Etiket arşivi: “Bu Suça Ortak Olmayacağız”

Onur Hoca ile timsah

Onur Hoca ile timsah

 Prof. Dr. Selçuk EREZ
İstanbul Tabip Odası Başkanı
Cumhuriyet, 15.02.18

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

İstanbul Tabip Odası geçen yıl Haldun Taner’in “Timsah” adlı bir oynununu İstanbul, Eskişehir ve İzmir’de sahneledi. 
Taner, 1960’ta 147 öğretim üyesinin askeri yönetim tarafından üniversitelerden gerekçesiz uzaklaştırılmasını eleştirmek için yazmıştı bu oyunu. “Timsah”ın 2017 yılındaki oyuncuları, elli küsur yıl önceki gibi üniversitelerden uluslararası hukuk kurallarına aykırı uzaklaştırılmış olan akademisyenler oldu.. 
Bu oyunda, üniversitedeki görevinden uzaklaştırılan vatandaşı, bir sirkte kayıp düştüğü çukurdaki timsahın yuttuğu İvan adlı bir karakter simgeliyordu: Görevinden, yaşadığı ortamdan böylece uzaklaşmış olan İvan, oyun boyunca timsahın içinden konuşuyor, yutulmasına değişik tepkiler sergileyen insanlar konusundaki düşüncelerini açıklıyordu. 
Oyunun sonunda timsahtan çıkan İvan şöyle diyordu: 
-Ben otuz yılını memuriyete adayan ve son on beş gününü timsahın midesinde geçiren İvan İvanoviç.. İnsanlara tuhaf bir yerden seslendim.. Koşup geldiler. Başına felaket gelmiş bir insanın neler söyleyeceğini merak ettiler. Bu yolculuk bana kırk seyahatte öğrenebileceğimden fazlasını öğretti: Timsahın içinde otururken ülkemin insanlarını, insanlarıyla beraber ülkemi tanıdım. 
Timsah oynunu yaratıcı bir şekilde yöneterek başarısını sağlamış olan Orhan Alkaya’nın başrole yani İvan rolüne en uygun oyuncuyu seçmesi gerekiyordu. Alkaya, bu rol için Onur Hamzaoğlu’nu seçmişti. Seçim isabetliydi: Onur Hoca rolünde çok başarılı oldu. 
Neden? Adaylar arasında timsahlarla en çok cebelleşmiş akademisyen Hamzaoğlu’ydu da ondan. 
Onur Hoca, çevre kirliliğinin doğmamış bebekleri bile zehirlediği Dilovası’nda, annelerin ilk sütünde ve bebeklerin dışkısında Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği sınırın üzerinde ağır metal bulunduğunu kanıtlayan bir araştırmayı yöneltmişti. 2011’den beri bu nedenle üniversitesi ve Belediye Başkanlığı tarafından adeta bir timsahın ağzına doğru itilmişti: Soruşturmalarla, yargılamalarla uğraşmakla geçti yılları: “Böyle bir kirlilik yok” deniyordu, “şarlatanlık”la suçlanıyordu. 
Onur Hoca, bir taraftan bu davalarla uğraştı, bir taraftan öğrencilerini yetiştirmeyi, bilimsel yayınlarda bulunmayı sürdürdü. Davaların tümünde aklandı, timsahın içinden çıkmasını bildi
Bir zaman sonra, Barış Bildirisi’ni imzaladığından Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden uzaklaştırılanlardan biri de Prof. Hamzaoğlu oldu: Hamzaoğlu yeniden dönmüştü timsahın midesine. Olanlara depresyona girerek değil, 2017 model timsahın içinden gerçekleri söylemeyi sürdürerek tepki gösterdi. 
Geçenlerde eşsözcüsü olduğu kuruluşun birçok üyesiyle beraber yeniden itiliverdi timsahın midesine. Timsahın onu sindiremeyeceğini iyi biliyorum. Ancak Timsah oyunun provalarına kadar insan sağlığı ve hakları mücadelesini hayranlıkla izlediğim, yakından tanıdığımda “Onun gibi daha birkaç yüz akademisyenimiz olsaydı dünya demokrasi indeksinde böyle düşük bir yerde mi olurduk?” diye düşündüğüm meslektaşımın bir an önce aramıza dönmesini istiyorum.
========================================
Dostlar,

Sevgili kardeşimiz Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu‘nu GATA Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda asistan olduğu yıllardan beri tanırız. Genç bir teğmen… yüzbaşı…. 12 Eylül faşist yönetiminin 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği (TTB) Yasasında yaptığı bölücü – parçalayıcı değişiklik nedeniyle TTB’ye asker hekim olarak üye olamıyordu ama Halk Sağlığı çalışmalarına şevkle, iştahla, coşkuyla katılıyordu. Ad – Soyadında minik bir değişiklik yapmıştı; Hamza Onuroğulları… (diye anımsıyoruz??..)

Onur Hamzaoğlu Kimdir | Neden Tutuklandı

Zamanla akademik yükselmesi oldu.. Halk Sağlığı uzmanlık eğitimine ek olarak Epidemiyoloji alanında yandal eğitimi aldı.. Çok başarılı bir hekim akademisyen oldu. 28 Şubat sürecinde “solcu” olduğu için görevinden uzaklaştırıldı.. Birkaç yıl kamu görevi dışında kaldı. Daha sonra merhum Prof. Dr. Baki Komsuoğlu Kocaeli Üniversitesine rektör olduğunda, Doçentlik kadrosuna atanma kapısı aralandı. Ne var ki, 28 Şubat sürecinin askerlikten attığı birisi için Doçentlik kadrosuna atanmak üzere bilimsel rapor düzenleyecek profesör bulmak kolay değildi. Rektör Baki hoca, 2547 sayılı yasa uyarınca 5 profesörü kendisi belirleyip Onur hocanın bilimsel eserler dosyasını yollayabilirdi ama bunu Onur’a bırakmıştı centilmenlik göstererek. Sevgili Onur kardeşimiz o sırada Trakya Üniversitesi’nde görevli iken bizden jüri üyesi olup olamayacağımızı sordu. Hiç çekincesiz “derhal” dedik ve 2 aylık süreyi kullanmadan, bilimsel çalışmalarını zaten bildiğimizden, çok olumlu bir rapor vererek Rektörlüğe yolladık, Onur kardeşimiz Doçent kadrosuna atandı.

