Etiket arşivi: El Nusra

Başımıza gelenlerin hikâyesi!

Başımıza gelenlerin hikâyesi!

Türkiye’de aydınlanmaya yönelik post-modern eleştiri, akıl ve bilim karşıtı gerici bir saldırıydı. Oysa, kapitalizm aşılmadan gerçek anlamda modernite de aşılamaz. Bu nedenle moderniteyi aşma yeteneğine sahip biricik eleştiri hâlâ Marksizmdir.

Bilindiği gibi, son dönemde adeta Ortaçağ medreselerinden fırlamış gibi kimi ilahiyatçılar insanları ve özel yaşam alanlarını tehdit eden fetvalar vermeye başladılar. Toplumun İslam aklının mühürlendiği, içtihad kapısının kapatıldığı ve bugünkü bütün arızaların kaynağı olan 10 ve 11. yüzyıla iade edilme girişimi hızlandı.

Yalova Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan bir ilahiyatçı, Prof. Abubekir Sifil, gazeteci Yılmaz Özdil ve Cüneyt Akman’ın cenazelerinin camilere alınmamasını istedi… Bir başka ilahiyatçı Ebubekir Sofuoğlu da ilahiyatlar ve o yetmiyormuş gibi yeni kurulan İslami ilimler fakülteleri dışındaki bütün üniversiteleri “fuhuş yuvası” ilan etti.
Peki, ülke buraya nasıl geldi? Bu çevreler büyük ve 300 yıllık aydınlanma geleneği olan bir ülkeye nasıl el koydular? Bunu düşündüm. Yanıtı basit aslında… Bunun nedeni sosyalizmden büyük vazgeçiştir. Liberal ideolojik hegemonya inşa eden ağırlığını dönek solcuların ve liberal solcuların oluşturduğu liberaller ile yeni gericiliğin kültürel-felsefi bakımdan önünü açan, “bütün kötülüklerin kaynağı” sanmak gibi bir aptallıkla saldırdıkları moderniteyi güya aşmak için Ortaçağ değerler dünyasına ve teolojik literatüre büyük kapı aralayıp, meşruiyet alanı tanıdılar.

Oysa, modernite ve aydınlanmaya yönelik eleştiri, akıl ve bilim karşıtı gerici bir saldırıydı. Ortaçağ dünyasını yeniden üretmeyi hedefliyordu. Ancak IŞİD, El Kaide, El Nusra gibi örgütleri üretebilir, en iyi olasılıkla İhvan-ı Müslümin hareketini iktidara taşıyabilirdi. Kaldı ki, İhvan, bütün radikal İslamcı hareketlerin fideliklerinden biriydi. AKP bile neredeyse öyle oldu.

O nedenle bu yazıda liberalizm, post-modernizm, yeni gericilik ve yeni ortaçağ üzerinde biraz durmakta yarar görüyorum. Bu hikâye, liberallerin, aptal entelektüellerin ve akademisyenlerin dramıdır. Günahları ve ihanetleri büyüktü, insanlığa maliyetleri ise çok ağır oldu.

Şimdi olaya biraz yakından bakalım. Halen Covid-19 tanısı nedeniyle hastanede tedavi gördüğüm için, kaçınılmaz olarak bu yazıyı hazırlarken biraz zorlanıyorum. Tedavi seansları çalışmayı sürekli kesintiye uğratıyor. O nedenle, sürdürmek istediğim bu tartışmaya sağlam bir zemin oluşturmak için aşağıdaki bölümleri, daha önce yayımlanan kimi çalışmalarımdan ve kitaplarımdan yararlanarak hazırladım. Ancak, ortaya yine de özgün bir makale çıktığını söyleyebilirim.

GERİCİLİĞE MEŞRUİYET ÜRETME AYMAZLIĞI

  • Bir sınıf olarak burjuvazi ve bir sistem olarak kapitalizm tarihsel ömrünü doldurmasına karşın, siyasal, ekonomik ve toplumsal varlığını sürdürmektedir.

İşçi sınıfı ve insanlık politik bir eylemle kapitalizmi aşana kadar da varlığını sürdürmeye devam edecektir. Ancak dünyanın içinden geçtiği bu tarihsel dönemeçte önemli bir farklılık vardır; burjuvazi artık kendi varlığını ve egemenliğini ahlaki ve siyasal bakımdan da açıklama yeteneğini yitirmiştir.

Bir başka anlatımla, liberallerin tersine bütün iddialarına karşın, bir sınıf olarak burjuvazi tarihsel meşruiyetini tüketmiştir.

  • Kapitalizm artık bütün insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit etmektedir.

Durum böyle olunca burjuvazi varlığını ve egemenliğini sürdürebilmek için yeniden meşruiyet üretmek ihtiyacıyla karşı karşıyadır. Bu nedenle, dünyada koronavirüs ile en başarılı şekilde mücadele eden ülkenin yoksul Vietnam olması hiç tesadüfi değildir.

Kaba bir çıkarsama yapma tehlikesini göze alarak denilebilir ki, post-modernizm son analizde bu meşruiyet oluşturma ihtiyacının bir ürünüdür.

Toplumlar çözüldükçe, özgürlük anlayışı da cemaatlerin, aşiretlerin, mezheplerin, dinsel ve etnik toplulukların serbestisine indirgeniyor. Modernitenin bir ürünü olan “vatandaşlık” bağı ve hukuku bile tasfiye edilmek isteniyor. Durum böyle olunca tuhaf bir hal yaşanıyor ve salt “vatandaşlık” hukukunu savunmak bile bugün neredeyse tek başına ilerici bir tutum haline geliyor.

PRE-MODERNİTEYİ POST-MODERNİTE SANMAK

Post-modernistlerin, liberallerin ve muhafazakârların aydınlanma ve modernite eleştirisi, tarihselciliğin ve toplumsal ilerleme fikrinin reddine dayandığı için, bu tarihsel dönemi aşma dinamiği taşımıyor. Son çözümlemede, mevcut olana, kurulu düzenin mutlaklığına insanlığı ikna etmek ve bir önceki çağın zihniyet dünyasını devralarak kapitalizmi tahkim etmek amacını taşıyor.

Bu anlamda, serbest piyasa düzenini açık ya da örtük şekilde uygarlığın son aşaması olarak kabul ettikleri için, kapitalizmi aşmaya yönelik her girişimi de bu anlayışın mantıki sonucu olarak “totaliter projeler” diye mahkûm etmeye çalışıyorlar. İktisadi planda ultra liberal bir tutuma, siyasal ve felsefi planda radikal ve gerici bir modernite ve aydınlanma eleştirisi eşlik ediyor.

Post-modernistler, aydınlanma ve modernite geleneğine karşı çıkarken, epistemolojik olarak aklın ve bilimin belirleyici konumunu reddediyorlar. Yeni gericiliğin temelini de işte bu yaklaşım, iddia, teori oluşturuyor. Bu görüş aydınlanmaya direnen Ortaçağ kilisesinin ve medrese İslamı’nın tezidir. Tıpkı teolojik ve dinci yaklaşımların ana tezinde olduğu gibi, Aydınlanma geleneğinin tersine, insan aklının sınırlılığına işaret ederek, aklın ve bilimin evreni, doğayı, toplumları ve tarihi tam olarak açıklamaya yetmediğini ileri sürüyorlar. Böylece dinsel dogmalar ve teolojik literatürü bilimle aynı düzeye yükseltmeyi deniyorlar.

MODERNİTE DEVRİMCİDİR!

Toplumsal ilerleme anlayışına, tarihselciliğe ve “büyük anlatılar” dedikleri ideolojilere karşı çıkan post-modernistler dolayısıyla sınıf mücadelelerinin, kapsayıcı toplum modellerinin, ideolojilerin ve nihayet bilimin de sonunun geldiğini iddia ettiler. Tarihselciliğin reddi, insanlığın bugünüyle geçmişi ve geleceği arasındaki bağı da kopardı. Geriye tayin edici olarak “bugün ve şimdi olan” kaldı.

Post-modernistler de toplumu maddi temellerinden bağımsız, her şeyi kapsayan kültürel bir olgu olarak ele aldı ve daha da önemlisi, kapitalizm yokmuş gibi davrandı. Toplumu, ekonomik süreçlerden ve sınıf mücadelelerinden bağımsız, geleneklerin ve yerel kültürlerin belirlediği tüketim ve yaşam tarzı kalıpları içinde değerlendirmeye başladı.

Oysa insanlık, modernitenin doğuşuyla sınıf mücadelesi verdiğinin de bilincine ulaştı. İnsan aklı kilisenin baskısından kurtularak özgürleşti, bilimi esas alan bir yaşam kurmanın kapılarını açtı. Bunun bir adı da, liberallerin uzun süre, siyasal İslamcılarla birlikte zavallıca alay ettikleri laiklikti. Laiklik iktidarın göklerden yeryüzüne indirilmesiydi. Devletin ve iktidarın kaynağını tanrısal değil, toplumsal alana taşımaktı.

Oysa insanlar laikliği tarihsel bir kazanım olarak insanlığın büyük yürüyüşünün tarihsel birikimi içine alınca, aklı ve bilimi özgürleştirince tarihin, toplumların, ekonominin, siyasetin yasalarını bulmaya felsefe ve bilimin gücünü hayata ve doğaya aktarmaya, dahası bütün bu temel alanlarda mücadelenin araçlarını geliştirmeye başladı.

İNSANI GELECEKSİZLEŞTİRMEK!

Aslında toplumların post-endüstriyel, kültürlerin de post-modern çağa girdikleri yönündeki iddianın ciddi hiçbir temeli yoktu. Önemli hiçbir analize dayanmıyordu. Sadece bir görüş olarak öne sürülüyor ve o kadar sık tekrar ediliyordu ki, reel sosyalizmin çözülmesinin de etkisiyle entelektüel planda neredeyse genel bir kabule dönüşmüştü. Dışında kaldınız mı mahalleden kovuluyordunuz.

Post-modernistler, toplumları maddi temelleri olmayan kültürel bir kategori, hatta ideolojik bir formasyon olarak değerlendirdi. Bu yaklaşımın kaçınılmaz sonucu olarak modernizm ile kapitalizm arasındaki bağı da koparıyorlardı. Böylece insanlığı da geleceksizleştirmeye, onu tarihi yapan bir özne olmaktan çıkarmaya başladılar.

Dolayısıyla post-modernizm, esas olarak bir Marksizm eleştirisiydi. Ancak, bu tavrını genel olarak modernite eleştirisi içinde gizledi. Sosyalizmi ve sosyalist kuramı, tıpkı faşizm gibi modernitenin bir ürünü ve totalitarizmin bir türü olarak göstermeye kalktı. Onlara göre bir çağ ve tarihsel evre olarak modernite kapanmıştı. Dolayısıyla moderniteyle birlikte onun ürünü olan Marksizmin çağı da kapanmıştı. İnanılmaz ama tez bu kadar basitti.

Bu tez, hiçbir bilimsel ve tarihsel temele dayanmıyordu, sınıfsal bağlamından koparılmış bir iddia olarak ortaya atılmıştı o kadar. Marksizm ve sosyalizm de “büyük anlatılar” arasında en gelişkin ve sistematik örnek olduğu için, kapitalizm aklanırken, esas olarak ve utanmazca teolojik bir sosyalizm eleştirisi yapıldı.

  • Oysa, kapitalizm aşılmadan gerçek anlamda modernitenin aşılması da mümkün değildir.

Bu nedenle -liberaller kusura bakmasınlar ama- moderniteye yönelik ve onu aşma yeteneğine sahip biricik eleştiri hâlâ Marksizmdir. İroniye bakın ki, bu anlamda Marksizm, tarihin ilk ve en tutarlı post-modern akımıdır.

Bugünkü cehennemin yollarını döşeyen asıl akım, işte bu yeni gerici yıkıcı ideolojik akımdı. Şimdi, başta liberaller olmak üzere o cehennemin ateşinde kendileri de yanıyor.
=============================
Dostlar,

Gazeteci – yazar, akademisyen – Sosyoloji Doktoru dostumuz Sn. Merdan Yanardağ, bilindiği ve kendisinin de bu yazının girişinde belirttiği üzere, KOVİT-19 tanısıyla hastanede yatmakta. Ancak, tüm olanaklarını, bedensel – mental gücünü kullanarak, zorlayarak Aydın sorumluluğunun gereklerini gene de yerine getirmeye çabalamakta. Hafta içi akşam saat 20:00’de başlayan 18 + 18 dakika programına hastane odasından katkı vermekte günceli izleyerek. Cuma gecesi 5. Boyut oturumunu yönetmedi, hekimlerin dinlenmesi önerisiyle.
Hafta sonu ise gene “iş başında” idi ve okuduğunuz çok nitelikli ve derinlikli kuramsal politik irdelemesini (siyasal analizini) haftalık olarak yazmakta olduğu BİRGÜN Gazetesine ve okuyucularına ulaştırdı.
Böylesi bir çaba ancak alkış ve teşekkürle karşılanabilir, biz de öyle yapıyoruz.
Diliyor ve umuyoruz ki, Dr. Merdan Yanardağ KOVİT-19 hastalığını da geçmişte aştığı pek çok yaman badire gibi geride bırakmasını bilecek ve yiğit – harman yüreğiyle Türkiye Aydınlanmasına paha biçilmez değerde kuramsal ve eylemli katkılarını sürdürecektir.

Sevgi ve saygı ile. 21 Aralık 2020, Ankara

Prof. Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BSc
Ankara Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı (E)
Sağlık Hukuku Uzmanı, Siyaset Bilimi – Kamu Yönetimi (Mülkiye)
www.ahmetsaltik.net         profsaltik@gmail.com
facebook.com/profsaltik     twitter  @profsaltik 

 

 

BADEMLER KARAR VERDİLER

Bademler Karar Verdiler

BADEMLER KARAR VERDİLER

Rıfat Serdaroğlu
02 Mayıs 2020
https://www.medyasiyaset.com/bademler-karar-verdiler/

Bademlerin bilinen niyetleri, halkın “tabak gibi” dediği ayın on dördü gibi belli oldu. Son RTÜK saçmalıkları ve tutuklamalar bunun işaretini verdi.

