Etiket arşivi: Engels

İslamcı iktidar ve Bonapartizm

authorMERDAN YANARDAĞ

GÜNCEL11.12.2022, BİRGÜN

Bir tarikat vakfı başkanı hoca efendinin 6 yaşındaki kızını, daha sonra cemaat yapılanmasında üst sıralara yükselecek bir müridine eş olarak vermesi olayı Türkiye’yi sarstı. İnsanlar, adeta “ne oluyor, ülke hangi ara bu hale geldi?” diye irkildi. Çünkü, İslamcı çevreler, hemen bu olayı örtbas etmeye, tepkileri “İslam’a saldırı” diye nitelendirerek, bastırmaya çalıştı.

Ancak, toplumsal tepkinin büyüklüğü ve yaygınlığı, AKP ve Diyanet’in bile olaya karşı çıkıp eleştirmesini sağladı. İslam dünyasının hala içinde devindiği ve aşamadığı kendine özgü bir Ortaçağ dünyasına Türkiye’yi iade etme girişimine karşı büyük bir toplumsal tepki ortaya çıktı. Dolayısıyla “İslam’a saldırı” iddiası bir gün bile sürmeden çöktü. Bu gelişme bir sağlık belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Bu olay vesilesiyle, Türkiye’deki İslamcı rejimin nasıl 20 yıldır hükmünü sürdürdüğünü farklı bir açıdan bir kez daha ele alalım.

SINIFSAL İKTİDAR – SİYASAL İKTİDAR

İslamcı iktidarların, Marksist literatüre Bonapartizm diye yerleşen ara rejim biçimiyle benzerliklerinin olduğu düşünülebilir. Napolyon’un yeğeni, General Louis Bonaparte Fransa’da 1848’de köylülere oy hakkı tanınmasıyla iktidara geliyor. Kaba, görgüsüz ve bilgisiz bir askerdir. Önce amcasının desteği, sonra da onun adıyla yükseliyor. Louis Bonapart, 1848 devrimleriyle sarsılan ve burjuvazinin iktidarı yitirme tehlikesini yaşadığı ve fakat işçi sınıfının da iktidarı alamadığı koşulların yarattığı bir diktatördür. Fransa’da toplumun en geri kesimlerinin desteğini alarak cumhurbaşkanı seçiliyor ve onların desteğiyle iktidarını sürdürüyor.

Bilenler bilir, biz tekrar edelim; Louis Bonapart, cumhurbaşkanıyken 1851’de bir saray darbesi yaparak iktidara bütünüyle el koyup imparatorluğunu ilan ediyor. Bonaparte’ın kurduğu ve esas olarak asker-sivil bürokrasiye, köylülere, sınıf dışı lümpen kesimlere, küçük üreticilere dayanan bu rejim, 1870 yılına kadar, yani tam 19 yıl sürüyor. Rejimin adını, Marx, Fransız üçlemesi diye bilinen kitaplarından, “Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i” adlı eserinde koyuyor.

Fransa’da L. Bonaparte, burjuvazinin bütün kirli işlerini görüyor. Ancak, bu dönemde devletin göreli özerk yapısı en geniş sınırlara ulaşıyor. Burjuvazi siyasal egemenlik alanından çekiliyor. Buna razı oluyor. Bonaparte ve yönetici sınıf, siyasal bakımdan egemen güç durumuna geliyor.  Tarihte sık rastlanmayan bu özgün durum, iki temel sınıf arasındaki (bu bahiste burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki) mücadelenin şiddetlendiği, ama bir sonuca ulaşamadığı için, deyim uygunsa bir pat durumunun yaşandığı koşullarda ortaya çıkıyor.

BENZERLİKLER FARKLILIKLAR

Bugün Türkiye’de yaşadığımız siyasal tablo, bir yanıyla Bonapartist rejim ile büyük benzerlikler gösteriyor. Belki en önemli farklılık, Türkiye’deki aktüel (güncel) rejimin, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında bir ölüm kalım savaşının sonucu olarak ortaya çıkması değil; ülkemizin tarihsel nedenlerinden kaynaklanmasıdır. Geciken bir burjuva demokratik devriminin biriktirdiği ve çözemediği sorunlar toplamının, bu rejimin başlıca nedeni olduğunu söyleyebiliriz.

