.

Ama insanlık bu felakete teslim olmayacak, altı bin yıldır “kaybolan Cenneti”ne ulaşmak yolunda verdiği mücadeleyi zafere ulaştıracak, eşitlikçi-halkçı-kamucu bir kardeşlik sistemine yeniden kavuşacaktır.

  • Türkiye ise                             :
    – 70 yıldır Atlantik sisteminin kapısına bağlanmanın
    – ve 40 yıldır uygulanan neo-liberal ekonomik politikalar sonucunda yaşanan
    – tarihimizin en ağır ekonomik krizinin,
    – ABD’nin bölgemize ve ülkemize yönelik olarak uyguladığı meşum politikaların sonucu
    10 yıldır sırtımıza yıkılan sekiz milyonluk mülteci yükünün yol açtığı sorunlar
    – ve bir tarikatlar koalisyonu olan AKP’nin Cumhuriyetimizi tasfiye etme yolunda
    – 20 yıldır uyguladığı politikaların sonucunda tarihi bir yol ayrımına gelmiştir.

Türkiye bu yol ayrımında, ya yeniden kardeş kavgasına sürüklenme, parçalanma ve kölelik yoluna girecek ya da geçen yüzyılın başında olduğu gibi yeniden silkinerek ayağa kalkacak ve yeniden Dünya milletler ailesi içinde; bağımsız, başı dik ve refaha kavuşmuş olarak onurlu yerini alacaktır.

Gerek Dünyada gerekse Türkiye’de koşullar şimdi tarihte hiç olmadığı kadar elverişlidir. İnsanlık son yüzyıl içinde bir yanda Atlantik sisteminin vahşi, hegemonyacı neo liberal sistemin yıkıcı sonuçlarını; diğer yandan, buna karşı sosyalist uygulamaların çok sayıda ülkeyi olumlu anlamda nereden nereye getirdiğini gördü. Geçen yüzyılın başında daha önceki sömürgeci yağma sisteminin sonucunda sokaklarında insanların açlıktan öldüğü, çöpçülerin sabahları sokaklardan ceset topladığı yıllardan, yüzyılın sonrasında sosyalizm sayesinde dünyanın en büyük ekonomisinin ortaya çıktığı ve yoksulluğun sıfırlandığı başı dik ve önü, sonuna kadar açık olan ülkelerin ortaya çıktığını da gördü.

İşte her şeyi bir yana bırakalım sadece bu gerçeğin varlığından dolayı insanlık, başında ABD’nin olduğu Batının neoliberal vahşi kapitalist sisteminden temelli olarak kurtulacağı bir dönemin eşiğinden içeri adım atmaktadır.

TÜRKİYE

Türkiye için ise şunu söyleyebiliriz:

  • 20. Yüzyılın başında emperyalist sömürgeciliğe karşı mazlumlar dünyasının ilk kurtuluş savaşını verdik ve ardından Ortaçağın tasfiyesi yolunda büyük bir Cumhuriyet Devrimi gerçekleştirdik.

Emperyalizmin işbirlikçileri ve Ortaçağ özlemcileri tam 70 yılı aşkın bir süredir bu büyük devrimin kazanımlarını yok etmek için saldırıyorlar. İktidar ellerinde, dünya emperyalist sistemi arkalarında ve ülkenin bütün kaynakları bu saldırının hizmetinde ama bütün bunlara rağmen Türk Milletinin büyük çoğunluğunun yaşanan sıkıntıların üstesinden gelmek için, en büyük dayanak olarak Atatürk’ü görmeye devam ettiği gerçeğinin önüne geçemiyorlar.

Gerçekte insanlığın dünya çapında yaşanan çıkmazdan kurtuluş olarak merkezinde sosyalist ülkelerin olduğu yeni bir dünya düzenine yönelmeleri ile Türk insanının bugün yaşadığı büyük krizden çıkışı Atatürk de görmeleri arasında dikkat çekici bir paralellik vardır. 20. Yüzyılın başındaki Türk Devrimi, Sosyalist Sovyetler Birliği ile tam bir dayanışma içinde başarılmıştı. Ve Atatürk’ün ölümüne kadar da bu sıkı dayanışma ve işbirliği devam etmişti.

ATATÜRK VE SOZYALİZM KİTABI

Yıldırım Koç arkadaşım Türk devriminin uygulamalarını bizzat Atatürk’ün ve diğer bazı Cumhuriyet Devriminin önde gelen isimlerinin ağzından ifade edildiği üzere “Türkiye’ye özgü bir sosyalizm” olarak niteliyor. İşte bu durum, Türkiye’yi bugün yaşamakta olduğu çıkmazın kapısını açacak sihirli anahtarı bize sunuyor.

  • Sihirli anahtar, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde başardığımız Cumhuriyet Devriminin bize bıraktığı eşsiz mirastır.

Bu eşsiz miras özetle; yarım kalan Cumhuriyet Devrimi’ni tamamlayarak Türkiye’ye özgü bir sosyalizm inşasına yönelmedir.

Yıldırım Koç hocamız, son yıllarda ısrarla Atatürk ve Sosyalizm üzerine çok sayıda yazı kaleme aldı. Son olarak bu yazılarını kitap haline getirdi. Kitap geçtiğimiz günlerde AsyaŞafak Yayınları tarafından okuyucuya sunuldu. Türkiye’nin bir çıkış yolu aradığı günümüzde kitap, çok önemli mesajlar veriyor: İnsanlığın ve Türkiye’nin tarihi bir yol ayrımına geldiği günümüzde, tarihimizin bu en önemli ve başarıya ulaşmış Devriminin gerçekte bugün bizler için neler ifade ettiğini Yıldırım Koç’un “Atatürk ve Sosyalizm” kitabından okumak çok öğretici olacaktır.
========================================
Dostlar,

Dostumuz Sn. M. Bedri Gültekin’e bu yazısı ve kitap tanıtımı için teşekkür ederiz,
kendisine katılıyoruz.
Yine dostumuz Sn. Yıldırım Koç’a da emek verip yazdığı ve bir araya getirerek kitaplaştırdığı için çok teşekkür ederiz..
Çeyrek yy önce merhum Prof. Alpaslan IŞIKLI da yazmıştı (1997) : ”

Sosyalizm, Kemalizm ve Din

Merhum büyüğümüz o kitabında,

  • “Bir insan hem Kemalist hem de sosyalist olamaz mı?”

sorusunu soruyor ve yanıtlıyordu : Evet..

Biz de böyle düşünüyoruz..

Emeğe saygı ile.

 

Sevgi ve saygı ile. 17 Nisan 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

GERÇEK “SİYAH TÜRKLER” SOLCULARDIR!..