Türk Milleti ile savaşmaya karar verdiler.
Yıllardır döşedikleri taşların istikameti de açık olarak belli oldu.
Bademlerin istikameti, İran tipi bir İslam Devleti

Başarabilirler mi?
Böyle giderse başarırlar!
Bu ülkede Askeri Okullar kapatılırken, Askeri hastaneler yok edilirken, Türk Ordusuna cemaat-tarikat artıkları doldurulurken, Suriye’de – Libya’da Türk Ordusu El-Nusra militanlarıyla birlikte savaştırılırken, üstelik bu ihanetler kendi generallerimizin Bademlerle işbirliği ile yapılırken, Türk Milletinin ekmeğini yemiş, suyunu içmiş görevdeki BİR ORGENERAL bile ses çıkaramıyorsa korkuyorsa, başarırlar…

Yarın bu general müsveddeleri, tıpkı Boğaz köprüsünde olduğu gibi, insanlarımız Sadatçı militanlar- Suriyeli katiller- mafya elemanları tarafından öldürülmeye başlandığında, Badem de Türk Genelkurmayına “Hiçbir asker sokağa çıkmayacak” diye emir verdiğinde, emre uyarlar ve insanların katledilmesini utanmadan seyrederler…

Bu ülkede, vatandaşın can ve mal güvenliğinden birinci derecede sorumlu Emniyet Genel Müdürlüğü, zimmetindeki yüz binden fazla uzun namlulu otomatik silahı kaybediyorsa (!) Emniyet Teşkilatı, tarikat yuvası haline dönüşüyorsa ve kendilerini sadece Bademleri korumakla görevli olarak görüyorsa, başarırlar…

Bu ülkede Bademler tarafından hemen her gün Anayasa çiğnenirken, yasalara uymamak günlük olay haline gelmişken, Savcıların ve Yargıçların bir kısmı Bademlerin her dediğini emir kabul edip yerine getirirken, insanlar hapishanelerde suçsuz yere yatarken, hukuk devleti yok edilirken, görevdeki bir Yüksek Yargıç itiraz sesi çıkarmıyorsa, başarırlar…

Humeyni Devrimi sonucu İslam Devleti İran’a bu şekilde geldi. Peki, neler oldu?
Geldiği gün, öncelikle o generaller ve Polis şefleri öldürüldü!
Kadın Yargıçları çarşafa sokup, eve kapattılar. Yerlerine Kadıları koydular.
İran’ın aydınları-gazetecileri-üniversite hocaları ya öldürüldü ya düzene uydular.

Türk Milletini ayağa kaldırması gereken muhalefet partileri, Bademlerin uydusu haline gelmişse,gerçeklerden kopmuşlar ve muhalefette olmaktan mutlularsa, güle oynaya başarırlar…

Olmaz mı diyorsunuz? Başaramazlar mı diyorsunuz?

En az “Kozmik Oda” kadar önemli “Türk Tarih Kurumunun” başına kimi getirdiler, farkında mısınız?
Ahmet Yaramış adlı kişi, Atatürk düşmanlarıyla el ele olan biridir.
Mustafa Armağan gibi “Atatürk Düşmanı” biriyle konferanslar veren biridir. İskilipli Atıf gibi, Atatürk’ü kafir ilan edip öldürülmesi için fetva veren, Kuvvai Milliye ve taraftarlarına kafir diyen İngiliz Muhipleri üyesini öven biridir.

  • Bu atama açıkça Türk Devletine ve Türk Milletine hakarettir.

Bunu yapan Bademler, her şeyi yapar.
Çare, Anayasamızın bizlere verdiği demokratik direnme hakkımızı kullanıp, bu İhvan saldırısının önüne Türk Milletinin direncini koymaktır.

İşte Çoban Ateşi Hareketi bu günler için kuruldu!
Herkes sahip çıkacak. Kenardan seyretmeyecek. Bu mücadele bir siyasi mücadele değildir. Yapılacak olan mücadele Türk Milletinin var olma mücadelesidir.

Biz bu mücadeleyi gücümüz tükenip, yere düşünceye kadar yapmaya amadeyiz.

Takdir Yüce Türk Milletinindir.

Dış politikada oyun kurma İdlib ve Filistin

Dış politikada oyun kurma İdlib ve Filistin

Bugünlerde yandaş basında, “Türkiye Ortadoğu’da oyun kurucu oldu” söylemi çok sık tekrarlanıyor. Oysa dış politikada, oyun kurucu olmak büyük bir iddiadır. Bugünkü koşullarda süper güçler bile tek başına oyun kuramıyorlar.

Örneğin ABD, Ortadoğu’da oyun kurarken yanına Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Umman, Mısır ve İsrail’i; konu Akdeniz olduğu zaman yanına Yunanistan ve Kıbrıs’ı alıyor.

Rusya’nın da Ortadoğu’da oyun kurarken yanında İran ve Suriye, kimi zaman da Türkiye oluyor.

Bu nedenlerle yandaş basının “Türkiye, Ortadoğu’da oyun kurucu oldu” söylemi içi boş bir kuruntudan ibarettir.

Bugünlerde Ortadoğu giderek daha da karışıyor. İdlib’de savaş sürüyor. Fırat’ın doğusunda ABD – Rusya rekabeti sertleşiyor. ABD Başkanı Trump ve İsrail Başbakanı Netanyahu tartışmalı bir barış planı açıkladılar. Bu gelişmelerin arka planına bakıp irdeleyeceğiz.

İdlib’de ne oluyor?

Hatay sınırında bulunan İdlib’de iç savaş sürüyor. Astana ve Soçi’de ulaşılan ateşkes bir yana itildi. Rus destekli Esad güçleri İdlib’de giderek genişleyen bir alan egemenliği sağlamış bulunuyor.

Bilindiği gibi İdlib, Suriye merkez hükümeti Esad’a karşı olan muhalefet güçlerinin son kalesi olarak kabul ediliyor. Çünkü İdlib, büyük oranda El Nusra bağlantılı askeri güçlerin denetiminde bulunuyordu.

Esad’a bağlı Suriye ordusunun Rusya’nın desteğiyle İdlib’deki ilerleyişi bu nedenle önemlidir. Esad güçlerinin İdlib’in güneyindeki Maaret el Numan’ı ele geçirdiği bildiriliyor. Şam merkez hükümetinin amacı çok stratejik olan M-4 ve M-5 karayollarına tümüyle egemen olmaktır. Bu hareket, Rus savaş uçaklarının desteğiyle yapılıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu yeni gelişme karşısında cuma günü (31.01.2020) Ankara’da, hem Suriye’ye hem de Moskova’ya karşı çıktı ve “Maalesef Rusya, Soçi’ye de Astana’ya da sadık değil” dedi. Hatta Rusya’ya, “Türkiye ile Suriye arasında bir seçim yapma” çağrısında bulundu.

Bu açıklamalara karşı Moskova, “Rusya, Soçi Mutabakatı’ndaki tüm yükümlülüklerini yerine getiriyor” diye yanıt verdi. Putin’in siyasi sözcüsü Peskov ise “Bölgede çok sayıda terörist grup faaliyetlerini sürdürüyor. Bunlar hem Suriye ordularının mevzilerine hem de Rusya’nın Hmeymim Üssü’ne sürekli saldırı düzenliyorlar.” dedi.

Bu yanıt aslında Erdoğan’a bir cevap niteliğinde.

  • Rusya, Türkiye’ye “İdlib’de sizin koruduğunuz aşırı dinci gruplar Rusya’nın Suriye’deki askeri üslerine saldırıyorlar… Biz de yanıt veriyoruz.” demek istiyor.

O kadar kolay değil

Erdoğan, Ankara’da AKP’nin il başkanları toplantısında (30.1.2020) “Suriye’de İdlib’e karşı askeri operasyon seçeneğini yeniden kullanacaklarını” söyledi.

Ancak Ortadoğu’da koşullar kâğıt üzerinde göründüğü gibi değil… Türkiye, İdlib bölgesinde, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarını yaparken hava sahasında Rusya’nın desteğini almıştı. Oysa bu kez Rusya, hava desteğini Esad’ın güçleri lehine kullanıyor. Bu nokta unutulmamalıdır.

İdlib’deki savaş yeni bir göç dalgasını harekete geçirdi.

  • Türkiye, Suriye’den gelecek göçlerin baskısı altındadır.

Uzun süredir gerek Rusya gerek İran gerekse muhalefet partileri siyasal iktidarı, Suriye’de Esad’la barışıp yeni bir politika izlenmesini öneriyorlar. Siyasal iktidar bu yola girseydi İdlib’de bugünkü karmaşa ile karşılaşmamış olacaktık.

ABD-Rusya çatışması mı?

Türkiye için 1. derecede stratejik alan olan Fırat’ın doğusunda ise ABD – Rusya rekabeti sertleşme noktasına geliyor. Geçen hafta bu bölgede Kamışlı’ya gitmek isteyen Rus devriye gücünün M-4 karayolu üzerindeki Tel Tamir’de ABD devriye birlikleri tarafından durdurulduğu uluslararası basın çevrelerinde belirtildi.

Petrol yatakları o bölgenin önemini artırıyor.

  • ABD, bölgede petrol yataklarını koruyan PKK/PYD’yi açıktan korumakta ve birlikte hareket etmektedir.

CENTCOM, PKK/PYD ile birlikte

Nitekim, ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı General K. McKenzie, o bölgede konuşlanmış olan ve Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adı verilen, aslında PKK’nin denetiminde olan terör örgütleri oluşumunun sorumlusu Mazlum Abdi ile geçen hafta görüştü. Görüşmeyi netleştiren fotoğraflar dünya basınına servis edildi.

General McKenzie, petrol alanlarının korunması yolunda Mazlum Abdi’nin denetiminde olan PKK/PYD’ye yardımlarının süreceğini tekrar ve resmen açıkladı.

Filistin’de tek taraflı anlaşma

Geçen hafta bir başka önemli gelişme, ABD Başkanı Trump’ın Filistin sorununun çözümü için “Yüzyılın Anlaşma Planı” adı verilen projeyi açıklamasıdır. Beyaz Saray’da yapılan bu açıklamada Trump’ın yanında İsrail Başbakanı Netanyahu da yer aldı.

Anlaşmanın yapılış biçimi, açıklanışı ve içeriği çok tartışmalıdır. Filistin halkına sorulmadan yapılan tek taraflı bir bildiri niteliğini taşımaktadır.

Açıklanan anlaşmanın siyasal ranta dönük olduğu da belirtiliyor. Bilindiği gibi şu sıralarda Başkan Trump, ABD Senatosu’nda sorgulanıyor. Netanyahu hakkında da yolsuzluk iddiası ile soruşturma sürüyor. Her iki lider siyasal açıdan sıkıntıda ve böylesi bir noktada hassas bir konu olan Filistin konusunda siyasal ranta dayalı şov yapıyorlar. Açıklanan planın ekonomik ayağında Filistin için 50 milyar dolarlık bir fon oluşturuluyor. Bu fonun finansmanını ise Suudi Arabistan, BAE ve hatta Katar’ın karşılayacağı belirtiliyor. Mahmud Abbas da Filistin’in satılık olmadığını bildirdi.

Ders almak

Filistin’i tümüyle ortadan kaldıran ABD – İsrail planı Suriye dışında, Mısır dahil bütün Arap devletleri tarafından destekleniyor. Türkiye’nin bu gibi Filistin planlarına karşı çıkması eski politikasının devamıdır ve doğrudur. Ancak bir doğru daha var : Bu yeni tablo karşısında, bir zamanlar her vesile ile Suudi Arabistan’a giden, krala büyük “hürmet” gösteren siyasi liderlerin artık düşünmeleri gerekir. Filistin’i yok edecek olan bu son planın tüm Arap ülkeleri tarafından onaylanması ve İdlib’deki son gelişmelerden ders almak gerekir.

Bu durumlar ibret vericidir.

  • Türkiye’nin din ve mezhebe dayalı dış politika çizgisinden hızla uzaklaşması gerektiğini gösteren çok anlamlı tablolardır.

Yazımızın ilk cümlesini yineleyelim: Ortadoğu’da oyun kurucu olmak kolay değildir ve bu çok iddialı bir söylemdir.

Cumhuriyet / Olayların Ardındaki Gerçek, 02 Şubat 2020

Din adına yapılan katliamlar

Din adına yapılan katliamlar

Örsan K. Öymen
Cumhuriyet, 25.3.19
  • Ahlak dinin tekelinde değildir.
  • Ahlaklı olmak için dine gereksinim yoktur.

Ahlakın tarihi dinin tarihinden daha eskidir. Ancak dinlerin de bir ahlak anlayışı vardır. Dinler de insanlara merhametli olmayı, vicdanlı olmayı, adil olmayı öğütlerler. Ancak nasıl oluyorsa, din adına hareket ettiğini iddia eden bazı odaklar, ahlakı yerle bir ediyorlar, her türlü merhametsizliği, vicdansızlığı ve zulmü gerçekleştiriyorlar, insanları katlediyorlar.

Ortaçağda haçlı seferlerinde yaklaşık 2 milyon insan katledildi.

Yine aynı çağda Avrupa’da, yaklaşık 35 bin kadın, cadı ve büyücü olduğu iddiasıyla yakıldı.

Avrupa’da 1618- 1648 yılları arasında gerçekleşen 30 yıl savaşlarında, yaklaşık 7 milyon insan öldürüldü. Ortaçağdan sonra Fransa’daki mezhep savaşlarında yaklaşık 3 milyon insan katledildi.
1960’lı yıllarda Nijerya iç savaşında yaklaşık 2 milyon insan, 1980’lerde ve 1990’larda Sudan iç savaşında yaklaşık 1.5 milyon insan, 1970’li ve 1980’li yıllarda Lübnan iç savaşında yaklaşık 200 bin insan öldürüldü. 1980’li yıllarda İran’da yaklaşık 8 bin kişi idam edildi. 2000’li ve 2010’lu yıllarda El Kaide, Taliban, El Nusra, IŞİD gibi terör örgütleri 10 bini aşkın insanı katletti.

Türkiye’de 1970’li yıllarda Çorum ve Maraş olaylarında, 1990’lı yıllarda Sivas olaylarında yüzü aşkın insan katledildi. Yine Türkiye’de 1990’lı yıllarda,
– Turan Dursun,
– Muammer Aksoy,
– Bahriye Üçok,
– Ahmet Taner Kışlalı ve
– Uğur Mumcu..

gibi gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler öldürüldü.

Geçen hafta Yeni Zelanda’da yaşanan katliam da bu büyük tablonun bir parçasıdır.

