Etiket arşivi: Barış Terkoğlu

Bedeviye esir düştün Türkiye

Barış TerkoğluBarış Terkoğlu

06 Temmuz 2023, Cumhuriyet
(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

 

“Cehalet aklın gecesidir” diyor Konfüçyüs, “Aysız yıldızsız bir gece” diye de devam ediyor.

İstanbul’da bir sanat sergisi. Önünde kalabalık toplanmış. Hayır, görmeye gelmemişler. Söylediklerine göre, “ecdat yadigarı” mekanda; paganizm, LGBT, ahlaksızlık vb. her türlü “din düşmanlığı” var.

İBB’nin düzenlediği Feshane’deki sergiyi, dinciler protesto etti. Haliyle merak ettim: Acaba içeride, İslamcıları ayağa kaldıracak ne var?

Protestocular, içeri girmiş, “cemiyet ahlakına dinamit atan” eserleri fotoğraflamış, paylaşmıştı. 300 sanatçının, 400’den fazla eserinin olduğu sergide saldırı, üç eser üzerinde yoğunlaşmıştı.

ŞÖVALYE DEDİLER KEÇİ ÇIKTI

Birincisi; serginin girişinde yer alan heykellerdi. Protestoculara göre “Tapınak Şövalyeleri’nin taptığı şeytanı” temsil ediyordu.

Heykeli buldum. Eserin adı “No man’s land” yani “Sahipsiz toprak”. Hazırlayan sanatçı, Gönül Nuhoğlu. Gönül Hanım’la konuştum. “Ben bir enstalasyon (yerleştirme) sanatçısıyım, eserin sergileneceği mekâna göre iş yapıyorum” diye söze başladı Nuhoğlu. Bu eserini, İtalya-Milano’da bir şatoda düzenlenen sergi için yapmıştı. Şato, sınırları savunma için oluşturulmuş mekânlardan biriydi. Ortamın havasını, dışarıyı gözetleyen, keçilerle tamamlamıştı.

Keçilere yakından bakıldığında, ayakları, mühendislerin harita hazırlarken kullandığı aletlerin ayaklarından oluşmuştu. Nuhoğlu, eserin mesajını şöyle anlattı: “Dağ keçileri sınır tanımıyorlar. İnsanların çizdiklerinden bağımsız olarak, doğal sınırları onlar belirliyorlar.” Söyledikleri gayet açıklayıcıydı…

“Herkesi İtalya’ya götürmek mümkün değil. Mekânın dışına çıkınca anlaşılmıyor olabilir. Ama herkes anlamak zorunda da sevmek zorunda da değil. Ama birlikte yaşayacaksak en azından anlamaya çalışmak, saygı göstermek zorunda.” “Sığlığın kendisiyle derinlik ölçülmez” diyen Nuhoğlu, yaşananların sebebinin cehalet olduğunu düşünüyordu.

SEVİŞMİYOR SAVAŞIYOR

İkinci eserin sorunu LGBT idi! Protestocular, çırılçıplak iki erkeğin, kucak kucağa seviştiğini söylüyordu. O eseri de buldum. Dikkatli bakınca, sevişen değil savaşan iki canavar resmedilmiş gibi duruyordu.

Sanatçı Sema Maşkılı’yı buldum. Maşkılı, “O resim hâlâ devam eden kişisel sergimin bir parçası. Serginin adı ‘Güç Canavarlar Yaratır’ diye söze başladı. “Bu resimlerin hiçbirinde sanıldığı gibi cinsellik yok. İnsanlar birbiriyle güç mücadelesi yapıyorlar. Onları dövüşürken, boğuşurken resmediyorum.”

Canavarlar neden çıplak? Maşkılı anlatıyor: “Onları medeni olarak göstermek istemiyorum çünkü kıyafet medeniyetin temsilidir.”

Maşkılı, “Ben insanlığın sorunlarına eğiliyorum” derken sanatının siyasete alet edilmesini istemediğini ifade etti. Gerçekten de Maşkılı’nın aynı tema üzerine bir dizi eseri vardı.

ALATURKALIĞI ANLATIYOR

Hedefteki üçüncü eser ise mahyasında “Ala Turca” yazan minarelerin olduğu, şehir silüetinin göründüğü resimdi. Resimde rakı masası ve dansöz olması, İslamcı cenahı kızdırmıştı. Ressam Mevlüt Akyıldız’ın 2001 tarihli “Ala Turca” isimli eseriydi. Resme bakınca, sayamadığım kadar çok insan gördüm. Asker de aşçı da vardı. Protestocuların gözü ise dansöze ve rakıya takılmıştı. Ben ise onları çok zor seçebilmiştim.

Akyıldız’ı aradım. Adı üstünde, bizim alaturkalığımızı anlatmaya çalışıyordu. Osmanlı’dan bugüne tarihimizin farklı öğelerini yan yana getirmişti. “Arkada bir kantocu kadın, önde yerel bir şarkıcı, öbür yanda bir dansöz, yanına hem gelini hem sevgilisini oturtmuş bir damat, bir tarafta rakı içenler bir tarafta güreşenler…” diyerek resimdeki unsurları sıralamaya başladı Akyıldız. Bir tür kültürel karmaşa serüvenimizdi. Resimlerinde ironiyi sevdiğini anlatan Akyıldız, “Sanat öyle bir şey ki 80 yıl sonra resmime bakan belki de bambaşka yorumlayacak” ifadelerini kullandı. Ona göre sorun, dini bile tanımayan cahil insanlardan kaynaklanıyordu.

FESHANE KUTSAL DEĞİL

Kısacası siyasal İslamcılar neyi protesto ettiğini dahi bilmiyor. İBB’nin muhalefette olması, sanat sergisi düzenlemesi, onları sokağa dökmeye yetmişti.

Sanatçılarla konuştuktan sonra Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’ni açtım. Serginin olduğu Feshane’nin tarihini okudum. Elbette bir kutsallığı yoktu. Aksine, bir ticarethaneydi. Fes ithalatının ekonomiye zarar vermesi üzerine milli üretim için II. Mahmut tarafından kurulmuş bir fes fabrikasıydı. Osmanlı’da sanayileşmenin, modernleşmenin, Batı’yı yakalama arayışının bir parçasıydı. İBB ise dökülen yapıyı restore edip bir sanat merkezine çevirmişti. Haliyle içerdeki resimler-heykeller, kapıdaki İslamcı protestoculardan daha fazla Feshane’nin ruhunu temsil ediyordu. II. Mahmut yaşasa sergiyi gezer, belki de sarayın duvarlarına birkaç resim seçerdi.

  • Sorun bizim Talibanlaşmış İslamcılar’daydı.
  • Çölleşmiş Bedevi zihniyetini, sanki dinle, ecdatla, tarihle alakası varmış gibi millete dikte ediyorlardı.

Cehaletten daha kötüsü, eyleme geçmiş cehalettir. Asla küçümsemeyin!

====================================
Evet dostlar…

AKP=RTE ile 20,5 yılda sürüklendiğimiz yer bu batak.
Üstelik 21. yy’ın şafağında.

İrticaya sınır yok!
Yetenekli – araştırmacı – yürekli gazeteci Barış Terkoğlu‘nu içtenlikle kutluyoruz.

Siyasal İslamcı‘nın cehaletine sınır olmadığından, buna dayalı kör cüretine de sınır yok.

Ama ciddiye alınmalı, direnmeli.. bu asla kabul edilemez çöl şeriatı baskısına asla boyun eğilmemeli. Tüm uygar Türkiye’den gür sesle itirazlar yükselmeli..
***
Acaba??
Bu arada,
Kimin tavuğuna kışt dedik?” diyen zat-ı şahaneleri mübarek Reis hazretlerimiz ne buyururlar bu ilkel, cehalet kuyusu saldırıya??

Demokrasi tramvayından yıllardır indiklerini biliyoruz da,
Türkiye’yi daha ne denli şer’i / teokratik devlet yapacaklar?

Anayasal laik rejimi nereye dek budayacaklar?

Nerede duracaklar??

Unutulmasın                                   :

  • Türkiye, tarihinin en gerici tarikatlar koalisyonunca yönetilmekte.. 

Sevgi ve saygı ile. 06 Temmuz 2023, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, BSc, LLM
​Hekim, Hukukçu-Sağlık Hukuku Uzmanı, ​Mülkiye’li​
www.ahmetsaltik.net        profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik      twitter : @profsaltik

Oylar işte böyle çalınıyor

Barış Terkoğlu
Barış Terkoğlu
25 Mayıs 2023, Cumhuriyet

Bir yalanın örtüsü ancak gerçeği bilenler tarafından yırtılabilir.

Eski TUİK başkanı, şimdi İYİ Parti Genel Başkan Başdanışmanı Birol Aydemir bir çalışma yaptı. Yöntem şuna dayanıyor: Türkiye’de her bölgede; ortalama seçime katılım, geçersiz oy ve Erdoğan’a oy verme davranışı var. Aydemir, bunları tespit etmiş. Ardından katılımın sıra dışı şekilde yüksek, geçersiz oyların olağandışı düşük, Erdoğan’ın oylarının anormal yüksek olduğu sandıkları incelemiş.