Prof. Dr. Süleyman Çelik
scelik44@gmail.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Türkiye’yi bölmek isteyen güçler ve bunların içimizdeki ajanları, ABD’de Siyahları ikinci sınıf yurttaş olarak gören, hatta insan olarak görmeyen ırkçı yaklaşıma benzetme yaparak, Türkiye’de de yurttaşlar arasında ayrımcılık yapıldığını öne sürerler. Buradan hareketle, “Beyaz Türk- Siyah Türk” deyimini icat etmişlerdir.

Bunlara göre dinciler Siyah Türk’tür. Oysa Kubilay’ın katilleri ve Şeyh Sait gibi, Cumhuriyeti yıkmak/ ülkemizi parçalamak isteyen hainlerin dışında hiç kimse, inançları nedeniyle zulüm görmek bir yana sorgulanmamıştır bile. Gerçek dindarlara ise hiçbir zaman dokunulmamıştır…

Çok partili sisteme geçtikten sonra, din istismarının oy getirdiği anlaşılınca dinciler/ tarikatçılar el üstünde tutulur olmuşlardır. Hemen hemen her seçimde çoğu tarikat ve cemaatlerin temsilcileri milletvekili olmuş ve hatta hükümetlerde yer almışlardır. Dinciler devlette iş bulmakta hiç zorlanmamışlar, hatta öncelikli olmuşlar, bürokraside de önemli görevlere yükselmişlerdir…

  • Gerçekte Türkiye’de ezilenler her zaman solcular olmuştur…

Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında Amerika’nın güdümüne girince, McCarthycilik ülkemizde de başlamıştır. Solcular işe alınmamışlar ya da solcu oldukları anlaşılınca işten atılmışlar; yedek subay olmaları gerektiği halde askerliklerini er olarak yapmışlar, biraz öne çıkanlar hapishanelerde çürütülmüşler; “Günah keçisi” yapılmışlar, her olayın altında solcu parmağı aranmış, hatta devlet kendi işlediği suçları bile solcuların üzerine atmıştır.

Örneğin, dış politikada başarısız olmaları nedeniyle, daha doğrusu emperyalistlerin güdümünden çıkamadıkları için Kıbrıs Türklerinin haklarını koruyamayan Menderes Hükümeti, milletin gözünü boyamak amacıyla MİT’e provokasyon yaptırarak 6-7 Eylül (AS:1955) olaylarını düzenlemiş; ancak beceriksizlikleri nedeniyle olayların kontrolünü kaybetmişler (denetimini yitirmişler) ve sonunda Türkiye için yüz kızartıcı bir tablo ortaya çıkmıştır. Utanmadan suçu solcuların üzerine atmışlar ve ülkemizin yüz akı aydınlarını tutuklatmışlardır…

Ülkesini ve halkını sevmekten başka suçu olmadığı halde solcu oldukları için ezilen, haksızlığa uğrayan aydınları sayacak olsak sayfalara sığmayacağından birkaç örnek vermekle yetinelim:

  • Sabahattin Ali, Nazım Hikmet, İsmail Hakkı Tonguç, Mehmet Ali Aybar, Niyazi Berkes, Behice Boran, Pertev Naili Boratav, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Mümtaz Soysal, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, Demir Özlü,  Alpaslan Işıklı…

En acı sonu yaşayan Sabahattin Ali’dir. Yıllarca süren sürgün ve tutukluluklar canın tak ettiğinden yurt dışına kaçmak isterken genç yaşta öldürülmüştür. Ancak, istihbarat örgütleri tarafından yurt dışına kaçırma tuzağı kurularak, ölüme götürüldüğü yönünde savlar da vardır.

Sabahattin Ali’nin, yazarı olduğu Marko Paşa dergisindeki aşağıdaki yazısını okuyunca neden öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Atatürk’ten sonra, ülkeyi yönetenler ne yazık ki onun (AS: O’nun) yerini dolduramamışlardır. Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu “tam bağımsızlık” unutulmuş, Amerika’nın güdümüne girilerek siyasal ve askeri bağımsızlık kaybedildiği gibi, Lozan’da en büyük mücadele ile elde edilen ekonomik bağımsızlık da bir kenara atılarak Osmanlı’yı batıran kapitülasyonlara kapı açılmıştır.

O yıllarda en büyük tasa, Türkiye’ye yabancı sermayenin girmesiydi. Herkes yabancı sermayeyi kurtarıcı olarak görüyor, gazetelerde “yabancı sermayenin ülkeye nasıl gireceği?” tartışılıyordu.

Bunun üzerine Sabahattin Ali, bu soruya yanıt vermek üzere, Marko Paşa’da “Biz anlatalım” başlıklı bu yazıyı yazdı: “Evvela Hello Johnny, My Darling, Yes, Okey diye girer. Arkadan Amerikan zırhlıları girer, bahriyelileri girer. Daha arkadan danışma kurulu, denetleme kurulu girer. Ondan sonra, gerekirse borç verileceğine dair haberler girer. Bu arada bazı yazarlar deliğe girer, bazı yazarlar Türkiye’yi Amerika’nın sınırı olarak gösterirler. Ve sonunda ucu dünyanın merkezinde bulunan asıl kazık girer ki her kıvranışta biraz daha girer.’’

Amerika, Amerika, / Türkler dünya durdukça, / Beraberdir seninle..”  gibi aşk (!) şarkılarını millet dilinden düşürmezken, böyle bir yazı yazıp bozgunculuk yaparak emperyalizmin tekerine çomak sokmaya çalışanlar bağışlanamazdı. İşte, Sabahattin Ali için hüküm o zaman verilmiş olmalı!..

Menderes, Amerikan şirketlerine hazırlattığı “Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası”nı Meclis’ten geçirerek Amerikanofilleri tasadan kurtardı. Daha sonra bunlar da yetersiz görüldü; yeni düzenlemeler yapılarak daha daha girmesi sağlandı. Yetmedi, kamu ya da özel, her şeyimizi yabancılara sattık. Böylece Sabahattin Ali’nin dedikleri gerçekleşti…

Şirketlerini yabancılara satanlar aldıkları parayı yurt dışına götürdüler. Bu kez ülkede yerli sermaye kalmadı…

Yerli olarak, sadece (yalnızca) politikacıların ortak olduğu müteahhitlik şirketleri kaldı. Onlar, “biz de yabancıların sahip olduğu hakları isteriz” dedi. İstekleri haklı bulundu: ihaleler ve ödemeler Dolarla yapılmaya başladı. “Türk yargısına güvenmiyoruz” dediler. O halde, “buyurun sömürü hukukunu en iyi bilen İngilizlerin ünlü ‘Londra Tahkim Mahkemeleri’ne gidin. Oradan çıkaracağınız kararla hakkınızı söke söke alırsınız” dendi.