  • İnsanlar yüzlerce yıldır, Hıristiyanlık adına, Müslümanlık adına, Musevilik adına, Katoliklik adına, Ortodoksluk adına, Protestanlık adına, Sünnilik adına, Şiilik adına birbirlerini katlediyorlar. Oysa Tevrat’ta, İncil’de ve Kuran’da insanların canını almanın, bir insanı öldürmenin büyük bir günah olduğu, bunun Tanrı’nın buyruklarına aykırı olduğu, bunu yapanların Tanrı tarafından öte dünyada sonsuz bir acıyla, yani cehennem azabıyla cezalandırılacağı belirtiliyor.

Yaşananlar karşısında sorulması gereken sorular şunlardır:

Din adına bu kadar çok vahşet neden gerçekleştirilmektedir?

Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar, neden din adına dine aykırı hareketler içinde yer almaktadırlar? Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar neden

merhamet,
vicdan,
sevgi ve
adalet

duygusundan yoksun bir biçimde yaşamaktadırlar? Dindar olduğunu iddia eden bazı insanlar neden ahlaklı olmayı bir türlü becerememektedirler?

Bu vahşetlerin sorumlusu dinler midir, yoksa dini kullanan siyasetçiler midir?

Din üzerinden öfke, kin ve nefret duygularını teşvik eden siyasetçilerin ve yöneticilerin bu vahşetlerin ve katliamların yaşanmasındaki rolü nedir? Din adına şiddet ve terör eylemi yapanlar bu cesareti nereden almaktadırlar? Bu eylemleri yapanların esin kaynağı nedir?

Laiklik ilkesinin bireysel, toplumsal ve siyasal bağlamda içselleştirilmediği ve özümsenmediği bir ortamda din ve mezhep adına yapılan katliamlar önlenebilir mi?

Din ve mezhep üzerinden siyaset yapmak, insanların bütünleşmesi yerine, farklı dinlerden, mezheplerden ve dünya görüşlerinden olan insanların kutuplaşmasına ve önünde sonunda bir çatışma kültürünün içinde yer almasına yol açmaz mı?

Bu soruların sorulmadığı ve bu sorulara yanıtların aranmadığı bir ortamda söylenen tüm sözler boş laftan ibarettir. Yöneticiler, siyasetçiler, akademisyenler, gazeteciler, televizyoncular boş işlerle uğraşacaklarına, biraz da bunlarla uğraşsalar, insanlığa büyük bir katkı yapmış olurlar.
Ama bunu yapabilmek için de akılla birlikte, bir ahlak ve erdem anlayışına, bir vicdan, merhamet ve adalet duygusuna, bir insan sevgisine gereksinim vardır.

İdlib ve Suriye’de siyasal çözümden ne anlıyoruz?

İdlib ve Suriye’de siyasal çözümden ne anlıyoruz?

Konuk yazar : 
Bülent ESİNOĞLU
16.9.2018, bulentesinoglu@gmail.com

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır.)

Yedi Eylül’de, Tahran’da yapılan Zirveden çıkan ortak bildirinin 2. maddesi, Suriye’nin toprak bütünlüğünü garanti etmektedir.

Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı ortak bildirinin dışına çıkarak, İdlib’de ateşkes istedi.

O günden bu yana yandaş medya Katil Esad yaygarasını yükselti.

Geride kalan on gün içinde başta Amerika olmak üzere Avrupa ülkeleri de İdlib’de barışçı çözüm istedi.

Konu Birleşmiş Milletler Güvenlik Kuruluna (AS: Konseyine) taşındı. Rusya İdlib’deki terör guruplarını vurmakta kararlı olduğunu açıkladı.

ABD ve Suudi Arabistan, eğer Türkiye İran ambargosuna katılırsa, Türkiye’ye 65 milyar $ kredi verebileceklerini Türkiye’ye teklif ettiler. (Yeniçağ Gazetesi)

Amerikalı General, Türkiye’nin Membiç’in merkezine giremeyeceğini, yalnızca çevresinde devriye alabileceğini ifade etti.

Erdoğan ABD’nin Fırat’ın Doğusuna yirmi bin TIR’lık yığınak yaptığını açıkladı.

Türkiye İdlib sınırına görülmemiş askeri yığınak yaptı.

Putin, İdlib için çok endişeliyim dedi.

Birleşik Arap Emirliği Türkiye Suriye’den çıksın dedi. (Tabii Suudilerin talimatıyla)

İsrail, Şam havaalanını füzelerle vurdu. Yandaş medya sevindi.

Erdoğan Wall Street Jurnal Gazetesine köşe yazısı yazdı. Amerika’nın Rusya’nın İdlib’de yapacağı katliamı durdurmasını istedi. Arkasından Kalın ve Çavuşoğlu Amerikan gazetelerinde köşe yazarlığı yaptılar.

İdlib‘de silahsız çözüm yok. Orada herkes silahlıdır. Çünkü bunların hepsini, zamanında, ABD ile birlikte eğit-donat programıyla yapmıştık.

HTŞ, El Nusra, El kaide ve Suriye dışından gelen silahlı teröristler.

Silahlı ÖSO, Türkiye’ye muzahir silahlı örgütleri korumak ABD’yi yanımıza alabilmek için bize kaldı.

Çıkmaz bizim çıkmazımız. Katil Esad sloganı, inşallah Katil Putin’e dönüşmez.

Amerika bize İdlib’de havuç veriyor ve diyor ki;

  • İdlib sizin bünyenizde kalsın, ileride halk oylaması yapılır. Halk Türkiye tarafını isterse Türkiye’nin bünyesinde kalır.

Siyasi iktidar Suriye’de Suriye Arap Cumhuriyeti ile anlaşıp, Türkiye sınırlarını birlikte güvenliğe almak yerine, İdlib’de otonom bir örgütlenmeye gidelim diyor. En azından oradaki silahlı örgütleri savunması bunu gösteriyor.

Böyle bir durumda, biz nasıl olur da Suriye’de otonom bölgeleri savunuruz?

Böyle bir durumda, Fırat’ın doğusunun, Amerika ve PKK’ya bırakılacağı anlamı çıkmaz mı?

  • Amerika ile yapılacak her anlaşmanın çıkacağı yer; Kürdistan’dır.

Türkiye Putin’i ikna ederek, İdlib’deki silahlı örgütleri korumaya çalışıyor.

Putin ile Soçi’de yapılacak görüşmeden hiçbir sonuç çıkmayacağı baştan bellidir.

Putin diyecek ki; “Git Suriye Arap Cumhuriyeti ile anlaş. İdlib Rusya toprağı değil, ben nasıl karar vereyim” diyecektir.

Hem ABD hem Rusya, İran tarafında ikili oynamanın sonuna gelinmiştir.

Astana Sürecinin sonlanması demek olan İdlib dayatması; çıkmazın kendisidir.

Bu gelişmeler olurken Yandaş İktidar Medyası Katil Esad türküsünü söyleyerek rahatlayacağını ve Türk halkını, sonu belirsiz bu İdlib siyasetine ikna edeceğini sanıyor.

Zaman tükendi, ikili oynamanın olanaksız olduğu bir dönemece girdik.
=================================
Evet dostlar,

İdlib sorunu Türkiye’nin başını daha çooook ağrıtacağa benziyor.
Mart 2011’de başlatılan AKP = Erdoğan‘ın, yanlış = ABD güdümlü maşa Suriye politikası ile bugünlere geldik. Bir yandan ülkemizde olağanüstü ağırlıkta – yakıcılıkta bir ekonomik bunalım – yığınların ve Türkiye’nin yoksullaştırılması süreci yaşanmakta, bir yandan da İdlib sorunu giderek kördüğüme dönüşmektedir.

Türkiye, İdlib’te toplanan ağır silahlı ve çok iyi eğitilmiş farklı ülkelerden (Çin, Afganistan, Çeçenistan…) on binlerce cihatçı militanı, Putin’in çok haklı isteği doğrultusunda sivil halktan ayrıştırmak ve geldikleri / getirildikleri ülkelere dönmelerini sağlamak zorundadır. Bu süreç zaman alabilir ama önce bu yükümü üstlenmeniz ve açıkça belirtmeniz gerekir. Öte yandan ne İran’ın, ne Suriye’nin ne de Rusya’nın çok fazla sabrı yoktur. Rusya, bölgedeki üslerinin, askeri yapılanmasının zarar görmemesinde titizdir kendince. İran, Suriye’nin toprak bütünlüğünü derin bir empati ile savunmaktadır; çünkü çok iyi bilmektedir ki, sıra kendisine gelecektir.

Türkiye’nin de İran sonrası parçalanma – bölünme sırasının BOP kapsamında kendisine geleceğini ar-tık kavramak zorundadır. BOP haritaları yayınlanmış ve sınırları değiştirilecek 22 ülkeyi ABD’li C. Rice açıkça duyurmuştu.

Suriye’de Erdoğan’ın bir kez daha iflas eden politikasının ülkemize yükü çok ağırdır. Askeri harcamalar, şu ekonomik çöküş döneminde sürdürülebilir değildir. Hele sıcak çatışmalar olursa, güvenlik güçlerimiz şehitler verecektir.

  • Bütün yollar Şam’a çıkıyor AKP = Erdoğan için!

Silahlandırılıp eğitilen – desteklenen – aylık bağlanan militanlarla Suriye’yi istikrarsızlaştırma (de-stabilize etme) ve sonrası … kimi hesapların gerçekleştirilebilirliği yok-tur. Şam’a – Esad’a el uzatmak ve Suriye ile boğuşmak değil, iç savaşı bitirmesi için Suriye rejimine destek vermek gerekir. Böylelikle Rusya – İran – Türkiye’nin açık, Çin vd. nin yarı açık – örtük desteği ile Suriye’de hızla düzen yeniden sağlanabilir.

Fırat’ın doğusunda Kürdistan – PYD – PKK yapılanmasını engellemeye, Batısında İdlib sorununu Suriye ile çatışarak değil dayanışarak çözdükten sonra enerji kalabilir. Çünkü orada muazzam silahlandırma ile ABD – İsrail var.

Sitemizde son günlerde İdlib sorununu hep işliyoruz. Daha önce de yazdık; AKP = Erdoğan‘ın hiç olmazsa 1 cambazın 2 ipte oynayamayacağını olsun artık görmesi gerektiğini vurguladık. Karşınızdaki güçlerin stratejik akıllarını – deneyimlerini – çıkarlarını ve güçlerini çok ama çok iyi değerlendirmek zorundasınız.. Bu işler Tahran’da 12 maddelik anlaşmaya imza koyarken son anda “ateş kes olsun” deyip Putin tarafından haşlanma ile yürütülemez.

Yine bu çok çetrefil sorunlar, Atlantik ötesi ülkede kimi gazetelerde yazana / yazdırana post-modern entellektüel doyum (!) sağlayabilme ötesinde hiçbir yarar sağlamaz.

  • Bu arada yandaş basının bağışlanmaz bir tarihsel hata, ahlak sorunu içinde olduğunun altını çizmek istiyoruz. Kitleleri “sürü psikolojisi” yöntemleriyle yönlendirmek salt etik dışı olmakla kalmayıp, ayı zamanda ciddi bir stratejik güvenlik sorunudur.

Böyle biline ve artık lütfen saaddede geline..

Sevgi ve saygı ile. 17 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Konuya ilişkin sitemizde daha önce yayınladığımız yazılara da bakılması önerilir..

– İŞİD ve EL NUSRA AKP’nin Askeri Kanadıdır

ERDOĞAN’IN DIŞ POLİTİKASI DA ÇÖKTÜ

KUBİLAY vuruldu; ayağa kalkıp yürüdü..

KUBİLAY vuruldu; ayağa kalkıp yürüdü..

Saygı Öztürk
Saygı ÖZTÜRK
SÖZCÜ, 23.12.15

Genelkurmay’ın 26 Aralık 1930 tarihli raporunda Asteğmen Kubilay’ın adım adım ölüme gidişi yer aldı: Kubilay, bir anda yere düştü. Vurulmuştu… Derhal ayağa kalktı, camiye doğru yürürken avluda yığıldı kaldı. Mürteciler yanına gelip katletti

FOTO: SÖZCÜ Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay şehit edildiğinde henüz 24 yaşındaydı…

As­teğ­men Ku­bi­lay, de­mok­ra­si ve la­ik­lik şe­hi­di.
Bir kıs­mı ‘giz­li­’ ka­yıt­lı 85 yıl ön­ce­ki res­mi bel­ge­le­ri in­ce­le­di­ği­miz­de ola­yı da­ha iyi an­lı­yo­ruz. Der­viş Meh­met ta­ra­fın­dan es­ra­ra alış­tı­rı­lan gö­zü dön­müş gru­bun üze­ri­ne ilk gi­den ve
Der­vi­ş’­in ya­ka­sı­na ya­pı­şan As­teğ­men Ku­bi­lay, res­mi bel­ge­ler­de ge­çen ifa­deye gö­re
“ko­yun gi­bi­” ke­sil­di. Va­li Ka­zım Bey, ma­ki­ne­nin ba­şın­da­dır. İçiş­le­ri Ba­kan­lı­ğı­’nın
“Me­ne­men Ola­yı­” ile il­gi­li yö­nelt­ti­ği so­ru­la­rı ce­vap­lan­dı­rı­yor. Dün kal­dı­ğı­mız yer­den
‘Me­ne­men Ra­po­ru­’nu oku­ma­ya de­vam edi­yo­ruz:

YAKASINA YAPIŞIP BAĞIRDI

“Ku­bi­lay Bey müf­re­ze­si sa­at 08.30’da olay ye­ri­ne ge­li­yor. As­ker­le­ri­ne man­ga ko­lu ni­za­mın­da sün­gü tak­tı­ra­rak tel­graf­ha­ne ya­kı­nın­da bı­ra­kı­yor. Ken­di­si mür­te­ci­le­rin ya­nı­na gi­di­yor.
Meh­di Meh­me­t’­in ya­ka­sı­na ya­pı­şa­rak çe­ki­yor ve yap­tık­la­rı ha­re­ke­tin yan­lış­lı­ğı­nı an­la­tı­yor.
Bun­lar­la uğ­ra­şır­ken ye­re dü­şü­yor. Mür­te­ci­ler­den bi­rinin kur­şunuy­la ya­ra­la­nı­yor.
Fa­kat der­hal aya­ğa kal­ka­rak ca­mi­ye doğ­ru gi­der­ken ya­ra­nın te­si­riy­le av­lu­da dü­şü­yor.
Kah­ra­man Ku­bi­lay Be­y’­in ya­ra­lan­dı­ğı­nı gö­ren müf­re­ze­de­ki as­ker­ler hiç­bir ala­ka gös­ter­mek­si­zin olay ye­ri­ni terk edip da­ğı­lı­yor­lar. Bun­dan do­la­yı­dır ki ko­mu­tan­la­rı­nın uğ­ra­dı­ğı fe­ci vah­şet ve akı­bet­ten bi­le ha­ber­dar ola­mı­yor­lar.