Kimi yoruma göre 19 bin, kimi yoruma göre 22 bin sandıkta tuhaflık var. Bu sandıkların çoğunluğu; Şanlıurfa, Malatya, Erzincan, Siirt, Tokat, Maraş, Adıyaman, Hatay gibi illerde toplanmış.

Örneğin Şırnak-İdil’de, 1068 no’lu sandıkta, katılım oranı %99.6. Geçersiz oy sıfır olurken Erdoğan’a %99.6 oy çıkmış.

Peki bu tür sandıklarda ne kadar seçmen var?

Yaklaşık 6 milyon. Erdoğan’a giden anormal oy sayısı ise 775 bin ile 836 bin arası.
Bu, % bir buçukluk oy demek.

Sadece bu kadar değil…

MHP’YE YAZILAN OYLAR

Aydemir’in çalışması MHP oylarına dair de bir şey söylüyor. Toplam 10 bin 785 sandıkta, MHP’nin oy oranı, bulunduğu bölgeden en az 10 puan önde çıkmış. Bu sandıklardaki seçmen sayısı, toplamın %4.18’i. Şüpheli oylar, MHP’ye, 0.66 puan kazandırıyor.

Mesela Urfa’da MHP’nin oyu % 9.29. Ancak Harran ilçesindeki 1102 numaralı sandıkta, MHP’nin oyu %100. Erdoğan da bu sandıkta blok oy almış. Ortada bir tuhaflık olduğu açık.

Bu kadar değil…

Örneğin Malatya Battalgazi’de, 1050 no’lu sandıkta, CHP’nin 161 oyu var. Gelgelelim, Kılıçdaroğlu’na yazılan oy sadece 1. Muharrem İnce’ye ise 228. Bu da bazı oyların başka adaya kaydırıldığı şüphesini doğuruyor.

Sayılar küçümsenecek gibi değil. Kılıçdaroğlu’nun oyunun CHP-İYİ Parti toplamından en az 5 puan düşük olduğu 4 bin 318 sandık var. CHP-İYİ Parti-Emek ve Özgürlük İttifakı’nın toplamından en az 5 puan düşük olduğu tam 6 bin 469 sandık bulunuyor.

HALEN SANDIK KORUNAMIYOR

Aydemir’in önümüze koyduğu tablo bize bir şey söylüyor.

  • Muhalefet, halen tüm sandıklara en az bir görevli yerleştirmeyi başaramıyor. 

“Islak imzalı tutanaklara hâkim olmak” ile “sandıklara sahip çıkmak” arasında büyük fark var.

  • Her sandıkta en az bir görevlinin, oy kullanmayı başından sonuna takip ettiği,
  • tutanakların hazırlanmasını denetlediği, YSK’ye veri girişini takip ettiği
  • bir sistem olmadan seçimler asla güvenilir olamayacak.

Kimi kamu görevlileri, ağalar, çeteler eliyle; kimi seçmene baskıyla; kimi hileyle sandıkları teslim almaya çalışanlar var.

İşte tam da bu anda, Süleyman Soylu’nun “Oy ve Ötesi”ni hedef alması dikkatinizi çekti mi? Gönüllülerin sandığa sokulmamaları çağrısında bulundu.

DAYAK, TEHDİT, OY ÇALMA

Neden mi?

Bugünlerde çıkan bir kitap sebebini anlatıyor. Seçil Türkkan’ın Sandıkları Korumak kitabı (İletişim Yayınları), gönüllü olarak sandıkları koruyan vatandaşların hikâyelerini kendi ağızlarından aktarıyor.

Mesela avukat Deniz Güneş, İstanbul’dan kalkıp gittiği Urfa’da, yaşadıklarını anlatıyor:

  • “Kartlarının üzerinde AK Parti gözlemcisi yazan üç kadın birlikte sandık perdesinin arkasına geçiyor. 20-30 kadar mühürlü ve işin ilginci sandık kurulu mührü de olan kullanılmış oy buluyorlar perdenin arkasında, AK Partili sandık görevlisi herkesin gözü önünde bu oyları sandığa atıyor. Camdan dışarı baktığımda, silahlı kişilerin okulun çevresini sardıklarını gördüm.”
  • Silah çekilenler, dayak yiyenler, salondan çıkarılanlar…

İnsan hikâyeleri, muhalefetin her sandığa sahip çıkamadığını açıkça gösteriyor. Bundan faydalanan iktidar ise eski düzenin sürmesini istiyor. Sandık güvenliğini sağlamakla yükümlü bakanlığın başındaki Süleyman Soylu’nun, “Sandığa sokmayın” çağrısının nedeni de işte bu. Sokulmasın ki toplu oy kullanılsın, sokulmasın ki hileli sayım olsun, sokulmasın ki tehditle sandığa oy girsin! 

İşin ilginci, bugünün AKP vekili Mehmet Ali Çelebi, önceki seçimde muhalefetin sandık güvenliğini sağlıyordu, yukarıda anlatılanları o dönem bizzat kendisi anlatıyordu.

  • Demokrasiyi, akşam evde seçim sonuçlarını izleyenler değil,
  • onun için mücadele edenler kazanacak.

Rütbesi sökülmüş tabuttaki asker

Barış Terkoğlu

Barış Terkoğlu
Son Yazısı / Tüm Yazıları
22 Aralık 2022, Cumhuriyet

Bugünden gençtim. Telefonum çaldı. “Baban öldü” dediler. 51 yaşındaydı. Kimsenin suçu yok, kendi kalbi istememişti. Kara, dipsiz bir kuyuya düştüğümü hatırlıyorum. Geçen salı sabahı telefonum çaldığında, o kuyuyu hatırladım, tahmin ettim, açmadan “Hayır” dedim. Arayan hapisteki Vural Avar Paşa’nın yeğeni Sinan’dı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sadece “Kaybettik” dedi. Ne acı, amcasının öldüğünü cezaevi müdürünün telefonuyla öğrenmek zorunda kalmıştı. Ölmek ancak ölmekle karşılaştırılabilir sanırdım. Yanılmışım, bu kez öfkem, üzüntümden fazlaydı.

5 Ocak 1938’de Bitlis’te doğmuştu Vural Avar. Yaşasa, iki hafta sonra 85. yaşını kutlayacaktı. Hani “doğuştan” derler ya… Babası İsmail Bey de asker. Oğlu da küçük yaşta babasının üniformasını giydi. 19 yaşında, ilk aşkı, Harp Okulu’ndaki sıra arkadaşı Tuna Hanım’la tanıştı. Birinci sınıfın sonunda evlenmeye karar verdi. Geçen 11 Aralık, 63. evlilik yıldönümleriydi. Çocukları olmadı. Birbirlerini evlat bildiler. Tuna Hanım’ın ölen kardeşinin kızı Yeşim’i de evlat edindiler.

BU KIŞI ÇIKARAMAZ!

Ne istiyorlardı Vural Paşa’dan? 85 yaşında bir hücrede uyurken can vermek… Bu neyin intikamıydı? Yaşlılığa bağlı hastalıkları, geçirdiği koronavirüs, kaburgalarının kırılması yetmemiş, götürüp cezaevine geri bırakmışlardı.

  • Ölüm öyle göstere göstere geldi ki…

Onu ziyaret eden Ahmet Zeki Üçok ile konuşmuş, iki ay önce bu köşede yazmıştım. Üçok, hapiste ziyaret ettiği Vural Paşa’nın durumunu şöyle anlatmıştı:

“Yüksek tansiyon, kalp, demans, prostat, işitme kaybı hastalıkları var. Günde 10 hap kullanıyor. Sürekli eski söylediklerini tekrar ediyor. İsimleri unutuyor. Koğuş arkadaşının ismini hatırlamadı.”

Üçok’un notları şöyle bitiyor: “Çok zayıf ve kırılgan. Bu kışı çıkaramaz.” Gerçekten dediği oldu. Bu kış çıkmadı!

‘KABURGALARIMI GÖMDÜM’

Olacakları bekliyormuş gibi. Son görüş gününde, O’nu gören tutuklu yakını anlatıyor: “‘Vural Paşam, kaburgalarınız nasıl, ağrınız çok mu?’ dedim. ‘Ben kaburgalarımı gömdüm’ dedi bana.”

Ölümünden sonra, Vural Paşa’nın yaşadıklarını nasıl anlattığına bakıyorum. 10 yıl önce ilk kez çıktığı mahkemede söyledikleri bitmeyen intikamı özetliyor: “30 Ağustos 1998’de kadrosuzluktan emekli oldum. Halen 76 yaş içindeyim. 16 yıl önce cereyan etmiş olayları hatırlayamıyorum.”

Vural Avar, MGK üyesi değildi. 28 Şubat O’nun için verilmiş görevdi. Davada bunu şöyle anlattı: 28 Şubat süreci benim için 28 Şubat 1997 tarihinde başladı. Emekli olduğum 30 Ağustos 1998 tarihinde de bitti.”

