Etiket arşivi: Soljenitsin sendromu

Batı Cephesinde Erdoğan’ın Yıkılışı


Batı Cephesinde Erdoğan’ın Yıkılışı

portresi

 

YALÇIN KÜÇÜK
Le Monde Diplomatique (AYDINLIK, 2.8.13)

 

Bir de Soljenitsin ile tartışmam var, “kavgam” da denebilir, quarante huitard, hayır, soixante huitard, 48’li değil, 68’li dönemde, ancak bu sözün, “sekizliler”, tarihi 1848 ile başlıyor. Devam ediyorum, ODTÜ yıllarımda tek kafetarya vardı, öğretim üyeleri için, Erdal İnönü ile aynı masalara otururduk, nedenini bilmiyorum. Erdal Bey, çok muhafazakar dünya görüşüne sahipti, edebiyat beğenisi ise çok geridir, Soljenitsin’i dahi beğeniyordu ve belki benden başka tartışacak kimse bulamıyordu. Soljenitsin Sovyetler Birliği’ni yıkmak istiyordu, güzel, ama bunu edebiyatla yapmaya çalışıyordu; ben, bizden Ahmet Mithat Efendi’nin daha büyük romancı olduğunu ileri sürüyordum; fakat sadece Erdal Bey değil, bütün dünya, “alayı”, çok beğeniyordu. Güzel, yalnız herhalde anlaşılıyor, burada Soljenitsin’i değil Erdoğan’ı yazıyorum, hükümete gelmişti, bir İsraeli yazar, “ikinci Atatürk” dahi dedi, acele etmiştir, bu sözü Kemal Kılıçdaroğlu’ndan bekliyordum.
Erdoğan geldi, alayı övüyordu ve şimdi yıkılışını konuşmaktadırlar.

Soljenitsin sendromu

Ne yazık ki kaybettik. Tabii, Erdal Bey’den söz ediyorum ve bu arada Sovyetler Birliği de kayboldu, Soljenitsin de Amerika’dan ülkesine döndü, sanki beni kurtarmak için geliyordu. Öyle, belki de aklını bırakmış, çok çok dindar, bir ortodoks kilisesini, bir slavizmi yazıyor ve savunuyor; en yüksek Amerikan edebiyat dergileri, “bu adam mı”, değişti, artık yazamıyor; sadece bunları döktürüyorlardı. Çok güzel, şimdi Batı, işte “aynen” böyledir, Soljenitsin sendromundadır. Tayyip Bey çok haklı, “terbiye” sınırını çok aştılar. Le Monde Diplonatique, hem “Le Monde” ve hem de “Diplomatique”, daha önce yazdıklarından çok pişman bir haldeler, bir uçtan diğerine fırlıyorlar. Yazının başlığı “Pourquoi M. Erdogan Espère Rebondir”, bunu “Erdoğan yeni bir çıkışı nasıl ümit eder” şeklinde çevirebiliriz.
Ölmüş ölmesine ama bir sıçrama yapabilir mi; Le Monde hiç de diplomatik olmayan bir dille bunu tartışmaktadır.

Önce Hürriyet’te okuduk, önce Birleşmiş Milletler vurdu, “Balyoz’a Balyoz” oldu; buna dava denmez, buna hukuk denmez, dediği budur. Güzel, ben aynı davalar için iki kez tutuklandım, alıp götürüyorlardı, kapıda, birinde “darbe” ve diğerinde “iç savaş” dedim, gazete ve televizyonlarda kayıtlıdır. Peki ben “dahi” ve yüksek komutanlar “aptal” mı, hayır ve estağfurullah, sadece ve sadece yüksek komutanlar bu davanın içindeydiler, buna işaret ediyorum. Güzel, yalnız yanlış anlaşılmak istemiyorum ve içerdekileri değil, dışarıda kalanları gösteriyorum. Ve yüksek komutanlar hala yanında ve arkasındadırlar.