FOTO: SÖZCÜ Ge­ne­ral Mus­ta­fa Muğ­la­lı baş­kan­lı­ğın­da ku­ru­lan as­ke­ri mah­ke­me­de 2 bin 200 sa­nık yar­gı­lan­dı. Derviş Mehmet’in aralarında bulunduğu 29 ki­şi Ku­bi­la­y’­ın şe­hit edil­di­ği yer­de asıl­dı.

MUSALLA TAŞINA VURDULAR

5-10 da­ki­ka son­ra ya­ra­lı­nın ca­mi av­lu­sun­da ol­du­ğu­nu uzak­tan gö­ren Meh­di Meh­me­t’­le
Şam­dan Meh­met, yan­la­rın­da­ki bir bı­çak­la ve pek fe­ci bir su­ret­te ba­şı­nı ke­si­yor­lar.
Ke­si­len ba­şı av­lu­da­ki mu­sal­la ta­şı­na vu­ra­rak sil­ke­le­dik­ten son­ra Be­le­di­ye Mey­da­nı­’na ge­ti­rip bay­rak di­re­ği­ne ta­kı­yor­lar. Mey­dan­da­ki elek­trik di­re­ği­ne bir ku­şak­la bağ­la­nan bay­ra­ğın di­re­ği kı­rıl­mak is­ti­da­dı­nı gös­te­rin­ce mür­te­ci­le­rin istemi üze­ri­ne Yan­ya­lı Ar­na­vut Ka­mil,
70-80 met­re uzak­lık­ta­ki dük­ka­nın­dan ip ge­ti­ri­yor ve bay­rak so­pa­sı­nı elek­trik di­re­ği­ne bağ­lı­yor. Mür­te­ci­ler, ke­si­len ba­şın et­ra­fın­da do­la­şa­rak hal­kın ka­tı­lı­mı­nı ar­tır­ma­ya ça­lı­şır­ken,
ikin­ci saf­ha­nın müf­re­ze­le­ri ge­li­yor.

BEK­Çİ Sİ­LA­HI­NI ATEŞ­LE­Dİ

Yüz­ba­şı Bah­ri Be­y’­in ku­man­da­sın­da bu­lu­nan müf­re­ze olay ye­ri­ne gel­di. Hal­kın da­ğıl­ma­sı için ih­tar­la­rı yap­tık­tan son­ra ateş aç­mış­lar­dır. Bi­lin­di­ği gi­bi te­pe­len­miş ve bun­lar dağ­la­ra
kaç­mış­lar­dır. Bu sı­ra­da ha­pis­ha­ne ya­nın­da si­lah­sız ola­rak bu­lu­nan ve Ku­bi­lay Be­y’­in şe­ha­de­ti­ni gö­ren Kır Bek­çi­si Ha­san Ça­vuş 5 da­ki­ka me­sa­fe­de­ki Ahi Hı­zır Ma­hal­le­si­’n­de­ki evi­ne ko­şa­rak ora­dan si­la­hı­nı alır ve ye­ti­şe­rek as­ker­le­rin ate­şi­ne ka­tı­lır. Mür­te­ci­le­rin ate­şi so­nu­cu ölü­yor.
İkin­ci bek­çi de Na­lın­cı Ali us­ta­nın dük­ka­nı­nın önün­de şe­hit dü­şer.

KA­FA­LA­RI ve RUH­LA­RI DU­MAN­LAN­MIŞ

Ay­lar­dan be­ri po­li­ti­ka ce­re­yan­la­rıy­la çok tah­rik edil­miş ve bir bölüm ga­ze­te­le­rin za­li­mce
saf­sa­ta­la­rı da olay­la­rın çık­ma­sın­da et­ki­li ol­muş­tur. Bun­dan do­la­yı­dır ki ka­fa­la­rı ve ruh­la­rı
ta­as­su­bun ya­man ate­şiy­le du­man­laş­mış mür­te­ci, es­rar­keş ta­ri­kat­çı­lar ola­yın ba­şın­dan be­ri
en­di­şe­siz­di­ler. Ge­rek mey­dan­da ve ge­rek­se ka­sa­ba­nın için­de per­va­sız­ca ha­re­ket et­ti­ler.
Ba­şar­ma­la­rı durumunda as­ke­rin de ken­di­le­ri­ne si­lah at­ma­ya­ca­ğı ve hal­kın ken­di­le­ri­ne ka­tı­la­ca­ğı hak­kın­da ümit­le­ri­ni bes­li­yor­lar­dı. Gös­te­ri­le­re 300 ki­şi ka­tıl­mış, bun­la­rın bir bölümü ola­yı
sey­re­der­ken, kimileri ise yar­dım­cı ol­muş­tur.

VAHŞET BU DE­RE­CE­Yİ BUL­MAZ­DI

Yüz­ba­şı Fah­ri Efen­di yal­nız üç bü­yük si­lah ta­şı­yan şa­ki­le­ri ilk an­dan be­ri gör­müş­tü. On­lar açık­ta ken­di­le­ri du­var ar­ka­sın­da ve pu­su­da idi. Jan­dar­ma ya­zı­cı­sı Ali Efen­di ken­di deyimiy­le bu durumu fii­len ha­zır­la­mış­tı. Fa­kat ya­pı­la­cak bir tes­lim ih­ta­rı bir yay­lım ate­şi hal­kı da­ğıt­mak ve biz­zat halk ta­ra­fın­dan bun­la­rın bağ­lat­tı­rıl­ma­sı müm­kün­dü. Asteğmen Ku­bi­lay Be­y’­in düş­man­la te­ma­sı­nı gö­rür gör­mez or­ta­ya atı­lır bun­la­rı ya­ka­lar­dı. Ça­tış­sa bi­le fa­ci­a böy­le vah­şet de­re­ce­si­ni bul­maz­dı.”

O dö­nem­de “Er­ka­nı Har­p” adı­nı ta­şı­yan Ge­nel­kur­may Baş­kan­lı­ğı­’nın, 26 Ara­lık 1930 ta­rih ve 6747 nu­ma­ra­lı tez­ke­re­sin­de Ku­bi­la­y’­ın şe­hit edi­li­şi şu cüm­le­ler­le an­la­tı­lı­yor:

  • “Ken­di­si­ne meh­di sü­sü ve­ren ki­şi ar­ka­sın­dan ko­şup za­bi­ti tu­tu­yor ve ca­mi­nin bi­nek ta­şı ta­ra­fı­na doğ­ru sü­rük­le­ye­rek ve be­lin­den bı­ça­ğı­nı çe­ke­rek bi­nek ta­şı üs­tün­de za­bi­tin ba­şı­nı bir ko­yun gi­bi ke­si­yor. Ba­şı, elin­de ta­şı­dı­ğı bay­ra­ğın ucu­na ta­kıp ta­şı­yor ve yi­ne nut­ku­na baş­lı­yor.
    Ku­bi­la­y’­ın bo­ğa­zı ke­si­lir­ken aha­li bu ha­li al­kış­lar­la kar­şı­lı­yor.

YOLA CEPHANESİZ ÇIKMIŞLAR

Bu durum kar­şı­sın­da 10 adım ka­dar ge­ri­de bu­lu­nan bö­lük, baş­la­rın­da­ki ça­vuş­la­rın kan­sız­lı­ğı
yü­zün­den hiç­bir ha­re­ket ve can­lı­lık gös­ter­mi­yor ve al­çak­ça­sı­na fi­rar edi­yor. 4 as­ker­le hü­kü­met ko­na­ğı içi­ne gi­ren Jan­dar­ma ku­man­da­nı da bu duruma ka­dın gi­bi se­yir­ci ka­lı­yor. Te­le­fon­la
kuv­vet ta­lep eden Jan­dar­ma ko­mu­ta­nı ve bu kuv­ve­tin ne için, ne mak­sat­la ve ne gi­bi bir va­zi­fe kar­şı­sın­da ta­lep edil­di­ği hak­kın­da ala­y­ı bil­gi­len­dir­me­miş­tir. Jan­dar­ma ku­man­da­nı­nın nok­san
ola­rak ver­di­ği bil­gi yü­zün­den, alay­ca gön­de­ri­len ilk bö­lük cep­ha­ne­siz ola­rak yo­la çı­ka­rıl­mış­tır.”

KES­TİK­LE­Rİ YER­DE ASIL­DI­LAR

Ku­bi­la­y’­ın şe­hit edil­me­sin­den son­ra Der­viş Meh­met ve iki ada­mı öl­dü­rül­dü. Me­ne­men,
Ba­lı­ke­sir ve Ma­ni­sa­’da sı­kı­yö­ne­tim ilan edil­di. Ge­ne­ral Mus­ta­fa Muğ­la­lı baş­kan­lı­ğın­da ku­ru­lan as­ke­ri mah­ke­me­de 2 bin 200 sa­nık yar­gı­lan­dı. 29 ki­şi Ku­bi­la­y’­ın şe­hit edil­di­ği yer­de asıl­dı.

Ata­türk eli­ni ma­sa­ya vur­du ‘Suç­lu­la­rı he­men bu­lu­n!’ de­di

Ata­türk, Edir­ne Be­le­di­ye Mec­lis sa­lo­nun­da top­lan­tı ya­par­ken Me­ne­me­n’­de ya­şa­nan olay­la­rı
öğ­re­ni­yor. Emek­li öğ­ret­men Ay­han Tun­ca­’nın “Mus­ta­fa Ke­mal Ata­türk Edir­ne­’de”
ki­ta­bın­da, ora­da ya­şa­nan­la­rı şöy­le açık­lı­yor:

“O gün Edir­ne Be­le­di­ye Mec­lis Sa­lo­nu’n­da tat­lı bir soh­bet var­dı. İçiş­le­ri Ba­ka­nı Şük­rü Ka­ya, eniş­te­si olan Va­li Emin Bey ile il­gi­li bir şa­ka yap­mak için ağ­zı­nı aç­mış­tı ki, bir su­bay elin­de
tel­graf­la içe­ri­ye gir­di ve Ata­tür­k’­e uzat­tı. Ata­türk tel­gra­fı al­dı, oku­du; ama yüz hat­la­rı de­ğiş­miş, ren­gi sa­rar­mış­tı. Sa­lon­da tüm ne­fes­ler tu­tul­muş­tu. Ata­türk bir­den eli­ni ma­sa­ya vur­du,
aya­ğa kalk­tı ve hid­det­le:

  • ‘Ar­ka­daş­lar! Me­ne­me­n’­de mür­te­ci Nak­şi­ben­di­ler, be­nim Ku­bi­lay ad­lı su­ba­yı­mı kat­let­miş­ler.
    Şe­hit et­miş­ler. Ba­şı­nı, göv­de­sin­den ayır­mış­lar. Suç­lu­lar he­men bu­lun­sun,
    Me­ne­men ha­ri­ta­dan si­lin­si­n’ di­yor.Şükrü Ka­ya­’nın Ga­zi­’yi sa­kin­leş­tir­mek için çok uğ­raş­tı­ğı söy­le­nir.”23 Ara­lık 1930 ta­ri­hin­de Alay Baş­he­ki­mi Yüz­ba­şı H. Su­at, Me­ne­men Hü­kü­met Ta­bi­bi 43. Alay Dok­to­ru Ne­ca­ti Be­y’­in dü­zen­le­di­ği ölüm ra­po­run­da şun­lar ya­zı­yor:

    “Ku­bi­lay Efen­di, çı­kan ar­be­de­de asi­ler­den her­han­gi bi­ri­si ta­ra­fın­dan vu­rul­muş­tur.
    Sağ kol­tuk al­tın­dan vu­ru­lan Ku­bi­lay Efen­di 30 met­re ile­ri­sin­de­ki ca­mi­ye kaç­mış­tır.
    Ora­da başı bo­ynundan ay­rıl­mış­tır.”

    ==========================================

    Dostlar,

    İşte böyle hazin bir öykü…
    Araştırmacı gazetecilik geleneğine bağlı, SÖZCÜ yazarı sayın Saygı Öztürk‘ün
    bu çabası ve hizmeti için kendisine teşekkür borçluyuz..

    Hiç bir şey eyleme geçen cehaletten daha korkunç değildir..”

    İrtica da cehaletin acı ürünlerinden değil mi?
    İrtica paranoyamız mı depreşti, yakıcı gerçek karşısında feryat mı ediyoruz?
    Çığlığımız duyuluyor mu?
    İşte IŞİD faciası..
    Taliban, El Nusra, El Kaide..
    İSLAMOFOBİ boşuna ve yersiz mi; yoksa çığlık çığlığa SOS mi?

    Kur’an bunları dışlıyor mu, kesin buyrukları mı var??

    • “Tarih kralların, generallerin çiftliği değil, ulusların tarlasıdır.
      Her ulus geçmişte bu tarlaya ne ektiyse, onu biçer.” demişti Voltaire.

      Enis Behiç Koryürek ise;

    • “Kolay gelmedi bu günler,
      Toprağa çelenk oldu şehitler..” diye yazmıştı

      Artık yetmez mi?
      Hıristiyan dünyası nerdeyse 500 yıldır insan yakma vb. vahşeti terketti.
      Kiliseyi ve İncil’i insanların vicdanına bıraktı.
      Yaşamı ise akla ve bilime dayalı genel – evrensel kurallar yönetmeliydi.
      İnsanlar LAİK oldular 100 yıldan uzun süren çok kanlı mezhep savaşlarından sonra.
      Devleti ve toplumsal yaşamı, hukuk düzenini… SEKÜLER kıldılar.
      Dinde reform yaptılar.. Aydınlanma Devrimi‘ni yaşadılar..Aklı inançtan özgürleştirdiler, bilimi de dinden..

      Egemenliğin kaynağını göklerden (!) yeryüzüne indirdiler.

      Sonra da Sanayi Devrimi, bilimsel keşifler dönemi açıldı bu sayede.
      Veeee. günümüzde Dünyaya egemenler..

      DİNCİLİK (Din değil!) batağından çıkamayan İslam dünyası sömürge oldu!

      Şimdi daha iyi anlaşılıyor mu laik – seküler düzenin demokrasi ve insan hakları için
      hava gibi, su gibi vazgeçilmez olduğu??