BUNU CIA BILE YAPAMAZ

FETÖ’cü savcı Mustafa Bilgili, yıllar önce emekli olmuş yaşlı asker Vural Paşa’ya, FETÖ’cü ihbarcının verdiği evrakı soruyordu. Aldığı cevaplar, haliyle genelde “Bilmiyorum, görmedim, hatırlamıyorum” şeklinde oluyordu. O’nu suçladıkları belgeleri “gizli” diyerek okutmuyorlardı bile. Ama trajikomik durumun bir tanesini mahkemede şöyle anlattı:

“Okuduğum kısım benim başkanlığının görev alanının çok dışında, özetle İran’daki rejimi değiştirmek gibi, çok ütopik böyle bir imkân ve yetkimizin olamayacağı bir görevdi. Savcıya, ‘Bunu işleme koymamız mümkün değil, bunlar ütopik fikirler, bunları eyleme dönüştürecek makam benim sorumlu olduğum birim değil, böyle bir çalışma yapmamız da imkânlarımızın dışında’ demiştim. Hatta gülerek, bana verilen bu görevi ABD’nin CIA’nın bütün imkânlarını kullanmasına rağmen yıllardır gerçekleştiremediğini de ilave etmiştim.”

ERBAKAN’LA ÇALIŞTI

Genelkurmay Genel Plan ve Prensipler başkanı olarak emekli olmuştu. Erbakan’la birlikte çalışmıştı. 28 Şubat’ın hedefinin Erbakan değil, irtica olduğunu davada anlatmıştı: “Dönemin başbakanı rahmetli Erbakan ile yakın temasım olmuştu. Kendisini çok kibar, etrafına karşı çok centilmen bir adam olarak tanıma fırsatını bulmuştum.”

28 Şubat kararlarının altında imzası olan, Genelkurmay’a “Gereğini yerine getirin” direktifi veren de Erbakan’dı. Gelgelelim, AKP-FETÖ ortaklığı, Erbakan’ın ölümünden sonra davayı açtı. Zira

  • Erbakan, yaşarken içerideki hiçbir askerden şikâyetçi olmamıştı.

FETÖ-AKP ORTAKLIĞI HAZIRLADI

Vural Paşa son savunmasını yaptığında FETÖ hesaplaşması yaşanmıştı. Savunmasında ortaya çıkan tabloyu şöyle özetliyor:

“Müştekiler içinde YAŞ kararı ile TSK’den çıkarılanlar, bunlar benim elimdeki bilgilere göre 196 kişi. Bunlardan 47’si aşırı dinci ve daha sonradan FETÖ ortaya çıkınca FETÖ’cü oldukları için Silahlı Kuvvetler ile ilişkileri kesilmiş olan kişilerdir. İddianameyi hazırlayan savcılar Mustafa Bilgili ve Kemal Çetin’in FETO mensubu oldukları için tutuklandıkları, hatta onlara TSK’den bazı sahte belgeleri gönderen askeri savcı Muharrem Köse’nin de FETÖ mensubu olduğu dikkate alınmalı. Savcılar; ilk soruşturmada ifade alan savcılar Cemil Tuğtekin meslekten ihraç, Mehmet Özgür meslekten ihraç, sahte CD’yi teslim alan savcılar Hüseyin Ayar meslekten ihraç, Fikret Seçen meslekten ihraç… Karar veren hâkimler Mustafa Karatay meslekten ihraç, Muhammed Alabaş tutuklu, Ali Ertan tutuklu, Haydar Kol tutuklu. Tutukluluk itirazlarını değerlendiren ve kopya eder gibi hep aynı ifadelerle reddeden hâkimler; Abdullah Bahçeci tutuklu, Nihal Uslu tutuklu, Halil İbrahim Kütük tutuklama kararı var ama firarda; Dündar Örsdemir meslekten ihraç, tutuklu; Ahmet Korkmaz meslekten ihraç, tutuklu; Kadriye Çatal meslekten ihraç. Bilirkişiler Ünal Tatar ihraç, firarda; Cihat Yıldız ihraç, Yakup Korkmaz ihraç…”

Vural Avar Paşa, davayı hazırlayanları böyle özetliyordu.

  • Ancak AKP ile FETÖ, Türk Ordusu’na kurulan kumpasın ortaklarıydı.

Vural Paşa gibi Mustafa Kemal’in askerleri ise, her ikisinin de düşmanıydı. O’nu 85 yaşında hapiste katleden de işte bu ortaklıktı. Birinin yarım bıraktığını öbürü tamamlıyordu.

ÜNİFORMASI SÖKÜLMÜŞ TABUT

İdam, yani müebbet verdiler. Yetmedi rütbelerini söktüler. Öyle vahşi bir intikamdı ki bu, cezaevine gelen mektuplarda “korgeneral” yazanları geri yolluyorlardı. Vural Avar Paşa bugün öğlen, Kocatepe Camisinden Karşıyaka Mezarlığı’na uğurlanacak. Öğrendiğime göre rütbeleri söküldüğü için askeri tören de yapılmayacak. Bir zamanlar Mustafa Kemal’in üniformasını çıkaran ittifak, 100 yıl sonra Mustafa Kemal’in askerlerinin üniformasını sökerek O’ndan intikamını almış olacak.

  • Yaşı 90’lara varmış, “10 rütbesiz er” ise hapiste ölümü beklemeye devam edecek…

Elveda Avar Paşa!
Sen ölmedin, ölüm sana getirildi!
Şimdi bizden çok uzağa, bilmediğimiz dünyalara gidiyorsun. Unuttuğun günleri, alamadığın nefesleri, çocuğun gibi sevdiklerini, özlediğin kedini, eski resimlerini bize bırakıyorsun. Üniformasız tabutun çıplak ellerimizin üstünde.

  • Sözümüz olsun, adaleti senden çalanlara, adaletin ne olduğunu bir gün göstereceğiz!
  • Bir gün… Mutlaka!

Bir haftalık ‘kapanamama’nın özeti

Barış TerkoğluBarış Terkoğlu
Cumhuriyet, 06 Mayıs 2021

 

“Yönetici sınıfların egemenliklerini eski biçimi değiştirmeden sürdürmesinin imkânsız hale gelmesi…” diye başlıyordu Lenin“siyasi kriz” tanımına… Son birkaç günün fotoğrafına bakın. Sizce de Türkiye’de, iktidardakiler, yönetememe sorunuyla karşı karşıya değil mi? Dünyanın en basit şeyi. Yüzyıllardır insanlık aynı yöntemi uyguluyor. Düdük çalıyor. Herkes eve kapanıyor. Michel Foucault’nun “Hapishanenin Doğuşu” kitabı, 17. yüzyıla ait bir yönetmeliği anlatıyor. “Belirtilen günde herkesin evine kapanması emredilmektedir” diye tanımlıyor, “eğer evden mutlaka çıkmak gerekirse, bu sırayla yapılacak ve insanlar her türlü karşılaşmadan kaçınacaktır” diye devam ediyor.

Daha bir haftası dolmadan, “kapanamama” bize ne gösterdi?
– Bir, Türkiye’de apaçık bir azınlık iktidarı yerleşiyor.
– İki, azınlık adına iktidarı sopa ile ellerinde tutanlar Türkiye’yi yönetemiyor.

İktidar, Türkiye’yi yönetemiyor

Hep alkolden konuştuk. Oysa cumartesiye kadar sokaktaki semt pazarları da yasaktı. Peki, nasıl açıldı? Çiftçiye tarlaya gitmek serbestti, kamyona binip hale götürmek de… Gelgelelim, insanları eve tıkanlar tarladan çıkan meyve-sebzelerin nasıl satılacağını düşünememişti. Antalya ve Mersin’deki hallere kamyonla ürün taşıyan kuyruktaki çiftçiler, komisyonculardan “istemiyoruz” cevabı aldı. Yarı fiyatına düşürmek bile çözüm olmadı. Uzun bekleyişin sonunda çürüyen mahsulden kötü kokular gelmeye başladı. Malını geri taşıyacak kamyon parası olmayan çiftçi, elindeki malı, nereyi bulduysa döküverdi.

Domates, salatalık, kabak çöpü dağlarından sonra İçişleri Bakanlığı karar verdi, semt pazarları genelgeyle açıldı.

Ya çekler? Borçlulara derman aranıyordu. Ülkeyle birlikte kapanan Meclis, son dakika düzenlemesi yaptı. “30 Nisan ile 31 Mayıs arasına denk gelen çekler için ibraz işlemi yapılmayacak” diye yasa çıkarıldı. Ancak beceriksizlik o haldeydi ki… Karşılığı olan çekler bile yasa gerekçesiyle ödenemedi. Ticaret Bakanlığı tebliğ yayımladı, ödemeler başladı. Türkiye, basit bir çek ödeme işinin yoluna mı girdiğine sevinsin yoksa Bakanlık tebliğinin yasaların üstüne çıktığı kanunsuzluğa mı üzülsün şaşırdı.

Kanunsuzlukların bir özelliği vardır. Her kanunsuzluk bir başkasını çağırır. Alkol yasağı” açıkça anayasaya aykırıydı. Yasalara aykırı genelge de olmazdı. Tekel bayileri “oldu da bitti maşallah” diyerek kapatıldı. İyi de marketler açıktı ve orada da alkol satılıyordu. Esnaf “bu ne perhiz” deyince marketlere tebligatla “alkol satmayacağım” dedirtildi. Yasak yasağa yol oldu. Orada kalmadı. Tuhafiye dükkânı kapalıyken, markette don satılıyordu. Bakanlık genelgesiyle “temel ihtiyaç” dışında market satışı yasaklandı. Bu kez de “temel ihtiyaç ne?” tartışması başladı. “Sigara da mı yasak” derken, koca Bakanlık “sigara serbest” açıklaması yaptı. Ülke böylece fısıltıyla alkolün yasaklandığı, genelgeyle sigaranın temel ihtiyaç sayıldığı, ampul ve kurşun kalemle ilişkimizin tartışıldığı noktaya geldi.