Böylece kapitülasyon bakımından Osmanlı’yı geçtik. Borç desen, aynen Osmanlı gibi. Bu durumda “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..
===================================
Dostlar,

Prof. Çelik Tıbbi Farmakoloji uzmanıdır. Samsun 19 Mayıs Üniversitesinden emekli ve Samsun ADD Şubesinin önceki başkanlarındandır.

Zaman zaman, çok uyarıcı – silkeleyici yazılarını burada paylaşırız.
**
Bu son yazının son tümcesinin bitimine bakalım :

  • “… “Düyun-u Umumiye” yakın mıdır, dersiniz?..”

Bize göre Türkiye, AKP eliyle 20 yılda istendik (iradi) biçimde iflasa sürüklenmiştir.
Ülkemiz çok yönlü olarak talan ve yağma edilmiştir, edilmektedir.
Yoksulluk, bu kökü dışarıda güdümlü politikaların bir sonucudur, türevidir; gerçekte YoksullaşTIRmadır! Ulusal servet yandaşlara aktarılarak planlı biçimde el değiştirmiştir.
1881’de İstanbul’da kurulan “… “Düyun-u Umumiye” yi beklemek yersizdir; Türkiye, ilan edilmeyen – örtük bir iflasın (Moratoryumun) derinliklerinde “tam sömürge” yapılmıştır.
Bu acı ve ürkütücü gerçekliği ustan çıkarmadan, yeni bir Kurutuluş Savaşı zorunlu olmuştur.

Sevgi ve saygı ile. 05 Ekim 2021, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Atılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

686 Sayılı OHAL KHK’si ile 330 Akademisyen Görevden Çıkarıldı

330 akademisyen
KHK ile görevlerinden ihraç edildi

BİRGÜN, 07.02.2017 23:48 GÜNCEL
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Olağanüstü hâl (OHAL) kapsamında 686 numaralı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) yayımlandı. KHK ile Yüksek Öğretim Kurumu’nda 330 akademisyen ihraç edildi.

Kararnameler hukuksuz ve keyfi

Marmara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde görev yapan Dr. Egemen Cevahir
ihraçları BirGün‘e değerlendirdi. Cevahir,

  • “Bu KHK’larla toplumsal muhalefetin arındırılması amaçlanıyor.
    KHK’lar da bu nokta araçsallaştırılmak için kullanılıyor.” dedi.

Kararnamelerin hukuksuz ve keyfi olduğunu belirten Cevahir, yayımlanan KHK’yı ve ihraçları da, “Tek kalemde
– Anayasa Profesörü İbrahim Kaboğlu‘nu ve
– eski TTB Başkanı Prof. Özdemir Aktan‘ı görevlerinden ihraç edilmiş durumda.

Bizler de bu şekilde ihraç edildik. Bu dönemin normalleri..” şeklinde yorumladı.
Bir önceki KHK ile Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden (İLEF) 4 akademisyen ihraç edilirken son KHK ile İLEF’ten 11 akademisyen daha ihraç edildi. İhraç edilen akademisyenler arasında Nur Betül Çelik, Mine Gencel Bek, Funda Başaran Özdemir, Funda Şenol Cantek,
Ülkü Doğanay da yer alıyor.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden (Mülkiye)

1. Prof. Ahmet Haşim Köse 
2. Prof. Dr. İlhan Uzgel
3. Prof. Ayşe Gökçen Alpkaya
4. Prof. Dr. Ay
kut Namık Çoban
5. Prof. Dr. Zeliha Etöz
6. Doç. Murat Sevinç

7. Doç. Dr. Bülent Duru
8. Doç. Dr. Şennur Özdemir
9. Yrd. Doç. Dr. Barış Ünlü
10. Y. Doç. Pınar Ecevitoğlu
11. Yrd. Doç. Dr. Ahmet Murat Aytaç
12. Yrdç Doç. Dr. Eliçin Aktoprak Uzgel
13. Yrd. Doç. Dr. Nilgün Erdem
….
……………………
ihraç edildiler.  Güneydoğu’da yaşanan çatışmalara karşı “Bu suça ortak olmayacağız” bildirisini imzalayan Anayasa Profesörü İbrahim Kaboğlu da ihraç edildi.

KHK ile ihraç edilen akademisyenlerin listesi…
=============================
Dostlar,

07 Şubat 2017 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 686 sayılı OHAL Kanun Hükmünde Kararnamesi (KHK) yayımlandı. Bu OHAL KHK’si ile Yüksek Öğretim Kurumu’ndan
330 akademisyen ihraç edildi. İlgili RG’nin 105-116. sayfaları arasında okunamayacak ölçüde küçük puntolarla listelenen 330 akademik çalışan görevlerinden uzaklaştırıldı.

Araştırma görevlilerinden de 10 kişi görevden uzaklaştırıldı.
Bizim sevgili okulumuz “Mülkiye” den toplamda 23 akademik çalışan görev dışı bırakıldı.
1859 tarihinde kurulan Mekteb-i Mülkiye 1936’da Atatürk‘ün istemiyle Ankara’ya taşınmıştı.
Ünü ve başarıları uluslararası sınırları aşan, gözbebeğimiz, çok yüksek puanlarla girilebilen….
bu saygın ve seçkin, üzerine titrenmesi gereken Bilim Kurumumuza ciddi bir darbe vuruldu.
130 dolayındaki öğretim üyesi kadrosundan 1/10’u tırpanlandı. Hiçbir dönemde olmadı böylesi.
Yandaş yazarlar bile bu infazı haksız, hukuksuz, AKP-RTE’ye tuzak, içinde bit yeniği var.. biçiminde yorumladılar ve YÖK Başkanını sorunu çözmeye çağırdılar.

70’i 686 sayılı OHAL KHK’si ile olmak üzere önceki uzaklaştırmalarla birlikte Ankara Üniversitesi 80’i aşkın akademik elemanını yitirdi. (6673 Akademik Personel var).
Sayfalarca süren uzuuuun mu uzun ihraç listesine erişim için aşağıdaki adres tıklanabilir..

http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?home=http://www.resmigazete.gov.tr/mukerrer/ mukerrer.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/mukerrer/mukerrer.htm

İçlerinde bizim de çalıştığımız Ankara Üniv. Tıp Fak. den tanıdık adlar var.
İçlerinde, Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fakültesi / Mülkiye‘de öğrenciliğimizde tanıştığımız arkadaşlarımız var..
İçlerinde Hacettepe Üniv. Tıp Fak. den sınıf arkadaşımız eski TTB Başkanı Prof. Özdemir Aktan var; başkaca hekim meslektaşlarımız var..
İçlerinde, masamızın üstünde Anayasa hukuku kitapları olan, web sitemizde yazılarına
yer verdiğimiz Anayasa Hukuku hocası Prof. İbrahim Kaboğlu var…
……….
Saat 01:52 ve hiç keyfimiz yok, uykumuz yok, can ve mal güvenliğimiz gibi
HUKUK GÜVENLĞİMİZ de yok!..