      Türkiye’de dinci – laiklik karşıtı – sekülarizm düşmanı – fanatik şeriatçı kesimlere özellikle hükümetler eliyle “oy” beklentisiyle ölçüsüz ödün verilirse İRTİCA hep aynı şeyi yapar :

    • İNSANLARI VAHŞETLE ÖLDÜRÜR YAKAR..
      Canilikte sınır tanımaz..Ne yazık ki bu ilkel vahşet insanın doğasında var.
      Bu yüzden, çok sıkı önlemler bu vahşetin bastırılması – engellenmesi,
      uzun erimde genetik olarak sönümlendirilmesi hedef olmalıdır.Kubilay vahşeti tipik, çok öğretici ve ders verici bir örnektir.

      İslam tarihinde en can alıcı örnek KERBELA katliamıdır.
      Muhammet peygamberin torunları, gözbebeği EHLİBEYTİ, Irak çöllerinde
      Yezit tarafından aç ve susuz bırakılarak çoluk – çocuk 72 kişi görülmemiş bir vahşetle
      şehit edilmişlerdir..

      1400 yıla yakın zaman geçmesine karşın aradan, toplumsal bellek ve vicdanda oluşan
      çok ağır zedelenme hala aşılamamıştır ve “travma sonrası stres bozukluğu” (PTSD)
      sosyal psikolojik olarak hala süregelmekte, yoğunlukla yaşanmaktadır.

      Maraş (1978; 500’ü aşkın ölü) ve Çorum katliamları (1980; 100’ü aşkın kurban),
      Sivas Madımak kırımı (1993; 35 insan otelde canlı canlı yakıldı!),
      Gazi Mahallesi kırımı (1995; 19 kurban)…

      Hepsi de Alevi yurttaşlara dönük vahşet.. Postmodern Kerbela örnekleri..
      Bunlar asla olmamalı!

      En temel hak YAŞAM HAKKIDIR ve Devletin 1 numaralı görevi budur!

    • Bu amaçla laiklik ve seküler devlet düzeninden asla ve zerrece ödün verilemez!
      Tüm yurttaşlar bu üstün evrensel çağdaş değerlerle eğitilmeli ve içselleştirmeleri sağlanmalıdır. Yoksa Türkiye, dinci AKP iktidarında yeni Alevi kırımlarına sahne olabilir.
      Son 10 Ekim 2015 Ankara kırımı (103 ölüm!), dinci IŞİD ürünü olarak çook tazedir.Etnik ayrım da öyle.. Bakar mısınız PKK’nın Kürt kardeşlerimiz yaptığı eziyete?
      Sözde “Kürt halkı” için “özgürlük savaşı” (!) veriyorlar öyle mi??

      Sevgi ve saygı ile.
      24 Aralık 2015, Ankara

      Dr. Ahmet SALTIK
      www.ahmetsaltik.net
      profsaltik@gmail.com

      Önceki bölüm :
      http://ahmetsaltik.net/2015/12/23/menemen-ayaklanmasinin-tarihi-belgelerindeki-sir/

15 Soruda IŞİD Hakkında Her Şey

Nereden Çıktılar, Dünyadan Ne İstiyorlar? 15 Soruda IŞİD Hakkında Her Şey

IŞİD nereden çıktı, dünyadan ne istiyor, bu denli vahşi eylemlerle bile nasıl kendine yandaş topluyor?

Alanının en iyisi yazar ve gazeteciler,
IŞİD’in nedenini nasılını anlattı.

Nereden Çıktılar, Dünyadan Ne İstiyorlar? 15 Soruda IŞİD Hakkında Her Şey

Kendini ‘İslam Devleti’ olarak tanımlayan IŞİD korkunç eylemleriyle Türkiye‘yi kana bulamıştı. Paris saldırıları sonrasında tüm dünya IŞİD‘i konuşmaya başladı. Herkes bir şeyler söylüyor ama en yalın sorulara bile net yanıtlar verilmiyor: IŞİD nereden çıktı, dünyadan ne istiyor, bu denli vahşi eylemlerle bile nasıl kendine yandaş topluyor? Alanının en iyisi yazar ve gazeteciler, IŞİD‘in nedenini nasılını anlattı.

Kanlı katliamlara imza atan, son yılların en vahşi terör örgütlerinden IŞİD hakkında ne biliyorsunuz? Hürriyet‘ten Yenal Bilgici, İpek İzci ve Serkan Ocak’ın hazırladığı dosya, alanının en iyi gazeteci ve yazarlarına IŞİD‘i sordu, ortaya 15 maddede IŞİD rehberi çıktı…

1. Türkiye‘de kaç IŞİD militanı var? Türkiye‘den IŞİD‘e destek oldu mu?

Türkiye‘den IŞİD‘e katılan militanların sayısını bilmiyoruz ama Suriye ve Irak‘ta birçok cephede öldürülen ya da yakalanan militanların üzerinden çıkan kimliklerden epey Türk olduğunu anlıyoruz. Malum en son PEW’nun kamuoyu araştırması Türkiye‘de IŞİD‘e sempati duyanların oranının %8 olduğunu ortaya koydu. IŞİD dışında Nusra gibi örgütlerin saflarında yüzlerce genç var. Türkiye‘nin IŞİD‘e desteği sorunu çok kafa karıştırıcı. Ben Türkiye‘nin IŞİD ile ilgili politikasını dört farklı düzlemde değerlendirmekten yanayım. Suriye‘de 2013’ün ortalarına doğru Esad yönetimine karşı savaşan herkes Türkiye tarafından desteklendi. Hepsi AKP yönetimine göre devrimciydi. El Kaide‘de ayrışma yaşanıp IŞİD adı ortaya çıktığında Türkiye‘nin bu örgüte ilişkin politikası çeşitlendi. Ankara, Irak‘ta Türkiye destekli Sünni aşiret ve siyasetçilerin Şii Maliki yönetimini devirmeleri konusunda IŞİD‘i bir katalizör olarak gördü. Sıra Suriye‘ye geldiğinde IŞİD bir yerde desteklendi, başka bir yerde düşman olarak görüldü. IŞİDTürkiye destekli gruplara yani eski ortaklarına savaş açtığında Ankara IŞİD‘i elimine etmeye çalışanlara destek oldu.

Kürtler Rojava‘ya hakim olmaya başladığında da IŞİD‘in sonradan içine aldığı cihatçıların onlarla savaşmak için Türkiye‘den rahatça Suriye tarafına geçtiğini gördük. Bu şekilde Türkiye üzerinden geçen cihatçılar Rasulayn’da Kürtlerle çatıştı. Birçok kapı Türkiye üzerinden sevk edilen militanlarca ele geçirildi. IŞİD, dünyaya açıldığı, lojistik ve militan akışını sağladığı üç kapıya sahipti; üçü de Türkiye‘ye açılıyordu. Bunlardan Tel Ebyad’ı YPG ve Arap ortaklarına kaptırdı. Elinde hala Cerablus ve El Rai kapıları duruyor. Bir kritik nokta da petrol ticaretidir. IŞİD‘in çıkardığı petrol Türkiye sınırlarından satıldı. RusyaViyana görüşmelerinde IŞİD‘in petrol satışlarına dikkat çekmişti. G-20 doruğundaki göndermeler de önemli ölçüde Türkiye ve Suudi Arabistan ile ilgiliydi. (Fehim Taştekin / Radikal Yazarı )

2. IŞİD, Türkiye‘yi nasıl görüyor? Türkiye‘ye nasıl tehdit ediyorlar?

Türkiye‘deki IŞİD militanları üzerine, aylardır onlarca haber yapan Radikal muhabiri İdrisEmen anlatıyor:

IŞİD Fransa‘ya hangi gözle bakıyorsa Türkiye‘ye de aynı gözle bakıyor. Nitekim Paris saldırısından önce IŞİD‘in Diyarbakır, Suruç ve Ankara saldırıları oldu. Bu saldırılar bize IŞİD‘in Türkiye toplumunu kendisine düşman olarak gördüğünü gösteriyor. IŞİD yayınladığı videolarda Türkiye‘deki Müslümanların ‘Cihat’a katılmaları yönünde çağrıda bulundu. Hatta IŞİD‘e yakın ‘Konstantiniyye’ adlı dergide örgütün İstanbul‘u ‘fethedeceği’ duyuruldu. Bu durum IŞİD‘in hedefleri arasında Türkiye toprağının da olduğunu gösteriyor. Yine de Türkiye‘yle ilgili alışılmadık bir durum var şu an. IŞİD, nerede olursa olsun yaptığı eylemleri üstelemekten çekinmeyen bir örgüt. Hatta saldırıları sonrasında bazı videolar yayınlayarak militanlarının saldırılara nasıl hazırlandığını kamuoyuna duyuruyor. Ancak IŞİD, Türkiye‘de yaptığı Diyarbakır, Suruç ve Ankara saldırılarını üstlenmedi. Bunun yerine bu saldırıları tebrik etmekle yetindi. Bu durum kafa karıştırıcı; çünkü bu saldırıların IŞİD tarafından yapıldığı kesinleşti.

3. IŞİD, dini referanslarını nereden alıyor? Felsefesi ne?
Bunlar İslam adına geçerli iddialar mı? IŞİD, gerçekten ‘İslami’ bir terör örgütü mü?

Gazeteci-yazar Mustafa Akyol, IŞİD‘ın dünyadaki İslam alimlerinin ve sıradan Müslümanların çok büyük çoğunluğuna göre zalim, sapkın bir örgüt olduğuna ama kendini de İslam’ın en doğru temsilcisi olarak gördüğüne işaret ediyor: “Dolayısıyla ‘Ne İŞID İslamidir’ demek doğru, ne de ‘İslam’la hiçbir alakası yoktur’ demek. Bence en doğru tanım, İslam’ın ilk yüzyılındaki ‘Hariciler’ gibi, dini kaynakları çok katı, bağnaz ve vahşi yorumlayan bir akım olduğu.” Selefilik ve İslami hareketler konusunda uzman ilahiyatçı, Prof. Dr. Hilmi Demir’e göreyse IŞİD‘in dini referans çerçevesi oldukça karmaşık ama basitçe Selefi-devrimci-radikal örgütlerden biri olarak kabul edilebilir (İslam’ın şirk ve batıl inançlardan temizlenerek kendi kaynaklarına dönmesini savunan Abdullah İbn Abdulvehhab’ın düşüncesinden beslenen Selefilik’ten çok fazla yararlanıyor). Demir, IŞİD‘in sadece ‘İslamcı’ bir örgüt olarak nitelenmesini yanlış buluyor: “Yalnızca dini referanslar kullanmıyor. Batı dünyasının sömürgeci geçmişi, uyguladığı çifte standartlar ve İslamofobi gibi ideolojik araçları da kendi söylemine ekliyor.”

4. Liderleri kim; nasıl yapılandı, nasıl örgütlendi?

IŞİD‘i eski Kaideciler, Baasçılar ve kimi Sünni aşiretlerin koalisyonundan doğmuş bir örgüt olarak tanımlayabiliriz. Kaide’nin küresel ağını, Baas’ın stratejik aklını ve aşiretlerin sosyal tabanını kullanıyor. IŞİD‘in lider kadrosu ağırlıklı olarak Irak‘tan. Ömer Şişani gibi IŞİD‘in kuzey cephesi komutanı olan yabancılar cephelerde öne çıksa da, karar vericiler genelde Iraklı. Kendini halife ilan eden Ebu Bekir Bağdadi, İslam üzerine Bağdat Üniversitesi’nde doktora yapmış biri. Örgüt üzerindeki otoritesini yani kendini halife olarak kabul ettirmesini biraz da din eğitimi almış olmasına borçlu. Türkmen asıllı yardımcısı Abdurrahman Ebu Ala da din dersi hocasıydı. Stratejiyi belirleyen kadrolarda ise eski Baasçılar hakim. (Fehim Taştekin)

5. Vahşi eylem biçimlerine kim karar veriyor? Bu kadar vahşi eylem yapmalarının amacı ne? Böylesi eylemler, nasıl oluyor da dünyanın dört yanından gençleri kendine çekiyor?

Bir ‘Halife’leri var; dolayısıyla ana stratejilere onun karar verdiğini varsayabiliriz. Ama kullandıkları vahşet, ‘Tekfiri Selefilik’ denen din anlayışlarından geliyor. Henüz IŞİD ortada yokken, 2004-6 yıllarında, onun öncülü olan Ebu Musab El Zerkavi de Irak‘ta benzeri vahşi eylemler gerçekleştirmişti. Bir de onlara göre ‘stratejik’ bir mantığı var vahşetin: Az bir güçle çok korku salmaya yarıyor. Yine IŞİD‘in kuramsal öncülerinden Ebu Bekir Naci, 2004’teki ‘Vahşetin İdaresi’ adlı kitabında bunu açıkça anlatmıştı zaten. Ne yazık ki vahşetin bir çekiciliği de var. Dahası IŞİD “Masum insanları öldürüyoruz” demiyor. “Müslümanlara zulmeden kafirleri, mürtedleri (sapkınları) öldürüyoruz, bunu çoktan hak ettiler” diyor. Burada yapılan elbette korkunç bir ötekileştirme, şeytanlaştırma. Ve bu propagandanın alıcısı hemen her zaman, hemen her toplumdan çıkabilir. (Mustafa Akyol)

6. IŞİD, El Kaide’den daha mı zalim?

İslam anlayışlarında benzerlik var; ikisi de Tekfiri, Selefi, cihatçı örgütler. Ama El Kaide daha ‘ılımlı’ kaldı IŞİD‘in yanında. Örneğin IŞİD‘in yardım gönüllülerini öldürmesi gibi kimi vahşi eylemler son dönemde El Kaide tarafından kınandı. El Kaide’nin ‘Hilafet’ gibi bir iddiası olmadığını ve bir ‘devlet’ kurmaya çalışmadığını da belirtelim. Sol literatüre benzetirsek, El Kaide bir tür ‘şehir gerillası’ örgütü. IŞİD ise Kızıl Khmerler gibi devlet kurup kitle katliamları yapan bir örgüt (Mustafa Akyol)

7. IŞİD neyi hedefliyor?

Devletleşmek ve bu devlette kendi anlayışına göre şeri hükümleri hakim kılmak istiyor. Uzun vadede herhalde ‘kutsal’ şehirleri de isteyecektir. Bir de tabii Şiiler’den, gayri Müslimlerden arındırılmış bir Ortadoğu coğrafyası… (Soli Özel)

Brookings Enstitüsü‘nden Will McCants’e göre IŞİD geçen yıl doruğa çıktığı toprak büyüklüğünün 1/4’ünü yitirdi. Ancak bu kez de küresel terör saldırılarına başvurarak imajını canlı tutmaya çalışıyor. IŞİD ve destekçilerinin saldırıları arasında Kuveyt, Lübnan, Suudi Arabistan, Sina Çölü’nde düşürülen Rus uçağı, Türkiye ve Paris saldırıları var. IŞİD bu saldırılarla hem komşu ülkelerin içindeki mezhepsel ve etnik karışıklık çıkarmak istiyor hem de bu yolla Suriye‘deki kayıplarının üstünü örtmek istiyor. (Doç. Dr. Ahmet Yükleyen / İstanbul Ticaret Üniversitesi, Hazar Strateji Enstitüsü)

8. Rakka‘da hayat nasıl? IŞİD bir devlet ve Rakka başkent mi, nasıl bir yer?
Şeriatla mı yönetiliyor? Orada yaşayan herkes IŞİD‘çi mi?
Orada yaşayanlar açısından girip çıkmak mümkün mü? Yönetim kaçtı mı?