Başı dertten kurtulmadı siyasal görüşleri ve Halkın sağlık hakkını savunduğu için. Kocaeli’nde hakkında açılan davaları izledik, Ankara’dan gidilip geliniyor ve “Onur’umuzu koruyor – savunuyorduk”.. Tüm davalardan aklandı, hatta kendisine “şarlatan” diyen Kocaeli Belediye Başkanı cezalandırıldı.

Barış bildirisine imza ile bir darbe daha aldı Onur hoca ve kamu görevinden dışlandı..
Prof. Dr. Hamzaoğlu, Ocak 2016’da yayımlanan “Bu suça ortak olmayacağız” başlıklı Barış Bildirisini imzalayan 1128 akademisyenden biri olduğu gerekçesiyle, 1 Eylül 2016 Dünya Barış Gününde, Kanun Hükmünde Kararname ile Kocaeli Üniversitesi’nden ihraç edildi
Geçtiğimiz günlerde Halkların Demokratik Kongresi Eş Sözcüsü olarak kimi demeçleri nedeniyle Ankara’da gözaltına alındı ve tutuklandı, şimdilerde hapiste..

  • O’nun hapiste değil, Anabilim Dalı’nın başında olması gerek.

Son derece nitelikli bir bilim insanı olarak Halk Sağlığı bilim alanlarında yan dal uzmanı olduğu Epidemiyoloji birikimini de kullanarak araştırma yapmalı, bilim üretmeli.. Öğrenci ve asistan yetiştirmeli.

  • Türkiye, Onur hocayı hapiste tutarak gerçekte kendini mahkum etmemeli ve ülkemizi bu seçkin bilim insanının hizmetlerinden yoksun bırakmamalı.

Onur hoca ayrıca TTB’nin 40 yıldır dirençle çıkarageldiği bilimsel hakemli saygın TOPLUM VE HEKİM dergimizin çok başarılı başeditörü idi. O’nun bu hizmeti de çok değerli ve vazgeçilmez.. Onur’a reva görülen ceza kişisel kalmıyor..

Prof. Dr. Onur Hamazaoğlu‘nun serbest bırakılması ve düşünce özgürlüğü kapsamındaki söz ve eylemleri nedeniyle suçlanmaması gerektiği inancındayız. Yine de aleyhinde dava açılacaksa, hiç olmazsa yargılamanın tutuksuz sürdürülmesini, kamu görevine iadesini bekliyoruz..

Sevgi ve saygı ile. 23 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

AKADEMİSYEN YARGILAMALARI : Prof. Dr. Özdemir Aktan’ın Beyanı

AKADEMİSYEN YARGILAMALARI :
Prof. Dr. Özdemir Aktan’ın Beyanı

* “Hekimlik mesleği doğası gereği insan hayatını her şeyin önüne koyar ve asıl olarak ölümlerin durmasını önceler. Ben de hem bunca yıllık hekim hem de hekimlerin meslek örgütünün eski bir başkanı olarak insanların ölmemesi için ne gerekirse yapılmasının, bu ülkenin öncelikli meselesi olduğuna inanıyorum.”

Ben bir hekimim. OHAL döneminde çıkarılan bir KHK ile ihraç edilmeden önce Marmara Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaktaydım. Meslek hayatımın 40. yılında hastalarımdan, öğrencilerimden, asistanlarımdan ve akademik çalışmalarımdan “Barış için Akademisyenler” metnini imzaladığım için uzaklaştırıldım. Çalıştığım bu dönemde benden daha genç olanlara sağlığı ve insanı anlatmaya çalıştım. Sağlığın bedensel, ruhsal ve sosyal olarak iyilik hali olduğunu vurguladım.

Bir hekimin görevinin hastalıkları ilaç veya cerrahi girişimler ile tedavi etmekle sınırlı kalamayacağını anlattım. Bir insan ölüyor ise bu hekimlerin ilgi alanındadır. Eğer kişi hastalıktan ölüyorsa elbette bu hekimin ilgi alanındadır. Ancak açlıktan, susuzluktan, iyi beslenememekten, barınma sorunlarından hastalanıp ölüyorsa bu da hekimlerin ilgi alanındadır. Benzer şekilde kurşunla ve bombalarla ölüyorsa bu da hekimin ilgi alanındadır. Bu sözünü ettiğim durumların İstanbul’da, Diyarbakır’da, Şırnak’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, İsrail’de veya dünyanın herhangi bir noktasında olması da bu görüşü değiştirmez.

Bugün burada hekim olarak görevimi yerine getirdiğim, insanların ölmemesi için bir çağrıya imza attığım için yargılanıyorum. Daha önce de bu ülkede barış isteyenler yargılandı. Barış istemi bir hekimin asla vazgeçmeyeceği bir taleptir.

Söz konusu bildiri ile sokağa çıkma yasağı bulunan ve çatışmaların olduğu yerlerde yaşam hakkı başta olmak üzere, özgürlük ve güvenlik hakkı istenmektedir. İşkence ve kötü muamele yapılmaması, hukuk ile koruma altına alınmış tüm hak ve özgürlüklere yönelik ihlallerin ortadan kaldırılması, ihlale neden olan sorumluların tespit edilmesi ve yargılanarak cezalandırılmaları istenmektedir. Vatandaşların uğradığı maddi ve manevi zararların tespit edilerek tazmin edilmesi, kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması talep edilmiş, bu talepler yerine gelene kadar siyasi partiler, meclis ve uluslararası kamuoyu nezdinde temasların sürdürüleceği ifade edilmiştir. Bildiri ile sadece var olan hükümet politikalarına ilişkin eleştiriler değil aynı zamanda diyalog ve çözüm çağrısını içeren talepler de anlatılmaktadır.