15 yıldır tek başına iktidar olan bir siyasal kadronun ülkemizi sürüklediği ciddi hatta vahim bir karmaşa ortamındayız ve “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” adı altında dünyada ve
bilim dünyasında uygulamalı veya kuramsal örneği olmayan ucube bir sistemle, tek 1 kişiye, tüm ülkenin padişahlıktan da öte yetkiyle devredilmesi halktan isteniyor, halka dayatılıyor
ve koskoca ülke böylesi bir akıl tutulması içinde halkoylamasına sürükleniyor

Bir de AKP’den milletvekillerinden – Bakanlardan FETÖ’ye TV kameraları önünde övgüler dizenler yok listede!.. Neden???

Merhum Prof. Alpaslan IŞIKLI yaşasa ve görevde olsaydı O bile FETÖ bahanesi ile tasfiye edilebilirdi! Oysa 30 Aralık 2013 günü web sitemize koyduğumuz 

SAİD NURSİ, FETHULLAH GÜLEN VE LAİK SEMPATİZANLARI

adlı kitabı AKP-RTE ve AKP’liler okusalardı FG’den uzak durabilirlerdi belki??
Okuyun – okutun.. hala geç kalınmış sayılmaz..
(Bakılmasını dileriz. Bu kitabkaynak oluşturan konuşma metni için..) tıklayınız: SAID_NURSI_FETHULLAH_GULEN_VE_LAIK_SEMPATIZANLARI

fg_ve_akpli_vekiller_ayni_karede

– FETÖ yapılanmasının AKP içindeki üst düzey siyasal köklerine ne zaman inilecek?? AKP evinin önünü hatta içini neden temizle(ye)miyor, temizleyebilir mi??

Erdoğan TV’lerde “Ne istediler de vermedik?
18 Üniversiteyi kendilerine verdik..” demedi mi??

Anayasa değişikliği içinde seçim tarihinin 3 Kasım 2019 olarak belirlenmesi ne anlama geliyor? Dünyanın neresinde Anayasa’da seçim tarihi var?

FETÖ’cü AKP’li vekillere şantaj ve öbürlerine rüşvetten başka anlamı var mı??

Sevgi ve saygı ile. 08 Şubat 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Soner YALÇIN : “Yeşil devrim” makalesi ve Gıda Güvencesi Sorunu


Soner YALÇIN : “Yeşil devrim” makalesi ve Gıda Güvencesi Sorunu

Dostlar
,

Gerçek bir araştırmacı – gazeteci/yazar olan, Uğur Mumcu’nun izinden giden başarılı insan Soner Yalçın, aşağıdaki yazısını kamuoyu ile paylaştı.

Biz de benzer temaları uzun yıllardır Tıp Fakültesi’nde verdiğimiz derslerde ve makalelerimizde dile getiriyoruz. Sitemizde bu yazılarımızı bulabilisiniz..
Birkaçı aşağıda..

Saltık, A. Gıda Hijyeni ve Tıbbi Atıklar. www.hekimsaltik.com/ppt/ders_004.ppt,
Saltık, A. GDO Yönetmeliği Neden Geri Çekilmeli ya da İptal Edilmeli?
Bilim ve Ütopya, syf. 71-79, Ocak 2010 ve İst. Barosu Dergisi, cilt 84,
sayı 2010/1
Ocak-Şubat, syf. 51-64, 2010.
Saltık, A. Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar : Stratejik ve Uluslararası Boyutlar.
Farklı Boyutlarıyla Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar. Ankara Tabip Odası yayını,
Mart 2010, Kitap bölümü, syf. 109-117).
Saltık, A. Genetiği Değiştirilmiş Gıdalar ve Halk Sağlığı. Farklı Boyutlarıyla Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar. Ankara Tabip Odası yayını, Mart 2010, Kitap bölümü,
sf. 33-40).

*****
http://ahmetsaltik.net/2014/10/16/16-ekim-2014-dunya-gida-gunu/ 

http://ahmetsaltik.net/2013/07/27/gida-guvenligi-ve-hijyeni-sorunu-cozulemiyor/

http://ahmetsaltik.net/2013/05/11/turkiyenin-gida-guvenligi-sorunu-ve-tuikin-biktiran-aymazligi/

http://ahmetsaltik.net/2012/12/08/turkiyede-gida-guvenligi-ve-denetimi/

http://ahmetsaltik.net/2012/09/30/ahaber-tv-sofralardaki-gdo-tehlikesi-tarim-ve-gumruk-bakanlari-istifa/

****

144 yansı ile oldukça varsıl bir bilimsel dosya da şöyle :

GIDA GÜVENLİĞİ ve SANİTASYONU
(Gida_Guvenligi_ve_Sanitasyonu)
(AÜTF Halk Sağlığı AbD D5 dersi)

*****

Rahmetli Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI hocamız soruyordu :

  • “Gıda üretimi yeterli, peki niye AÇLIKTAN ÖLÜYORUZ??
    Gerçekte, yeryüzünde üretilen temel gıda maddeleri, gereksinimi karşılayabilecek düzeyde. Somali’de parası olana her tür gıda var (Açlık krizi, 2011) !?
    Buna karşılık her yıl, çoğu çocuk 10/50 milyon kişi açlıktan ölmektedir!
    Sorunların kaynağını; insan gereksinimlerinin karşılanmasının,
    piyasa”nın acımasız güçlerine terkedilmiş olmasında aramak gerekir.”

Soner Yalçın yazısını 13.11.14 günü sürdürecek. Onu da paylaşacağız.

Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı yetkilileri başta olmak üzere,
ülkeyi yönetenlerin sorunu stratejik önemde görmesi ve gereğini yapması dileğiyle.

Sevgi ve saygıyla.
13.11.2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

==================================

“Yeşil devrim”

portesiSoner Yalçın
hsoneryalcin
syalcin@sozcu.com.tr
SÖZCÜ, 12.11.14

Tarım uyanışına ihtiyacımız var.
Bize/insanlığa ve doğaya neler yaptıklarını bilmelisiniz.
1970’li yıllara gidelim…
Vietnam Savaşı yenilgisi ve ardından petrol krizi ABD ekonomisini çıkmaza soktu.
Öbür yanda Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde milli uyanışlar başlamıştı.
Kimi bağımsızlığına kavuşuyor kimi toprak reformu gibi istemleri yüksek sesle dile getiriyordu.
ABD’ye göre, 30 ülkede “siyasal endişe” vardı ve bu ülkelerden biri Türkiye idi…
Herkesin kafasında “kapitalizmin kalesi ABD yıkılıyor mu” sorusu vardı.
Dışişleri Bakanı Henry Kissinger başkanlığında toplanan ABD Ulusal Güvenlik Kurulu bir rapor hazırladı: Ulusal Güvenlik Araştırması Raporu 200:

  • Dünya Nüfus Artışının ABD’nin Güvenliği ve Denizaşırı Çıkarlarına Etkisi.