Zayıf hükümetlerin, biriken sorunları uzun yıllar bir türlü çözememesi üzerine, siyasal İslamcı bir iktidara Cumhuriyet burjuvazisi de bürokrasisi de “evet” demiştir. İç pazarın genişletilmesi, bu amaçla kamu ekonomisinin tasfiyesi, özelleştirme yağmasının tamamlanması, ekonomik gelişmeyi aşan (AS: “aştığı ileri sürülen”, Gn.Krm. Bşk. Memduh Tağmaç, 1970-71) sosyal uyanışın bastırılması ve bu amaçla toplumun belli sınırlar içinde dinselleştirilmesi amacıyla siyasal İslamcı bir iktidara geçit verilmiştir.

Batının, enerji kaynaklarını sömürdüğü İslam dünyasını denetimde tutmayı sürdürme ihtiyacı da böyle bir iktidarın yolunu döşedi. Ilımlı İslam doktrini ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, bu anlayışın ve ihtiyaçların bir ürünüydü. Dolayısıyla, doğası gereği kamucu olan geleneksel bürokratik yapının ve Cumhuriyet kurumlarının tasfiyesi de –ki buna vesayet rejimi dediler- söz konusu siyasal yönelimin sonuçlarından biriydi.

Bugünkü krizin nedeni, işi biten ve zamanını dolduran İslamcı hareketin, uzun süredir evine ya da medresesine dönmek konusundaki isteksizliğidir. Kendi rejimini, yani toplumsal, kültürel ve siyasal düzenini kurma ısrarıdır. Türkiye burjuvazisinin ve bir ölçüde Batının beklemediği durum budur. Yaşanan, ulusal ölçekte şiddetli bir kriz durumudur. Kapitalizme hiçbir itirazı olmayan İslamcı hareket, “bizim zamanımız, şimdi sıra bizde” demektedir. Türkiye, akıl ve bilim yerine, inanç /din merkezli bir bilgi anlayışını (AS: burada “bilgi” yok, inanç var..) koyan, siyaset sınıfının ve dinci oligarşinin eline düşmüştür.

FAŞİZM, İSLAMCILIK VE BONAPARTİZM

Marx’ın, Bonaparte’ın iktidara geliş sürecini analiz ederken yaptığı değerlendirme, faşizm tartışmalarında da sıkça karşımıza çıkar. Başka bir anlatımla “burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini yitirdiği, ancak işçi sınıfının da iktidarı henüz elde edemediği” koşullarda, yukarıda da işaret ettiğim gibi, alt ve orta sınıflara dayalı bir hareketin iktidarı ele geçirmesidir.

Bonapartist rejim gibi, AKP ya da İslamcı hareket de başlangıçta taşra sermayesine, küçük ve orta ölçekli işletme sahiplerinin tutucu kesimlerine, bir önceki dönemden (örneğin Osmanlı’dan) kalma ulema ile alt sınıflara ve köylülüğe dayandı. Kendisine bağlı bir sermaye sınıfı yaratmaya yöneldi. Ama olmadı. Tarihsel bakımdan geçici olan bir iktidar biçimi ile bu durum sürdürülemezdi.

Engels, Kral Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” adlı kitabına yazdığı önsözde, Louis Bonaparte’ın, “Burjuvazinin sınıfsal egemenliğini, onun (kendi) siyasal egemenliğine son vererek kurtardığını” belirterek, bu rejimin en yetkin tanımını yapar. Bonapartist iktidarlarda sınıflar dışı kesimlerin, taşra sermayesinin, küçük burjuvazinin, dönüştürülen bürokrasinin siyasal iktidarı geçici ama gerçektir. Ancak faşizm, Bonapartist yönetim biçimlerinden tam da bu nedenle ayrılır. Çünkü faşist rejimlerde küçük burjuvazi gerçek anlamda hiçbir zaman iktidar olmaz.