Ufukta mahkeme görünüyor

Bunu arada not etmek istiyorum, Susan Sarandon ve Vanessa Redgrave’ı hep, önce müthiş kadınlar ve sonra harika oyuncular olarak hatırlıyorum, Redgrave’ın “Blow up” filmini unutmak imkansızdır. Şimdi Gezi’de gezerek, Erdoğan’ı müthiş suçluyorlar, Erdoğan buna çok kızmakta haklıdır, çünkü hepsi bir arada ağırlıkları çoktur. Erdoğan en çok Gezi İsyanı’na, Fransızca “soulèvement” karşı yapmış olduğu mitingi Hitler’in gösterilerine benzetmelerine içerlemiş; buna mukabil, gazeteler Gezi ölümleri için yargılanabileceği notunu önemsediler. Fakat hoş, Yugoslavya’dan sonra La Haye’e bakılıyordu, burada Strasbourg, “beş masum gencin ölümüne neden olan emirleriniz” diyorlar, arkası mı, bilemiyoruz, çok ağır bir işarettir.

Gezi’den yükselen Türkiye

Peki, Selçuk Demirel’i tanıyor musunuz, ben tanıyorum, ortaya soruyorum. Le Monde Diplomatique’te en beğendiğim “çizer” diyebilirim. Bir ağaç var, kova mı, insan mı, kökünden suluyor, yapraklar açmış, bir harita bir ülke olmuş,
Türkiye; Gezi’den Türkiye yükselmektedir. Olağanüstü, Selçuk Demirel çizmektedir.

Taksim Komünü’ne selam

Sosyologça dergisinin son sayısında, Temmuz-Aralık 2013, “Gezi” üzerine, “Gezi Ruhu” da diyorlar, Profesörler Ertan Eğribel ve Ufuk Özcan ile birlikte ve ayrı ayrı incelemeler var. Ayrıca üzerlerinde yazmak ve tartışmak istiyorum, “Taksim Komünü’ne Selam” diyorlar, biz eskiden “selam olsun” diyorduk, “Muhafazakar Otoriterliğe Karşı Yeni Dünya’nın İlk Zaferi” ekliyorlar; doğrusu, Londra’dan çıkan deklarasyon ve Le Monde’daki yazıya bakacak olursak, “dünya ölçüsünde” değerlendirmesini kolay kolay abartma sayamayız. Böylece başlıyorum.

Çapulcuların isyanı

Tristan Coloma’nın yazısı “Çapulcu” sözcüğü ile başlıyor, yanında Fransızca karşılığı “racailles” buluyoruz, “ayak takımı” demektir ve bu sözün, “çapulcu”, Gezi’deki eylemciler için Türk Başbakanı Erdoğan tarafından kullanıldığını okuyoruz ve öğreniyoruz. Güzel, peki ne yapıyorlardı, cevap, “le soulèvement populaire” , buluyoruz, “halk ayaklanması” ya da “isyanı” anlıyoruz. Peki neden, çünkü Erdoğan’ın otoritesine meydan okuyorlar, qui défie son autorité, sözcükler bunlardır ve bu kadar net yazılmışlar. Neden mi, en réaction a la brutalité de l’intervation policière , “brutal” kelimesinin “hayvanca” ve “hoyratça” anlamları var. Nasıl istenirse, bırakıyorum. Polisin ….. müdahalesine işte böyle karşılık veriyorlar.

Küçük Sözlük

Öğrendim, demek çapulcular pek önemli bir iş yapmışlar, ben de gereğini yapacağım, bu incelemeye, “Le Monde-Erdogan Küçük Sözlük” ekliyorum. Güzel, devam ediyorum. Anlıyoruz ki, Sosyal Medya bu sözcüğü kabul etmiş, hemen İngilizcesi çıkmış, chapulling, “çapılin” ve Fransızcası’nı da ekliyorlar, “chapuller”, “şapüle” ve bu dünya dillerine hemen giren bu kelimeye, çapulcu, Fransızca’da, celui ou celle qui se bat pour les droits de chacun, “herkesin hakkı için mücadele eden erkek veya kız” anlaşılmaktadır. Tabii yer dar, savaşırken el ele tutuşmak, bazen öpüşmek, komünden yemek ve komünde yatmak tarifin içindedir. “Düşman” tarafa piyano ile atış serbesttir. Yaşamla dalga geçen bir halleri var, tam bana göredir.