Tarih: 10 Aralık 1974 idi…
Kissinger, 123 sayfalık raporu ABD Başkanı G. Ford’a sundu. Dedi ki:

  • “Petrolü kontrol edersen ulusları,
    yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin!”

BM’nin Roma’da düzenlediği dünya gıda konferansına ülkelerin tarım bakanları katıldı. Yalnızca ABD’nin tarım bakanı Earl Lauer Butz dışında ayrıca
Dışişleri Bakanı Kissinger vardı.

Çünkü Kissinger’a göre, “Tarım, Tarım Bakanlığı’nın ellerine bırakılmayacak ölçüde önemliydi.”

Kissinger tarımı, Amerika’nın petrol politikasıyla birlikte en ön sıraya koydu;
gıda bir silahtı. Toplantıda niyetini hiç gizlemedi:

  • “İnsanların size güvenip dayanmalarının, size bağımlı olmalarının
    ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız,
    onları gıdaya bağımlı hale getirmek mükemmel bir yöntemdir.”

Rockefeller çömezi

Kimdi bu Kissinger?
Alman Yahudisiydi. Nazilerden kaçıp ABD’ye sığınmıştı. 2. Dünya Savaşı’nda Amerikan Ordusu’nda istihbaratçı olarak görev yaptı. Savaş sonrası askeri istihbarat okullarında ders verdi. 1956’da dünyanın en zengin ailelerinden
Yahudi Rockefeller Ailesi’nin yanında çalıştı. Rockefeller ailesinin önemli adlarından Nancy Maginnes ile evlenerek bağlantılarını güçlendirdi.
Rockefeller Ailesi; petrol şirketi Standart Oil Company’den (Exxon, Mobil ve Chevron), ABD’nin en büyük bankalarından 3 trilyon dolarlık Chase Manhattan Bank’a dek dünyanın en büyük şirketlerin sahibiydi.
Rockefeller tarım sektöründe de güçlü bir yatırımcıydı!
Ve evet gıda artık silahtı!

Amerika küresel politikalarında değişiklik yapıp; günlük ihtiyaç maddelerini bir araç gibi kullanarak, çatışarak giremedikleri ve sömüremedikleri toplumlara barışçı bir hava içinde girecekti.
Kissinger’in hazırladığı o “NSSM 200” başlıklı gizli proje, torun John D. Rockefeller’ın isteğiyle başlatılmıştı.
Ah ne tesadüf!
ABD Başkanı Richard Nixon’ın gizemli Watergate ilişkisi ortaya çıkarıldığında, bazıları bunun Dışişleri Bakanı Kissinger ile Nelson A. Rockefeller’ın bir entrikası olduğunu söyledi. Ve…
Nixon’ın koltuğuna oturan Demokrat Gerald Ford’un ilk yaptığı,
Cumhuriyetçi Nelson Rockefeller’ı yardımcısı olarak almak oldu!
Rockefeller Ailesi, Kissinger ile birlikte tam anlamıyla iktidara egemendi.
Hep yazarım; biri Nobel Ödülü aldı ise ondan mutlaka kuşku duyun!
Kissinger’a 1973’te Nobel Ödülü verildi.
Ve: Rockefeller Ailesi’ni bilmeden tarımın küresel dönüşümü anlamak olanaksızdır

Modern köleleştirme

Tarım yedi bin yıl önce yapılmaya başlandı ve o günden bu güne köylüler her yılın ürününden bir bölümünü ertesi yıla tohumluk ayırırdı. İşte bunun sonuna gelinmişti; tohum -tabii ki- ABD şirketlerinden alınacaktı!
Rockefeller, geleneksel tohum yerine “verimli tohum” aldatmacıyla
“ari tohum ırkı” yarattırdı! İlk Meksika / Sonora bölgesi, bu tek üretimlik F1-hibrit (buğday ve mısır) tohumculuğa açıldı. (Bizim Güneydoğu Anadolu’da da denenecekti; TÖS, DİSK gibi devrimci örgütlerin karşı çıkmasıyla yapılamadı.) Kimyasal gübre ve zirai ilaçlar sayesinde üretim artışı 3 katı oldu!
“Cüce buğdaylar” Pakistan ve Hindistan’a da ihraç edildi; üretim rekoru kırıldı. Bunun üzerine -basının da pompalamasıyla- hibrit tohumlar, kimyasal gübreler ve zirai ilaçlar Türkiye’ye geldi.

Sözde savaşlar bitmişti ama savaş sanayisinin ortaya çıkardığı nitrojen bombası, nitrat gübresi; sinir gazı ise böcek ilacı olarak kullanılıyordu!
Üstelik, üretimi artıracak denen hibrit tohumları, toprağı zamanla öldüren sentetik kimyasal gübreler ve bitki hastalıklarına karşı kullanılan zehirler, yalnızca toprağı değil insanı da hastalandırıyordu.

Sonuçta gıda savaşlarının en önemli adımı atıldı; tohum köylünün elinden alınıp şirketlere verildi. Tabii önce çok ucuz ve sonra pahalı satılarak…
Bunun adı, “modern köleleştirme” idi.
Bitmedi; daha tehlikelisi vardı:
Küresel gıda kontrol süreci, birkaç on yıl sonra “kalıtım devrimi”yle tamamlandı.
Bu amaçla Rockefeller, Harvard Üniversitesi’nde çok az kimsenin farkında olduğu
bir araştırma yürüttü; “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar” (GDO)!

Gıdalara kimyasal bulaştırmaya “Yeşil Devrim” diyorlardı!
(Öncüsü denilen Norman Ernest Borlaug 1970’de Nobel Ödülü aldı.)
Evet tarım, Rockefeller Ailesinin endüstriyel şekillendirmesiyle küreselleşiyordu.
Ve…
Kırma tohumlarla başlayan süreç Amerika’yı, -şirketleri aracılığıyla- dünya tarımının sahibi haline getirdi. ABD’nin küresel imparatorluğunu güçlendirmek için
“Mahşerin Dört Atlısı” devredeydi;

– Monsanto,
– Du Pont,
– Dow Agro Scinces,
– Syngenta!

Pirinç, buğday, mısır, pamuk, soya fasulyesi, sebzeler, meyveler…

Dünya tarımının %90’ı bu firmaların denetimi altına girmiş durumda.
Bu durum dünya çapında tehlikeli bir ekonomik bağımlılığın ve
beslenme sonucu oluşan kanser, alzheimer gibi hastalıkların nedeni.
Evet, tarım uyanışına ihtiyacımız var.
Yarın (13.11.14) devam edeceğiz..