Bonapartist özellikler taşıyan İslamcı faşizan iktidarın, artık hem tarihsel hem de siyasal ömrünü doldurduğu bir tarihsel dönemeçten geçiyoruz. İsmailağa Tarikatı çevresinde yaşanan, 6 yaşındaki bir kız çocuğunun zincirleme cinsel istismara uğramasına toplumun gösterdiği büyük ve yaygın tepki, sona gelindiğinin işaretlerinden biridir. Bu olay, siyasal İslamcılığa karşı, salt ekonomik sorunlar üzerinden mücadele edilemeyeceğini, ideolojik-kültürel mücadelenin çok büyük önem taşıdığını bir kez daha ortaya koyması bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.

Unutmayayım ki, tarihsel ve siyasal ömrünü doldursa bile, İslamcı iktidar, tıpkı L. Bonaparte’ın yaptığı gibi elinde tuttuğu kamu gücünü terk etmemek için her şeyi yapacaktır. İslamcı çevrelerin bir çocuk tecavüzünü örtbas etme çabası bile bu anlayışın sonucudur. Türkiye’nin bütün ilerici güçleri bu duruma hazır olmalıdır.

AYDIN ÜZERİNE BİR DENEME.. Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

Dr. Halit Suiçmez
İktisatçı, Yazar

“AYDIN” ÜZERİNE BİR DENEME : Tarihsel ve Toplumsal Bir Yaklaşım

(AS: Bizim kısa notumuz yazının altındadır..)

Edebiyat alanındaki kitaplarımızdan ilki olan,” Eski Dostlar, Deneme- Öykü Seçkileri” nde; “Aydın ve Entelektüel” adlı bir denememiz yer almıştı.

O yazıda, “aydın” ve “entelektüel“i birbirinden ayırmış, “aydın”ı, … yanlışa, haksızlığa mutlaka tepki veren, tutum alan, adil, özgür ve güzel bir gelecek için ödünsüz savaşım veren … insan” diye tanımlamıştık. (Dr. Halit Suiçmez, Aydın ve Entelektüel, Eski Dostlar Deneme – Öykü Seç ileri, Brc Mtb., Mayıs-2005, Ankara, Ortak Kitap, syf. 76-77)

Elbette her tepki vereni de Aydın sayamayız. Kavramı siyasal, felsefi, ekonomik- politik, psikolojik boyutlarıyla derinliğine ve genişliğine incelemek gerekir. Bu ise, gelecek çalışma ve yazılarımızın konularından biri olacaktır. Aydın kim? Hangi Aydın? İşlevi ne, yazarlar aydın mıdır?.. gibi soruların yanıtlarına –bu yazıda bir parça yer versek de– geniş zamanda eğileceğiz.

Aydınlar çok yerde, çok zaman suçlanmışlardır. Hapislere atılmış, özgürlükleri kısılmış, öldürülmüş, kısıtlanmış, sürgüne gönderilmiş, türlü işkenceler yapılmıştır. Gerçek Aydınlar her koşulda yılmadan mücadele etmişler, Büyük İnsanlık yürüyüşüne kalıcı izler ve katkılar bırakmışlardır.

Kimdir Aydın?

Aydın’ın kim olduğunu anlayabilmek için tarihsel ve toplumsal durumunu özetlemek gerekir. On yedinci yüzyılda Batı Avrupa’da Burjuvazi, dünya görüşü ve bir toplumsal sınıf olarak ortaya çıkar. O tarihe dek bilgiyi elinde tutan sınıf Ruhbanlardı. Kilise ekonomik, politik ve yönetsel güce sahipti.

Okuma salt rahibin işiydi. Kilise, Hıristiyanlığın kutsal bekçisi ve temsilcisi di. Din adamı, derebeyiyle – feodal bey ile köylü arasında bir aracıdır.

Pratik bilgi uzmanları / sahipleri burjuvazinin gelişmesiyle ortaya çıkar. Dönemin Bilginleri mühendisler, matematilçiler, hukukçular, tıp insanları, yazarlar, düşünürlerdir.. Ticaretin gelişip yaygınlaşması, mühendislerin ve bilginlerin varlığını ve bu sürece katkılarını gerekli kılar.

Bunlar birer sosyal sınıf olmadıkları gibi; seçkin bir kesim de değildir. Çünkü ticari kapitalizmle bütünleşmiş Merkantilizm ögeleridir. İşte gelişen ticari ve daha sonra sanayi burjuvazisinin dünya görüşü, analitik yöntemler “Aydınlar” denilen bu kesimlerce oluşturulacaktır.