Ben TTB bünyesinde gençlik yıllarımdan beri çalıştım. Dört yıl İstanbul Tabip Odası Başkanlığı ve dört yıl da Türk Tabipleri Birliği Başkanlığı yaptım. Halen de Oda çalışmalarında aktif olarak yer almaktayım. Savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğu benim yönetici olduğum dönemde, benden önce ve benden sonra da dile getirilmiştir. Halkın daha sağlıklı yaşayabilmesi, tam iyilik haline ulaşılabilmesi çatışmalar ile imkansız hale gelir. Bu nedenle, askeri çatışmalar ve iç savaş süreçleri de dahil olmak üzere savaşa karşı tutum almak, sağlığın ön koşuludur. Nitekim hekim örgütleri tarafından hazırlanan bildirge ve kararlarda da insan hakları ihlallerinin tespiti ve üzerine gidilmesi konusunda genel hekim tutumu çerçevesinde; bedence, ruhça ve sosyal yönden tam bir iyilik haline ulaşılması imkânını ortadan kaldıran savaş, bir halk sağlığı sorunu olarak tariflenmekte ve barışın tesisi öncelikli bir faaliyet alanı olarak belirlenmektedir

Kısa bir süre önce TTB yöneticileri “savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedikleri ve barışı savundukları için göz altına alındılar. Bir hekimin ve hekimleri temsil eden meslek örgütünün bunu dile getirmesi kadar doğal bir durum olamaz. Aksini söyleyen bir hekim eğer varsa o hekim göz altına alınmalıdır. Benim de bir süre yöneticilik yaptığım bu kurumu değerli kılan ise yöneticilerin evrensel tıp ve etik kurallarından sapmadan doğruları savunmalarıdır. TTB yöneticileri yıllar önce idam cezasına karşı çıktıkları için yargılandılar. Görevi yaşatmak olan hekimin idam cezasının hiçbir aşamasında yer almaması gerektiğini savundukları için yargılandılar. Zaman onları TTB’yi haklı çıkardı. Bu süreç sonunda da barışı savunanlar haklı çıkacaktır.

Hekimlik mesleği doğası gereği insan hayatını her şeyin önüne koyar ve asıl olarak ölümlerin durmasını önceler. Ben de hem bunca yıllık hekim hem de hekimlerin meslek örgütünün eski bir başkanı olarak insanların ölmemesi için ne gerekirse yapılmasının bu ülkenin öncelikli meselesi olduğuna inanıyorum. Bir kez daha ve ısrarla, Kürt sorununda çözüm için adımların atılmasını, barışın sağlanmasını ve daha fazla insanın ölmemesini istediğimi yineliyorum.
===================================

Dostlar,

Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki görevinden OHAL KHK’sı ile uzaklaştırılan, Hacettepe Tıp’tan  sınıf arkadaşımız Prof. Dr. Özdemir Aktan‘ın Barış İçin Akademisyenler’in Bu suça ortak olmayacağız bildirisini imzalaması nedeniyle Çağlayan’daki İstanbul Adliyesi 32. Ağır Ceza Mahkemesinde yargılandığı davada -bize de gönderdiği- savunması yukarıdaki gibi.

Sevgi ve saygı ile. 21 Şubat 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

İhraç Edilen Dört Akademisyen Neden “Hayır” Dediklerini Anlattı

İhraç Edilen Dört Akademisyen
Neden “Hayır” Dediklerini Anlattı


679 ve 686 no’lu KHK’lar ile ihraç edilen
dört akademisyen;
Prof. Dr. Sibel Perçinel, Doç. Dr. Süreyya Karacabey, Prof. Dr. Nur Betül Çelik ve
Prof. Dr. Ülkü Doğanay, 16 Nisan’ı konuştu:
* Barış için, şiddetsizlik için ve bir arada yaşamak için ‘hayır’ diyoruz.

Farklı disiplinlerden dört kadın akademisyen, Ankara’nın yabancısına mütevazı görünen bahar sabahlarından birinde, 16 Nisan’da yapılacak Anayasa Değişikliği Halkoylaması’nda neden ‘Hayır’ diyeceğimizi konuşmak üzere bir araya geldik.

679 ve 686 no’lu KHK’lar ile ihraç edilmeden önce
– Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde patoloji profesörü olan Sibel Perçinel,
– DTCF tiyatro bölümünden  Doç. Dr. Süreyya Karacabey,
– İletişim Fakültesi’nden Siyaset Bilimci Prof. Dr. Nur Betül Çelik ve aynı fakültede
siyasal iletişim üzerine çalışmış olan
Prof. Dr. Ülkü Doğanay.

Bir bahar sabahında bizi bir araya getiren, 16 Nisan’da vereceğimiz “hayır”ın, “hayırlarımızın” bizim için ne ifade ettiği üzerine konuşmaktı. Ama “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalamamızın üzerinden geçen bir yılı aşkın süredir yaşadıklarımızı konuşarak başladık. Çünkü imzamızın arkasında durma çabamız, maruz kaldığımız baskı ve yıldırmalarla ve nihayet her birimizin yirmi yılı aşan emeği bir geceyarısı KHK’sı ile yok edildiğinde yaşadığımız kırgınlıkla baş etme çabamız içinde ördüğümüz dayanışma, uzun zamandır tanışıyormuş ve daha önce bıraktığımız yerden devam ediyormuşuz gibi bir duyguya sahiptik.