Fırat kıyısındaki Rakka kenti, 13 Ocak 2014’ten beri tümüyle IŞİD‘in denetiminde. Suriye‘nin en büyük barajının (Tabka) yakınındaki kentte, IŞİD gelmeden önce yaklaşık bir milyon kişi yaşıyordu. Toplu olarak kaçanların ardından, şu an nüfus 400 bin dolayında. IŞİD geldikten sonra kentteki Şiiler’i ve Beşar Esad yanlılarını yakalayıp idam etti. Şii camileri ve kiliseler yakıldı (Bir Ermeni kilisesi şu anda karargâh olarak kullanılıyor). Örgütün ilan ettiği ‘İslam Devleti‘nin şeriatla yönetilen başkenti konumundaki Rakka‘ya giriş zor değil ama IŞİD‘e karşı mücadele eden Rakkalıların söylediği üzere ‘çıkmak neredeyse olanaksız’.

Rakka‘dan dışarıya haberler şu an yalnızca, geçen yıldan beri kentte IŞİD karşıtı gizli bir yayın yapan (Raqqa Is Being Slaughtered Silently (RBSS) – Rakka Sessizce Katlediliyor) internet sitesi üzerinden çıkıyor. Bu yayın, çoğunlukla vatandaş gazeteciliği üzerinden, kelle koltukta yürüyor (Örgüt, engelleyemediği bu yayını yapanları bulup öldürmeye kararlı; geçen ay Şanlıurfa‘da öldürülen iki aktivist gazeteci de RBSS için çalışıyordu). RBSS’nin son yayını yoğun Fransız ve Rus bombardımanı altındaki Rakka‘da, IŞİD‘in dışarıya haber sızmasın diye internet kafeleri kapattığını ve tüm internet erişimini kestiğini anlatıyor. Kesin olmamakla beraber, IŞİD liderlerinin aileleriyle beraber Musul‘a kaçtığı bildiriliyor. RBSS’nin bir aktivisti, Ferit El Vefa, IŞİD idaresi altındaki kentte yaşamın neye benzediğini şöyle anlatıyor (Syria Direct’ten):

“IŞİD, Rakka‘nın idaresini ele aldığında şeriat yasalarına göre giyinme zorunluğunu getirdi. Sigara içmeyi yasakladı. Kısa bir süre içinde yaşam koşulları giderek kötüleşmeye başladı. Elektrik günde ancak bir-iki saat veriliyor. Ekmeğin fiyatı aşırı yükseldi. Bunu kasten yaptılar; un bulunamıyor ama kentten başka yerlere taşınan buğday yüklü kamyonlar görüyoruz. Nedeni, daha rahat koşullarda yaşayan IŞİD militanlarına özendirmek. Tıbbi malzeme çok az. Eskiden sokakları temizlemek için gönüllü gençler çalışırdı; şimdi o da yok. Bütün bunlar, petrol rafinerilerinin geliri sayesinde bir finansal kriz yaşanmamasına karşın gerçekleşti. Zaten, IŞİD halkı çeşitli vergilere de bağlı tutuyor. Bu vergiler, militanların daha rahat yaşaması için alınıyor. Zorunlu askerlik şu anda yok ama koşullar çok kötüleştiğinden birçok genç daha rahat yaşamak için IŞİD saflarına katılıyor. Öte yandan artık yabancı ülkelerden gelenlerin sayısı da çok azaldı. Gelenlerin bir bölümü de IŞİD‘in dışarıdan gördükleri gibi olmadığını anladı; çıkmaya çalışıyorlar.”

9. Lider kadro ilk nerede buluştu? Irak‘taki Camp Bucca Hapishanesi’nin sırrı ne? IŞİD‘ın üyeleri, liderleri nereden geliyor?

Ortadoğu’da süregiden karmaşa (kaos) ortamında belki bir noktada mutlaka olanaklı olacaktı ama IŞİD‘in hızla büyüyüp serpilmesinin özel bir needni var. O neden de Irak‘taki ‘Camp Bucca’ adlı hapishane. Irak‘ın güneyinde Amerikan güçlerince yönetilen bu cezaevinde bugünkü IŞİD‘i yöneten tepe kadro buluştu. Daha 2004’ün ekim ayında Ürdünlü militan Ebu Musab El Zerkavi, Usame Bin Ladine bağlılığını ilan etmiş, grubunu Irak‘taki El Kaide’ olarak tanımlamıştı. Camp Bucca’da tutuklu bulunan El Zerkaviciler orada bugünün ‘halifesiyle’ tanıştılar. İki grup orada birleşti ama onlara esas yardımı yine aynı cezaevinde bulunan ve onlarla hareket etmeye başlayan Saddam’ın Baasçı komutanları yaptı. El Kaide‘nin ve öbür yabancı savaşçıların gücü bölgede zayıflarken, El Zerkavi ve Bağdadi’nin içinde bulunduğu bu kesim Baasçıların deneyimleri sayesinde öne çıktı. Bu yeni merkez, Suriye‘deki karmaşayla ve Beşar Esad‘ın cezaevlerinin kapısını açıp, onlara katılan yüzlerce teröristi salmasıyla birlikte gücünün doruğuna çıktı.

10. Neden bu kadar vahşi eylemler yapıyorlar? Bunlara kim karar veriyor?

Bir ‘Halife’leri var; dolayısıyla ana stratejilere onun karar verdiğini varsayabiliriz. Ama kullandıkları vahşet, ‘Tekfiri Selefilik’ denen din anlayışlarından geliyor. Henüz IŞİD ortada yokken, 2004-06 yıllarında, onun öncülü olan Ebu Musab El Zerkavi de Irak‘ta benzeri vahşi eylemler gerçekleştirmişti. Bir de onlara göre ‘stratejik’ bir mantığı var vahşetin: Az bir güçle çok korku salmaya yarıyor. Yine IŞİD‘in teorik öncülerinden Ebu Bekir Naci, 2004’teki ‘Vahşetin İdaresi’ adlı kitabında bunu açıkça anlatmıştı zaten. Ne yazık ki vahşetin bir cazibesi de var. Dahası IŞİD “Masum insanları öldürüyoruz” demiyor. “Müslümanlara zulmeden kâfirleri, mürtedleri (sapkınları) öldürüyoruz, bunu çoktan hak ettiler” diyor. Burada yapılan elbette korkunç bir ötekileştirme, şeytanlaştırma. Ve bu propagandanın alıcısı hemen her zaman, hemen her toplumdan çıkabilir. (Mustafa Akyol)

11. Rakka‘ya karadan girmek IŞİD‘i bitirir mi? IŞİD nasıl mağlup edilebilir?

Fehim Taştekin, karadan yürütülecek bir savaşın IŞİD‘in alan hakimiyetini önemli ölçüde gerileteceğini ama meselenin ‘yerel otoritelerde’ biteceğini öne sürüyor: “Hava operasyonları IŞİD‘in şehirlerdeki hakimiyetini fazla etkilemiyor. Bir işgal gücü geçici olarak IŞİD‘in belini kırabilir ama bitiremez. Bunun için yerel otoritenin sahaya hakimiyeti önemli. Bu, Irak‘ta Irak ordusu ve diğer yasal güçler, Suriye‘de de Suriye ordusudur. Suriyeordusunu dışlayan hiçbir askeri seçenek sahada başarı elde edemez.”

Mehmet Şahin ise koalisyon güçlerinin ne karadan ne de havadan operasyonunun çözüm olacağını düşünüyor: “Rakka’da bir milyon insan yaşıyor. IŞİD‘le mücadelenin tek bir yolu var: Sünni kitleyi kendi yanına çekmeyen bir girişim sonuç vermez. Yerel güçlere onurlu bir çıkış göstermeleri gerekiyor. Yapılan her harekat katliama neden olur. Sosyal tabandan çok tepki çeker.”

12. IŞİD, parayı ve silahı nereden buluyor? Ne kadar parası var?
Rafinerileri gitse, IŞİD biter mi?

Fehim Taştekin, IŞİD‘in gelir kaynaklarını kalem kalem sıralıyor: “Musul’u aldığında 2 milyar dolara hükmeden dünyanın en zengin silahlı örgütü unvanını kazandı. Suriye‘de Haseke ve Deyr el Zor’da ele geçirdiği petrolle Irak‘ta Musul, Beyci gibi yerlerde ele geçirdiği petrol gelir kaynaklarının en büyüyüğüydü. Petrol dışında tarihi eserlerin satışı, ganimetler, koyduğu vergiler, kaçırdığı kişiler için aldığı fidyeler ve kestiği haraçlar gelir kalemlerini oluşturuyor. Başlangıçta Körfez ülkelerinden gelen bağışlar da vardı. FakatIrak‘ta Beyci’yi, Suriye‘de Haseki’de belli yerleri kaybedince petrol gelirleri düştü. Örgütün ekonomik olarak eskisi kadar güçlü olmadığı söyleniyor.”

13. Avrupa‘da ve dünyada gündelik hayat nasıl değişecek? Müslümanlara etkisi ne olacak?

Avrupa‘daki Müslümanların işi çok zorlaşacak. IŞİD‘in de niyetinin bu olduğunu sanıyorum. Medeniyetler çatışması kavramını sevmiyorum ama çok kültürlülük, çoğulculuk gibi olguların büyük bir baskı altında olduğu bir döneme girdik. Nativism (yerelcilik) her yerde yükseliyor. İkinci Dünya Savaşı sonrasının liberal dünya düzeni çözülüyor. Üstelik Avrupa‘da özellikle neyin kaybedileceği konusunda tam bir kavrayış da yok kanımca. Devletler tepkilerini ölçülü vermeye çalışsalar bile toplumlardaki çoğunluk korku/öfke karışımıyla içerideki Müslümanlara yönelik ters işler yapabilir. İlk beklenti, ırkçı partilerin desteğinin artacağıdır. Avrupa‘daki gündelik hayatta da güvenlik kaygıları daha fazla ön plana çıkacak. (Soli Özel )

IŞİD‘in Paris saldırılarının hedeflerinden biri, Fransa‘da ve daha genel olarak Avrupa‘da Müslüman ve Arap düşmanı bir iklim yaratmak. Son Paris saldırısında bu amaç çok daha belirgin. Böylece Avrupa‘yı, Batı dünyasını, iddia ettikleri gibi Haçlı gücü olarak daha fazla tanımlayabilecekler. Ailelerine, kendilerine yönelik toplumsal dışlamaların, tepkilerin ve belki yer yer şiddetin ortaya çıkması veya artması nedeniyle huzursuz olan gençleri kendi saflarına daha fazla çekecekler. Bu, düşman saflarında çelişkileri açığa çıkarmak, derinleştirmek ve böylece hem propaganda gücünü arttırmak hem de yandaşlar nezdinde meşruiyetini güçlendirmek için yürüttükleri stratejiydi. Maalesef Paris saldırıları sonrasında Batı Avrupa ülkelerinden IŞİD‘e katılımın artması bekleniyor. Bu öngörü doğrulanırsa, ki Charlie Hebdo katliamı sonrası doğrulandığı iddia ediliyor, o zaman Batı toplumları gerçekten çözülmesi çok zor bir ikilem karşısında kalacak. Bugün Fransa‘da cumhurbaşkanı Hollande’ın savaş söylemi aynı zamanda bu savaşa katılmaya zaten hazır bekleyen, Suriye‘ye, Irak‘a gitmeye çalışan ama gidemeyen gençleri, bulundukları yerde kendiliğinden eyleme geçmeye de teşvik edebilir. Teröre karşı savaş… Bu sözü ABD yönetimi, Bush döneminde çok kullandı ve etkisinin ters olduğu fark edildi ve genellikle terk edildi. Fransa‘da üç ay için yasa yoluyla bizdeki OHAL’e benzeyen ‘Acil Durum Yasası’ uzatılacak. Bunun Müslüman’dan, Arap’tan olağan kuşkulu yaratma riskini küçümsememek lazım. (Ahmet İnsel)

14. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Türkiye ile ortak operasyona gideceklerini açıkladı. Bu ne demek? Türkiye şu an nasıl bir hazırlık içinde, IŞİD‘e yönelik bir koalisyonun
bir parçası olacak mı, olası bir operasyonda bir rol oynayacak mı?

Kerry’nin orada kastettiği, Türkiye ve Suriye sınırının halen IŞİD‘in denetiminde olan 98 km’lik Cerablus-Azez arasında kalan bölümünün güvenliğinin sağlanması. Şu aşamada o bölgede herhangi bir kara operasyonu düşünülmüyor. Washington‘ın odaklandığı, IŞİD‘in bu hattı yabancı savaşçı geçişi, petrol, buğday kaçakçılığı gibi gelir getirici işler için kullanmasının önlenmesi. Peki neden operasyon sözünü kullandı? Çünkü Kerry, yönetim içinde Türkiye‘ye en yakın duran isim. Ve şu anda Obama yönetiminin Suriye‘de izlediği, Paris saldırısından sonra daha da pekiştirdiği politika, Ankara‘nın tezlerine uymuyor ve Kerry de dünyaya Türklerle yakın çalışıldığını vurgulayarak Erdoğan yönetiminin buna tepkisini hafifletmeye çalışıyor.

Nedir ABD‘nin politikası?

1) Suriye‘nin batısında, Türkiye‘nin de destek verdiği karşı gruplar ve Rusya ile İran‘ın ayakta tuttuğu Esad Rejimi arasında yılbaşına dek bir ateşkes sağlamak. Ki bu yaklaşım, Esad rejiminin devrilmesini öncelik sayan Türkiye‘nin istemediği bir şey.