Türkiye Erdoğan’a karşı

Bu kadar mı, hayır, “bu durum, herşeyden önce toplumun derinden bölündüğü anlamına gelmektedir”. Devam, Tristan Coloma yazısını geliştirirken bir takım görüşler alıyor, akademisyen olabilirler, ancak ben hiçbirini tanımıyorum. Ama bunlardan birisi, AB, bu halk ayaklanmasının, “yaşam biçimi açısından” toplumda bir “yarılma” olduğunu ortaya çıkardığına işaret etmektedir. Güzel, peki, AB, bu yarılmayı ise, “cristallise le figure de M. Erdogan”, Erdoğan figürü billurlaştırıyor; Erdoğan’a bakınca yarıldığımızı anlıyoruz. Bunu Le Monde Diplomatique’den öğreniyoruz. Türkiye’yi, Diyarbakır karpuzu misli ortadan yaran adamdır.

Hoş bu AB hanıma göre 2002 yılında Erdoğan bir kırılma’yı temsil ediyordu, rakiplerini, eski milli iblis ya da putlarını tekrar bulmuş, modası geçmiş gericiler sınıfına, au rang de rétrogrades dépassés, renoue avec les vieux démons nationaux, atmıştı; ama şimdi ise à un complot international visant à déstabiliser le pays, ülkeyi destabilize etmek isteyen bir uluslararası komplo ile karşı karşıya kaldığını iddia etmektedir. Bu kadar kısa bir zamanda, o halde “Gezi” pratik değil teorik bir olgudur ve belki de

“Gezi Ruhu” diyenler haklıdırlar.

Le Monde’a göre Erdoğan

Kısa tutuyorum ve bu arada, hemen ve kısa yoldan, Tristan Coloma, Erdoğan’a n’était pas d’humeur badine, şaka yapmaz ve şakadan anlamaz, buyurgan ve hep kesip atan nitelemesini de yapıştırıveriyor. Bunları, Erdoğan’ın birden bire, “haydi anlaşın” yoksa biz kendi anayasamızı çıkarırız” açıklaması üzerine uygun buluyoruz. İlaveten, Coloma, Gezi Ayaklanması vesilesiyle, l’arrogance de premier ministre, Erdoğan’ın kendisini bir şey sanan, pek şişinen bu halinin bu kadar belirgin olmasının, akepe kadınlarını da etkilemiş olduğunu not ediyor. Anayasa projesiyle pek ilgili görünmüyor, aldığı izlenim budur, konuşmak istemiyorlar, basit değişiklikle yetinmek eğilimindedirler. Öğrenmiş oluyoruz, ne de gazeteci, haber vermek durumundadır.

Bir de Fransız Hanım Araştırmacı var, EM, İstanbul’da mukim, 2011 tarihine kadar akepe, en başta gizli güç odaklarını ortadan kaldırmaya ya da kontrol altına almaya çalıştı, önem verdi, demektedir. Les divers contre-pouvoirs sözcüğü kullanılıyor, “derin devlet” veya “vesayet” örgütleri kast ediliyor, öyle sanıyorum, başarmışlar, l’armée et la justice, ordu ve adalet tamam, bunu da okuyoruz. Tristan, hemen hemen tamam, pratiquement en effet, tasdik ediyor ve tam buradan yazıyor: “Ordu mensupları için büyük davalar ve tutuklamalar, hukukçuların, gazetecilerin, üniversite mensuplarının, öğrencilerin tutuklanmaları,
hepsi anayasaya aykırıdırlar.” Güzel, Le Monde Diplomatique alay etmeye başlamıştır.

Necdet Paşa’nın iftarı

Le Monde, gizli güç odağı ordu için “museler” fiilini uygun buluyor, “tasma takmak” ya da “ağzına kilit vurmak” demek ki, kabul edemiyorum. Hayır asla, üstelik Harp Akademileri’nde, iftar yemeğinde izledim, hiçbir komutanımızı öyle görmedim, Necdet Paşa, sanki saraylı ev sahibesi hanımefendi’yi hiç aratmıyordu, yemekler tahmin ediyorum, Borsa Lokantası’ndandır. Bizim Prof. Artun Ünsal, orada yemek danışmanıdır ve lezzetlidir. Bilgin Paşa, Otuz Mehmet Paşa, kuvvet komutanı olacaklardı, hapisteler ve müebbet bekliyorlar; Necdet Paşa mükemmel iftar veriyor. Yemeğe engel bir durum yoktur.