“Kanun yok, genelge var, o yetmezse tebligat getiririz” düzeni bize açık bir şey söylüyor. Türkiye yönetilemiyor. Hangi sistemde yaşadıklarının, nasıl yönetileceğinin farkında bile olmayan en tepedekiler; yollarını şaşırınca, markete copla, camiye biber gazıyla giriyor.

Bir Bakanlığa özgü sanmayın. Ana muhalefetin açıklamasından öğrendik. 2018 Temmuz’undan bu yana, Cumhurbaşkanı 73 kararname yayımladı. Bunlardan 45’i, önceki kararnamelerde değişiklik yapan kararnamelerdi. Kısacası “yönetememe” sorunu en tepeden başlıyor. Sağlık, ticaret ya da adalet onu izliyor. İktidardakiler düz yolda arabayı çukura sürüyor.

Azınlık rejimi görünür oldu

Peki, neden? Lafa gelince “bin yıllık devlet geleneği” deniyor da… Bir hastalık, yönetenlerin yönetemediğini bize nasıl gösterdi? Belki de sırrı bir başka ayrıntıda. Zira salgın dönemi, Türkiye’de oturan azınlık rejiminin perdesini kaldırdı.

Buzdolabını açarsınız, bütün yumurtalar aynı boydadır. Omlet ayrıcalıklardan kurtulur. Şeklen de olsa eşitliğe dayalı hukukta da bütün yumurtalar aynı boydadır. Azınlık rejimlerinde ise küçük grupların maddi, siyasi, dini, aile ayrıcalıkları vardır. Eşitliğe dayalı bir hukukun yerine imtiyazlar geçer. Daha bir hafta dolmadan gördük…

Vatandaşın anasının tabutunu 10 kişiyle kaldırdığı koşullarda, Ümraniye Belediye Başkanı’nın babasının cenazesinde protokol vardı. Parkta tek başına oturan insana ceza kesilirken, aynı insan tıklım tıklım otobüse binip işyerinde mesai yaptı. Döndüğünde eve kapatılmış eşine ve okul çağındaki okula gidemeyen çocuğuna ciğerindeki nefesi verdi.

Sahilleri dolaşan polis, denizde yüzen Türk’e ceza keserken, kapanmayı fırsat bilen pasaportlular çırılçıplak kumsal keyfi yaptı. Karantinayı fırsat bilen cebi dolular, otellerden 17 günlük tatil paketi satın alıp parti keyfi yaparken, maaşı kısa çalışma ödeneği ile ödenenler, eğlenenlere maskeyle hizmeti sürdürdü.

İşçi bayramını kutlamak isteyenler postallarla ezilirken, kodaman turist maske takmak bir yana, nezaketi fırsat bilip bir kadın polisi diğer polislerin yanında taciz etti.

Yönetimi iktidara yakın Adana Demirspor taraftarları tribünleri doldururken, Samsunspor taraftarları eve kapatıldı. AKP’li il başkanlarının ev ziyaretleri haberlerini okurken, muhalefet yasaklıydı.

Suyun çekilmesiyle karaya vuran balıklar gibi.

  • Pandemi, imtiyazlı azınlık rejiminin büyüyerek görünür olmasını sağladı. 

İşin ilginci, kanunların ayaklar altına alındığı azınlık rejimini yönetenler, tam da bu dönemde, “Türkiye’nin yeni anayasaya ihtiyacı var” sözünü tekrarladı. Sanki herhangi bir uygulamada, iç ceplerindeki anayasaya bakıp ona uygun dayanıyorlarmış gibi…

Ezilen sınıfların hoşnutsuzluğu

Lenin, krizin bir başka dünyanın habercisi olma şartlarını sıralarken “ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkelerinin akacağı bir yolun açılması” diye devam etmişti.

Yazıyı yazarken konuştuğum bir esnaf, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kiracısı olduğunu, işyerinin 16 Mart 2020 tarihinden beri genelgeyle kapatıldığı halde kira ödemeye devam ettiğini anlatıyordu. Üstelik bu yıl kirasına zam bile gelmişti. Kısa çalışma ödeneğiyle geçinen bir garson ise 14 aydır aldığı kısa çalışma ödeneklerinin dekontlarını gösterdi. 1573 liralık ödenek, 14 ayda tek kuruş artmamıştı. Garson, “Kısa çalışma ödeneği istikrarını bozmuyor, ülkede 14 aydır zam gelmeyen tek şey” diyordu. Bir emekli ise 2008’de bin lira olan bayram ikramiyesinin, üç yıl sonra bin yüz lira olmasının saçmalığını anlatmaya çalışıyordu.

İşli ya da işsiz, emekçi ya da emekli, esnaf ya da çiftçi; ezilen çoğunluğun, azınlık rejimine karşı hoşnutsuzluğunu akıtacağı bir yola ihtiyaç yok mu sizce de?

Devlet ve sırları

Zafer Arapkirli
Cumhuriyet, 26 Haziran 2020

Devlet ve sırları

Son yıllarda giderek daha da sık ziyaret eder olduğumuz Çağlayan Adliyesi’nde, çarşamba günkü duruşmalar sonunda, aralarında sütun arkadaşım sevgili Barış Terkoğlu’nun da bulunduğu üç meslektaşımızın 4 aylık haksız tutukluluk hali sona erdi. Üç meslektaşımız da hukuksuzluğun kurbanı olmayı sürdürüyorlar.

Terkoğlu’na, Aydın Keser ve Ferhat Çelik’e geçmiş olsun derken Murat Ağırel, Barış Pehlivan ve Hülya Kılınç’ın da bir an önce özgürlüklerine kavuşmalarını diliyorum.

Yargılandıkları dava dosyasının, daha önceki pek çok kumpas davalarının ruhu ile benzerlik gösteren ve adeta hukuk tarihine geçecek şekilde, “Olmayan bir suçu önce dizayn ve sonra imal edelim. Sonrası sanığa kalmış. O kendi ispatlasın masumiyetini” şeklindeki içeriği ortada. Kendileri ve avukatları, bu konuda (gerçek anlamda da) kitap boyutunda ve hukuk teorisi arşivlerine de girecek nitelikte savunmalar yaptılar.

Özetle; daha önceden açık kimlikleri ve görevleri, üstelik en üst düzeyde resmi ağızlarca açıkça dillendirilmiş istihbarat görevlilerini “deşifre etmek” gibi bir suçu işlemedikleri halde, sırf muhalif kimlikleri, yazdıkları kitaplar ve bağımsız, boyun eğmeyen nitelikleri nedeniyle, üzerlerine bu fabrikasyon suç yapıştırılmak isteniyor.

Dileriz, ceza hukukun temellerinden biri olan Delilden sanığa gitme” ilkesi sonunda çalışır ve tam tersi mantıkla açılmış bu dava da daha önceki kumpas davaları gibi bir an önce düşer ve meslektaşlarımızın hepsi özgürlüklerine kavuşur.

Ben bu vesile ile olayın bir başka yönüne, “Devletin gizli faaliyeti, gizli görevlileri ve devlet sırrı” kavramları üzerinde biraz durmak istiyorum.

Her meşru devletin, “ortalık yerde görünmeyen, rutin açıklamalarla ifşa edilemeyecek, ülke güvenliği alanında sivil ve askeri örgütlenmeleri ve bu yapılarda görevli kamu görevlileri üzerinden içeride ve dışarıda bazı faaliyette bulunma” hakkı vardır. Buna genel bir tanımlama ile gizli istihbarat toplama ve operasyon faaliyeti diyebiliriz. Buraya kadar kimsenin itiraz edebileceği bir durum yoktur. Örnek vermeye de gerek yoktur. Dünyanın en büyük güçlerinin en bilinen “marka” teşkilatlarının ve ülkemizin bu birimlerinin tarihi uzun yıllara dayanır.

Sorun, bu noktadan sonra başlıyor.

Devletlerin demokrasi seviyelerine ve olgunluklarına bağlı olarak, bu faaliyetlerin de aynen “açık” faaliyetleri gibi, bir tür denetime tabi olması esastır. Yani, “Devlet olma hakkı. Meşru bir yapı olma hakkı” yönetme konumunda bulunanlara bu “gizlilik imtiyazını” kullanarak yasadışı (ulusal ya da uluslararası düzeyde) iş yapabilme özgürlüğü tanımaz. Daha da açık ifade edeyim, “Yürütme”nin elindeki bu “Gizli iş yapabilme araçları ve ehliyetinin” kötüye kullanılıp kullanılmadığı ülkelerin en üst denetim makamları, en başta da “Yasama Organı” ve “Yargı”nın da denetimine açık olmalıdır.

Elbette, işin muhtevası gereği her gizli faaliyetin (gizlilik derecesine bağlı olarak) ortalık yerde konuşulup tartışılması mümkün olmayabilir. Bunun ülke güvenliği (bakın özellikle Devlet sözcüğünü kullanmıyorum – Devlet’i, yürütme organını elinde bulunduranlarla özdeş anlamda kullananlara karşı kasten yapıyorum bunu) açısından önemini kimse göz ardı edemez.