Ülkü Doğanay: Başka bir demokrasi tahayyülünü hayata geçirmek mümkün

Bir ayı aşkın süredir gazetelerde, televizyonlarda 16 Nisan’da Anayasa değişikliği paketi ile ilgili olarak yapılacak halkoylamasında vatandaşın neden “evet” veya neden “hayır” oyu kullanması gerektiğine dair yazılar yayınlanıyor, tartışmalar yürütülüyor. Hem bu mecralarda hem de partilerin yürüttükleri kampanyalarda öne çıkan argümanların daha çok “evet”le ilişkilendirilen “istikrar, güç, güven” vaadi ve “hayır”la ilişkilendirilen “demokrasi, özgürlük” talebi eksenine yerleştiğini görüyoruz. Türkiye’de özellikle son yıllarda siyasal kampanya dönemlerinde seçmenin tercihini etkilemek üzere daha çok iktidar partisi tarafından ama kimi zamanlarda muhalefet partileri tarafından da kutuplaştırıcı bir söylem benimseniyor. Bu söylemin başat özelliği ise “biz” ve “onlar” arasında aşılamaz bir duvar örmeye yeltenmesi ve seçim sona erdiğinde bu duvarın “bir arada barış içinde yaşayabilme” iradesi için bir engel teşkil etmeye devam etmesi. Yalnızca karşıt görüşte olanların birbirlerini ikna etmeye çalışması için değil, ilk bakışta aynı görüşte olanların da birbirlerini daha iyi anlayabilmeleri, ortaklaştıkları ve ayrıştıkları bakış açılarını kavrayabilmeleri için. Ne yazık ki, bu gibi halkoylamaları seçmenleri “evet” ya da “hayır” tercihlerinin altında homojenleştiriyor; oysa ki bugün demokrasinin yurttaşların tercihlerini bu şekilde kamplaşmış gruplara ayrıştırmaktan ibaret olamayacağı üzerine oluşturulmuş çok geniş bir literatür ve deneyim birikimi var. Politikacılar, özellikle de seçim, sandık ve demokrasiyi özdeşleştiren bir pragmatizmin etkisi altında hareket ederken bu birikimi görmezden gelmek işlerine geliyor. Oysa bu paradigmanın dışına çıkıp başka bir demokrasi tahayyülünü hayata geçirmek mümkün; bu yüzden, birbirimizi daha iyi anlayabilmek ve tercihlerimizin nedenlerini daha iyi açıklayabilmek için daha çok konuşmaya ihtiyacımız var diye düşünüyorum.  Bugün bir araya gelmemiz de bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Sibel, seninle başlayalım. Neden “Hayır” diyorsun?

  • Sibel Perçinel: Barış için hayır demeliyiz

Ben konuşmaya barış talebimize değinerek başlayacağım. 2013’te başlayan barış ya da çözüm sürecinin son bulmasıyla çok ciddi insan hak ihlalleri ortaya çıktı. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalamamızın ardından yaşadığımız ve ihraç edilmemize varan süreç içinde, bu meselenin biraz arka planda kaldığını düşünüyorum. İktidarın “Bu süreci buzdolabına koyduk, dondurduk” açıklamasının ardından çok ciddi insan hakları ihlalleri yaşandı. Arkasından da son Newroz’da Selahattin Demirtaş’ın “Halkımızdan özür diliyoruz.
Bu barış sürecini götüremedik, mahcubuz onlara” açıklaması geldi… Ben bunlara rağmen barış talebimizde ısrarcı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda elimizden ne geliyorsa yapmamız gerekiyor. Özellikle gençlerin umutsuz olduğunu görüyorum. Hep şunu soruyorlar: “Bundan sonra ne yapacağız, nasıl bir araya geleceğiz, Kürt halkı ve Türk halkının bir arada yaşama umudu halen var mı?” Tabii ki var. Şu anda belki bu umutlar kırılmış gibi görünüyor;  önce yan yana gelmeliyiz, sonra daha da bütünlüklü bir barış süreci mümkün olabilir.

Sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönemde ben de hekim olarak Cizre’ye gittiğimde, Diyarbakır’da yaptığım görüşmelerde gençler olsun, yetişkinler olsun Batı’ya karşı çok kırgın olduklarını ve bunda çok da haklı olduklarını gözlemledim. Çok belirgin, çok ciddi bir duyarsızlıkla karşı karşıya kaldılar. Bunun telafisi çok mümkün görünmüyorsa da bizlerin
Barış için Akademisyenler olarak duyarlılığımızı farklı kesimlerle çoğaltmamız, büyütmemiz, yeniden köprüleri kurmamız gerektiğine inanıyorum. Bunun için de ‘Hayır’ dememiz gerektiğini düşünüyorum.

Ü.D. ‘Hayır’ın bu umudu yeniden canlandırabilme gücünün olduğunu mu düşünüyorsun?
S.P. Evet.

Nur Betül Çelik: “Söz”ümüze sahip çıkamadık

Nur Betül Çelik (solda) ve Sibel Perçinel

Sibel’in bıraktığı yerden devam etmek isterim. Ben de aynı şeyleri düşünüyorum. İhraca kadar varan süreç içerisinde, biz sözümüze sahip çıkamamış bir topluluğuz aslında ve bu beni çok yaralıyor. Sanırım kendi işlerimize ve kendi uğradığımız hak ihlallerine o kadar odaklandık ki sonuçta bu barış vaadimizi çoğaltacak kanalları yaratmakta zorlandık. Bunun için çabaladık ama çok küçük gruplarla sınırlı kaldık. Sayımız giderek azaldı -ki bu da olması beklenecek bir şeydi. Bu kadar baskının altında insanların kolay kolay bir vaadi yerine getirmek için kendi gündelik hayatlarındaki sıkıntılardan vazgeçip çok daha ideal ve uzak gibi görünen bir hedefe doğru harekete geçmesi çok kolay olmuyor. Bunu etrafımızda da görüyoruz.

Benim için barış talebi, aynı zamanda bütün toplum yüzeyinde “şiddete hayır” demektir. Ben sözel şiddetin politikacıların dilinden tekrar ve tekrar yayıldığı bir yerde yaşamak istemiyorum artık. Ve bunun için ‘hayır’ diyorum. Bu dilin halklar arası savaşı körükleyen bir dil olduğunu da görüyoruz hepimiz. Bunun için, bu ayrımcı, nefret dolu, şiddet içeren dilin bir an önce bitirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aşırı milliyetçi vurguların bizi gittikçe daha da şiddete doğru çektiğini görüyorum ve bunun için ‘hayır’ diyorum. Aslında politikayı öldüren bütün bu sürecin bir an önce ortadan kalkması gerekiyor. Bu referandumda belki yüksek oranda ‘hayır’ oyu çıkabilirse, bu tür bir dili sorgulamanın kapısını aralayabilir diye umut ediyorum. Bu sadece bir umut, çünkü bu tür bir dönüşüm bana kalırsa bugünden yarına gerçekleştirilemez. Öylesine yaygınlaşmış ki, insanlar kendi dillerinin içine sinmiş o şiddeti görmekten yoksunlar. İki taraf için de söz konusu; hem ‘evet’ hem ‘hayır’ diyenler için geçerli bu. ‘Hayır’ın böyle bir noktada bu tür bir şiddete hayır, dildeki şiddete hayır, aşırı milliyetçiliğe, ayrımcılığa, ırkçılığa hayır demek olduğunu düşünüyorum.