Türkçe’mizdeki okunuşlarıyla, Mönteskiyö, Volter, Diderot, Russo.. Bunlara “filozof” (Bilgisever) denir, bilgelik tutkunlarıdırlar,  bilgelik ise “akıl – akılcılık” (Rasyonalite) demektir. Analitik yöntemleri tarih ve toplum sorunlarına uygularlar.

İşte ilk klasik aydınlar, bu öncü Aydınlanmacılardır. Burjuvaziye, feodalizmle savaşması için gerekli düşünsel silahları vermişlerdir. Burjuva sınıfının içinde doğduklarından, bu sınıfın nesnel ruhunu ifade etmişlerdir. Burjuvazinin gericileştiği ve işçi sınıfına ve onun dünya görüşüne karşı çıktığı, emek sömürüsünü sürdürmek istediği dönemde gerçek aydınlar ortaya çıkmıştır.

19 ve 20. yüzyılda..

Marks, Engels, Emil Zola, Lenin, Gorki, J. London, Nazım Hikmet, Suat Derviş, Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Yalçın Küçük, Ahmet Saltık (AS: Sayın yazarın bizim dışımızda övgün değerlendirmesidir.. şükran ile), Taylan Kara.. 19. yy’ın son çeyreğinden sonra artık egemen – sömürgen sınıflar içinden çıkmamıştır aydınlar.

Aydın; J .P. Sartre’nin tanımıyla; “…kendi içinde ve toplumdaki, pratik gerçekliğin araştırılmasıyla egemen ideoloji arasındaki karşıtlığın bilincine varan insandır.” (J. P. Sartre, Aydınlar Üzerine, Can Yay., 1997, syf. 30)

  • Aydın, tarihin ve parçalanmış toplumların eytişimsel (diyalektik) ürünüdür.

Aydınlarından yakınacak bir toplum, önce kendini eleştirmelidir.

Aydın kimseden görev almaz, statüsü hiçbir yetkeye (otoriteye) bağlı ve bağımlı değildir. Her koşulda kanıta dayalı bilimsel doğru’yu söylediğinden, çoğunlukla sevilmez, varoluşuna aldırılmaz, ancak söylediklerine belli bir duyarlılık olabilir.

Aydın eylemi ve sorumunun sonal amacı;

Gelecekte “bir gün” tüm insanların gerçekten eşit, özgür, gönenç ve erinç içinde, kardeş olacakları toplumsal bir evrensellik için çabalamaktır.. Ütopyaları vardır; salt yorumlayıp aktarmakla, “bulmak” ile yetinmez.. “Devrimci Eylem” yükümlenir ve topllumu, yaşamı, insanı sürekli dönüştürmeye çalışır.

Yalnızdır genelde Aydın; yaşanan toplumu anlayabilmek için önündeki tek yol, ezilenlerin bakış  açısıyla çalışmaktır. Aydın, toplumsal köken olarak küçük burjuva olmakla birilikte, işçi ve köylü sınıfının saflarında yer almalı, küçük burjuva koşullanmalarından kurtulup ezilen sınıfların savaşımına somut olarak ve koşulsuz katılmalıdır, katılır.

Her Aydının çağında bir yeri ve mücadelesi (serüveni) vardır. Bunu ekonomi politik, psikanaliz, Marksizm, sosyoloji gibi insan bilimlerinin yöntem ve verileriyle başarabilir. Her insan yaşamdaki yerini, kimliğini, neyi, niçin ve nasıl yaptığını, yapması gerektiğini, yaşamın amacı ve anlamını kendi bilgi ve bilinciyle oluşturabilir.
***
Aydın‘ın kimliği, durumu, işlevi, gelişimi gibi konulara kısaca değindikten sonra şimdi de kimi yazarlardaki Aydın söylemi üzerinde duralım:

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazmıştır çoğu yapıtlarını. Olumsuzlukları sergilerken son derece değerli, yürekli ve gerçekçi tutum sergilemiştir. Panorama, Bir Sürgün, Ankara, Yaban gibi gerçekçi romanlarıyla toplumun en dip ve uzak köşelerine dikkatle bakıp, öz bilgiyi çok varsıl tipleştirmelerle önümüze sermiştir..