Ancak bu denetim zorunluluğu ve bu zorunluluğu, “icracı makamların” omuzlarında hissetmesi, son derece büyük bir önem taşıyor. “Ucu açık bir ehliyet” demokrasilerde hem söz konusu olamaz, hem de önemli mahzurlar taşır. O yüzden, mesela demokrasisi bizden daha gelişkin rejimlerde (ABD ve Britanya’yı başat örnekler olarak vereyim) Yasama Organı (ABD Kongre ve Britanya Avam Kamarası) ilgili komisyonlarında (okumak ve bilgilenmek isteyenler için) bu tür “hesap sormaların” sayısız örnekleri vardır.

Hesap sormak babına girmişken, “kamu adına” hesap sorucu Dördüncü Kuvvet, medyanın da bu anlamda “kamusal” denetimini kimsenin denklem dışı tutmaması gereği de ortadadır. Yani “Medyayı ilgilendirmez bu işler” deyip geçmemelidir kimse. Daha da açık yazayım: Gerektiğinde medya da yasalar ve medya etiği çerçevesinde “Devletin, meşruiyet dışına çıkıp çıkmadığını denetleyebilme hakkı ve daha da ötesinde vazifesi” ile doğal olarak donatılmıştır.

“Nazik ve netameli” mevzular bunlar. Biliyorum. Ama “Size ne kardeşim?” mantığını sorgulamak gerektiğinden, bir not düşmek adına yazmak istedim bunları. Unutmayın, çok eskilerde bir Batılı devlet insanının vurguladığı şu doğruyu hatırlatarak:

“Demokrasilerde, kamusal yaşamda sadece insanların dini inançları ve sandıkta oyunu hangi partiye attığı ve tabii ki ülkenin savunma-savaş planları gizlidir. Ondan gayrı gizli (ve örtülü) bir şey olamaz.”

Sağanak halde faşizm

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 15.6.2020

Sağanak halde faşizm

AKP hükümetinin faşizm uygulamaları, sağanak halde toplumun üzerine yağmaya, halkı bunaltmaya devam ediyor. OdaTV’nin erişime kapatılmasından ve OdaTV Genel Yayın Yönetmeni Barış Pehlivan’ın, OdaTV Haber Müdürü ve Cumhuriyet gazetesi yazarı Barış Terkoğlu’nun, OdaTV muhabiri Hülya Kılınç’ın, Yeniçağ gazetesi yazarı Murat Ağırel’in, Yeni Yaşam Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mehmet Ferhat Çelik’in ve Yazıişleri Müdürü Aydın Keser’in tutuklanmalarından sonra, şimdi de OdaTV yazarı Müyesser Yıldız ve TELE 1 kanalı sunucusu İsmail Dükel gözaltına alındılar ve tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk edildiler.

Bu da yetmiyormuş gibi, CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu’nun, HDP Hakkâri Milletvekili Leyla Güven’in ve HDP Diyarbakır Milletvekili Musa Farisoğulları’nın, tutuklanmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki dokunulmazlıkları kaldırıldı.

AKP, TBMM’nin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesini yerle bir etmeye, “Egemenlik kayıtsız şartsız padişahındır” zihniyetini adım adım yürürlüğe koymaya, monarşik ve teokratik düzeni yeniden kurmaya, bir yandan halkın seçtiği siyasetçileri devre dışı bırakmaya, bir yandan da halkın haber ve bilgi alma hakkını gasp ederek anayasal düzeni ortadan kaldırmaya devam etmektedir.
***
OdaTV, bugüne kadar dinci Fethullah Gülen çetesine karşı en büyük mücadeleyi vermiş yayın organlarından birisidir. Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Müyesser Yıldız, araştırmacı gazetecilik alanında en başarılı çalışmaları yapan kişiler arasında yer alırlar. Söz konusu üç gazeteci de, AKP’nin ve Fethullah Gülen örgütünün bir kumpası sonucunda hapiste yattılar. Ancak onlar, hapisten çıktıktan sonra da bu mücadelelerini sürdürdüler, AKP’nin güdümüne girmediler, gazetecilik ahlakını ve vatanseverlik duygularını, hapishanenin dışında kalabilmek için satmadılar. Onlara uygulanan baskılar aslında, AKP’nin Fethullah Gülen çetesine karşı gerçek, yeterli ve samimi bir mücadele vermediğinin kanıtıdır! AKP, dokuz yıl sonra OdaTV’ye bir darbe daha vurarak kendisini deşifre etmiştir, kendi bindiği dalı kesmiştir.
***
Faşizm, medya ve siyaset alanındaki uygulamalarını sürdürürken, din alanını da ihmal etmeyerek, fetihçi bir zihniyetle, İstanbul’daki Ayasofya Müzesi’nin camiye çevrilmesi girişimlerini de başlattı. Osmanlılar, o dönemde bir Bizans kenti olan İstanbul’u ele geçirdikten sonra, aslen bir kilise olan Ayasofya’yı camiye çevirmiş, Türkiye Cumhuriyeti döneminde ise Ayasofya, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, bir dünya kültür mirası olarak müzeye dönüştürülmüştür. Böylece Atatürk, hem Ayasofya’nın yeniden kilise olmasını isteyen Ortodoks dinci kesimleri, hem de Ayasofya’nın cami yapılmasını takıntı haline getiren neo-Osmanlıcı İslamcı kesimleri boşa çıkarmıştı.

Ne kadar çok cami açarsa o kadar iyi Müslüman olunacağını sanan AKP, mevcut camilerde bile doluluk oranları oldukça düşükken, ayrıca Ayasofya’nın tam karşısında koskoca Sultan Ahmet Camisi dururken, bu konuyu gündeme getirerek, hem ulusal hem de uluslararası boyutta bir provokasyon yapmıştır.

İçinde bulunduğumuz ekonomik kriz ortamında, Türkiye’nin en büyük turizm gelirlerinden birini sağlayan Ayasofya Müzesi’nin ortadan kaldırılmasının neden olacağı ekonomik kaybı ve yurtdışından gelecek tepkileri bile göze alan AKP, neo-Osmanlıcı köktendinci takıntılarını tatmin etmek için, Türkiye’yi felakete sürüklemeye devam etmektedir.

Birileri, müzeye dönüştürülmüş olan eski bir camiyi kiliseye çevirse, Müslümanlar nasıl haklı bir tepki verirlerse, Ortodoks Hıristiyanlar için de tarihsel manevi değeri yüksek olan Ayasofya’nın camiye çevrilmesi, tepkiyle karşılanacaktır. Bu bağlamda, nüfusunun çoğunluğu Ortodoks Hıristiyan olan Rusya, Ukrayna, Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan, Romanya, Moldovya, Belarus, Gürcistan gibi ülkelerle sorunların yaşanacağı, o ülke halklarında Türkiye’ye yönelik olumsuz duyguların oluşacağı bellidir.

  • AKP’nin amacı, Atatürk ne yaptıysa, onun tersini yapmaktır.

Cumhuriyet Halk Partisi ve İYİ Parti, Atatürk’e ve onun “yurtta barış, dünyada barış” ilkesine sahip çıkmalıdır.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde AKP’nin Yüz Kızartıcı Şiddeti

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde AKP’nin Yüz Kızartıcı Şiddeti


Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc

Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF – Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Emekçi kadın arkadaşlarımızın sokaklarda toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenlemeleri, doğrudan Anayasanın koruması altında olan bir temel hak ve özgürlüktür.

Bu haklı eylemleri ve hukuka uygun istemleri biz de bütünüyle destekliyoruz, katılıyoruz, paylaşıyoruz. Anayasanın ilgili maddesi aşağıdadır :
*****
Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı

Madde 34 – (Değişik: 3/10/2001-4709/13 md.)

Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak,  millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.
*****

Kolluğun görevi bu temel hak ve özgürlüğün kullanılmasını engellemek için elinden geleni açık ve örtük cansiperane sergilemek (!) ve kadınlara orantısız, yersiz, hukuk dışı ŞİDDET uygulamak değil; tam da tersine insanların bu temel hak ve özgürlüğünü yasal sınırlar içinde kullanabilmesi için elinden ne geliyorsa yapmak ve gerekli güvenliği sağlamak, engelleri kaldırmaktır.

  • Gözaltına alınan tüm eylemci kadınlar – erkekler, gazeteciler derhal serbest bırakılmalıdır.

Türkiye, AKP iktidarında her geçen gün daha çok faşizme kaymaktadır!

İktidar, yarattığı sorunlar sarmalında boğulmakta ve demokratik çıkış bulamamaktadır.

  • Yerlerde, saçlarından sürüklenen kadınların görüntüleri AKP iktidarının yüz karasıdır!

Toplumda en küçük bir kıvılcımın hızla yayılarak önü alınamaz protestolara, iktidara dönük eylemlere dönüşeceğinden olağanüstü korkmaktadır. Bu nedenle de her geçen gün daha çok şiddete ve hukuksuzluğa batmaktadır.

Bir toplumsal kalkışma paranoyası AKP = Erdoğan’ı içten içe, derinlemesine tutsak almıştır

Ne var ki, bu gidiş çare değildir; aksine kısır döngüdür ve AKP iktidarının kaçınılmaz sonunu hızlandırmaktadır.