‘Yoksul ve Kör Bir Halk Sağlıkçısı!’


Dostlar
,

Sevgili Çağatay Güler ile 1978 – 81 arasında Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı‘nda (YÖK öncesi, 832 sayılı Hacettepe Üniversitesi kuruluş yasasına göre, o zamanki adıyla “Toplum Hekimliği Bölümü“) 3 yıl
Halk Sağlığı / Toplum Hekimliği dalında tıpta uzmanlık eğitimi aldık. O dönemde üniversiteler asistanlarını kendileri seçerdi. Sağlık Bakanlığı ve SSK Hastanelerinde
tıpta uzmanlık eğitimi için merkezi TUS sınavı vardı. Biz o dönem 31 kişi Hacettepe’ye başvurmuş ve 6 kişi ihtisasa seçilmiştik.

Prof. Nusret Fişek, bu bölümün (Toplum Hekimliği – Community Medicine) kurucusu ve ülkemize çağdaş anlamda Halk Sağlığı Bilimleri anlayışını ve hizmetlerini getiren insan olarak tıbbiyenin ilk sınıfında gönlümüzde yer etmişti. Yaşamımızı Koruyucu Sağlık – Tıp hizmetlerine adayacak; sağlıklı bir toplum için Halk Sağlığı – Toplum Hekimliği Uzmanı olacaktık.. Öyle de yaptık sanırız.. 1971’lerden 2013’lere sürüyor..

Çağatay bizden 2 yıl önce tıbbiyeden mezun olmuş ve o arada bir de Fizyoloji Uzmanı olmuştu. Renkli, çok esprili, ince ve yüksek zekâsının ürünü nüktelerle, fıkralarla hepimizi güldürürdü. Daha sonra Ordu Sağlık Müdürlüğü yaptı, Bulancak’ta çalıştı ve çok zorlu yıllar sonrasında yuvasına dönerek akademik kariyer yaptı. Onlarca kitap ve
çok sayıda makale – bildiri yazdı, Çevre Sağlığı alanında ileri uzmanlık derecesi aldı.
Çok sayıda duygu yüklü, çarpıcı biçimde sorgulayan ve düşündüren şirler yazdı, kitapçıklar olarak yayımladı, bizlere dağıttı..

Aşağıdaki yazısı hüzünlü ironiler içermekte ve acı acı düşündürmekte..
KüreselleşTİRme = Yeni emperyalizm sosyal devleti ve kamusal sağlık hizmeti sistemini yerle bir (tarumar!) etti.

Koruyucu sağlık hizmetleri özelikle dışlandı ve yerli – yabancı sermayenin
özel sektörüne halkın hastalanarak müşteri olması kurgulandı.

Devlet de Dünya Bankası dayatması zorunlu sigorta sisteminde halkından
prim = ek vergi toplayarak sermayeye aktaran sopalı tahsildara indirgendi.
Bir de pek çok yerde Deli Dumrul’u kıskandıran katkı payları haracı var..

Daha beteri de üstad RT Erdoğan‘ın rüyası “şehir – kent hastaneleri” vb.ile yolda..

Vahşi kapitalizm hiç utanmadan sistemi böylesine yozlaştırdı.
Her şeyin ama her şeyin bir fiyatı var kumarhane kapitalizminde (Alpaslan Işıklı).

Yaşamın her santimetre karesi moneterize edilebiir..
Tüm yaşam moneter (parasal) yöntem ve ölçülerle yönetilip yönlendirilebilir.
Böyle buyurdu Zerdüşt (pardon papaz) Adam Smith!

Ama insanlık onuru – aklı bu prangaları da elbet kıracak..

Sevgili Güler’in yazısını buruklukla okuyalım vee…..

Sevgi ve saygı ile.
09..10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=======================================

‘Yoksul ve Kör Bir Halk Sağlıkçısı!’

Cagatay_Guler_portresi

 

Prof. Dr. ÇAĞATAY GÜLER
Hacettepe Üniv. Tıp Fak.
Halk Sağlığı AnabilimDalı

 

 

Ben bir halk sağlıkçısıyım.
Yıllar önce, on yılı aşkın bir süre bir resmi kanalda senede otuz saat halk sağlığı,
bir o kadar da çevre bilgisi konularını sunmuştum. Ne adımı bilen oldu, ne de tanıyan. Sunumlarımı kimi zaman sabahın ikisine üçüne koyuyorlardı. Benden sonra hipopotamların cinsel yaşamıyla ilgili bir kültür programı gelirdi “anlattıklarımı bütünlesin” diyerek. Kan ter içindeki iki hipopotamın olağanüstü çabalarını unutamam!

Bir yılbaşı gecesi televizyon izlerken elimdeki ‘geçgeç’in bir düğmesine yanlışlıkla bastığımda kare kare bütün kanallar görüntülenmişti. Her kanalda dansöz vardı ve
ben kanalın birinde “el yıkamanın önemini” anlatıyordum. Daha sonra kanalı arayarak sormuştum: “İzlenirliği artırmak için beni koydunuz sanıyorum, ama o kadar dansöze karşı elimden ne gelir ki?” Hep merak etmişimdir, o an beni izleyen birileri var mıydı? İzliyorsa niçin izliyordu?

Herhalde “kendimi dev aynasında gördüğümden” olacak, şansımı zorlayıp nasılsa
fos çıkacak politik geyiklerin belirlediği gündemi “saptırmak” istiyordum. Bu nedenle o “büyüleyici” sabah programlarından birine başvurdum. Aklımca programa katılacak, bir türlü yarıp geçemediğim politik gündeme bağlı karartma perdesinden başımı uzatarak unutturulan, kimsenin aldırmadığı, her gün daha büyüyen, geleceğimizi karartabilecek bazı temel halk sağlığı konularını gündeme taşıyacaktım.
En azından diyecektim ki:

  • “İnsan ve diğer canlıların ve topluluklarının sağlığını doğrudan ya da dolaylı olarak etkileyen fiziksel, kimyasal, biyolojik, sosyal ve psikolojik etkenlerin belirlenmesi ve denetim altına alınması gelecek kuşaklar için yapılacak
    en önemli yatırımdır. 
    Çevre, kişinin kalıtsal yapısı dışındaki her şeyi kapsamaktadır. İnsanın iyilik hali birçok yönden çevre tarafından etkilenir, birçok hastalık da çevre tarafından başlatılır, geliştirilir, sürdürülür ya da uyarılır.”
    Toplumun ekonomik düzeyi kalkınma süreciyle bağlantılıdır. Bu çabalara bağlı olarak ortaya çıkabilecek halk sağlığı sorunları önlenebilir sorunlardır. Başlangıçta alınacak koruyucu önlemler pahalı gibi görünürse de, sonradan ortaya çıkan sorunların düzeltilmesiyle il­gili çabaların maliyeti ve olumsuz sonuçları göz önüne alındığında daha ucuz bir yöntem­dir. Başka bir anlatımla halk sağlığı önlemlerinin çoğu köktencidir (radikaldir), alındığında sorun biter. Ancak koruyucu önlemlerin temel hedefi olan birincil koruma çok büyük oranda bireysel ve toplumsal katkı gerektirir. Bu nedenle farkındalık yaratabilmek için her türlü çaba harcanmalıdır.”
  • Halk sağlığı sorunlarının değerlendirilmesi ve denetimi çok disiplinli yaklaşım gerektirdiğinden yöntemi klinik uygulamalardan farklıdır. Hekimler geleneksel olarak her kezinde bir hasta ile ilgilenirler, Halk Sağlıkçısı ise bütün toplumla ilgilenmek zorundadır. Bu nedenle öncelikleri çok farklıdır.
    Halk sağlıkçısı bir yandan var olan sorunları ortadan kaldırmaya çalışırken, öbür yandan toplumu koruyabilmek amacıyla, çıkabilecek sorunları öngörmeye çalışırlar. Klinik uygulamalarda hekimin amacı özgül bir hastalığın ölüme yol açmasını önlemektir. Halk sağlığı yaklaşımı ise önce hastalığın oluşmasını önlemek, bunda başarılı olunamazsa hastalıkları daha belirti vermedikleri dönemde belirlemektir. 
    ‘Ateş bacayı sardığında’ bir sağlık kuruluşuna başvururuz. Ne var ki bazı sorunlar bu aşamaya geldiğinde
    tüm eczaneyi yutsanız iyi olamazsınız. Halk sağlıkçısının hedeflerinin gerçekleşmesi,
    politik irade ve tüm toplu bireylerinin katkısı olmadan sağlanamaz.”

Başvurduğum sabah programlarının yöneticileri programa katılabilmem,
söylemek istediklerimi söyleyebilmem için bana “özel bir fiyat” önerdiler.
Programa katılabilmem için üç bin dolar, adımın ve adresimin program sırasında
altyazı ile geçmesini istiyorsam fazladan bin dolar ödemem gerekiyormuş.
Bunun tanınmama önemli katkıları olurmuş.

Oysa ben “yoksul ve kör” bir halk sağlıkçısıyım!

Filmin sonunda tanınmış bir ses sanatçısı olup gerekli parayı kazanacak ses de yok bende! (Cumhuriyet, 5.10.13)

Bölünme Kimin Yararına?

Dostlar,

“Işıklı insan merhum Prof. Dr. Alpaslan Işıklı hocamızınaramıdan ayrılışı
13 Temmuz 2013 idi..

Saygın anısına sitemizde epey yazı yayımladık..

Bir başkasını daha paylaşarak, yokluğunda da O’ndan aydınlanmamızı sürdürelim..

Çok önemli bir belge..

portresi

Bolunme_kimin_yararına_Diyap_Aga’nin_torunlari_Kasım_2007_Alpaslan_ISIKLI

İbretle okuyalım, okutalım ve günümüze bağlayalım..

Sevgi ve saygı ile.
30.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

REFERANDUM ve İŞÇİ HAKLARI


Dostlar
,

Merhum Alpaslan IŞIKLI‘nın 12 Eylül 2010 günü yapılan 26 maddelik Anayasa değişikliği halkoylaması öncesinde yazdığı uyarı yazısıdır. Aradan geçen 3 yıla yakın zaman,
Prof. Işıklı’yı doğrulamıştır. Sendikal örgütlenme daha da güç yitirmiştir.

1980’de Türkiye nüfusu 44.4 milyon, toplam istihdam 16.5 m ve sendikalı işçi sayısı 2.2 m idi. Ocak 2013’te Türkiye nüfusu 75,6 milyon, toplam istihdam 24.4 milyon ve
sendikalı işçi sayısı 960 bine indirilmiştir.

1980 – 2012 arasında nüfus % 70+ artarken, istihdam % 48 büyümüş, sendikalı işçi sayısı dramatik olarak düşürülmüştür!

Bugün öyle bir noktadayız ki; toplu-iş sözleşmesi yasasındaki kurallar uygulanırsa,
Türkiye ölçeğinde toplu-iş sözleşmesine oturabilecek sendika sayısı salt 11’dir.
Kimi iş kollarında toplu-iş sözleşmesi olanağı kalmamıştır.

“Yetmez ama evet” çi sözde aydınlar bu olası gelişmeleri göremediler mi?
Hiç ama hiç sanmıyoruz..

O zaman bu güruha gerçekte hangi sıfat yakışır ki??

Sendika_yoksa_ISG_de_yok

 

 

 

 

Sendikal_orgutlenme_eritiliyor

 

 

 

 

 

 

 

 

Alpaslan hocanın yazısı aşağıda.. 

Sevgi ve saygı ile.
16.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================================

portresi

 

Prof. Dr. Alpaslan Işıklı

Tüm Öğretim Elemanları Derneği
(TÜMÖD) Genel Başkanı

İlk Kurşun Gazetesi, 17 Ağustos 2010

 

REFERANDUM ve İŞÇİ HAKLARI 

12 Eylül’de (2010) halkoyuna sunulması öngörülen Anayasa değişikliği metninin genel olarak demokratik düzen ve özellikle de demokratik düzenin başlıca temellerini oluşturan yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı ilkesi açısından içerdiği ögeler ve doğurması olası ciddi tehlikeler, önemli ölçüde açıklık kazanmıştır.

Kuşkusuz, yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı ilkesine ilişkin hükümler ve düzenlemeler, tüm yurttaşların yanı sıra -emeğinden başka satacak şeye sahip olmayan bir kesim oluşturmaları dolayısıyla-  özellikle işçilerin gereksinim duydukları temel haklarla yakından ilgilidir. Bununla birlikte, halkoyuna sunulacak metin, işçi haklarını doğrudan ilgilendiren bazı hükümler de öngörmüştür. Bu hükümlerin, bazı siyasal iktidar temsilcileri tarafından sanki sosyal haklarda önemli genişlemeler sağlanacakmış gibi sunulmaları dolayısıyla, üzerlerinde ayrıca durulması gerekli görünmektedir.

Asıl Sorun Ekonomik

Bu konuda öncelikle bir gerçeği belirlemekte yarar vardır. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz en temel sorun, özellikle bizimki gibi ülkelerde varlığını duyuran küresel ekonomik bunalımın uzantısı olarak, giderek ağırlaşan işsizlik olgusudur. İşsizlik, yoksullaşmanın ana nedenlerinden birisini oluşturduğu gibi, çalışan kesimin en temel dayanağı olan sendikaların altını oyan ve mücadele gücünü zayıflatan başlıca etkendir. Kuşkusuz, bütün bunların gerisinde yatan ve ülkemize de dayatılmış olan ekonomik modele karşı bir direnmeyi, siyasal iktidarın genel olarak izlediği politikada ve önerdiği Anayasa değişikliği çerçevesinde aramak, boşuna bir çaba olur.