S.P. Ama bir taraftan referandum da çok dikotomi yaratan, insanları ‘evet’- ‘hayır’ cephesinde kutuplaştıran bir dil yaratmış oluyor. Bunun da üzerinde durmak lazım. Bu anlamda iktidarın körüklemiş olduğu bu referandum Nur Betül’ün söylediği gibi bir anlamda da dili daha çok sertleştirecek, başka bir anlamda çözümsüzlüğe götürecek, insanların daha uçlara savrulmasına yol açacak bir ortam da yaratmış oluyor.

Süreyya Karacabey: Hayır, Gezi gibi

Geldiğimiz nokta, yaşadığımız coğrafyayla ilgili bizi çok yakıcı şeylerle karşılaştırdı. Hayat bize bunun dışında durmak gibi bir seçenek bırakmadı. Ama ‘hayır’ın benim için tıpkı Gezi’de olduğu gibi, bize benzer insanları, artık bir şeylerden sıkılmış insanları bir araya getirdiğinde yeni bir başlangıç için bir moment oluşturabilme potansiyeli nedeniyle bir anlamı var. Yoksa sandıklara sıkıştırılmış hiçbir soru ve cevabın benim için bir değeri yok. Hayır. Elbette hayır. Çünkü böyle yaşamaktan herkes gibi mutsuzum. Batı sadece Kürt illerindeki yıkımı, bodrumlarda öldürülen insanları seyretmedi. Biz orada marjinalize edilirken aslında çok da büyük bir siyaset yapıyor değildik. İnsan olmanın hakkını yerine getiriyorduk. En çok da bunun terörle ilişkilendirilmesine gülüyorum. Ama bu çok eski bir hikâyedir, artık terör kelimesinin içini boşaltacak kadar. Her enflasyon anlamı devalüe eden bir sonuç yaratır. Burada da böyle oldu. Batı sadece Kürt illerine duyarsız ve kayıtsız bakmadı. Batı öyle bir örgütlenmiş yurttaşlık sistemi içerisinde yetiştirildi ki, kendi illerindeki haksızlıklara, kendi emeklilik hakkına, inşaatlardan düşüp ölen kendi işçilerine, sokaklardaki mültecilere… Aklınıza gelebilecek her şeye duyarsız kalan bir çoğunluktan bahsediyoruz.

90’lı yıllarda ben hep şöyle bir iyimserliğe sahiptim; politikayla ilgilenen ya da Özgür Gündem’de muhabir arkadaşı olan birisi olarak şöyle diyordum: Kimse yazmıyor, televizyonlar göstermiyor, insanlar bunu görürse bir tepki verir. Bu bölücü bir örgütle devlet arasındaki savaşı aşmış bir şey. Hak ihlalleri her gün yaşanıyor.

Şimdi ben bu son yıllarda “herkes her şeyi biliyor”a çarptım. Şakran Cezaevi’nde bir şey olduğunda “Yok dedim, çocuklara kıyamayız”. Kimse sesini çıkarmadı, yine üç dört insan gitti oraya. Çocukların bile tecavüze uğramasına, hapishane denilen korkunç yerlerde işkence görmesine karşı çıkar, sokağa dökülürler diye düşündüğüm zaman da kimse bir şey yapmadı. Yani sadece Kürtleri seyretmiyoruz, birbirimizi de, birbirimizin acılarını da seyrediyoruz.

“Bir anarşist olarak hiçbir şeye evet diyesim yok”

Üniversiteler boşaltılırken yukarıdaki hocalar “gürültü oluyor, ders yapamıyorum” diye dekanlığa haber gönderebiliyor. Bu da bir seyretme biçimi. Kentsel dönüşüme uğramış yerlerde gecekonduların nasıl korkunç bir işbirliğiyle rant alanına dönüştürüldüğünü herkes biliyor. ‘Bilgisizlik’ ile ilgili bir sorun yok burada. Buna rıza göstermeyi sadece içinde bulunduğumuz AKP dönemine ait bir olgu olarak da görmüyorum. Bu Cumhuriyet’in başından beri bir yurttaşlık, sindirilmişlik biçimi.

Geçtiğimiz gün Sabahattin Ali‘nin ölüm yıl dönümüydü. Tarihin her anında ağzını açmak, doğal bir biçimde insan gibi yaşamak arzusu, o niye aç, bu neden işkence görüyor demek bu ülkede baskı görmüş. Neticede sindirilmiş politikalarla sessizleştirilmiş bir kitleyle karşı karşıyayız. Ben aslında topyekun bunların hepsine ‘hayır’ diyorum. Bir anarşist olarak hiçbir şeye evet diyesim yok. Türkiye’ye, Amerika’ya, Ortadoğu’daki o kirli politikalara, muhalif görünenlerin kirlenmişliğine, kendi içimizdeki beyazlığa, aslında bir kibirle ötekiyle kurduğumuz ilişkiye… Tarihin öyle bir noktasındayız ki, ben kişisel olarak konvansiyonel siyaset yapma biçimlerini, birilerinin temsil yetkisiyle mecliste karşıma çıkarılmasını problemli buluyorken benim karşıma kaçıncı yüzyıldan kalma bir sistemi çıkarmalarını utanç verici buluyorum. Bunların hepsine  ‘hayır’ dememiz gerekiyor.

Çelik: “Hayır” demek yurttaşlık görevi

Ü.D. Halkoylamasının ya da referandumun seçmenin tercihini ‘evet’ ve ‘hayır’ın içine hapsettiği için özünde demokrasiye ket vuran bir uygulama olduğunu söyleyebilir miyiz?

N.B.Ç. Sonuçta geldiğimiz nokta, bizi bu tür bir sistem içinde hayır derken,  klasik, bilindik 19. yüzyıl tipi bir liberal demokrasinin ilkelerini savunur halde bırakıyor. Zaten bütün problem burada. Parlamenter sistemi, temsil sistemini eleştirebiliriz; demokrasi alışverişi içerisindeki eksiklikleri dile getirebilir, başka bir sistem tartışması yapabiliriz; ama sorun bu değil. Bütün bu insan hakları ihlalleriyle birlikte düşünüldüğünde, hemen hepsi 19. yüzyıl içinde mücadelesi verilmiş temel hak ve özgürlükleri yeniden savunmak durumunda kalıyoruz. Şu anda aslında savunduğumuz klasik liberal demokrasidir ve bunu savunuyor olmak bir siyaset bilimci için zuldür. Öyle ki o günden bu yana teorinin tartıştığı her şeyi unuttuk, geri döndük. Daha başlangıçta bizim kazanımlarımız olarak kabul ettiğimiz bu temel hakların yeniden inşası için bir mücadele yürütüyoruz.