Öte yandan, TEK ADAM = Bay RTE yönetimi sağduyudan kopmuş, karmaşaya (kaosa) boğulmuştur.

  • 21. yy’ın şafağında, Türkiye’de kadınlara polis şiddeti yüz kızartıcı olmanın da ötesinde utanç vericidir!
  • Rejim, diktatoryal sınırları zorlamaktadır.

Ne var ki, bu yöndeki eleştiriler yandaş yargı sopasıyla bastırılmaktadır. TELE1 genel yayın yönetmeni Merdan Yanardağ‘a verilen Cumhurbaşkanına hakaret suçlaması (!) gerekçeli 15 ayı aşkın hapis cezası da bir gösterge ve karşıt medyaya – muhalefete gözdağıdır.

AKP = Erdoğan, “Ben diktatör olsam bana diktatör diyemezdiniz..” buyurmuştu. Oysa son günlerde, bu yöndeki imalar bile DER – HAL savcılarca sabaha karşı ev baskınları ve gözaltılarla, ardından sulh ceza yargıçlarınca tutuklamaya dönüştürülmektedir.
Baskıcı demir yumruk uygulaması “tipik” leşmiş, klişeleşmiştir, öngörülebilir olmuştur!

  • AKP, karşıt olan her – ke – si kodese mi tıkacaktır?

Gazeteciler Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Murat Ağırel‘in alelacele ve palas pandıras tutuklanmalarının hukuk devleti – demokrasi – bağımsız / tarafsız yargı ile açıklanıp anlaltılması asla ve asla olanaklı değildir.

Mahzenlere atılan gazeteciler, aydınlar, siyasetçiler… yazıp – çizmeye, halkı aydınlatmaya daha da etkili olarak devam edeceklerdir.

Baskı ile, zulüm ile insanların hak- özgürlük savaşımının engellenemeyeceğini AKP = Erdoğan başta, tüm iktidar ve yandaşları çok iyi kavramalıdır.

Bir zamanların mağdur rolü oynayan AKP’si, apaçık zulme ve zalime evrilmiştir, hazin ve ibretliktir!

AKP = Erdoğan rejimi, kapalı – örtük / kesimsel (kısmi) baskıcı yönetimden, açık faşizme savrulmaktadır; hem de hızla ve dünya kamuoyunun gözleri önünde..

Oysa çare tam tersidir, hem de tez elden.

Sevgi, saygı ve KAYGI ile.
08 Mart 2020, Ankara
 

8 Mart’ta kadınlardan AKP iktidarına: ‘Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz’

(AS: Bizim kapsamlı irdelememiz yazının altındadır..)
8 Mart’ta kadınlardan AKP iktidarınaa: ‘Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz’

Kadınlar 8 Mart’ta başta İstanbul olmak üzere Türkiye’de 81 ilinde eşitsizliğe ve emek sömürüsüne karşı ayaktaydılar. Kadın Platformunun çağrısıyla Beşiktaş İskelesi önünde buluşan yüzlerce kadın, Taksim’deki yürüyüş yasağına

“Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz”

sözleri ile yanıt verdi.

Kadınlar 8 Mart başta İstanbul olmak üzere Türkiye’de 81 ilde de eşitsizliğe ve emek sömürüsüne karşı ayaktaydılar. Ankara, İzmir, Adana, Kocaeeli de binlerce kadın sokaklarda siyasal iktidara, kazanılmış haklarına yönelik saldırılara karşı,

  • “Krize ve şiddete karşı isyandayız. Tüm dünyada ayaktayız” mesajı verdi.
  • “Asla yalnız yürümeyeceksin” diye haykırdı.

Renkli kıyafetleriyle, hazırladıkları dövizlerle, sloganlarla, alkış ve zılgıtlarıyla alanı dolduran kadınlar, krize, şiddete, savaşa, eşitsizliğe, kazanılmış haklarına yönelik saldırılara karşı,

  • “Krize ve şiddete karşı isyandayız. Tüm dünyada ayaktayız” mesajı verdi.

İstanbul’da adeta sıkıyönetim ilan edilen 8 Mart etkinlikleri için kadınlar Beşiktaş’ta iskele meydanında buluştu. Taksim’deki yürüyüş yasağına yanıt verdiler,

  • “Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” diye haykırdılar.

Kadın Meclisleri önderliğinde bir araya gelen yüzlerce kadına erkeklerde destek verdi. Grubun ortak sloganı ‘Asla yalnız yürümeyeceksin’ oldu.

Taksim’deki yürüyüş yasağına yanıt verdiler,

Susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” diye haykırdılar.

ANKARA’DA KADINLAR: TÜM DÜNYADA AYAKTAYIZ

Ankara’da kadınlar

  • “Emeğimiz, kimliğimiz, özgürlüğümüz, hayatımız ve barış için tüm dünyada ayaktayız” diyerek sokaklara çıktı.

Kadın cinayetlerinde hayatını kaybeden kadınların fotoğraflarını taşıyan kadınlar, Gülistan Doku’yu, Nadira Kadirova’yı, Yeldana Kaharman’ı unutmadı.

İZMİR’DE KADINLAR EYLEMLERE İKİ GÜN ÖNCESİNDEN BAŞLAMIŞTI

İzmir’de 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, ilçelerde yapılan yerel kutlamalarla başladı. Balçova, Bornova ve Urla’da bir araya gelen kadınlar istemlerini haykırdı.

İzmir Kadın Platformu, 7 Mart Günü Deriteks Sendikasına üye oldukları için işten atılan ve 140 gündür direnen SF Trade işçilerini ziyaret ederek, dayanışma çağrısında bulundu.

Aliağa Emek ve Demokrasi Platformunun çağrısıyla bir araya gelen kadınlar, Petrol-İş’in önünden Demokrasi Meydanı’na bir yürüyüş gerçekleştirdi.

İzmir’de Buca Evka-1 Kadın Kültür Evi (BEKEV) üyesi kadınlar da 7 Mart günü söyleşi gerçekleştirdi. Dernek binasında yapılan söyleşiye Ekmek ve Gül adına Nuray Öztürk katıldı.

Buca Kadın Platformu’nun çağrısıyla toplanan kadınlar da

  • “Savaşa, şiddete, krize ve sömürüye karşı yaşasın mücadelemiz” dedi.

Yürüyüşte sık sık
– “kadınlar savaş istemiyor”,
– “krizin yükü patronlara”,
– “Yaşasın 8 Mart yaşasın kadın dayanışması”
sloganları atıldı.

Bornova Kadın Dayanışma Derneği (BORKAD) 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kapsamında Atatürk Mahallesi Sırrı Aydoğan Kültür Merkezinde etkinlik düzenledi.

KOCAELİ’DE KADINLAR:

  • YAŞANILIR BİR DÜNYA YARATMAK İÇİN DAYANIŞMAYA ÇAĞIRIYORUZ

Kocaeli Ekmek ve Gül Kadın Dayanışma Derneği 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla düzenlediği eylemde, dayanışma vurgusu yaptı.

Derince’nin Yenikent mahallesinde düzenlenen eylemde kadınlar elleriyle hazırladığı dövizleri taşıdı, halaylar çekti, ayrı ayrı istemlerini afişe yazdı. Açıklama sonrası mikrofon kadınlara verildi. Kadınlar görüşlerini, dileklerini dile getirdi. Eyleme Emek Partisi Kocaeli İl Başkanı Arzu Erkan da katıldı.

ADANA’DA KADINLARDAN BARIŞ ÇAĞRISI

Adana’da kadınlar Adana Kadın Platformu’nun çağrısı ile Uğur Mumcu Meydanı’nda miting düzenledi. Mitingin gündeminde Suriye operasyonu vardı. Kadınlar,

  • “Türkiye’de, Suriye’de, Libya’da savaş istemiyoruz. Savaşa hayır, barış hemen şimdi!” dedi.
    ===========================================
    Dostlar,

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde AKP’nin Yüz Kızartıcı Şiddeti

Emekçi kadın arkadaşlarımızın sokaklarda toplantı ve gösteri yürüyüşleri düzenlemeleri, doğrudan Anayasanın koruması altında olan bir temel hak ve özgürlüktür.

Bu haklı eylemleri ve hukuka uygun istemleri biz de bütünüyle destekliyoruz, katılıyoruz, paylaşıyoruz. Anayasanın ilgili maddesi aşağıdadır :

*****
Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkı

Madde 34 – (Değişik: 3/10/2001-4709/13 md.)

Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak,  millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir.
Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.
*****

Kolluğun görevi bu temel hak ve özgürlüğün kullanılmasını engellemek için elinden geleni açık ve örtük cansiperane sergilemek (!) ve kadınlara orantısız, yersiz, hukuk dışı ŞİDDET uygulamak değil; tam da tersine insanların bu temel hak ve özgürlüğünü yasal sınırlar içinde kullanabilmesi için elinden ne geliyorsa yapmak ve gerekli güvenliği sağlamak, engelleri kaldırmaktır.

  • Gözaltına alınan tüm eylemci kadınlar – erkekler, gazeteciler derhal serbest bırakılmalıdır.

Türkiye, AKP iktidarında her geçen gün daha çok faşizme kaymaktadır!

İktidar, yarattığı sorunlar sarmalında boğulmakta ve demokratik çıkış bulamamaktadır.