Unutmamak gerekir ki ağırlaşan ekonomik sorunların çözümü, her ülkeden çok bizim yabancısı olmadığımız bir seçeneği hayata geçirmekle sağlanabilir. Bu seçenek, ülkemizde Cumhuriyetin kuruluş yıllarında denenmiş ve hem 2. Dünya Savaşı öncesinde dünyayı kasıp kavuran Büyük Depresyon’un ve hem de ardından gelen 2. Dünya Savaşı felâketinin dışında kalabilmemizi mümkün kılmıştır. Anayasa değişikliği girişiminin bir tür yan sonucu da, bu gerçeklerin gündem dışına itilmesine katkı sağlanması yönünde kendisini göstermektedir.

Bu bakımdan, halkoyuna sunulacak metninde öngörülen işçi haklarıyla doğrudan doğruya ilgili değişikliklerin gerçek niteliğinin açıklık kazanması önem taşımaktadır.

Kamu Görevlilerinin Toplu Sözleşme Hakkı 

Halkoyuna sunulacak metin, geniş anlamda işçi kesiminin bir parçasını oluşturan kamu görevlilerinin toplu sözleşme hakkını tanıyan bir değişiklik getiriyormuş gibi görünmektedir. Gerçekte ise, bu konuda yeni bir hak tanınmadığı gibi,
mevcut düzenlemeye göre daha kısıtlayıcı bir durum ortaya çıkmaktadır.

Anayasa değişikliği metninde belirlenen düzenlemeye göre, “Toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde, taraflar Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’na başvurabilir. Kamu Görevlileri Hakem Kurulu kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmündedir”. Grev hakkı getirilmiş değildir. Dolayısıyla, adına toplu sözleşme denilen süreçte belirleyici olan, Kamu Görevlileri Hakem Kurulu’nun kararıdır. Oluşumu ve işleyişi yasayla belirlenecek olan bu Kurulun, mevcut iktidar döneminde, söz gelimi, en fazla YÖK kadar nesnel esaslara bağlı bir yapı ve işleyişe sahip olacağını tahmin etmek yanlış olmaz.

Buna karşılık, yürürlükteki düzenlemeye göre, toplu görüşmenin sonucunda taraflar anlaşmaya varamazlarsa, uyuşmazlık Uzlaştırma Kurulu’na intikal etmektedir. 4688 sayılı Kanunda açıklık olmamasına karşın, son sözün Bakanlar Kurulunda ve TBMM’de olduğunun kabul edilmiş olması yanlış değildir. Kanuna göre, uyuşmazlık konusu olan ilişkileri düzenlemek üzere “Bakanlar Kurulu (…) uygun idarî ve icraî düzenlemeleri gerçekleştirir ve [gerekli] kanun tasarılarını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunar”.
Bu süreç içinde, kamu görevlilerini temsil eden sendikal kuruluşların, gerektiğinde yargıya başvurmaları ve/veya kamuoyu desteğini de arkalarına alabildikleri ölçüde
belli bir demokratik baskı grubu işlevi gerçekleştirmeleri mümkündür.
Getirilen değişiklik bu yolları da kapatmaktadır.

Demek oluyor ki, yapılmak istenen değişiklik, “toplu görüşme” yerine “toplu sözleşme” sözcüklerinin kullanılmasından ibaret değildir. Daha da geriye götürücü bir düzenleme söz konusudur.

 Grev Yasakları Kaldırılıyor mu?

Yürürlükteki Anayasanın 54. maddesinin 7. paragrafında “Siyasî amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz.” hükmü yer almaktadır. Kamuoyuna sunulması öngörülen metinde, bu paragraf kaldırılmıştır.

Ne var ki, aynı maddenin ilk paragrafında yer alan, grevin ancak “toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde” yapılabileceği hükmü korunmaktadır. Yani, hakları kâğıda geçirmek için grev serbesttir. Ancak kâğıda geçirilmiş olan hakları hayata geçirmek için grev yasaktır. Bir başka deyişle, yalnızca “menfaat grevi”ne müsaade edilmekte; dolayısıyla yukarıda zikredilen 7. paragrafta öngörülen diğer grev türleriyle ilgili yasak devam etmektedir.

Aynı maddede yer alan “Grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan işyerinde sebep oldukları maddî zarardan” sendikanın sorumlu olması hükmü kaldırılmaktadır. Bu değişiklik, sendika yönetimlerine, işçiler aleyhine bir tâviz verilmiş olması olasılığını akla getirmektedir.

Birden Fazla Sendikaya Üye Olmak 

12 Eylül Anayasası ile birden fazla sendikaya üye olma yasağı getirilmiştir.
Bununla güdülen amacın, o döneme özgü yöntemlerle hizaya getirilmiş (!) olan sendikalara rakip sendikaların kurulmasını zorlaştırmak olduğu tahmin edilebilir.
Bugün güdülen amacın ise mevcut sendikal yapı içinde, yandaş sendikaların gelişmelerine ortam hazırlamak olduğunu tahmin etmek yanlış görünmemektedir.
Böyle bir tahmini haklı kılan örnekler, mevcut iktidarın bugüne kadarki uygulamaları çerçevesinde fazlasıyla vardır.

Denilebilir ki, 12 Eylül rejimi döneminde tanık olduğumuz, Anayasaya konulan ayrıntılı düzenlemelerle sendikal yaşamı düzene sokma eğilimi, aynen sürmektedir.

Yukarıda sıraladığımız örneklerden bir kez daha anlaşılacağı üzere, asıl yapılmak istenen, 12 Eylül’e karşı çıkmak görüntüsü arkasında, 12 Eylül’ün izlerini daha da derinleştirmekten ibarettir. Bir başka deyişle, aşılamayan ekonomik sorunların sonuçlarını baskı altında tutabilmek için, Anayasal yapıyı demokrasi dışı yollara sürükleme eğilimi bir kez daha canlanmış bulunmaktadır.

NEOLİBERALİZM ve 3. DÜNYA SAVAŞI / Neo-Liberalism and the 3rd World War

NEOLIBERALIZM_ve_3_ DUNYA_SAVASI

Dünya Bankası’nın Laik İmparatorluğunda Kumarhane Kapitalizmi

Dunya_Bankasi’ninLaik_Imparatorlugu’nda_Kumarhane_Kapitalizmi

SAĞLIKTA TEKELLEŞME ve İŞÇİLEŞME / Monopolisation and Becoming Labour in Health Sector

Saglikta_tekellesme_ve_iscilesme