Balzac gerçekçiliği kitaplarında üst düzeylere yükselmiştir. Balzac siyasal olarak kralcıydı ama zamanın toplumsal gerçeklerini büyük ustalıkla anlatmıştır.

Tolstoy da öyledir, Lenin; “Rus devriminin aynasıdır” dediği büyük ustadan çok şey öğrendiğini, ama sınıfsal bakış olarak “gerici ve ütopist” olduğunu söylemiştir.

Yakup Kadri de dönemin toplumsal yozlaşmasını büyük ustalıkla anlatır. Toplumu gerçekçi çizer, kendisi sınıfsal bakışa uzaktır, güncel ideolojiye bağlılıkları vardır bu yüzden sınırlarını bir türlü aşamaz. Ve Yaban romanında kahramanı Ahmet Celal’i şöyle konuşturur:

“Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı; aydınlatamadın. Bir vücudu vardı besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin… sana istırap veren bu şey, senin kendi eserindir…” (Yaban, syf. 148)

Yakup Kadri, roman boyunca, aydınları suçlar. Nasıl bir “aydın”dır, Ahmet Celal? O, köylülerden söz ederken “onlar” der. Köylüleri kendinden ayırıp uzak tutar. 1922’de Kurtuluş Savaşı’nın ateşli günlerinde geçer olaylar. Anadolu’daki geriliğin, yoksulluğun, cehaletin suçlusu niçin aydınlar olsun?

Osmanlı Aydını yüzeysel bir Batı hayranlığı içindedir. Toplumsal gelişmelerin ekopolitik yasalarından haberleri var mıdır? Tarihsel gelişmemiz ve bunun bilinçlere yansıması nerede kaldı? Aydınlar “halkın kurtarılmasının” üstesinden nasıl gelebilecekler? Tarihsel deneyimler ve devrimler kapitalizmden ve fodalizmden kurtuluşun ancak bilinçlenen halk hareketiyle olabileceğini kanıtlamıştır. Türkiye’nın geri kalmışlığı üzerine ciltler dolusu sosyal yapı araştırmaları yapılmadı mı?

1838 Balta Limanı Anlaşmasıyla İngiliz Emparyalizmi, Osmanlı ülkesine ve onun az da olsa bağımsız sanayileşme olanaklarına ağır bir darbe vurmadı mı? Sadri Ertem, Çıkrıklar Durunca romanını boşuna mı yazdı? Osmanlı Ekonomisini temsil eden Çıkrıklar kimler tarafından nasıl, hangi süreçlerle ve niçin durduruldu, Doğan Avcıoğlular, Halil İnalcıklar, Markslar, Asya tipi üretim tarzları, Doğu Sorunu diye ortaya konan merkezi feodal yapılar..

Bütün bu azgelişmişlik, emperyalizm kuramları, araştırmaları bir şey anlatmıyor mu? Bürokratlar Batılılaşmak yoluyla devleti –gerçekte kendi mal ve canlarını- kurtarmak isterken, kapitalizmin çarkına kapılarak üretim güçlerini geliştirmek şöyle dursun, var olanlarının da yok olup gitmesine, halkın daha da yoksullaşmasına neden olmadılar mı?

Bu Aydın suçlamaları, sızlanmaları ne zaman son bulacak? Türk Aydınının onuru Nazım Hikmet de şiirinde;

  • … dilim varmıyor ama kabahatin çoğu sende kardeşim…

derken Aydını mı, halkı mı, bilinçsiz ve yanlış siyasal seçim yapan kitleleri mi işaret etmektedir? Doğru siyasal seçim yapamayan kitlelerde kabahat olabilir ama geri kalmışlık, özünde kapitalizmin istendik sorunudur.