Bütün dünyada bu mücadele var. 11 Eylül’den, belki de daha öncesinden başlayan ve giderek taviz verilen bu haklar üzerinde çok büyük bir baskı var; bütün bu olup bitenlere ses çıkarmayan bir büyük kitleyi dünyanın her yerinde görüyoruz. Çünkü hakların kendilerine sağladığı korunaklı bir alan var ve henüz tam olarak bu alanın işgal edilmediğini varsayarak mücadele başlatmıyorlar. Bizse çok daha çıplak bir biçimde bu hakların elimizden birer birer nasıl sökülüp alındığına tanık oluyoruz. Tabii bu da bizi bunları savunmaya itiyor.

“10 yıl önce demokrasinin niteliğini tartışıyorduk”

Bu yüzyılda halen temel hakları savunacağımı bana birileri on yıl önce söyleseydi inanmazdım. 10 yıl önceki tartışmalarımız demokrasinin niteliği üzerineydi. Temsili demokrasi mi, müzakereci demokrasi mi, radikal demokrasi mi tartışması yapıyorduk ve radikal demokrasi kavramı üzerine yoğun bir teorik tartışmanın yanı sıra ciddi politik bir pratiğin de dünyada var olmasını sağlamaya çalışan gruplar vardı. Şimdi bunların hangisi kaldı acaba? Farklı pozisyonlar, kendi içlerinde kendi duruşlarını savunamaz hale getirildiler. Politik konumlarımızı yitirdik. Bir ‘hayır’a hapsedilmek sonuçta bunun işareti. ‘Hayır’ tabii ki diyeceğiz, bu bir yurttaşlık görevi aynı zamanda, ama bunun böyle bir politik anlamı da var.

S.K. Mungan’ın bir lafı vardır, “Ne kadar giyinirsen giyin, ülken kadar soyunursun”.  Bizim halimiz odur. Başka bir düzlemde başka şeyler tartışmamız gereken bir birikimden “nasıl var olabilirim” düzeyine düşürdüler bizi.

Ü.D. Evet, içinde bulunduğumuz şartlar altında biz temel demokratik kazanımları sürdürebilmek adına ‘hayır’ diyoruz. Peki bu ‘hayır’ın oturduğu zemin üzerinden bakacak olursak, referandum kendi başına ‘hayır’ etrafında bir araya gelmiş bir yurttaşlar grubunun, yeni bir siyaset anlayışı demek belki çok uzak ama, en azından bu birlikteliği daha fazla demokrasi talebi etrafında sürdürmesine yol açacak bir adım olabilir mi?

Karacabey: Bir fırsat eşiğindeyiz

S.K. Bu bir referandumdan çok plebisite benziyor. Bu sıkıştırılmış yerde, ‘hayır’ın yüksek bir sesle çıkması yine de çok önemli. Belki heterojen kimliklerin yan yana nasıl var olacağının, alternatif muhalefet etme biçimlerinin gözden geçirilebileceği bir duruma yol açacak. Birtakım ezberler ya da gerçeklikler üzerinden inşa edilmiş bir ortamda yaşıyoruz. “Biz bunu istiyoruz” derken siz dedikleri hep azınlık oluyor. Bizim yaşam alanlarımıza, bizim düşünme biçimlerimize, var olmamıza yönelmiş bir tehdit. Kendine sol diyen siyasetlerin de belki oturup bunun üzerine yeniden düşünmesi gerekiyor.

‘Evet’ ve ‘hayır’daki dilin başkalarını aşağılama üzerinden kurulmaması gerekir.

Nur Betül’ün söylediği gibi ben de çok sıkıldım sürekli birinin beni korkutmasından, masum isteklerimin kriminalize edilmesinden, sürekli tehdit edilmekten çok sıkıldım. Ama bir bakıyoruz, o ‘biz’ dediğimizin içindeki bazı unsurlar da bizi aynı şekilde tehdit ediyor. Bunları tartışabilmek için önce bir zemine ihtiyaç var. Biz bunları tartışamayacak kadar dağınık olduğumuzu varsayıyoruz hep. Ayrı düşüncelerde bile olsak daha insancıl bir iklimde nasıl bir arada “yaşayabiliriz”in dilbilgisine girmemiz gerekiyor. İnsanların sadece kimliklerinden dolayı, aidiyetlerinden dolayı cezalandırılması inananlar için günah, seküler olanlar için de adalet duygusunun zedelenmesi anlamına geliyor. Böyle bir fırsat eşiğindeyiz.

N.B.Ç. Konuşurken benzer hatalar yapıp kategorilere ayırıyoruz. Dolayısıyla ne kadar heterojen olduğunu düşünsek de “biz” dediğimizde dilimiz onu homojenleştiriyor. Biraz önce Sibel’in söylediğine geri dönecek olursak, gerçekten de insanların hepsi evlerinde oturup olup biteni seyrediyor mu?” Bu ideolojinin mantığı, “biliyorlar, buna rağmen yapıyorlar.” Ya işlerine öyle geliyor, ya o sırada ne yapacaklarını bilmiyorlar, ya kendilerini yalnız hissediyorlar. Modern insan yalnız insan bir taraftan da. Çok büyük kalabalıklarla, çok fazla mesajla sarmalanıyorsa da, aslında yalnız ve nereden başlayacağını bilmiyor. Seyredenlerin bazılarının bir vicdana sahip olduğunu düşünmek istiyorum. Aksi halde hiç umudum kalmayacak.