  • Yerlerde, saçlarından sürüklenen kadınların görüntüleri AKP iktidarının yüz karasıdır!

Toplumda en küçük bir kıvılcımın hızla yayılarak önü alınamaz protestolara, iktidara dönük eylemlere dönüşeceğinden olağanüstü korkmaktadır. Bu nedenle de her geçen gün daha çok şiddete ve hukuksuzluğa batmaktadır.

Bir toplumsal kalkışma paranoyası AKP = Erdoğan‘ı içten içe, derinlemesine tutsak almıştır

Ne var ki, bu gidiş çare değildir; aksine kısır döngüdür ve AKP iktidarının kaçınılmaz sonunu hızlandırmaktadır.

Öte yandan, TEK ADAM = Bay RTE yönetimi sağduyudan kopmuş, karmaşaya (kaosa) boğulmuştur.

21. yy’ın şafağında, Türkiye’de kadınlara polis şiddeti yüz kızartıcı olmanın da ötesinde utanç vericidir! Rejim, diktatoryal sınırları zorlamaktadır.

Ne var ki, bu yöndeki eleştiriler yandaş yargı sopasıyla bastırılmaktadır. TELE1 genel yayın yönetmeni Merdan Yanardağ‘a verilen Cumhurbaşkanına hakaret suçlaması (!) gerekçeli 15 ayı aşkın hapis cezası da bir gösterge ve karşıt medyaya – muhalefete gözdağıdır.

AKP = Erdoğan, “Ben diktatör olsam bana diktatör diyemezdiniz..” buyurmuştu. Oysa son günlerde, bu yöndeki imalar bile DER – HAL savcılarca sabaha karşı ev baskınları ve gözaltılarla, ardından sulh ceza yargıçlarınca tutuklamaya dönüştürülmektedir.
Baskıcı demir yumruk uygulaması “tipik” leşmiş, klişeleşmiştir, öngörülebilir olmuştur!

  • AKP, karşıt olan her – ke – si kodese mi tıkacaktır?

Gazeteciler Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan ve Murat Ağırel‘in alelacele ve palas pandıras tutuklanmalarının hukuk devleti – demokrasi – bağımsız / tarafsız yargı ile açıklanıp anlaltılması asla ve asla olanaklı değildir.

Mahzenlere atılan gazeteciler, aydınlar, siyasetçiler… yazıp – çizmeye, halkı aydınlatmaya daha da etkili olarak devam edeceklerdir. Baskı ile, zulüm ile insanların hak- özgürlük savaşımının engellenemeyeceğini AKP = Erdoğan başta, tüm iktidar ve yandaşları çok iyi kavramalıdır.

Bir zamanların mağdur rolü oynayan AKP’si, apaçık zulme ve zalime evrilmiştir, hazindir!

AKP = Edoğan rejimi, kapalı – örtük / kesimsel (kısmi) baskıcı yönetimden, açık faşizme savrulmaktadır; hem de hızla ve dünya kamuoyunun gözleri önünde..

Oysa çare tam tersidir, hem de tez elden.

Sevgi ve saygı ile. 08 Mart 2020, Ankara 

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Hekim, Kamu Yönetimi – Siyaset Bilimci (SBF – Mülkiye)
Sağlık Hukuku Bilim Uzmanı, Anayasa Hukuku PhD Öğrencisi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

 

 

Yaşı yetmeyen Davutoğlucular için Erdoğan’ın bitmeyen diploması

Yaşı yetmeyen Davutoğlucular için Erdoğan’ın bitmeyen diploması

Barış TERKOĞLU
Cumhuriyet, 16.12.19

Okul biter. Yıllarca oturduğunuz sırayla, dirsek çürüttüğünüz arkadaşlarınızla, kaç kez “nerede kaldın” diyen öğretmeninizle vedalaşırsınız. Elinize verilen kâğıdı kimi çerçeveletip duvara asar kimi anahtarlı çekmecede saklar. Ama dönüp de bakmazsınız.

Gelecek Partisi’nin en genç kurucu üyesi İsmail GünaçarDavutoğlu için “En azından diploması var” dedi. Göndermenin Erdoğan’a yapıldığı açıktı. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı’ndan hükümet medyasına kadar Erdoğan’ın sesi olan birçok isim sert tepki gösterdi. Geçmişte Erdoğan cephesi bu konuyu suskunlukla geçiştiriyordu. Hatta Yusuf Halaçoğlu“Diploman sahte diyorum beni mahkemeye vermiyor” diyerek sessizliğe isyan etmişti. Bu kez öyle olmadı. Sahi neden? Aslında üç sebebi var.

İlki, Cumhurbaşkanı’nın diplomasına dair kuşku yaratan ifadeler ilk kez yakın camiasından geliyor.

İkincisi, daha da önemli. Ahmet Davutoğlu 1995-99 arasında Erdoğan’ın diploma aldığını ifade ettiği Marmara Üniversitesi’nde görev yaptı.

Üçüncüsü, yıllardır “kimi AKP’lilerin” yaptığı Erdoğan – Davutoğlu karşılaştırmasında Erdoğan’ın belki de en eksik kaldığı konu bu.

Erdoğan taraftarlarının Gülaçar’ın “fazla Amerikalılığı”, FETÖ konusunda belirsiz tavrı ve 22 yaşın olmamışlığına özgü üslubu konusunda yaptıkları eleştiriler anlaşılabilir. Ama bir konuda haksızlar. O da Erdoğan’ın diplomasızlığı tezinin FETÖ projesi olduğu iddiaları. Hatırlayın, bir zamanlar A Haber’de “FETÖ’cüler Tayyip Erdoğan’ın diplomasının orijinalini ele geçirip yok etmişler” demişlerdi.

25 yıllık diploma kavgası

Oysa Erdoğan’ın diplomasına dair şüpheler FETÖ tarafından ortaya atılmadı. Hatta AKP – FETÖ ortaklığı döneminde bu şüpheyi dile getirenler FETÖ’nün hedefi oldu. Geçmişe doğru tarama yapıldığında diplomasızlık tezini dile getirerek yıllarca gündemde tutan 4 isim kronolojik sıralamayla şöyle: Ömer Başoğlu, Yusuf Halaçoğlu, Yalçın Küçük, Ergun Poyraz. Son iki isim “Erdoğan’ın diplomasının olmadığını” iddia eden kitaplar da yazdılar. FETÖ’nün kumpas davalarında uzun yıllar hapsedildiler. Kamuoyunun pek tanımadığı Başoğlu ise, Erdoğan’la aynı dönemde öğrencilik yapmıştı. Kişisel tarihine dayanarak şüphelerini dile getiriyordu. CHP’de siyaset yapan Başoğlu’nun ölümü komplo teorilerine konu oldu.

Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediyesi başkan adayı olduğu 1994 yılında dahi diploma tartışması görülüyor. Ancak “diplomasızlık tezi”nin yükselişi 2007’de gerçekleşti. Zira yasalara göre cumhurbaşkanı olmak için üniversite mezunu olma şartı vardı. Muhalifler, diploma tartışmasıyla Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adaylığını engellemeye çalıştılar. Erdoğan’ın diplomasızlığı tezinin dayandığı birçok olgu var: Erdoğan’ın üniversite hayatının sır oluşu; üniversite yıllarında aile, siyaset ve iş hayatında aktif olması; ortaya çıkan diploma örneklerindeki çelişkiler gibi vs. vs.

Halaçoğlu, “1981 yılında mezuniyet belgesi almışsın, mezuniyet belgende ne resim var  ne gizli damga var, soğuk damga var” demiş ve devam etmişti: “Marmara Üniversitesi’nin diplomasını nasıl alırsın, diye soruyorum ve işletme mezunu olarak, nitelendiriliyor. Halbuki işletme ile alakası yok. Aksaray’da Maliye Meslek Yüksek Okulu mezunu, eğer mezunsa?..”

Erdoğan’ı hatırlayan ve hatırlamayanlar

Refah Partisi’nin 94 seçimlerinde aday tanıtım evraklarında Erdoğan’ın üniversiteye “1974-75 girişli olduğu, 1979’da mezun olduğu yazıyor. Ancak sonraki açıklamalarda mezuniyetin 1981 diye düzeltildiği görülüyor. Tartışmalar sürerken 2014 yılında Marmara Üniversitesi Rektörü Zafer Gül bir açıklama yapmıştı:

“Sayın Başbakanımız, T.C. İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi Ticari Bilimler Fakültesi’nden 1980-81 öğretim yılı şubat döneminde mezun olmuştur.” 

Üniversitenin örneğini yayımladığı diploma ile Ergun Poyraz’ın yayımladığı diplomanın birbirinden farklı olması kafa karıştırdı. Öte yandan üniversitenin diploma doğrulama sisteminde, Erdoğan’ın mezuniyet bilgileriyle sorgulama yapıldığında açıklanan diplomanın görülmemesi de bir başka şüpheye neden oldu.