Bürokrasinin yazarı Yakup Kadri’ye göre, “onlar”, “vücutları beslenecek, kafaları aydınlatılacak” edilgin yığınlardır. Elbette büyük romancımız Yakup Kadri’nin siyasal bakışı farklı olabilir, roman yoluyla önerdiği çözümler tartışmalıdır, ama şurası gerçektir ki; dönemin toplumsal yapısını büyük bir gerçeklikle yansıtmıştır yapıtlarında.
***
Konumuzun özüne dönersek; Aydın üzerine söyleşirken, “Hangi Aydın?” sorusunu da sormuştuk. Jakoben aydınlardan Kemalist aydınlara, klasiklerden Marksist aydınlara dek birçok addan söz edebiliriz. Entelektüel Aydınlar da olabilir. Entelektüel ve Aydın ayrımına gelince; birinciler Aydın tepkisini gösterse bile rahatlarına düşkündürler, eylemden uzak ve bireycidirler.

Entelektüel Aydın her iki özelliği de, yani kökten kapitalizm karşıtlığı ve adil, özgür yeni düzen svaşımcısı olup, Evrenin derin bilgisini öğrenip içselleştirmekten geri durmayan bir kişiliktir.

Gelecek çalışmalarımızda konuyu yeni boyutlarıyla ilerleteceğiz.
===============================================
Dostlar,

Seçkin yurtsever Aydın, Mülkiyeli dostumuz Sn. Dr. Suiçmez, salt Doktoralı bir iktisatçı olmakla yetinmeyerek, Aydın sorumluluğunu kapsamlı üstlenen bir kişi. Yukarıda sunduğumuz “Deneme” bize göre de oldukça nitelikli bir metin. Kendisine hem bu emeği hem de sitemizde yayınlama ayrıcalığını bize tanıdığı için teşekkür ederiz.

Büyük bir değerbilirlikle bizi de Türk Aydınları arasına katarak, yükümüzü daha büyütmüş sağolsun. Ancak İlhan Selçuk, Rıfat Ilgaz ve Melih Cevdet Anday da bir çırpıda çağrıştırdıklarımız.. Çoook bereketli bu topraklar, bu kültür gerçekte. Ilgaz’ın “Aydın mısın?”, Anday’ın ise “Sis Çanı” şiirlerini site okurlarımıza özellikle salık vermek isteriz.. Okumak, duygudaşlıkla titreşmek ve gereğini “Aydın sorumluluğuyla” yapmak üzere..

Sevgi ve saygı ile. 08 Ağustos 2022, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
A​tılım Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı ​AbD
​Hekim, Hukukçu – Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (​Mülkiye​)​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik    twitter : @profsaltik

 

 

Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu’nun facebook sayfasından

Dostumuz Eczacı Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu’nun facebook sayfasından :

Bir meslektaşım soruyor:

“Şu anda Haber Türk’de
Soner Yalçın
İlaç Hastalık Sağlık sektörü anlatıyor.
Doğru söylüyordur
Yanlış söylüyordur
Eczacılar nerede?”

Kendi hesabıma şöyle söylemeliyim:
1. Eczacılar burada…
2. Elbet söylenecekler vardır.
3. Söylemenin de bir zamanı vardır.
4. İrmik helvası yapmaya kalksanız ve irmiği eşit oranda tuz ve şekerle kaynatsanız. Ortaya irmik helvası mı çıkar?
5. Üç yanlış bir doğruyu, bir doğru üç yanlışı götürüyor tartışması değildir bu mesele.
6. İlaç ekonomi-politiğini bilmek ve yorumlayabilmek malumatfuruşlukla ikame edilebilecek derecede de basit bir iş değildir.
7. Engels’in “tamamlayıcı tıp” savunması yaptığını anlatmak ekonomi-politikse, bu, ekonomi-politiğin ruhuna kendi meşrebinize göre dua okumaktır.
8. Manisa’lı üç eczacının katliamı işi ve kooperatiçilik, bir Holivut filmi hiç değildir. Hele, Neş’e Gülersoy arkadaşınız ise. Benim öyleydi. Ayrıca bir de kitabın başına biraz da ilgi çekmek için yazıldığı söylenirse, bunun adı, yandı gülüm keten helvasıdır…
9. Uluslararası ilaç tekellerinin dosyası üzerine külliyat yazmış bir eczacı ve akademisyen yazar olarak, “kara kutu” değil, “Pandoranın Kutusu” nu açmak için şu tartışmaların biraz daha koyulaşması iyi olacaktır…
10. Yani konuşmanın daha zamanı var. Biraz dinlemek iyidir.
11. Sükunetle…
12. Selam ve sevgiyle…