Bu bir referandum değil, bir plebisit. AKP’nin her zaman yaptığı gibi, kritik dönemlerdeki kriz anlarında plebisitçi mantığı ortaya koyduğunu biliyoruz. Bunu iktidarları boyunca sık sık yaptılar ve bu sonuncusu çok önemli bir kriz. Bunu aşmak için de cumhurbaşkanının yetkilerini iyice artırmak ve bir anlamda sistem değişikliği olabilecek bir yapılanmayı bir plebisitle olanaklı kılmak çözüm olarak görüldü. Çünkü burada o her fırsatta referans verdikleri “milli irade”nin tecelli ettiğini söyleme şanları olacak. Bu nedenle de ‘hayır’ın çıkması önemli bir moment oluşturacak. İktidarın zaten büyük bir çatlağı var ve güçlü bir ‘hayır’ bunu bir kırılmaya, derin bir yaraya dönüştürebilir. O yarığı genişletmek bizim elimizde ancak ondan sonra işimiz bitmiyor, tekrar mücadele etmek gerekecek.

S.K. Hayır aslında iktidar bloğunun da işine yarayacak bir şey. Onların çıkarları ve bizlerin çıkarları birbirinden ayrı şeyler değil. Bir arada yaşayabilmemizle ilgili bir şey. İfade özgürlüğü, evrensel haklar dediğimiz şeyler AKP seçmenini de ilgilendiriyor. Çıkmışlar bir uçurumun kıyısına, bizi de sürüklüyorlar. Biz aslında düşmanca bir şey yapmıyoruz. Bir yerde durun diyoruz sadece. Aslında bunlar olumlu şeyler. Bu referandumdan hemen sonra ya da yarın değil ama Brecht “Bütün yanılgıları tüketmeden yeni bir şey başlatamayız” der; biz de o yanılgıları tüketiyoruz. Milliyetçilik, din ve siyaset ilişkisi, içimizdeki o korkunç beyaz, kendimizi ve ötekileri ayırdığımız bölgeler… Bütün bunlara ilişkin, evinde oturup sadece seyreden de bundan azade değil. Dolayısıyla bu bir hesaplaşma zamanı. Bu yanılgılar tüketildiğinde ve biz onun şiirinde olduğu gibi bir hiçle karşı karşıya kaldığımızda yeniden yaşanabilir bir dünya üzerine hayal kurmaya başlayacağız.

Perçinel: Bonoboların bu çaresizliği kıracağını umuyorum

S.P. Bu çok uzun bir zaman alacak elbette. Bu yüzleşme, hesaplaşmanın diyalog içinde, müzakerelerle olması gerekiyor. Dilin şiddet içermemesi gerekiyor. Biraz evrim teorisine gireceğim bu noktada.

Bize hep anlatılan şempanzelerden geldiğimiz hikâyesi vardır. Oysa yaklaşık iki milyon yıl öncesinde şempanzeler ve Bonobolar denilen iki ayrı tür vardı. Birbirlerinden çok farklılar. Şempanzeler çok mülkiyetçi, kavgacı, şiddet dili olan, erkek egemen bir topluluğa sahipken, Bonobolar ise kadın dilinin hâkim olduğu, çok daha şefkatli, eşitlikçi ve barışçıl bir dili kullanan bir topluluk. Referandum sonrasında ‘hayır’ın nasıl bir dönüşüm yaratabileceğine bu noktadan bakabiliriz. Bize hiçbir zaman Bonobolardan söz etmediler. Oysaki bizim içimizde hem Bonobolar, hem de şempanzeler var. İktidar dili, bize atalarımızın şempanzeler olduğunu söyledi. Hayır çıkarsa, ‘hayır’ bize Bonoboların içimizde çoğalabileceği umudunu verecek. Anketlerde gençlerin referandumda oy kullanmayacağı söyleniyor. Bunun nedeni çok ciddi bir çaresizlik ve umutsuzluk yaşamaları. İçimizdeki Bonoboların bu çaresizliği, umutsuzluğu kıracağını ve yeniden bir yaşama umudu yeşerteceğini umuyorum. (ÜD/HK)
(http://bianet.org/bianet/siyaset/185199-ihrac-edilen-dort-akademisyen-neden-hayir-dediklerini-anlatti.. erişim 6.4.17)
==============================
Dostlar,

4 kadın akademisyen meslektaşımız sorunu ustalıkla ve ayrıntılı işlemişler..
Bizim ekleyeceğimiz bir şey yok gibi..
Okumak, özenle okumak, özdeşim (empati) ile okumak ve okuduğunu anlayarak
bir sonuç çıkarmak, o çıkarımın gereği meşru – haklı eylemi de koymak gerek..

Koyacağız, konacaktır, Türkiye’miz aydınlık birikimiyle bu lanetli yılları da aşacaktır.
Bu gün (6.4.17) Başbakan Yıldırım Kilis’te miting yaparken Suriye’de olup – bitenleri düzene sokmak için oraya girdiklerini söyledi.. Neresinden tutmalı ki? Tam da 6 yıldır olup bitenin, dökülen kanların, yitirilen canların… insanlık dramlarının nedeni – sorumlusu izlenen Batı taşeronu/maşası uydu Suriye politikası iken ve acı mı acı sonuçları süregelirken herhalde

  • merdi kıpti şecaatini arzedecekti sirkatin söylerken..Öyle de olmuştur bu gün (6.4.2017) Kilis’te Yıldırım’ın ve Balıkesir’de Erdoğan’ın ağzından..Ne denli yürek yakıcı ve utandırıcı, yüz kızartıcı.. insanlık suçunun ta kendisi değil mi??
    *****
    Sözü üstad Ahmed Arif’in görkemli ANADOLU şiirinden birkaç dizeye bırakalım :

     


Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.


Sevgi ve saygı ile. 06 Nisan 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

KHK’ler – haksız ihraçlar ve ÖYP düzenlemesi YÖK önünde protesto edildi

ttb_logosu

KHK’ler – haksız ihraçlar ve ÖYP düzenlemesi YÖK önünde protesto edildi

1 Eylül günü yayımlanan 672 sayılı KHK ile işten çıkarılan, görevlerinden alınan, kadroları değiştirilerek güvencesizleştirilen üniversite öğretim üyeleri ve araştırma görevlileri 22 Eylül 2016 günü Ankara’da Yükseköğretim Kurulu (YÖK) önünde eylem yaptı.