Cumhurbaşkanı’nın mezun olduğu iddia edilen okul yıllığında izine rastlanmaması, 1981 – 1982 dönemi mezunlarının buluştuğu 2016 yılındaki kahvaltıda Erdoğan’ı hatırlayanın çıkmaması da her şeye tuz biber ekti. Tüm bunların yanında Erdoğan’a destek verenler de var. Bunlar arasında iki kişi öne çıkıyor. Biri Erdoğan’ın okuduğu iddia edilen okulda ders veren CHP’li siyasetçi Aydın Ayaydın. Ayaydın, “Sınavlarına ve derslerine girdim, son derece iyi hatırladığım bir öğrencidir” dedi. Bir diğeri ise bugün İsrail’de yaşayan Rafael Sadi. O da Erdoğan’ı öğrencilik yıllarından hatırlıyor. Ancak okulu bıraktığı için Erdoğan’ın diploması konusunda fikir yürütemiyor. Tersinden, Erdoğan’ın yakın zamanda elini öptüğü, Marmara Üniversitesi’nin kurucu rektörü Orhan Oğuz’un, kendi yaşamını anlattığı kitabında Erdoğan’ın yer almaması da dikkat çekiyor.

İşin enteresan tarafı Erdoğan’ı destekleyen belgeyi bu tartışmaların ortasında FETÖ yayımladı. Örgütün firardaki polislerinden Emrullah Uslu, 1883’ten 1983’e Marmara Üniversitesi’nin öncülü kurumlarda çalışan ve okuyan öğrencilerin isimlerinin bulunduğu 100. yıl çalışması kitabı”nda Erdoğan’ın adının olduğunu gösteren sayfaları yayımladı.

Erdoğan’ın diploması zaman zaman mahkemelere de konu oluyor. Halkın Kurtuluş Partisi, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’ndan men edilmesi için defalarca yaptığı başvurulardan sonuç alamadı. Parti, iç hukuk yolları tükenince bu yıl konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşıdı. AİHM’de Erdoğan’ın diplomasıyla ilgili bir başvuru daha var. Öte yandan 2014 yılında Erdoğan’ın diplomasının aslını görmeden fotokopisini onaylayan noter kâtibi de ayrı bir soruşturma konusu olmuştu.

Herkes bir kez diploma alıyor. Ancak “Cumhurbaşkanı’nın diploması” 25 yıldır bitmiyor. Sıkıldınız değil mi? Şimdi siz bunu 22 yaşında yeni ergenlikten çıkmış parti kurucusuna nasıl anlatacaksınız? Belki Davutoğlu hepimize anlatır da öğreniriz!

Seçimin asıl kazananı

Seçimin asıl kazananı

Barış Terkoğlu
Cumhuriyet, 1.4.19

Keşke mümkün olsaydı zamandan hızlı koşmak, dönüp sonra yerine oturmak.
Sizin gazeteyi elinize aldığınız saatlerde seçimin sonucu belli olacak. Sabahlamış televizyonlarda, henüz temizlenmemiş sokaklarda, yorgun servis arabalarında hep kazananlar konuşulacak. Benim yazdığım saatlerde ise meçhul. Evet, sonucu bilmiyorum. Lakin bildiğim bir şey var. Dünyanın tüm milletleri kadar alnı yüksekte milletimiz seçim sandığında doğmadı. 
Yakup Kadri’nin Yaban’da “Biz Türk değiliz ki, o senin dediklerin Haymana’da yaşar” diye anlattıkları yalan mı? 
Kütahya’da adını bilmediği düşmanının ardından koşan atın ardında bıraktığı toz bulutunda doğdu. Van’da depremden enkaz altından günler sonra kurtarılan Azra bebeği taşıyan kucakta doğdu. Soma’da madenden ancak ölüsü çıkanların tabutunu taşıyan dirilerin omuzlarında doğdu. 
Birlikte üzülüyor birlikte seviniyorsanız, aynı türküye ağlıyor aynı fıkraya gülüyorsanız ulus olursunuz. Kader birliği yoksa aynı dili konuşmak ne işe yarar? 
Bildiğim şey, millet sandıkta doğmadı ama sandıkta bölündü. 
Yarısı zillet, yarısı hain, yarısı kâfir oldu. 
Öteki yarısı kazanırsa kendisine yaşayamayacağı bir ülke kalacağına inanan bir kalabalığa ulus denir mi? Her seçimden sonra kendisine başka vatanlar gösterilenler birlikte yaşayabilir mi? Aramıza bir hendek kazdılar, içini sandıkla doldurdular. Yarısı, tanımadığı hasmına karşı kazandığı zaferi kutluyor. Öbür yarısı kendinden eksilenlerin yasını tutuyor.

Vatan da hürriyet de ölmez! 
İnsanın büyük bir yanılgısı var. Kendisine verilen hayatı tarihin kendisi sanıyor. Baskıyı, zorbalığı, istibdadı baki sayıyor. Oysa hepsinin bir ömrü var. Bizim dilimizin çocuk şairi Rüştü Onur, 22 yaşında kan kusarak öldü. Gömerken “şiir öldü” dediler. Nâzım Hikmet en güzel çocuk: henüz büyümedi” dizelerini 3 yıl sonra yazdı. 
Bizim edebiyatımızın “sabah yıldızı” Sabahattin Ali 41 yaşında başı taşla ezilerek öldürüldü. Gömerken “roman öldü” dediler. Birkaç yıl sonra Yaşar Kemal dünya parayla alınır, yürek alınmaz” dediği İnce Memed’i yarattı. 
Bizim hürriyet davamızın sürgün yolcuları 1897 yılında Şeref Vapuru’na bindirilip vatanlarına son kez baktıklarında öğrenci olacak yaştaydılar. Onları ambarlara tıkarken “hürriyet öldü” diyorlardı. “Yaşasın Hürriyet, Yaşasın Vatan” diye veda ettikleri vatanlarına çok değil, 11 yıl sonra hürriyeti getirdiler.

Yarımız değil hepimiziz 
Belki kazanan belki kaybeden taraftasınız. Belki seviniyor belki üzülüyorsunuz. Sonuç her neyse sandığın size verdiklerinin mahkûmu olmayınKendinize, halkınıza, toprağınıza küsmeyin.

  • Unutmayın; adalete, özgürlüğe, eşitliğe dayanmayan her iktidarın mutlak sonu vardır.

Güçlü görünmesi sizin kendinizi güçsüz zannetmenizdendir. O, galibiyetini seçim kazanmaktan değil, karşısındakinin iradesine hâkim olmaktan alır. En büyük yeteneği, yönettiklerine tarihsiz olduğu yanılgısını kabul ettirmesindedir. Kendisinden kurtuluşun yine kendisi olduğuna inandırmasıdır yenilginiz. Az önce gelip, birazdan gidecek de olsa bile siz onun ezeli ve ebedi olduğu sanrısıyla yaşarsınız.

  • Unutmayın; insan, hangi şartlarda olursa olsun kaderine yön veren tek varlıktır. Dün, öncekinden farklıydı. Yarın da bugünden başka olacak.
  • Tozlanmış kitaplara, uzak yıldızlara, yıllardır birlikte mücadele ettiğimiz insanlara bakarak yine yönümüzü bulacağız.

Bir ülkeyi sevmek yalnız sefasını sevmek değildir. Toprağa düşen zeytinini, kırık kiremitlerini, yosunlu taşlarını da seversiniz. Nasırlı ellerini, çekilmiş çilelerini, yatılmış hapishanelerini de seversiniz. En yüce aşklar imkânsız görünenden doğar. En duru yurt sevgisi “her şeye rağmen” dönemlerinde yaşanır. 

  • Kırılan, dökülen, vurulan, satılan bu ülke hepimizin.

Hangi yarısındaysanız yarın öbür yarısıyla üzülecek, mutlu olacaksınız. Oğlunuz, hasım görünenin kızına âşık olacak. Çocuğunuz size yabancı olanın çocuğuyla oynayacak.

Sandıkta kurulmayan sandıkta yıkılmaz

  • Unutmayın, siz hangi partiye oy vereceğinizi düşünürken birileri meydanlarda halkı ötekine karşı kışkırttı.
  • Unutmayın, siz tanzim kuyruklarındaki ucuz soğanı tartışırken iki ayda milyonerlerin bankadaki parası 27 milyar daha arttı.
  • Unutmayın, siz ay sonunu beklerken sakallı patron “liderimiz bana dedi ki” diyerek kendisine hediye edilen fabrikayı anlattı.

Kaybetmesi gereken “diğer yarınız” değil. Ülkenin yarısının öteki yarısıyla kavga etmesi sayesinde palazlananlar. Aynı dam altında yaşadıklarınızla, aynı işyerinde çalıştıklarınızla, aynı sokakta yürüdüklerinizle geleceği birlikte kuracaksınız. Günlerdir “iç savaş” senaryoları yazanlar, kanlı boğazlaşmalarla tehdit edenler hepimizin sırtında oturuyor. Bugün yeniden doğrulma vaktidir. Sandıkta kurulmayanın sandıkla yıkılmayacağını gösterme zamanıdır. 
Kırlardaki çiçekler sayılır, çiçeklerin yaprakları sayılır, ama toprağa düşen tohumdan bir mevsimde çıkacaklar sayılmaz. Tarih nihai hükmünü geleceğin rahmine şimdiden düşenlerle yazar.

  • Bu gün 1 Nisan. Yapraklar biraz daha yeşile döndü, doğa kendi yasalarıyla ilerlemeye devam ediyor.
  • Umutsuz olmayın, hep birlikte yeniden başlıyoruz.