2) Türkiye‘nin güvenli bölge oluşturulmasını istediği 98 km’lik Azez-Cerablus hattında güvenli bölge fikrine uzak durup yalnızca sınır güvenliğine yoğunlaşmak.

3) Suriye‘nin doğusunda, PKK bağlantısı nedeniyle Türkiye‘nin terörist saydığı Kürtler veIŞİD arasında süren çatışmalarda Kürtlere verilen desteği sürdürmek.

Sonuçta, bu üç başlıkta da Ankara ve Washington ters düşüyor. Kerry de Ankara‘nın gönlünü alacak bir mesaj vermeye çalışıyor. Çünkü Pentagon‘da verilen brifinglerde de sözedilen bölgede bir operasyon konusunda hiçbir ayrıntı yok. Hatta brifinglerde kullanılan haritalarda bile gazetecilere gösterilen bölge yalnızca Fırat  ve Erbil arasında kalan coğrafyayla sınırlı. Yani Türkiye‘nin odaklandığı bölüm Pentagon’un radarından çıkmış durumda. Halep’in kuzeyinden güneyde Şam‘a dek olan hatta Ruslar çalışıyor. Amerikalılar ise Cerablus‘un doğusunda Fırat’tan sonraki bölüme yoğunlaşıyor. (Tolga Tanış)

15. Papa, Fransa‘daki saldırılardan sonra ifadesini yeniden kullandı. Dünya büyük bir değişime doğru mu gidiyor; Türkiye‘nin pozisyonu ne olacak?

Papa’nın 3. Dünya Savaşı deyimini kullanması yerinde değil. Bugüne dek savaşlar devletler arasında oldu. Bu öyle bir durum değil. Ayrıca, bugüne dek Fransa içindeki saldırı ve katliamları çoğu Fransa doğumlu olan ve hemen hepsi Fransız vatandaşı olan insanlar yaptı. Hollande’ın pazartesi günkü konuşmasında, bir sol lidere yakışan biricik bölüm, saldırıların Fransızlar tarafından Fransa‘ya karşı yapıldığını vurgulamasıydı. Ne “Arap” dedi, ne “Müslüman”, ne de “Yabancı.” O zaman bu bir iç savaş mı? O da değil. Terör eylemlerini bir savaş diline çevirmek bence terör eylemi stratejisi yürütenlerin tam istediğini yapmaktır. Elbette özel savaşım yöntemleri gerekiyor olabilir, gerekiyordur ama savaş deyince terörist dediğiniz tarafa da başka bir meşruluk yüklemiş olursunuz. Ben Norveç‘te Norveçli genç Nazi hayranının yaptığı katliam sonrası Norveç Başbakanı’nın söylediğinin doğru tutum olduğunu düşünüyorum: “Elbette ne isek o olmayı sürdüreceğiz. Bu saldırıya karşı en güçlü yanıt demokrasiyi daha da derinleştirmektir.” Demokrasinin gücüne inanıyorsak, bunu söyleyebiliriz ancak. Türkiye, Batı’nın kalesi olma konusunda da güven vermiyor artık. İktidarın, bazıları El Nusra gibi uluslararası kuruluşların terör örgütü listesine giren cihatçı kuruluşlarla yürütmeye devam ettiği işbirliği, IŞİD konusunda çok yakın bir zamana deksergilediği müsamahakâr (AS: hoşgörülü) veya önemsemez tutum, güven vermiyor. Ayrıca IŞİD tehlikesi artık Türkiye için bir dış tehlike değil, neredeyse tümüyle iç tehlike. Dolayısıyla kale bile olsa, içine girilmiş bir kale olarak en çok görülecek dışarıdan. (Ahmet İnsel)

Dünyada ve özellikle bölgede elbirliğiyle yaratılmış bir karmaşa içindeyiz. Amerikan işgaliyle Irak devleti yıkılmasa olasılıkla bugün bunları konuşuyor olmazdık. Ne var ki Arap isyanlarının da gösterdigi gibi Arap-İslam dünyasının ciddi sorunları var ve bunları çözmek üzere yapıcı bir toplumsal proje üretilemiyor. İşgal olmadan önce de üretilemiyordu. Şu anda eğer ortadaki en ‘başarılı’ hareket IŞİD‘se onun şiddet tapınmasının da toplumların geleceğini ne denli kötü etkileyeceğini yakında hesaplamaya başlarız. Kimi uzmanlar ve Arap düşünürler bunu bir uygarlık bunalımı olarak tanımlıyor. Toplumların kendilerini içinde buldukları çaresizlik devletlerin çökmesiyle birlikte bir yaşamda kalma savaşımı peşinde “İnsan insanın kurdudur” türünden bir durumu da yarattı. İnsanlar kimliklerinin en dar tanımlarına sığınmak zorunda kaldı. Mezheplere sığındılar. İran-Suudi Arabistan (ve Katar ve Türkiye) jeopolitik kavgasında da ideolojik mobilizasyon bu mezhepçilikle gerçekleşti. Bölgeye özgü bu duruma büyük güçlerin artık kendi başlarına düzen oluşturma kapasiteleri olmadığını da eklemek gerekir kanısındayım. Kısacası dünyada genel bir düzen kuramama bunalımı var. Kavgalar, savaşlar ülkelerin içinde çıkıyor ve çıktığı yerleri de tüketiyor. ABD ve Rusya birlikte hareket edebilir. Ama dediğim gibi yerel ve bölgesel güçler onay vermezse bu ikisi Suriye sorununu çözemez. Türkiye‘yse içerideki Sünnileşmeyle, anti-batıcılıkla stratejik olarak çaresizlikten batılı kalmaya devam etmenin yarattığı büyük gerilim hattında siyasetini sürdürecektir sanıyorum. (Soli Özel) (Kaynak: Hürriyet)

=================================

Dostlar,

Hürriyet‘e ve uzmanlara bu derleme için teşekkür ederiz..
Ancak bam teline dokunulmamış??!
El Kaide, bu dinci örgütlerin başlıca kaynağı.
“Yeşil Kuşak” (The Green Line) stratejisi doğrultusunda 1960’ların ortalarında Afganistan’da en fanatik islamcı ögelerden kuruldu El Quaeda. Kurduran ABD idi. Afganistan’da SSCB’ye karşı kullanıldı bu bağnaz dinciler, sözde Sovyet Komünizmine karşı savaştılar ve SSCB’nin güneyden Yeşil Kuşak ile sarılarak sıcak denizlere inmesi engellenme istendi.

26 Aralık 1991’de SSCB dağılınca, 1945’lerden beri nerdeyse yarım yüzyıldır süregelen
soğuk savaş bitmiş ve Yeşil Hat‘ta El Qaeda’ya da gerek kalmamıştı. Ancak El Qaeda
ABD denetiminden çıktı ve BOP planıyla birlikte bölgede türevleri görülmeye başlandı.
Yeri geldiğinde bu örgütler, Ortadoğu’da izlenecek şahin planlar için gerekçe yaratmak üzere piyon olarak kullanıldılar..

İşin özü, Batı emperyalizmi dinci şeriat örgütlerini pek çok amaçla kendileri yarattılar,
hala kullanmaktalar ve zaman zaman da hizadan çıktıklarında denetlenmeleri gerekiyor fakat
bu artık eskisince kolay değil..

Türkiye ise; bu kanlı bataklığa ABD uydusu olarak girdi, sokuldu.
Hiç bıkmadan söyleyelim, yazalım : Tayyip bey başbakanlıpı döneminde onlarca kez
“..BOP eşbaşkanı olduğunu ve bu görevi yaptığını.. ” açıkladı (anlamını bilerek / bilmeyerek).
1990 başlarında Irak’a karşı Özal şahinleşmişti, O’nu Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay kendisini feda ederek, görevi bırakarak (3 Aralık 1990) engelledi. Anack Tayyip beyi frenlemek olanağı bulunamadı.. MİT TIR’ları bile kullanılarak (silah yollayarak!) Suriye’de ABD eliyle çıkarılan iç savaş ve bölme planına doğrudan ve vargücüyle Türkiye sokuldu..

Ödenen ve ödenecek olan çok ağır faturanın altında bu muazzam dış politika hataları vardır.
Suruç ve Ankara kırımları başta olmak üzere insan yitiklerimizin nedeni BOP eşbaşkanlığıdır.

Ülkemizdeki 2,5 milyonu aşkın Suriye ve Irak kökenli göçmen bu nedenle yurtlarından olmuştur. Bu göç seli hem engellenememiş hem de ABD tarafından Türkiye sınırlarını
açmaya zorlanmıştır.. Stratejik müttefiklik ve BOP eşbaşkanlığı gereği herhalde! Zırva tevil götürmeyeceğinden, dinci söylemle inanılmaz bir duygu sömürüsü yapılmış ve suret-i haktan görünerek;

  • “Esed zulmünden kaçan müslüman kardeşlerimize ensar olunarak dünyaya insanlık dersi verilmiştir..” (!??) söylemi ile yığınlar aldatılmış hatta oyları alınmıştır!

Çare; emperyalizmin bölgeden çekilmesi ve bölge halklarının kendi yazgılarını belirleme
(self determination) haklarını kullanmalarıdır; ülkelerin sınırlarının değişmezliği ilkesine bağlı kalınarak..

Yaratılan muazzam yıkımın onarımı için geniş kapsamlı teknik ve parasal destek vermektir.

Öte yandan kumarhane Kapitalizmi, gene, bitmeyen dönemsel bunalımlarından birinde..
2007-8’den beri bu sonki bunalımından çıkamıyor (!) 1929 bunalımını bile geçti..
İşimiz çok zor..  Öte yandan Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad sıklıkla ve her fırsatta

– Türkiye’nin ülkesinde (Suriye’de) iç savaşı her aracı kullanarak kışkırttığını,
– Rejim (Esat) karşıtlarına silah ve mühimmat dahil her türlü lojistik desteği verdiğini,
– Türkiye topraklarını üs gibi kullandırdığını, sağlık hizmeti ve pasaport verdiğini
– Eğit – Donat ile Suriye’ye Türk vatandaşları dahil IŞİD militanları yolladığını
– Komşuluk hukukunu ayaklar altına alarak ABD emperyalizminin maşalığını yaptığını
– IŞİD’in petrol pazarlamasını Türkiye üzerinden yaparak finansman sağladığını..
– Tüm eylem ve işlemleri ile uluslararası hukuku çiğneyerek insanlık suçu işlediğini

– Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde Türkiye’yi – Erdoğan’ı dava etme hakkının doğduğunu..
– …..
(http://haber.sol.org.tr/dunya/besar-esad-isidin-atar-damari-turkiye-136972, 22.11.15)

yüksek perdeden ve üstelik pek haklı olarak dillendirmekte. Uluslararası hukuk katında Esad’ın eli güçlenmekte, Türkiye – AKP – Erdoğan – Davutoğlu ise giderek hem uluslararası hem de
ulusal zeminde köşeye sıkışmaktadır. 4 yıldır Tayyip beyi inadı ile sürdürülegelen Suriye politikası kanlı bir batağa saplanmıştır ve sürdürülebilirliği kalmamıştır.

İlk olarak Türkiye Batı maşası şahin – düşmanca dış politikayı derhal bırakmalı.. 
Komşularının içişlerine karışmayacağını ve sınırların değişmezliğine uyacağını açıklamalı.

Sevgi ve saygı ile.
22 Kasım 2015, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

Deniz Kavukçuoğlu : İSLAM BARIŞ DİNİ MİDİR??


İSLAM BARIŞ DİNİ MİDİR??


Dostlar,

Kritik bir yazı…

Şimdi İlahiyat uzmanları çıksın ve açık açık yanıt versinler…

Word dosyası olarak Kur’an metninde taranınca lede edilen somut kanıtları
Yeni Akit yazarı Faruk Köse, 12.1.2015 tarihli, köşesinde aşağıdaki gibi yazmış ve
meydan okuyan bir de başlık atmış..

“Kim Demiş ‘İslam Barış Dinidir’ diye?”

Ve apaçık soruyor :

İslam sadece “barış dini” ise, Kur’ân-ı Kerim’deki “savaş ve cihad ayetleri” ne oluyor?

– Kur’an’da “Savaş” anlamına gelen “kıtâl” kelimesi 13 yerde,
– “karşılıklı savaş” anlamındaki “mukatele” ve türevleri 57 yerde,
– bu kavramların kökü olan “katl” kelimesi ve türevleri 170 yerde,
– “harb” kelimesi ve türevleri 11 yerde, 
– “cihad” kelimesi ve türevleri 41 yerde geçiyor.

Yazıya aşağıdaki erişkeden (linkten) erişmek olanaklı.
http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/faruk-kose/kim-demis-islam-baris-dinidir-diye-9157.html

Biz yine de bu makaleyi pdf olarak ekliyoruz :
Kim_demiş_Islam_baris_dinidir_diye_Faruk_Kose_YENI_AKIT_12.1.15

Bin yılların dilemması tüm haşmetiyle sürüyor..
İslam dışında öbür tüm dinler şiddet sorununu çözdü..
İslam dışında tüm dinler şiddeti dışladı ve
İslam dışında tüm dinler kamusal alandan çekilmeyi kabullendi.
Toplum laikleşti, devlet düzeni de sekülerleşti..
Önce DİNDE REFORM, sonra Bilimsel devrimler ve AYDINLANMA yaşandı.

Sorun kimin, sorun kimde ve nasıl çözülecek??

Aşağıdaki yazıyı dikkatle okumalı ve uykusuz geceler geçirmeli insanlık..

Çözülecek elbet, ancak İslam hinterlandında daha ödenecek epey bedel var,
dökülecek kan var korkarız..

Sevgi ve saygı ile.
18.01.2015, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

portresiDeniz Kavukçuoğlu

Cumhuriyet, 18.01.2015

 

El Kaide militanlarının Paris’teki Charlie Hebdo kıyımıyla birlikte dünya kamuoyunun gündemine oturan tartışma konularından biri de İslamın bir barış dini olup olmadığıydı.

Türkiye’de Cumhurbaşkanı’ndan Diyanet İşleri Başkanı’na kadar tüm devlet yetkilileri ile birlikte inanç sahibi köşe yazarları, televizyon yorumcuları ağız birliğiyle İslamın bir
“barış dini” olduğunu savundular.

Öte yandan dünyanın dört bir yanında faaliyet gösteren

El Kaide, El Nusra, IŞİD, Boko Haram
ve benzeri

“savaş/terör” örgütlerinin hareketlerinin/eylemlerinin kaynağının İslam olduğunu
iddia ettiklerini biliyorduk.