Türk Tabipleri Birliği, Eğitim Sen ve SES’in çağrısıyla gerçekleştirilen eyleme TTB İkinci Başkanı Prof. Dr. Sinan Adıyaman, Ankara Tabip Odası (ATO) Başkanı Prof. Dr. Vedat Bulut ve ATO Yönetim Kurulu üyesi Dr. Onur Naci Karahancı, TTB önceki dönem Merkez Konsey üyeleri, çok sayıda hekim ve akademisyen destek verdiler. Kocaeli Üniversitesi’nde “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirgeye imza veren öğretim üyeleri arasında olan ve 672 sayılı KHK ile işten çıkarılan öğretim üyelerinden Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Prof. Dr. Nilay Etiler, Prof. Dr. Ümit Biçer, Prof. Dr. Zelal Ekinci, Prof. Dr. M. Cengiz Erçin ve Doç. Dr. Özlem Özkan da eyleme katılan isimler arasında yer aldı.

Saat 13.00’te YÖK önünde biraraya gelen grup adına ortak açıklamayı akademisyen ve Eğitim Sen 5 No’lu Şube Yöneticisi Aysun Gezen okudu. Gezen, KHK’ler ile özlük haklarının ellerinden alınmasına neden olan 50/D’nin ve haksız ihraçların geri çekilmesini istedi. Gezen, şunları söyledi:

  • “AKP’nin kamu rejiminde yaratmak istediği dönüşüm karşısında emek mücadelemizi meslek örgütleri, emek ve demokrasi güçleri olarak omuz omuza, dayanışma içinde kararlılıkla sürdüreceğiz. Taleplerimiz açık ve nettir. Haksız ve hukuksuz açığa almalara, ihraçlara son verilmeli, arkadaşlarımız görevlerine iade e dilmelidir. KHK ile yapılan ÖYP düzenlemesi geri alınmalı, herkese iş güvencesi sağlanmalıdır.”

Basın açıklamasının okunmasının ardından, Eğitim Sen Genel Sekreteri Mesut Fırat, SES Eş Genel Başkanı Gönül Erden, KESK MYK üyesi Ramazan Gürbüz, TTB İkinci Başkanı Prof. Dr. Sinan Adıyaman, HDP milletvekilleri Hişyar Özsoy ve Mehmet Ali Aslan ile işten çıkarılan akademisyenler adına Kocaeli Üniversitesi’nden Doç. Dr. Hakan Koçak birer konuşma yaptılar.

‘Darbe bahane’

TTB İkinci Başkanı Prof. Dr. Sinan Adıyaman, işten çıkarılan akademisyenlerin bir bölümünün darbe kalkışmasından önce “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildirgeye imza attıklarını ve barış istedikleri için soruşturulduklarını hatırlatarak, bu isimlerin 15 Temmuz’dan sonra ise darbe kalkışması bahane edilerek üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırıldıklarını kaydetti. Adıyaman,

  • “Biz her şeyin farkındayız. Bunlar barış istemiyorlar, çatışmasızlık istemiyorlar, isteyenleri de cezalandırıyorlar. Bizler bu arkadaşlarımızla dayanışmak için buradayız. TTB olarak hepsini sevgiyle, saygıyla selamlıyoruz.” diye konuştu.

‘Geri adım attıramayacaklar’

Doç. Dr. Hakan Koçak da, 672 sayılı KHK’nin dünya hukuksuzluk tarihine geçecek bir belge olduğunu belirterek,

  • “Bizler hala ne ile suçlandığımızı bilmiyoruz. Barış İçin Akademisyenler bildirgesine imza attığımız için bu çuvalın içinde doldurulduğumuzu düşünüyoruz. Eğer neden bu ise bize geri adım attıramayacaklarını söylemek isterim.” dedi.

672 sayılı KHK’nin kendilerini kamu hizmetinden uzaklaştıramayacağını belirten Koçak,

  • “Biz her zaman kamu hizmetindeyiz. Kamunun çıkarları gereği emeğin yanındayız, kamunun çıkarları gereği iş cinayetlerine tepki gösteriyoruz, kamunun çıkarları gereği parasız, bilimsel laik eğitimi, özerk ve demokratik üniversiteyi savunuyoruz ve savunmaya da devam edeceğiz.” diye konuştu.

‘Üniversiteler bir bütün olarak tasfiye edilmeye çalışılıyor’

Türkiye’de üniversitelerin bir bütün olarak tasfiye edilmeye çalışıldığına dikkat çeken Koçak,

  • “Bizimle dayanışmak, aslında Türkiye’de üniversitenin tasfiye edilmesi sürecine karşı durmaktır. Yaşasın bilimsel, laik, demokratik üniversite mücadelesi, yaşasın barış.” diyerek sözlerini tamamladı.

Basın açıklaması, YÖK önünde çekilen halayların ardından sona erdi.
(http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/yok-6294.html, 22.9.2016)

=================================

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğuumuz Türk Tabipleri Birliği (TTB) Ankata Tabip Odası (ATO) nın bu girişimini, AKP iktidarının hukuk tanımaz eylemi bağlamında destekliyoruz.

Diliyoruz ki TTB;

  • Etnik temelli çok hatalı politikalarını artık bıraksın ve ulusalcı çizgiye gelerek tüm Türk hekimlerinin örgütü olsun..
  • “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz.” diyen Mustafa Kemal ATATÜRK‘ün onurlandırıcı rotasına girsin..
  • Sivas Kongresindeki Tıbbiye 3. sınıf öğrencisi Tıbbiyeli Hikmet‘in aziz anısına daha saygılı ve bağlı olsun..
  • 1915’te Çanakkale savunmasında tümü şehit olan İstanbul Tıbbiyesi’nin 1. sınıf öğrencilerinin ödenemez borcuna sahip çıksın.
  • 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ulaşan Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa’nın hemen yanıbaşında yer alan tıbbiyelilerin sevgin (aziz) anısına –daha da– hürmetli olsun…

672 sayılı OHAL KHK’si ile işlerine son verilen akademisyenlerin savunmalarının alınmaması kabul edilemez ve hukuk devleti işe asla bağdaşmaz.. Siyasal iktidar, OHAL bahanesi ile tüm karşıtlarını tasfiye etme patolojisinden sıyrılmak zorundadır.

Sevgi ve saygı ile.
25 Eylül 2016, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Tabip Odası Üyesi
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com