Ordusu muselé, laik muhalefet, bunu yapacak parti çok zayıf, işte bu şartlarda Erdoğan, bir, kuvvetler ayrımını kendisi ve demokrasi için ayak bağı ilan ediyor ve iki, otoriterizme sapıyor, “dérive” ve İngilizce “drift” diyebiliriz, artık bütün dünya öğrenmiştir. Ama sapmayıp da ne yapacak, meydan bomboştur. Yalnız, öyle de olsa, Le Monde Diplomatique bunu hiç iyi yapmamıştır, çünkü bütün dünyada, ciddi diplomatların nerede ise en önemli kaynağıdır, çok güveniyorlar.

Yargı bağımsızlığına son

İşte tam bunları kaydederken, sanki yetmiyor, Diplomatique, bir de dip not veriyor; (ı) 2010 Eylülü’nde akepe, referandum ile anayasa değişikliği yaptı ve indépendance du pouvoir judiciaire, yargı gücünün bağımsızlığına son verdi, aynen yazılıdır. Artık yargıçları ve Anayasa Mahkemesi üyeleri tayinle geliyorlar, tayinleri yapan Erdoğan’dır. Demek ki adalet yıkılmıştır ve şimdi de yıkan yıkılmaktadır.

Güzel, ancak, özür diliyorum, burada sahneye çıkmak zorundayım; sözüm şudur, K. Kılıçdaroğlu Fethullah Gülen’e bağlıdır. Bu referandum sırasında dışarıda idim, pek çok televizyonda konuşuyor ve Ulusal’da program yapıyordum, “Kemal Bey, anayasa mahkemesi çöküyor, Kemal Bey hakim teminatı gidiyor, Kemal Bey… Kemal Bey…” Biliyordum ve bağırıyordum. Gülen’e merbut olduğunu hissediyordum, Malatya’da sadece zerdali fiyatlarından, Rize’nin çaylarından söz ediyordu. Gülen’e taahhüdü vardı, sandığa gidip bir oy dahi atamadı; işte Le Monde ve işte televizyonlar, bakın, yüzüme bakın, ben bunları yazarken Kılıçdaroğlu yerine kızarıyorum.

***

Ne utanmaz köpekleriz

Kimi görsek etekleriz

***

Doktoralı işsiz yandaşlar

Le Monde Diplomatique yazısında meddahlar çoktur. Birisi de DY, bayılıyorum. Türkiye’yi peri masallarında görüyorlar, bu akepe nasıl başarılı olmuşmuş, siz mi, eğer güzel bir müslüman kızla evlenmek mi istiyorsunuz, adamları, ils vous la présentent, hemen getirirler. Bir Harikalar Ülkesi, On donne en fonction des besoin de chacun, et on obtient les votes en retour , herkese ihtiyacına göre verilir, karşılığında herkesin oyu alınır ve alınıyor. Çok güzel, bu DY Hanım Fransa’da doktora yaparken, biraz komünizm de okumuş, “herkese ihtiyacına göre, herkesten imkanına göre”, işte akepe budur, bunu yaparak iktidardadır. Ben Paris’tayken, doktoralı 16 bin taksi şoförü olduğunu da duyuyordum.

Göle maya çalmak

Ama ne yazık, yıkılmıştır ve peki hiç şans yok mu, Diplomatiqu böyle bitiriyor ve yazdıklarına pek inanmayan bir hali var, söylemekle söylememek arasındadır. Bir, ekonomik gelişme ile birlikte gelir bölüşümündeki adaletsizliği önemli ölçüde düşürür ve vergi adaleti sağlayabilirse ve iki, büyük işletmeler için pek önemli bazı reformlar için bakanlarını ikna etmesi gerekmektedir. Üç, şu aşağsama, hor görme, artık ayan-beyan, zenginler de gördüler, ne olacak göreceğiz. İşte bunlar olursa, olur, pourquoi pas, neden olmasın, bunu, pourquoi pas, ben ekliyorum. Ve Nasreddin Hoca dahi oluyorum, göle maya atıyorum.

divider_yesil_fiyonk