Bu çelişkiye Yeni Akit yazarı Faruk Köse, 12.1.2015 tarihli,

“Kim Demiş ‘İslam Barış Dinidir’ diye?”

başlıklı yazısında açıklık getirdi. Yazısının bir bölümünü noktasına, virgülüne, vurgulamalarına dokunmadan aşağıya alıyorum.

***

“İslam barış dinidir” söylemi, “İslam barışı önerir/önceler”in önemini vurgulamaya yönelik değil. Bu tür söylemleri genelde “müslüman olmayanlar”ın veya
“gayrimüslimlere hoş görünmek isteyenler”in kullandığına dikkat etmenizi isterim.
Bu, “cihad ve kıtal ayetleri olmayan bir uysallaştırılmış ve vicdanlara hapsedilmiş İslam” tarifinden başka bir anlama gelmiyor.

İslam sadece “barış dini” ise, Kur’ân-ı Kerim’deki “savaş ve cihad ayetleri” ne oluyor?

– Kur’an’da “Savaş” anlamına gelen “kıtâl” kelimesi 13 yerde,
– “karşılıklı savaş” anlamındaki “mukatele” ve türevleri 57 yerde,
– bu kavramların kökü olan “katl” kelimesi ve türevleri 170 yerde,
– “harb” kelimesi ve türevleri 11 yerde, 
– “cihad” kelimesi ve türevleri 41 yerde geçiyor.

“Barış” anlamındaki “silm” kelimesi ise, “barış” anlamında sadece 6 yerde geçiyor.
Bu noktada sormak istiyorum:

Müslüman Kur’an’ın tamamına muhatapken, savaşmayan bir müslüman tipi,
Kur’an’ın önerdiği bir müslüman tipi olabilir mi?

Bu Kur’ani gerçeklerin yanında, “Ben rahmet ve savaş peygamberiyim” buyuran
Rasulullah (sav)’in, 10 yıllık Medine hayatında 25 kez bizzat savaşa iştirak ettiği,
50 de seriyye gönderdiği biliniyor.


Hal böyleyken “İslam barış dinidir” sözünün ne anlama geldiğini; nasıl bir
“müslüman tipi” çizdiğini, dünyanın her yanında Müslüman kanı akıtılırken Müslümanlara nasıl “uysal koyun” olmak öğütlendiğini görmek, bunun arka plânında oluşturulan “İslam” ve “Müslüman” tipolojisinin farkına varmak lazım.

***

Açık konuşmak gerekirse yazarın açıklamalarını hem yaşanan gerçeklere hem de zamanın ruhuna uygun saptamalar olarak doğru buluyorum. Çünkü gerçeklerle bağdaşmayan savların, söylemlerin kimseye bir yararı olmuyor. Siz onları istediğiniz kadar teröristlikle, kıyıcılıkla, katillikle suçlayın, o örgütler bildiklerini okumayı sürdürüyorlar. Bu suçlamalar, gelişmiş
Batı ülkelerinde doğup büyümüş, okumuş yazmış binlerce genç insanın ölüme / öldürmeye koşma nedenlerini açıklamıyor. Aktardığımız yazı, bize barışı vaaz eden öbür dinler gibi İslamın da sırasında savaşçı olabileceğini gösteriyor.

Etkili olmak için gerçekleri isteğe göre çarpıtmadan görmek gerekiyor.
Bu nedenle gerçeklerin derinine inecek, olanların nedenleri üzerinde düşünüp öneriler geliştirecek bilim insanlarına, özellikle de İslam ilahiyatçılarına ihtiyaç var.
Adımlarını, bir oy daha fazla kaygısı ile atan siyasetçilerin söylemleri ise yarardan çok zararlara yol açıyor, toplum kutuplara ayrılıyor, insanlar birbirlerine düşmanlaşıyor.

***

8. Çukurova Kitap Fuarı nedeniyle bir süredir Adana’dayım. Fakat aklım da yüreğim de gazetemde. Cumhuriyet’in ve gazetedeki arkadaşlarımın düşünce özgürlüğünü bayraklaştırmasıyla, dik duruşuyla, yürekliliğiyle gurur duyuyorum.

Bülent ESİNOĞLU : Ülkemiz bir yol ayırımında!


Ülkemiz bir yol ayırımında!

Dostlar,

Değerli arkadaşımız Sn. Bülent ESİNOĞLU çok acı ve çarpıcı saptamalar ve
köktenci çözüm önerileri içeren bir makalesini paylaştı :

Ülkemiz bir yol ayırımında!

Dikkatle okumak ve artık “gereğini yapmak”…

Umutsuzluğa asla yer vermeden..

Dünya Devrimler tarihi biz çok öğretici dersler vermekte ve
güven sağlayan deneyimler kazandırmakta..

Türkiye’miz, bu karabasanı da Cumhuriyetin devrimci birikimi ile mutlaka aşacak.

Sorumluları da yargı önünde mutlaka hesap verecekler..

Sıkı durmanın zamanıdır..

Teşekkürler Esinoğlu..

Sevgi ve saygı ile.
19 Eylül 2014, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

============================================

portresi


Bülent ESİNOĞLU
bulentesinoglu@gmail.com, 19.9.14

 

Koca Osmanlı İmparatorluğu, küçük yöneticilerin eline kalınca, yönetimler kendilerini yenileyemeyince, Osmanlı gericileşti ve kendini savunamaz konuma geldi.

Yani bir yol ayırımındaydı. Kurtuluş Savaşı‘nın yapılması zorunlu hale geldi. Devrimler zorunlu oldu.

Yol ayırımlarında, büyük devletlerin lokması haline gelmemek için,
ittifaklar zorunlu hale gelir.

Tek başına halledemeyeceğiniz konularda, kimi düşüncelerinizden özveride bulunup, size yakın güçlerle ittifak yapmak durumundasınızdır.

Mustafa Kemal de bunu yaptı.

İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı Sovyetler Birliği’nden destek aldı.

Ancak Atatürk’ün vefatından sonra, bu birliktelik sürdürülmedi. Eski mandacıların çocukları ortaya çıktı. Yönetimleri ele aldı. Tekrar Batının, dolayısıyla
Amerika’nın emrine girildi.

Küçük Amerika süreci Türk halkını çürüttü.
Ülkeyi savunan değerler yıkıldı. Vatansız Müslümanlar türedi.

Ülke yoluna devam edemez hale geldi.

Böyle durumlarda halkımızın önüne, bir seçim yapma zorunluluğu çıkar.

Bu yol ayırımı, öncelikle iktidar konumunda olanlar için zorunluk taşır.
Önderlik olmazsa, zaten halk, başındaki belalarla uğraşmaktan,
ülkeyi savunacak bilince ulaşamaz.

Olayları ve olayların yorumunu, iktidardaki çıkar sahiplerinin gözü ile izler.

Önderler bir şeyler yapabilirse yaparlar.

Şimdiye dek ittifak halinde olduğumuz Batı bloku, bizim çıkarlarımızı hiçe saydı. Dolayısıyla, bu blokla ittifak halinde olmanın bir anlamı kalmadı.
(İttifak demek de ne denli olanaklı, bilemiyorum ama…)

Sistem bizim aleyhimize işledi.

Şimdi Batı, Osmanlının son zamanında olduğu gibi, daha çok şey istiyor.

Yani gene ülkemizi biraz daha küçültmek istiyor.

Açılım, toprak vermenin Batılılar tarafından, halkı ikna etmek için icat edilmiş adıdır.

Zaten PKK’ya doğrudan silah vermeleri de, bunu açıkça göstermektedir.

Aynı Bulgarlara, Yunanlara silah verdiği gibi şimdi de, PKK’ya, Peşmergelere
silah veriyor Batı. Kürt milliyetçiliğini yükseltirken, bizim milli değerlerimiz üzerinde, içerdeki işbirlikçilerini kullanarak savaş yapıyor.

İşbirlikçilerin bugüne dek kullandıkları “bölünmüş Türkiye Batı’nın
işine yaramaz” 
iddiasının da sonuna gelmiş olduk.

TÜSİAD hala diyor ki; “Dünyaya Amerika’nın optiğinden bakmalıyız.”

  • IŞİD, ABD’nin AKP’yi de kullanarak,
    milli devletleri istikrarsızlaştırmak için kurduğu bir operasyon aracıdır.

IŞİD bahane edilerek, Batı yeniden Irak ve Suriye’ye yerleşecek. Zaman zaman IŞİD’ı veya IŞİD’a yeni bir isim bularak, bölge ülkelerini tehdit etmeye devam edecektir.

Zaten bu o denli açıktır ki, Şam’ın güneyinde konuşlanmış El Nusra cephesine, Suriye ordusu tarafından bir harekât oldu mu, İsrail Suriye ordusunu vuruyor.

Öte yandan İngiltere, ABD ve Fransa Suriye’deki muhaliflere (aslında teröristlere) yardım yapacaklarını açıkça ifade ediyorlar.

  • Evet, Türkiye bir yol ayırımındadır!

Önce Ulusal bir iktidar kurarak yönetimimizi modernize edeceğiz,
sonra da ulusal çıkarlarımızı ABD’ye karşı korumak için halkımızı hazırlayacağız.

Mevcut iktidar Batıdan hakkaniyetli bir davranış bekliyor.
Mezhepçilikle işleri yürüteceğini sanıyor.

Osmanlı yıkılırken de, Osmanlı aydını, İngiltere ve Fransa’dan gelecek Hakkaniyetli bir Barış bekleyişindeydi.

Aynı noktaya geri geldik…

Rifat Serdaroglu : KİM MİLLETİN KİM ÇETENİN ADAYI ?

 

KİM MİLLETİN KİM ÇETENİN ADAYI ?

Rifat Serdaroglu

*Eğer Cumhurbaşkanı Adayı Selahattin Demirtaş çıkıp şunları söylerse,
gönül huzuru içinde gidip Demirtaş’a oy verebilirsiniz :

-Ben, Abdullah Öcalan’ın adayı değilim,
-Ben, Kandil’in adayı değilim,
-Ben, Peşmerge kıyafeti giyip hiçbir zaman elime keleş almadım,
-PKK bir terör örgütüdür. Lanetliyorum,
-Bebek-kadın-dede-nine olmak üzere binlerce sivil vatandaşın katili PKK’dır.
-PKK terör örgütü, uyuşturucu ve Bonzai kaçakçılığı yapmıştır,
-Ben, Türkiye’nin bölünmesine karşıyım. Türk Bayrağı benim de bayrağımdır,
Türk Vatanı benim de vatanımdır.
*****

Fakat bunların bir tekini bile söylemez ise, bu adaya oy vermek Türk Vatanına ihanet etmekle eşdeğerdir. Vatanınızı – özgürlüğünüzü – çocuklarınızı elinizden alırlar, arkalarından bakar kalırsınız…

*Eğer Cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan çıkıp şunları söyler ve belgeleri de ortaya koyarsa, gönül huzuru içinde gidip Erdoğan’a oy verebilirsiniz :

-Ben, Barzani’nin adayı değilim ve O’nun desteğini istemiyorum,
-Ben dolaylı da olsa Bebek Katili Bölücü Öcalan ile görüşmedim.
O’nun desteğini reddederim,
-Ben, Kandil’in beni desteklemesini asla kabul etmem,
-PKK, El-Kaide, El-Nusra, IŞİD terör örgütüdürler ve ben bunlara hiç destek olmadım,
-Ben, Cemaatin kadrolarını devletin en önemli birimlerine yerleştirmedim.
Onları kullanarak Milli Türk Ordusuna karşı sahte deliller üretilmesine göz yummadım. Cemaatin Savcı ve Polisleri vasıtasıyla Komutanların zindana atılmalarına sebep olmadım.
-Ben servetimin her kuruşunu helal yoldan kazandım. Bu yaşa kadar hiç haram yemedim.
-Yolsuzluk iddiasıyla istifa etmek zorunda kalan Bakanlarım, aslında suçsuzdurlar.
İşte belgeleri.
-Bakan çocuklarının evinde bulunan milyon dolarlar, helal yoldan kazanılmış paralardır.
-Ben, oğlum Bilal ile evdeki yüz milyonlarca Avro’yu sıfırlama konuşması yapmadım.
O konuşmaların sahte olduğunu uluslararası kuruluşlarda kanıtladım, işte belgeleri.
-Ben, devletten ihale verdiğim inşaatçılardan 100’er milyon Dolar isteyerek,
Binali Yıldırım aracılığıyla “Haram Havuzu” oluşturmadım. Onlar kendiliğinden bir araya gelip topladıkları parayla, gazete-televizyon alıp beni desteklemeye karar vermişler.
-Benim ve çocuklarımın yurt dışında bir dolarlık gizli hesabımız yoktur.
-Benim ve yakınlarımın Kuzey Irak’ta hiçbir yatırımım yoktur.
-Ben Türk Milletine hiç yalan söylemedim…

*****
Fakat bunlardan hiçbirini söylemez ise, bu adaya oy vermek Türk Vatanına ihanetle eşdeğerdir. Gelecek kuşaklarınızı kendi oyunuzla El-Kaide, El-Nusra, IŞİD
militanlarının, sadaka dolandırıcılarının emrine verirsiniz ve inanın ki
hayırla anılmazsınız…

****************

Eyy Erdoğan ve Eyy Demirtaş;

İnsanları kandırmadığınızı, aldatmadığınızı iddia ediyorsanız bunları söylemelisiniz. Çünkü Cumhurbaşkanı’nın Türk Milleti ve Türk Tarihi önünde, namusu ve şerefi üzerine edeceği yeminde “Türk Milletine-Demokrasiye-Lâik Cumhuriyete-Hukukun üstünlüğüne ve Anayasaya sadık kalacağı..” yazıyor.

Yemininizi tutabilecekseniz, Türk Milleti’nin adayı olabilirsiniz.

Yok, “Biz yeminimizi tutamayız, bugüne dek ettiğimiz yeminleri tuttuk mu ki,
bunu tutalım?” diyorsanız size Denizli’den bana yazan Hatçe Teyze’nin dediğini deyivereyim;

“Len oğlum Rifat, bizim buralada bi laf va. O pu…n g….ü don tutmaz diye, anlayıver sen gari. Bunla hangi yeminlerini tuttula ki, bu defakini tutalar,
a saf oğlum. Hadi iyi bayramlar gari…”

Sağlık ve başarı dileklerimle.
28 Temmuz 2014